SUNUŞ
Müslümanların, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'i tanıyıp anlamaları ve O'nun örnek ahlâkıyla ahlâklanıp yolunu izlemeleri, bir ölçüde sahâbeyi tanımalarına bağlıdır. Çünkü sahâbe, Hz. Peygamber'in eğitiminden geçmiş, O'nun yanında yetiştikleri için İslâm'ı aslî kaynağından öğrenme ve kavrama imkânı bulmuş ve bu imkânı en iyi bir şekilde değerlendirmiş örnek bir nesildir.
Sahâbe nesli, insanlığın tarih boyunca yaşadığı ve günümüzde halen de yaşamakta olduğu yanlışlık ve sapmaları simgeleyen "Cahiliye toplumu"ndan, örnek bir iman, amel ve cihad neslinin doğuşunun canlı bir nümunesidir.
Sahâbîler, Hz. Peygamberin etrafında pervane olmuş, İslâm'ı yaşama ve yayma uğruna öz yurtlarını, bütün mal varlıklarını terketmiş, seve seve canını feda etmiş, bütün izzet, şeref ve itibarı İslâm'da aramışlardır.
Her müslüman onların içinde kendi tab'ına ve mizacına uygun örnek şahsiyetler bulabilecektir. Bu örnek nesli tanımak İslâm'ı daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu ansiklopedi, ilk ve güvenilir kaynaklar esas alınarak ve temel hadîs kitapları da taranarak hazırlanmış ve kaynaklarda hakkında geniş bilgi olan Sahâbîler 'in hayatları hakkındaki bilgiler bir araya getirilmiştir.
Bu itibarla temel bir başvuru kaynağı olacak elinizdeki ansiklopedide, isimleri kaynaklarda daha sık geçen ve daha çok tanınan Sahâbîler'in hayatı, menkıbeleri, fazilet ve ahlâkı, rivayetleri hakkında derli toplu ve sağlam bilgiler bulacaksınız.
Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.
YAZARLAR
GİRİŞ
Resûlullah (s.a.)'ı müslüman olarak görüp O'nun sohbetinde bulunan ve bu iman üzere ölen kişiye sahâbî denir. Sahâbî kelimesinin çoğulu sahâbedir. Aynı anlamda kullanılan ashâb kelimesi ise sâhib lafzının çoğuludur. Hz. Peygamber'i mü'min olarak görmüş olmakla birlikte âmâlık gibi ârızî bir sebeple O'nu bizzat gözleriyle göremeyen kişi de sahâbî sayılmıştır. Resûlullah (s.a.)'ı müslüman olarak görüp, sohbetinde bulunduktan sonra irtidad eden (İslâm'dan çıkan) kişi sahâbîlikten düşer, ancak daha sonra tekrar İslâm'a girerse bu vasfı yeniden kazanabilir. Sahâbî olabilmek için temyiz kabiliyeti yeterli görülmüş, ayrıca büluğ şartı (reşid olma) aranmamıştır.
Sahâbîler, gerek savaşlarda, gerekse diğer zamanlarda daima Resûlullah (s.a.)'ın yanında yer alarak O'na canları ve mallarıyla yardımcı olan altın nesildir. Ayrıca yine bu değerli kişiler, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, İslâm'ı yaymak için canlarını ve mallarını fedâ ettikleri gibi, bu kutsal dinin prensiplerini muhafaza etmek ve daha sonraki nesillere nakletmek hususunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır.
İslâm âlimleri sahâbeden her birinin hayatını büyük bir titizlikle eserlerinde incelemişlerdir. Gerek sahâbe hakkında yazılan müstakil tabakât kitapları, gerekse İslâm tarihi ile alâkalı diğer eserlerde onların hayatı hakkında teferruatlı bilgiler bulunmaktadır. Sahâbîlerin, İslâm'a yaptıkları büyük hizmetten dolayı, müslümanların kalbinde ayrı bir yerleri olmuş ve bunlar en hayırlı nesil kabul edilmiştir.
Bu altın nesli Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'inde, Resûlullah (s.a.) da hadîslerinde medhetmiştir.
Sahâbenin fazileti ile alâkalı âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:
"Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenâlıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz..." (Âl-i İmrân, 3/110)
"Böylece sizi insanlara şâhid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan (âdil) bir ümmet kıldık..." (Bakara, 2/143)
"İyilik yarışında önceliği kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah, onlara içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur." (Tevbe, 9/100)
"Mü'minler ağaç altında sana bîat ettikleri vakit, Allah onlardan razı olmuştu ve onların kalplerindekini bildi de onlara huzur ve yakın bir zafer verdi." (Fetih, 48/18)
"(O mallar), yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhâcirlere aittir. Onlar, Allah'ın yalnız fazl ve rızasını isterler, Allah'a ve Resûlüne yardım ederler. İşte gerçek sadık bunlardır." (Haşr, 59/8)
Sahâbenin fazileti ile alâkalı hadîslere örnekler:
"İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır (sahâbîler), daha sonra onların peşinden gelenler (tâbiûn), daha sonra da onlardan sonra gelenlerdir..." (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 210-215)
"Ashabımdan hiçbir kimseye sövmeyiniz. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse (bunun sevabı), sahâ-bîlerden birisinin bir avuçluk sadakasına erişemez, (hatta) yarısına bile." (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 222)
"Ashâbım konusunda Allah'tan korkun, Allah'tan korkun. Onları çirkin sözlerinize hedef etmeyin. Kim onları seviyorsa, beni sevdiği için seviyor demektir. Kim onlara buğzediyorsa, bana buğzettiği için buğzediyor demektir. Kim onlara eziyet verirse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise, Allah'a eziyet etmiş olur. Allah'a eziyet edenden ise, Allah derhal intikam alır." (İbn Hanbel, Müsned, V, 54-55, 57)
Resûlullah zamanında gerek Mekke, gerekse Medine'de ashâbın büyük çoğunluğu kendi evlerinde ikâmet etmişlerdir. Onlar, Resûlullah ile savaşa katılmadıkları zamanlarda geçimlerini temin için kendi işlerinde çalışırlar ve ilimle meşgul olurlardı. Fakir ve kimsesiz sahâbîler ise, Medine Mescidi'nin bitişiğindeki üstü kapalı sofada kalırlardı. Bunlar Resûlullah'a hizmet ederler, ayrıca ibadet ve ilimle meşgul olurlardı. Bu sahâbîlere, kaldıkları yer dolayısıyla Suffa ashâbı (Ashâbü's-Suffa) denilirdi.
Suffa ashâbının meşhurları şunlardır:
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebu'd-Derdâ, Abdullah b. Ümmü Mektûm, Abdullah b. Amr, Sâlim, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd, Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer el-Gıfârî, Mus'ab b. Umeyr, Ammâr b. Yâsir, Bilâl-i Habeşî, Sa'd b. Ebû Ubeyde b. Cerrah, Osman b. Maz'ûn, Huzeyfetü'l-Yemânî, Vâsile b. Eska', Ebû Lübâbe, Sevbân, Cu'ayl b. Sürâka ed-Damrî, Hârise b. Numan, Hanzala b. Ebû Âmir, Utbe b. Gazvân, Amr b. Abese, Zeyd b. Hattâb, Abdullah Zü'l-Bicâdeyn, Abdullah b. Üneys el-Cühenî, Ukbe b. Âmir, Ukkâşe b. Mihsan, İrbaz b. Sâriye, Saîd b. Âmir, Esmâ b. Hârise, Berâ b. Mâlik, Cerhed b. Hüveylid, Habib b. Zeyd b. Âsım, Ebû Rezin, Hureym b. Evs, Sefîne, Şükrân, Tihfe b. Kays, Talha b. Amr, Abdullah b. Abdülesed, Abdullah b. Hubşî, Furat b. Hayyân, Mistah b. Üsâse, Ebû Fükeyhe, Beşir b. el-Hasâsiyye, Ebû Müveyhibe, Uveym b. Sâide, Fudâle b. Ubeyd, Ebû Firâs el-Eslemî, Kâ'b b. Amr, Eğar b. Yesâr el-Müzenî, Câriye b. Humeyl, Hâzım b. Harmele, Hakem b. Umeyr, Harmele b. İyâs, Hureym b. Fâtek, Huneys b. Huzâfe, Hubeyb b. İsâf, Sâlim b. Ubeyd el-Eşca'î, Sâlim b. Umeyr, Abdullah b. Havâle, Abdullah b. Zeyd el-Cühenî, Abdullah b. Hâris, Abdurrahman b. Kurt es-Sumalî, Abdurrahman b. Cebr, Abbâd b. Hâlid, Amr b. Avf el-Müzenî, Amr b. Tağlib, Ubeyd, Utbe b. Abd es-Sülemî, Utbe b. en-Nüdder, Ubâde b. Kurt, İyâd b. Hımâr, Kurre b. İyâs, Kennâz b. Husayn, Ebû Kebşe, Mes'ûd b. Rebî', Muâz b. Hâris, Vâbise b. Ma'bed, Ebû Âsib, Ebû Reyhâne, Ebû Sa'lebe, Rebîa b. Kâ'b, Muâviye b. Hakem, Hilâl, Sâbit b. Dahhâk, Evs b. Evs, Sâbit b. Vedî'a, Sakf b. Amr, Dükeyn b. Saîd, Saîd b. Hallâd, Şeddâd b. Esîd, Safvân b. Beydâ et-Tafâvî ed-Devsî.
Sahâbenin, Kur'ân-ı Kerim ve hadise çok büyük hizmeti olmuştur. Kur'ân-ı Kerim âyetlerini bir araya toplamak (cem') ve çoğaltmak (istinsah) bu nesle nasib olmuştur.
Sahâbîler arasında Resûlullah zamanında Kur'ân-ı Kerim'in inzâli devam ettiği sürece âyet-i kerimeleri Hz. Peygamber'in emri üzerine yazıya geçirenlere "Vahiy Kâtipleri" denilir.Vahiy kâtipliği yapmış olan sahâbîlerin isimleri şunlardır:
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman, Zeyd b. Sâbit, Âmir b. Füheyre, Übey b. Kâ'b, Hâlid b. Saîd, Zübeyr b. Avvâm, Ebân b. Saîd, Hanzala b. Rebî', Alâ b. Hâdramî, Abdullah b. Revâha, Muğîre b. Şu'be, Abdullah b. Abdullah b. Übey, Muaykıb b. Ebû Fâtıma, Muhammed b. Mesleme, Şurahbil b. Hasene, Abdullah b. Erkam, Hâlid b. Velid, Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh, Amr b. Âs, Cüheym b. Salt, Muâviye b. Ebû Süfyân, Abdullah b. Zeyd, Erkam b. Ebi'l-Erkam, Ukbe, Alâ b. Ukbe, Sâbit b. Kays b. Şemmâs, Talha b. Ubeydullah, Yezîd b. Ebû Süfyân, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hâlid b. Zeyd, Büreyde b. Husayb, Husayn b. Nümeyr, Ebû Seleme el-Mahzûmî, Abdullah b. Abdülesed, Huveytıb b. Abdüluzzâ, Ebû Süfyân b. Harb, Hâtıb b. Amr.
Resûlullah (s.a.)'ın söz ve fiilleri (hadîsleri), daha sonraki nesillere sahâbîler tarafından nakledilmiştir. Ancak şurasını belirtelim ki, sahâbîlerin hepsi hadîs rivayet etmemişlerdir. Hadîs rivayet eden sahâbî sayısı 1300'dür. Bu sahâbîlerden 1000 tanesi sadece bir veya iki hadîs rivayet etmiştir. Geriye kalan 300 sahâbîden 7'si 1000'in üstünde hadîs nakletmişlerdir. 262 sahâbî ise, 100'ün altında hadîs rivayet etmişlerdir.
Hadisçiler, 1000'in üstünde hadis rivayet eden 7 sahâbîye "müksirûn" (çok hadîs rivayet edenler) adını vermişlerdir. Bunlardan Ebû Hüreyre: 5374, Abdullah b. Ömer: 2360, Enes b. Mâlik: 2286, Hz Âişe: 2210, Abdullah b. Abbas: 1660, Câbir b. Abdullah: 1540, Ebû Saîd el-Hudrî: 1170 hadîs rivayet etmiştir.
Sahâbe içinde kendilerine danışılan ve görüşlerine başvurulan dört Abdullah vardı. Bunlar: Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Abbas ile Abdullah b. Amr'dır. Bu dört Abdullah'ın hepsine birden Abâdile adı verilmiştir.
Sahâbe arasında fetva vermekle şöhret kazanmış kişiler de vardı. Bunlardan bazılarının adı şöyledir: Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Ebû Hüreyre, Zeyd b. Sâbit, Hz. Âişe.
İslâm âlimleri, sahâbîleri, fazîlet açısından birtakım derecelere ayırmışlardır. Bunlar içinde en çok tutulan tasnif, Hâkim en-Neysâbûrî'ninki olmuştur. Bu tasnife göre sahâbe oniki tabakaya ayrılır:
1) Mekke'de İslâm'ı ilk kabul edenler. Bunların başında cennetle müjdelenen on sahâbî (Aşere-i Mübeşşere) gelmektedir. Bunların adları şöyledir:
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Saîd b. Zeyd.
Aşağıda adlarını vereceğimiz sahâbîler de İslâm'ı ilk kabul edenlerdendir:
Hz. Hatice, Zeyd b. Hârise, Bilâl-i Habeşî, Amr b. Abese, Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Seleme b. Abdülesed, Erkam b. Ebû Erkam, Osman b. Maz'ûn, Ubeyde b. Hâris, Kudâme b. Maz'ûn, Abdullah b. Maz'ûn, Saîd b. Zeyd'in hanımı Fâtıma, Esmâ bint Ebû Bekir, Habbâb b. Eret, Umeyr b. Ebî Vakkâs, Mes'ûd b. Kâre (Rebîa), Salît b. Amr, Hâtıb b. Amr, Ayyâş b. Ebû Rebîa, Ayyâş'ın hanımı Esmâ, Huneys b. Huzâfe, Âmir b. Rebîa, Abdullah b. Cahş, Ebû Ahmed b. Cahş, Câfer b. Ebû Tâlib, Câfer'in hanımı Esmâ, Hâtıb b. Hâris, Hâtıb'ın eşi Fâtıma, Hattâb b. Hâris, Hattâb'ın eşi Fükeyhe, Ma'mer b. Hâris, Sâib b. Osman b. Maz'ûn, Muttalib b. Ezher, Muttalib'in hanımı Remle, Nuaym b. Abdullah (Nahhâm), Âmir b. Füheyre, Hâlid b. Saîd, Hâlid'in hanımı Umeyne (Hümeyne), Ebû Huzeyfe, Vâkıf b. Abdullah, Hâlid b. Bükeyr, Âmir b. Bükeyr, Âkil b. Bükeyr, İyâd b. Züheyr, İmrân b. Husayn, Ammâr b. Yâsir, Suheyb b. Sinan, Hz. Hamza.
2) Dârü'n-Nedve âzaları. Burası Mekkeliler'in meclisi idi. Hz. Ömer, İslâm'a girince, Resûlullah (s.a.) ile O'nun yanında olan ilk müslümanları alarak buraya getirdi. O anda bu mecliste bulunan bazı kişiler müslüman oldular. İşte bunlara Dârü'n-Nedve ashâbı denmiştir.
3) Habeşistan'a hicret eden sahâbîler. Bilindiği üzere, Mekke'de, İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, müslümanlara çok ağır hakaret ve işkencede bulundular. Bir ara bu durum çekilmeyecek hale geldi. Resûlullah (s.a.), onların bu durumlarını görünce: "Siz yeryüzüne dağılın! Yüce Allah, sizi yine toplayacaktır" buyurdu. Hz. Peygamber, daha sonra ashâba Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi. Risâletin 5. yılında Habeşistan'a ilk kez 10 erkek ve 5'i de kadın olmak üzere toplam 15 kişi hicret etti. Bunların adları:
Hz. Osman, Hz. Osman'ın hanımı Rukiyye, Ebû Huzeyfe, Ebû Huzeyfe'nin hanımı Sehle, Zübeyr b. Avvâm, Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme, Ebû Seleme'nin hanımı Ümmü Seleme, Osman b. Maz'ûn, Âmir b. Rebîa, Âmir'in hanımı Leylâ, Ebû Sebre b. Ebî Rühm, Ebû Sebre'nin hanımı Ümmü Külsüm, Süheyl b. Beydâ.
Müşriklerin hakaret ve işkenceleri azalmadığı gibi, tam tersine giderek artmaya devam etti. Habeşistan'a hicret edenler her ne kadar yurtlarından uzak kalıyor iseler de hayatlarını ve dinî yaşayışlarını emniyet altına almış bulunuyorlardı. Resûlullah (s.a.) Mekke'de bulunan diğer müslümanlara da aynı yıl içinde Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Bunun üzerine müslümanlardan 82 erkek ve 10 kadın, kafile kafile fırsat buldukça bu ülkeye hicret etti. Bunların adları şöyledir:
Câfer b. Ebû Tâlib, Câfer'in hanımı Esmâ bint Umeys, Amr b. Saîd, Amr'ın hanımı Fâtıma, Hâlid b. Saîd, Hâlid'in hanımı Umeyne (Hümeyne), Abdullah b. Cahş, Ubeydullah b. Cahş, Ubeydullah'ın hanımı Ümmü Habibe, Kays b. Abdullah, Kays'ın hanımı Bereke, Muaykıb b. Ebû Fâtıma, Utbe b. Gazvân, Esved b. Nevfel, Yezid b. Zem'a, Amr b. Ümeyye, Tuleyb b. Umeyr, Suveybit b. Sa'd, Cehm b. Kays, Cehm b. Kays'ın hanımı Harmele, Hişâm (Hâşim) b. Ebû Huzeyfe, Amr b. Cehm, Huzeyme b. Cehm, Ebu'r-Rum b. Umeyr, Âmir b. Ebî Vakkâs, Firâs b. Nadr, Ebû Vakkâs, Seleme b. Hişâm, Muttalib b. Ezher, Muttalib'in hanımı Remle, Utbe b. Mes'ûd, Abdullah b. Mes'ûd, Mikdâd b. Amr, Saîd b. Amr, Hâris b. Hâlid, Hâris'in hanımı Reyta, Amr b. Osman, Şemmâs b. Osman, Hebbar b. Süfyân, Abdullah b. Süfyân, Ayyâş b. Ebû Rebîa, Muattıb b. Avf, Sâib b. Osman b. Maz'ûn, Kudâme b. Maz'ûn, Abdullah b. Maz'ûn, Hâtıb b. Hâris, Hâtıb'ın hanımı Fâtıma, Muhammed b. Hâtıb, Hâris b. Hâtıb, Hattâb b. Hâris, Hattâb'ın hanımı Fükeyhe, Süfyân b. Ma'mer, Süfyân'ın hanımı Hasene, Câbir b. Süfyân, Şurahbil b. Hasene, Osman b. Rebîa, Huneys b. Huzâfe, Abdullah b. Hâris, Hişâm b. Âs b. Vâil, Kays b. Huzâfe, Ebû Kays b. Hâris, Abdullah b. Huzâfe, Hâris b. Hâris, Ma'mer b. Hâris, Bişr b. Hâris, Saîd b. Hâris, Sâib b. Hâris, Umeyr b. Riâb, Ma'mer b. Abdullah, Urve b. Ebû Üsâse b. Abdüluzzâ, Adiy b. Nadle, Numan b. Adiy, Abdullah b. Mahreme, Abdullah b. Süheyl, Salît b. Amr, Sekrân b. Amr, Sekrân'ın hanımı Sevde, Mâlik b. Zem'a, Mâlik'in eşi Âmire, Hâtıb b. Amr, Sa'd b. Havle, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Amr b. Ebû Serh, İyâd b. Züheyr (yahut Rebîa b. Hilâl), Amr b. Hâris, Osman b. Ganem, Saîd b. Abdikays, Hâris b. Abdikays, Cünâde b. Süfyân, Ebû Mûsa el-Eş'arî, Mahmiye b. Cez', Mâlik b. Uheyb.
4) Birinci Akabe'de bulunan müslümanlar. Bunlar Resûlullah'a Akabe denilen yerde bîat eden Ensâr'dan 12 kişidir:
Es'ad b. Zürâre, Avf b. Hâris, Muâz b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Zekvân b. Abdikays, Ubâde b. Sâmit, Yezîd b. Sa'lebe, Abbâd b. Ubâde, Ukbe b. Âmir, Kutbe b. Âmir, Ebû Heysem Mâlik b. Teyyihân, Uveym b. Sâide.
5) İkinci Akabe bîatında bulunanlar. Resûlullah (s.a.)'in Medineli müslümanlarla yaptığı bu sözleşme risâletin 13. yılında meydana gelmiştir. Hz. Peygamber'e Akabe denilen yerde 73 erkek iki de kadın bîat etmiştir.
İkinci Akabe bîatına katılan Medineli müslümanların adları şöyledir:
Es'ad b. Zürâre, Sa'd b. Rebî', Abdullah b. Revâha, Râfi' b. Mâlik, Berâ b. Ma'rur, Abdullah b. Amr, Ubâde b. Sâmit, Sa'd b. Ubâde, Münzir b. Amr, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Hayseme, Ebû Heysem Mâlik b. Teyyihân, Seleme b. Selâme, Züheyr b. Râfi', Ebû Bürde, Nüheyr b. Heysem, Rifâa b. Abdülmünzir, Abdullah b. Cübeyr, Ma'n b. Adiy, Uveym b. Sâide, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Muâz b. Hâris, Muavviz b. Hâris, Umâre b. Hazm, Ebû Yesâr Kâ'b, Evs b. Sâmit, Ebû Talha, Zeyd b. Sehl, Kays b. Ebû Sa'sa'a, Amr b. Gaziyye, Hârice b. Zeyd, Beşir b. Sa'd, Sehl b. Atîk, Abdullah b. Zeyd, Hallâd b. Süveyd, Ukbe b. Âmir, Ziyâd b. Lebîd, Ferve b. Amr, Hâlid b. Kays, Zekvân b. Abdikays, Abbâd b. Kays, Hâris b. Kays, Bişr b. Berâ b. Ma'rur, Sinan b. Seyfî, Tufeyl b. Numan, Ma'kıl b. Münzir, Yezid b. Münzir, Mes'ûd b. Yezid, Dahhâk b. Hârise, Yezid b. Harâm, Cebbâr b. Sahr, Tufeyl b. Mâlik, Kâ'b b. Mâlik, Süleym b. Amr, Kutbe b. Âmir, Yezid b. Âmir, Seyfî b. Sevâd, Sa'lebe b. Ganeme, Amr b. Ganeme, Abs b. Âmir, Abdullah b. Üneys, Hâlid b. Amr, Câbir b. Abdullah, Muâz b. Amr, Sâbit b. Cez', Umeyr b. Hâris, Hadîc b. Selâme, Muâz b. Cebel, Abbas b. Ubâde, Yezid b. Sa'lebe, Avf b. Hâris, Rifâa b. Amr, Ukbe b. Vehb, Nesibe bint Kâ'b, Esmâ bint Amr, Amr b. Hâris.
6) Resûlullah (s.a.), hicret anında Kuba'da iken Medine'ye varan müslümanlar.
7) Bedir Savaşı'na katılanlar (Ashâb-ı Bedir).
Bu sahâbîler 313 kişi idiler. Resûlullah (s.a.) ile birlikte bu savaşa katılan müslümanlar şunlardır:
Muhâcirlerden Bedir Savaşı'na katılanlar:
Hâşimoğullarından: Hz. Hamza, Hz. Ali, Ebû Mersed Kennâz b. Husayn, Mersed b. Ebî Mersed, Ubeyde b. Hâris, Tufeyl b. Hâris, Husayn b. Hâris, Mistâh b. Üsâse. Peygamberimizin âzadlıları: Zeyd b. Hârise, Enese (Ünese) ve Ebû Kebşe.
Abdüşşemsoğullarından: Ebû Huzeyfe Mihşem b. Utbe, Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı Sâlim, Ebu'l-Âs b. Ümeyye'nin âzadlısı Sübeyh.
Abdüşşems ve Esedoğullarının müttefiklerinden: Abdullah b. Cahş, Ukkâşe b. Mihsan, Şüca' b. Vehb, Ukbe b. Vehb, Yezid b. Rukayş, Ebû Sinan b. Mihsan, Sinan b. Ebî Sinan, Muhrez b. Nadle, Rebîa b. Eksem.
Kebîroğullarının müttefiklerinden: Sakf b. Amr, Mâlik b. Amr, Müdlic b. Amr, Ebû Mahşî Süveyd b. Mahşî.
Nevfeloğullarından: Utbe b. Gazvân ve âzadlısı Habbâb.
Esedoğullarından: Zübeyr b. Avvâm, Hâtıb b. Ebî Beltea ve âzadlısı Sa'd.
Abdüddâroğullarından: Mus'ab b. Umeyr, Suveybit b. Sa'd b. Harmele.
Zühreoğullarından: Abdurahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Umeyr b. Ebî Vakkâs.
Zühreoğullarının müttefiklerinden: Mikdâd b. Amr, Abdullah b. Mes'ûd, Mes'ûd b. Rebîa, Zü'ş-Şimâleyn Umeyr, Habbâb b. Eret.
Teymoğullarından: Hz. Ebû Bekir, onun âzadlıları: Bilâl b. Rebâh ile Âmir b. Füheyre. Suheyb b. Sinan.
Mahzûmoğullarından: Ebû Seleme Abdullah b. Abdülesed, Şemmâs b. Osman, Erkam b. Ebu'l-Erkam, Ammâr b. Yâsir, Muattib b. Avf.
Adiyoğulları ve müttefiklerinden: Hz. Ömer, Zeyd b. Hattâb, Hz. Ömer'in âzadlısı Mihca', Amr b. Sürâka, Abdullah b. Sürâka, Vâkıd b. Abdullah, Havlî b. Ebî Havlî, Mâlik b. Ebî Havlî, Âmir b. Rebîa, Âmir b. Bükeyr, Âkil b. Bükeyr, Hâlid b. Bükeyr, İyâs b. Bükeyr.
Cümahoğulları ve müttefiklerinden: Osman b. Maz'ûn, Sâib b. Osman b. Maz'ûn, Kudâme b. Maz'ûn, Abdullah b. Maz'ûn, Ma'mer b. Hâris.
Sehmoğullarından: Hüneys b. Huzâfe.
Âmiroğullarından: Ebû Sebre b. Ebî Rühm, Abdullah b. Mahreme, Abdullah b. Süheyl, Umeyr b. Avf, Sa'd b. Havle.
Hârisoğullarından: Ebû Ubeyde b. Cerrah, Amr b. Hâris, Süheyl b. Vehb, Safvân b. Vehb, Vehb b. Sa'd b. Ebî Serh, Amr b. Ebî Serh, Hâtıb b. Amr, İyâs b. Züheyr, Tuleyb b. Umeyr b. Vehb, Ma'mer b. Ebî Serh, Amr b. Ebî Amr.
Ensâr'dan Bedir Savaşı'na katılanlar:
Evs kabilesinden olanlar:
Abdüleşheloğullarından: Sa'd b. Muâz, Amr b. Muâz, Hâris b. Evs, Hâris b. Enes.
Ubeyd b. Kâ'b Oğulları ve müttefiklerinden: Sa'd b. Zeyd.
Zeûrâoğullarından: Abbâd b. Bişr, Seleme b. Selâme, Seleme b. Sâbit, Râfi' b. Yezid, Hâris b. Hazeme, Muhammed b. Mesleme, Seleme b. Eslem, Ebu'l-Heysem b. Teyyihân, Ubeyd b. Teyyihân, Abdullah b. Sehl.
Zaferoğullarından: Katâde b. Numan, Ubeyd b. Evs.
Ubeyd b. Rizah Oğulları ve müttefiklerinden: Nasr b. Hâris, Muattib b. Ubeyd, Abdullah b. Târık.
Hâriseoğulları ve müttefiklerinden: Mes'ûd b. Abdi Sa'd, Ebû Abs b. Cebr, Ebû Bürde b. Niyâr.
Amroğullarından: Âsım b. Sâbit, Muattıb b. Kuşeyr, Ebû Müleyl b. Ez'ar, Amr b. Ma'bed, Sehl b. Huneyf.
Ümeyyeoğullarından: Mübeşşir b. Abdülmünzir, Rifâa b. Abdülmünzir, Uveym b. Sâide, Râfi' b. Uncede, Ubeyd b. Ebî Ubeyd, Sa'lebe b. Hâtıb, Sa'd b. Ubeyd.
Ubeydoğulları ve müttefiklerinden: Üneys b. Katâde, Ma'n b. Adiy, Sâbit b. Akram, Zeyd b. Eslem, Rib'î b. Râfi'.
Sa'lebeoğullarından: Abdullah b. Cübeyr, Âsım b. Kays, Ebû Dayyâh b. Sâbit, Ebû Habbe b. Sâbit, Sâlim b. Umeyr, Hâris b. Numan.
Cahcebâoğulları ve müttefiklerinden: Münzir b. Muhammed, Ebû Akîl b. Abdullah.
Ganmoğullarından: Münzir b. Kudâme, Mâlik b. Kudâme, Hâris b. Arfece, Sa'd b. Hayseme ve onun âzadlısı Temîm.
Muâviyeoğulları ve müttefiklerinden: Cebr b. Atîk, Mâlik b. Sâbit b. Nümeyle, Numan b. Asar.
Hazrec kabilesinden olanlar:
İmriül-Kays Oğullarından: Abdullah b. Revâha, Hârice b. Zeyd, Sa'd b. Rebî', Hallâd b. Süveyd.
Zeydoğullarından: Beşir b. Sa'd, Simâk b. Sa'd.
Adiyoğullarından: Abbâd b. Kays, Sübey' b. Kays, Abdullah b. Abs.
Ahmeroğullarından: Yezid b. Hâris.
Cüşemoğullarından: Hubeyb b. İsâf, Abdullah b. Zeyd, Hureys b. Zeyd, Süfyân b. Beşr.
Cidâreoğullarından: Temîm b. Yiâr, Abdullah b. Umeyr, Zeyd b. Müzeyyen, Abdullah b. Urfuta.
Hudreoğullarından: Abdullah b. Rebî'.
Avf b. Hazrec Oğullarından: Abdulllah b. Abdullah b. Übey b. Selûl, Evs b. Havelî.
Cez'oğulları ve müttefiklerinden: Zeyd b. Vedîa, Ukbe b. Vehb, Rifâa b. Amr, Âmir b. Seleme, Ebû Humeyda Ma'bed b. Ubâde, Âmir b. Bükeyr (Âmir veya Âsım b. Ukeyr).
Sâlimoğullarından: Nevfel b. Abdullah b. Nadle.
Asramoğullarından: Ubâde b. Sâmit, Evs b. Sâmit.
Da'doğullarından: Numan b. Mâlik (Kavkal).
Kuryuşoğullarından: Sâbit b. Hezzal.
Merdahaoğullarından: Mâlik b. Duhşum.
Levzanoğulları ve müttefiklerinden: Rebiî b. İyâs, Varaka b. İyâs, Amr b. İyâs, Mücezzer b. Ziyâd, Ubâde b. Haşhaş, Nehhâb b. Sa'lebe, Abdullah b. Sa'lebe, Utbe b. Rebîa.
Sâideoğullarından: Ebû Dücâne Simâk b. Hareşe, Münzir b. Amr.
Bediyoğulları ve müttefiklerinden: Ebû Üseyd Mâlik b. Rebîa, Mâlik b. Mes'ûd.
Tarîfoğulları ve müttefiklerinden: Abdi Rabbih b. Hak, Kâ'b b. Hımâr, Damre b. Amr, Ziyâd b. Amr, Besbes b. Amr, Abdullah b. Âmir.
Cüşemoğullarından: Hırâş b. Sımme ve âzadlısı Temîm, Hubâb b. Münzir, Umeyr b. Hümâm, Abdullah b. Amr b. Harâm, Muâz b. Amr, Muavviz b. Amr, Hallâd b. Amr, Ukbe (Utbe) b. Âmir, Habib b. Esved, Sâbit b. Sa'lebe, Umeyr b. Hâris.
Ubeydoğulları ve müttefiklerinden: Bişr b. Berâ b. Ma'rur, Tufeyl b. Mâlik, Tufeyl b. Numan, Sinan b. Sayfî, Abdullah b. Ced, Utbe b. Abdullah, Cebbâr b. Sahr b. Ümeyye, Hârice b. Humeyyir, Abdullah b. Humeyyir.
Hunâsoğullarından: Yezid b. Münzir, Ma'kıl b. Münzir, Abdullah b. Numan, Dahhâk b. Hârise, Sevâd b. Züreyk, Ma'bed b. Kays, Abdullah b. Kays.
Numanoğullarından: Abdullah b. Abdimenâf, Câbir b. Abdullah, Huleyde b. Kays ve âzadlıları Numan b. Sinan.
Sevâdoğullarından: Ebu'l-Münzir Yezid b. Âmir, Süleym b. Amr ve âzadlısı Antere, Kutbe Âmir.
Adiy b. Nâbi Oğullarından: Abs b. Âmir, Sa'lebe b. Ganeme, Ebû Yesâr Kâ'b b. Amr, Sehl b. Kays, Amr b. Talk, Muâz b. Cebel.
Züreykoğullarından: Kays b. Mihsan, Ebû Hâlid Hâris b. Kays, Cübeyr b. İyâs, Ebû Ubâde Sa'd b. Osman, Ukbe b. Osman, Zekvân b. Abdikays, Mes'ûd b. Halde.
Hâlidoğullarından: Abbas b. Kays.
Haldeoğullarından: Es'ad b. Yezid, Fâke b. Bişr (veya Büsr b. Fâke), Muâz b. Mâis, Âiz b. Mâis, Mes'ûd b. Sa'd.
Aclânoğullarından: Rifâa b. Râfi', Hallâd b. Râfi', Ubeyd b. Zeyd.
Beyâdaoğullarından: Ziyâd b. Lebîd, Ferve b. Amr, Hâlid b. Kays, Rüceyle b. Sa'lebe, Atıyye b. Nüveyre, Huleyfe b. Adiy.
Habiboğullarından: Râfi' b. Muallâ.
Neccâroğullarından: Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd.
Useyreoğullarından: Sâbit b. Hâlid.
Amroğullarından: Umâre b. Hazm, Sürâka b. Kâ'b.
Ubeyd b. Sa'lebe Oğullarından: Hârise b. Numan, Süleym b. Kays.
Âizoğulları ve müttefiklerinden: Süheyl b. Râfi', Adiy b. Zağbâ'.
Zeydoğullarından: Mes'ûd b. Evs, Ebû Huzeyme b. Evs, Râfi' b. Hâris.
Sevâdoğulları ve müttefiklerinden: Avf b. Hâris, Muavviz b. Hâris, Muâz b. Hâris, Numan b. Amr, Âmir b. Muhalled, Abdullah b. Kays, Usayma, Vedîa b. Amr, Sâbit b. Amr, Ebu'l-Hamrâ.
Âmir b. Mâlik Oğullarından: Sa'lebe b. Amr, Sehl b. Atîk.
Amr b. Mâlik Oğullarından: Übey b. Kâ'b, Enes b. Muâz.
Adiy b. Amr Oğullarından: Evs b. Sâbit, Ebû Şeyh Übey b. Sâbit, Ebû Talha Zeyd b. Sehl.
Adiy b. Neccâr Oğullarından: Amr b. Sa'lebe, Salît b. Kays, Ebû Salît Üseyre b. Amr, Ebû Amr Hârice b. Kays, Sâbit b. Hansâ, Âmir b. Ümeyye, Muhrez b. Âmir, Sevâd b. Gaziyye.
Harâm b. Cündüb Oğullarından: Ebû Zeyd Kays b. Seken, Ebu'l-A'ver b. Hâris, Süleym b. Milhân, Harâm b. Milhân.
Mâzin b. Neccâr Oğulları ve müttefiklerinden: Kays b. Ebî Sa'sa'a, Abdullah b. Kâ'b, Usayma.
Hansâ b. Mebzul Oğullarından: Ebû Dâvud Umeyr b. Âmir, Sürâka b. Amr.
Sa'lebe b. Mâzin Oğullarından: Kays b. Muhalled.
Dinâr b. Neccâr Oğullarından: Numan b. Abdi Amr, Dahhâk b. Abdi Amr, Süleym b. Hâris, Câbir b. Hâlid, Sa'd b. Süheyl.
Kaysoğullarından: Kâ'b b. Zeyd, Büceyr b. Ebî Büceyr.
Ayrıca, Talha b. Ubeydullah ile Saîd b. Zeyd, daha önce Peygamberimiz (s.a.) tarafından civarda araştırma için görevlendirilmişler ve Bedir'de bulunamamışlardı. Fakat kendilerine harp ganimetinden hisse ayrılmıştır.
Yine Hz. Osman, hanımı Hz. Rukıyye'nin hastalığı sebebiyle geriye kalmış ve savaşa izinli olarak katılamamıştı; fakat kendisine harp ganimetinden hisse ayrılmıştı.
Bunlardan başka Evs kabilesinden Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir, Hâris b. Hâtıb ile Âsım b. Adiy; Peygamberimiz tarafından, savaşa gittikleri sırada, yolda geri çevrilmişler ve Medine'de vazifelendirilmişlerdi. Bunlara da harp ganimetinden hisseleri verildi.
Evs kabilesinden Havvât b. Cübeyr ile Hazrec kabilesinden Hâris b. Sımme; deveden düşmüş olduklarından dolayı Medine'ye geri gönderildiler ve kendilerine harp ganimetinden hisse verildi.
Ayrıca İbn Hişâm; Aclânoğullarından İtbân b. Mâlik, Müleyl b. Vebere ve Isme b. Husayn ile Cüşemoğullarından Hilâl b. Muallâ'nın da Bedir Savaşı'nda katıldıklarını kaydetmektedir.
8) Bedir ile Hudeybiye barışı arasında hicret edenler.
9) Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Resûlullah (s.a.)'a bîat eden müslümanlar.
10) Hudeybiye barışı ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.
11) Mekke'nin fethi günü müslüman olanlar ki, bunların sayısı binin üzerindedir.
12) Mekke'nin fethi ve Veda haccı arasında Resûllullah (s.a.)'ı gören çocuklar.
*
Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonra İslâmiyet Arap yarımadasının sınırlarını taştı. Irak, Suriye, Mısır, İran ve Azerbaycan fethedildi; Anadolu'ya seferler düzenlendi. Sahâbîlerin birçoğu bu ordulara katılıp cihad uğrunda savaştılar. Bir kısım sahâbîler de fethedilen bu yeni ülkelere yerleşip buralarda yaşadılar.
Mekke ve Medine dışında yaşayan bu sahâbîlerin sayısı ve bulundukları şehirlerden bazısı şöyledir:
Basra'da: 150; Bağdat'ta: 166; Bahreyn'de: 25; Kûfe'de: 149; Şam'da: 113; Yemen'de: 29; Yemâme'de: 6; Cezîre'de: 5; Medâin'de: 2; Tâif'te: 34; Horasan'a gidip orada vefat edenler: 6; başşehir ve sınırlarda yaşayan sahâbîler: 32.
Sahâbîlerin en son vefat edeni Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vâsile el-Leysî'dir. Resûlullah'ı 8 yaşında iken görmüş; H.100, bir başka rivayete göre ise 110 tarihinde vefat etmiştir. Yeryüzünde ondan sonra yaşayan bir sahâbî kalmamıştır.
Bulundukları şehirlerde en son vefat eden sahâbîleri şöylece sıralamak mümkündür:
Medine: Mahmud b. Rebî' (H. 99).
Mekke: Burada defnedildiği kesin ise; Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vâsile. Veya: Abdullah b. Ömer (H. 73).
Basra: Enes b. Mâlik (H. 90, 91, 92, veya 93).
Kûfe: Abdullah b. Ebî Evfâ (H. 86 veya 88).
Yahut, Amr b. Hureys (H. 85 veya 98).
Şam: Abdullah b. Büsr el-Mâzinî (H. 88).
Dımaşk: Vâsile b. Eska' el-Leysî (H. 85 veya 86).
Cezîre: Urs b. Umeyre el-Kindî (ö.?).
Filistin: Kays b. Sa'd b. Ubâde (H. 85).
Yemâme: Hirmâs b. Ziyâd el-Bâhilî (ö.?).
Berka: Ruveyfi' b. Sâbit el-Ensãrî (H. 53).
Bâdiye: Seleme b. el-Ekva' (H. 64).
*
Ashâbın sayısı kesin olarak tesbit edilememiştir. Ancak bu güzide insanların yüzbinin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.
İslâm âlimleri, sahâbîlerin hayatları üzerinde titizlikle durmuşlar ve her birinin hayat hikâyelerini tesbit etmeye çalışmışlardır. Başta Kütüb-i Sitte olmak üzere, hadis ve ricâl kitapları yanında, müstakil olarak bu konuda yazılmış başlıca eserler şunlardır:
1) İbn Sa'd (v. 230/845), et-Tabakâtü'l-Kübrâ.
2) Abdülbâkî İbn Kãni' (v. 351/962), Mu'cemu's-Sahâbe.
3) Ebû Abdullah İbn Mende (v. 395/1004-5), Ma'rifetu's-Sahâbe.
4) İbn Abdilberr (v. 430/1070-71), el-İsti'âb fî Ma'rifeti'l-Ashâb.
5) İbn Esîr (v. 630/1232-33), Üsdü'l-Gãbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe.
6) Zehebî (v. 748/1347-48), Tecridu Üsdü'l-Gãbe; Siyeru A'lâ-mu'n-Nübelâ.
7) İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1448-49), el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe.
ABBÂD b. BİŞR (r.a.)
Hz. Âişe'nin "Ensâr içinde en faziletli üç kişi"den biri olarak vasıflandırdığı Abbâd b. Bişr, hicretten önce Medine'ye gelen Mus'ab b. Umeyr'in daveti neticesinde müslüman olan bir sahâbîdir. Ensâr arasında ilk müslümanlardan sayılmaktadır. Medine'de doğup yaşayan Abbâd b. Bişr, Evs kabilesinin Eşheloğulları kolundandır.
Hz. Peygamber'e bağlılığı ve kahramanlığı ile meşhur olan Abbâd, hicretten sonra gerçekleştirilen kardeşlikte Utbe b. Rebîa'nın kardeşi olmuştur. Hz. Peygamber ile birlikte başta Bedir olmak üzere bütün savaşlara katılan Abbâd b. Bişr, hicretin 6. yılında umre için hazırlık yapılırken, Kureyşliler'in durumunu öğrenmek amacıyla gönderilen yirmi kişilik müfreze kolu içinde yer aldı. Ünlü yahudi şâiri Kâ'b b. Eşref'i katleden fedai grubu arasında Abbâd da vardı. Hayber seferinde ise, öncü kuvvetin komutanlığını yapıyordu.
Hz. Peygamber tarafından Müzeyne ve Süleymoğulları'nın zekâtlarını toplamak üzere, zekât memuru olarak da görevlendirilen Abbâd, Hz. Ebû Bekir döneminde son olarak Yemâme Savaşı'na katıldı. Bu savaşta: "Kılıçlarınızın kınlarını kırın ve diğerlerinden ayrılın. Ey Ensâr, diğer savaşçılardan ayrılın" diyerek, bu çağrıya uyan dört yüz kişinin önünde Müseyleme'nin bahçe kapısına kadar geldi ve orada şehid oldu (13/634).
O'nunla ilgili olarak anlatılan menkıbelerden bir kısmı, bazı hadîs ve ricâl kitaplarında yer almaktadır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Abbâd ile Üseyd, karanlık bir gecede evlerine gitmek üzere Hz. Peygamber'in yanından ayrılırlar. Yolda giderlerken, önce birinin âsâsından çıkan bir ışık, önlerini aydınlatmış, daha sonra birbirlerinden ayrıldıktan sonra da diğerinin âsâsı kendi yolunu aydınlatmaya devam etmiştir. (Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr, 13)
Hz. Peygamber, mescidde namaz kılan Abbâd'ın sesini işitmiştir. Yanında bulunan Hz. Âişe'ye: "Bu Abbâd'ın sesi değil mi?" diye sormuş ve O'nun sesi olduğunu öğrenince: "Allah'ım, Abbâd'a merhamet et" diye dua etmiştir. (Buhârî, Şehadât, 11)
Abbâd b. Bişr, Hz. Peygamber ile birlikte gittiği Zâtürrikâ Gazvesi'nde, gönüllü olarak Ammâr b. Yâsir ile beraber nöbete gitmiş ve ilk nöbeti de kendisi almıştı. Ammâr uyumuş, Abbâd nöbet sırasında namaz kılmaya başlamıştı. Namazda iken atılan bir okla yaralanmış, fakat Abbâd oku çıkartarak namaza devam etmişti. Peşpeşe atılan üç okla yaralandıktan sonra, namazını tamamlamış ve Ammâr'ı o zaman uyandırmıştı. Ammâr, O'nun yaralandığını görünce;
— İlk oku yediğin zaman niçin beni uyandırmadın? demiş, O da:
— Kur'ân'dan bir sûre okuyordum, onu bitirmeden yarıda kesmek istemedim. Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'ın emrettiği stratejik bir noktayı kaybetmek endişesi olmasaydı, ölmeyi, namazı ve sûreyi yarıda kesmeye tercih ederdim, demişti.
ABBAS b. MİRDÂS (r.a.)
Ensâr arasında şâirliği ile tanınan ve büyük bir ihtimalle Hendek Savaşı'ndan sonra müslüman olan Abbas b. Mirdâs, bir putperestin oğludur. Mekke'nin fethi sırasında kabilesine mensup dokuz yüz kişilik bir birliğin başında savaşa katılmıştır. Huneyn Savaşı'nda ve Tâif muhasarasında bulundu. Huneyn Savaşı sonunda ganimetler dağıtılırken, kendisine az mal verildiği gerekçesiyle Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmış ve bu konuyu kendisine şiirle şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, O'nun hissesini artırmıştır.
Hz. Ebû Bekir döneminde, şehirde kalmayarak çöle, kabilesinin yanına dönen Abbas b. Mirdâs'ın Hz. Ömer döneminde Basra'ya gittiği nakledilmektedir. Ölüm ve doğum tarihleri bilinmeyen Abbas'ın, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği dört hadîs mevcuttur.
ABBAS b. ABDÜLMUTTALİB (r.a.)
Abbas b. Abdülmuttalib, Hz. Peygamber'in amcası ve Abdülmuttalib'in oğludur.
Mekke'de Hz. Peygamber'den birkaç yıl (iki veya üç yıl) önce doğmuştur. Bu nedenle Hz. Peygamber'le yaşdaştır ve O'nunla birlikte büyümüştür. Ticaretle uğraşmış ve zengin olmuştur. Hacılara su dağıtma işini, (sikâye) ve ziyafet vermeyi (rifâde) kardeşi Ebû Tâlib'den devralarak kendisi üstlenmiştir. Lâkabı Ebu'l-Fadl idi.
Abbas b. Abdülmuttalib'in müslüman oluşu ile ilgili haberler, çelişkilidir. Bir rivayete göre, Hz. Peygamber, İslâmiyet'i yaymaya başladığı günlerde müslüman olmuş, fakat müslüman olduğunu gizlemiştir. Diğer bir rivayete göre ise, Bedir Savaşı'ndan sonra veya Mekke'nin fethinde müslüman olmuştur. Bunlardan hangisi doğrudur, bunu kestirmek güç olmakla birlikte, O, geniş nüfuzunu kullanarak müslümanları özellikle yeğenini himaye etmiş, hanımı ile oğlu Abdullah'ın müslüman olmalarına ses çıkartmamıştır.
Bedir Savaşı'ndan sonra müslüman olduğuna dair yapılan rivayette Hz. Peygamber, O'ndan fidye istemiş, fakat O, malım yok diyerek fidye vermek istememişti. Hz. Peygamber de: "Öyleyse Mekke'den çıkışında Ümmü Fadl'ın yanında bıraktığın mal nerede? İkiniz yalnızdınız. Sen; bu yolculukta vurulursam, oğlum Fadl'a şu kadar, Kusem'e şu kadar, Abdullah'a şu kadar ver, demiştin" diyerek O'nu dehşete düşürmüştü. Bunun üzerine Abbas: "Allah'a yemin ederim ki, bunu benden ve ondan başka kimse bilmiyordu. Ben de senin Allah'ın Elçisi olduğunu biliyorum" demişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst. 1982, 1/353)
Abbas b. Abdülmuttalib, Bedir sonrasında müslüman olmuş olsa bile, müslümanlığını gizlemiş ve Mekke'de olup bitenleri Hz. Peygamber'e iletmeye devam etmiştir. Mekke'nin fethinden önce hicret etmiş ve Mekke'nin fethinde Hz. Peygamber'le birlikte olmuştur. Hz. Peygamber, Abbas'a Hayber'in fethedildiğini müjdelemiştir. Bu müjde, ikisi arasında eskiden beri gizli bir haberleşmenin mevcudiyetini gösterir. Hudeybiye'de Hz. Peygamber'in yanında bulunan Abbas, burada baldızı Meymûne ile Hz. Peygamber'i evlendirmişti.
Huneyn Savaşı'nda büyük yararlılıklar gösteren ve müslümanların bozguna uğrayıp dağılmak üzere oldukları bir sırada Hz. Peygamber'in yanından ayrılmayanların biri de Hz. Abbas idi. Bu tehlikeli dakikalarda Resûlullah'ı yalnız bırakmayan diğer sahâbîler şunlardı: Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Süfyân b. Hâris ile oğlu Câfer, Rebîa b. Hâris, Fadl b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Hârise b. Numan, Üsâme b. Zeyd ve Eymen b. Ümmü Eymen.
Abbas b. Abdülmuttalib, Veda haccında Hz. Peygamber tarafından, fâizin kendisinden kaldırıldığı ilk kişi olarak ilân edilmiştir.
Hz. Abbas, Medine'de 86 veya 88 yaşlarında iken, 32/652 yılında vefat etmiştir. İslâm tarihinde Emevîler'den sonra iktidara gelen Abbasiler, oğlu Abdullah'ın soyundandır. Böylece bu devlete O'nun adı verilmiştir.
Abbas, Hz. Peygamber hasta yatarken, Hz. Ali'ye: "Resûlullah bu hastalıktan yakında vefat edecektir. Ben Abdülmuttalib oğullarının yüzlerindeki ölüm çizgilerini çok iyi bilir ve tanırım. Şimdi sen, Resûlullah'a git ve sor: Bu iş (halifelik) bize aitse bilelim. Eğer bizden başkasına aitse, onu da bilelim. Bizim hakkımızda da halka tavsiyede bulunsun" demişti. Hz. Ali buna karşılık: "Vallahi ben bunu yapamam. Biz bunu Resûlullah'a sorarsak, O da bizi, bundan menedecek olursa, artık, Hz. Peygamber'den sonra halk, bu işi bize hiç vermez" diye karşılık vermişti. (İbn Hişâm, es-Sîre, 4/304) O'nun bu arzusu daha sonra gerçekleşecek, fakat kendisi göremeyecektir.
Hz. Peygamber, aynı yaşta olmalarına rağmen Abbas'a karşı daima saygılı idi. O'na bir baba sevgisiyle bağlı idi. "İnsanın amcası, babası gibidir" derdi. O'nu, Kureyş'in en cömerti ve akrabalık bağlarına en çok riayet edeni diye överdi. O'nu incitmeyi, kendisini incitmekle bir tutardı. (Tirmizî, Menâkıb, 28) Bedir Savaşı'nda Ensâr'dan biri tarafından esir alınınca, öldürülmesinden çok korkmuş ve Hz. Ömer aracılığı ile O'nun serbest bırakılmasını istemişti.
Hz. Abbas'tan 35 hadîs rivayet edilmiştir. Bu hadîslerden ikisinin meâli şöyledir:
"Benim ümmetim, kıyamete kadar, akşam namazını terketmedikçe, hep fıtrat üzere kalacaktır." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 2/506)
"Misvak kullanın, (dişinizi fırçalayın) zira misvak, ağzın temiz olmasına ve Allah'ın rızasına sebeptir." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 3/36)
Abbas b. Abdülmuttalib'in şu sözü O'nun hayat felsefesini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
"Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin, ilişkimizi bozduğunu görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de ilişkimizi düzelttiğini görmedim. O'nun için ihsanda bulunun ve iyilik yapın. Çünkü bunlar, sizi kötülüğün zararlarından korur."
ABBAS b. UBÂDE b. NADLE (r.a.)
İkinci Akabe bîatında bulunan on iki Medineli'den biri olan Abbas b. Ubâde, Hazrec kabilesine mensuptur. Bîat sırasında yaptığı konuşma, orada bulunanların gönlünü yumuşatmış ve bu konuşma ile O, Hz. Peygamber'in sevgisini kazanmıştır.
Abbas b. Ubâde bu konuşmasında şunları söylemişti:
"Ey Hazrecliler, hangi hususlarda bu zata bîat ettiğinizi biliyor musunuz? Bütün insanlarla savaşı göze almak üzere O'na bîat ediyorsunuz. Eğer siz, mallarınızın telef olduğunu ve büyüklerinizin öldürüldüğünü görünce, O'nu düşmanlarınızın eline bırakmayı düşünürseniz, biliniz ki, bu sizin için dünya ve ahirette yüz karasıdır. Yok eğer, mallarınızın tamamen yok olması ve ileri gelenlerinizin öldürülmesine rağmen, taahhütlerinizi yerine getirmeyi kabul ediyorsanız, o zaman O'nu alıp götürünüz. Allah'a yemin ederim ki, dünya ve ahiret için hayırlı olan da budur."
Ensâr da: "Mallarımızın telef olmasına ve eşrafımızın öldürülmesine rağmen, O'nu alıp götüreceğiz. Ey Allah'ın elçisi, biz bunları yerine getirdiğimiz takdirde, karşılığında bize ne var?" dediler.
Hz. Peygamber de: "Cennet var" dedi. Bunun üzerine Ensâr: Ver elini sana bîat edelim, dediler ve bîat ettiler.
Doğum tarihi hakkında, kaynaklarda yeterli bir bilgi bulunmayan Abbas b. Ubâde, Akabe bîatından sonra Mekke'ye giderek oraya yerleşti. Muhâcirlerle birlikte O da Medine'ye hicret etti. Bu nedenle kendisine "Ensâr-Muhâcir" adı verildi. Bedir Savaşı'na katılmayan Abbas, Uhud Savaşı'na katıldı. Savaş öncesinde; "Eğer Peygamberimize bir şey olur da, biz sağ kalırsak, Rabbimize karşı ileriye süreceğimiz hiçbir mazeretimiz olmaz" diyerek savaşa katıldı ve bu savaşta şehid düştü (3/625).
Abbas, Hz. Peygamber'i çok severdi. Bu sevgisini de Uhud'da gösterdi. O'nu korumak için canla başla çalıştı ve bu sevgisi uğruna da hayatını kaybetti. Hayatını kaybetti ama, Cennet'i satın aldı.
ABDULLAH b. ABBAS (r.a.)
Abdülmuttalib'in torunu ve Hz. Peygamber'in amcası Abbas'ın oğludur. Annesi Hz. Meymûne'nin kardeşi Hz. Ümmü'l-Fadl'dır. Hicretten üç yıl önce Mekke'de doğdu. Doğduğu zaman Mekke'de müslümanlar Kureyş müşrikleri tarafından sıkı bir takibe alınmışlar, şiddetli bir muhasara ve ambargo altında yaşıyorlardı. Doğumunda Hz. Abbas onu alarak Resûl-i Ekrem'in yanına getirmiş, Resûlullah da Abdullah'ı kucağına alarak dua etmişti.
Hz. Abdullah'ın annesi Ümmü'l-Fadl, Hz. Hatice'den sonra İslâm'a ilk giren kadın sahâbîlerden biridir. Annesi Tevhid akîdesine mensup iken Hz. Abdullah'ı dünyaya getirdi. Son derece zekî olan Hz. Abdullah, Resûlullah'ın sevgi ve iltifatına mazhar olmuştu. Çocukluğuna ait bir hatırayı kendisi şöyle anlatır:
“Çocuktum, çocuklarla beraber oynuyordum. Arada bir etrafa bakındım. Resûl-i Ekrem'in arkamdan geldiğini gördüm. İçimden; anlaşılan Resûlullah peşimden geliyor, dedim. Bir kapı arkasına saklanmak üzere koştum. Resûlullah bana yetişerek ensemden tuttu, sonra da: "Git, Muâviye'yi bana çağır" dedi. Çünkü, Muâviye Vahiy kâtipleri idi. Hemen koştum, Muâviye'yi buldum: Resûlullah sizi çağırıyor, bir işleri olacak, dedim."
Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Peygamber'i sık sık görmek üzere onun yanına gider, odasında kalırdı. Bir kere Resûlullah (s.a.), Abdullah'ı kucaklayıp: "Ya Rab, bu gence Kitab'ı öğret, Kur'ân ilimlerini kendisine bahşeyle" diye niyazda bulundu. Bir kere de Hz. Peygamber, helaya girmek üzere iken Hz. Abdullah b. Abbas hemen bir abdest suyu hazırlayıp oracığa koymuştu. Suyu koyanın Hz. Abdullah olduğunu öğrenince de: "Allah'ım, bu gencin dindeki duygu ve bilgisini arttır" diye dua etti.
Hz. Peygamber'le arasında geçen bir başka olayı da Hz. Abdullah b. Abbas şöyle anlatmaktadır: "Bir gece teyzem Meymûne bint Hâris'in yanında kalmıştım. O gece Resûlullah (s.a.) onun yanında kalacaklardı. Gece Resûl-i Ekrem'in namaza kalktığını görünce, ben de hemen kalktım. Resûlullah'ın solunda namaza durdum, ona uydum. O, elini uzattı, başımın tepesindeki saçtan tutup, beni sağına getirdi."
Daha küçük yaşta iken kendini ilme adayan ve Hz. Peygamber'in yanından hiç ayrılmayan Hz. Abdullah b. Abbas, Resûlullah'ın: "Allah'ım, O'nu dinde fakih kıl ve O'na te'vîli öğret" duasına mazhar olmuş ve bu duanın bereketiyle Kur'ân ve Fıkıh ilimlerinde büyük şöhrete nâil olmuştur. Nitekim İbn Mes'ûd Hazretleri onun hakkında: "O, Kur'ân'ın tercümanıdır. Eğer bu genç bizim yaşımıza erişirse, hiç birimiz onunla boy ölçüşemeyecektir" demiştir.
Hz. Abdullah'ın anlattığı şu olay, onun Hz. Peygamber'e olan yakınlığını ve Allah katındaki derecesini göstermektedir: Babamla birlikte Resûlullah'ın yanında idik. O birisiyle gizli konuşuyordu. Bu yüzden babamla pek ilgilenmedi. Biraz sonra yanından çıktık. Babam: "Gördün mü oğlum, amcanın oğlu benimle hiç ilgilenmedi" dedi. Ben de: "Babacığım, Resûlullah'ın yanında biri vardı, onunla gizli konuşuyordu" dedim. Bunun üzerine tekrar Resûlullah'ın yanına girdik, babam: "Ya Resûlallah, Abdullah'a şöyle şöyle söyledim. O da bana, senin yanında gizli konuştuğun birinin bulunduğunu söyledi. Gerçekten senin yanında kimse var mıydı?" diye sordu. Resûlullah bana: "Abdullah, sen onu gördün mü?" dedi. "Evet ya Resûlallah" dedim. Resûlullah: "Gördüğün o adam Cibrîl (a.s.) idi. Benimle konuştuğu için sizinle ilgilenemedim" buyurdu.
Hz. Abdullah b. Abbas, Resûlullah (s.a.)'ın vefatında 13-15 yaşlarında bir gençti. O, Resûlullah'ın vefatına şâhid olmuş ve cenaze namazı ile ilgili olarak şu haberi nakletmiştir: "Resûl-i Ekrem vefat ettiğinde, önce erkekler bölük bölük içeri girip herkes tek başına namazını kıldılar. Sonra kadınlar, ardından çocuklar, sonra da köleler girip kıldılar ve hiç birine de kimse imamlık yapmadı."
Hz. Abdullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde ashâb-ı kiramın ileri gelenlerinden feyz aldı, onların ilim ve irfanından istifade etti. O, kendisini gördüğü zaman Allah'ı hatırlatan, konuşması ilmini artıran, hareket ve davranışları Allah'ın rızasına uygun olan kimselerle düşüp kalkardı. Bu da O'na Allah Resûlünün bir emri idi.
O, deryalar kadar olan ilmini en çok Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Übey b. Kâ'b'dan almıştır. Tâvûs'a: "Ashâbdan bu kadar büyük kimseler varken onları bırakıp da bu çocuktan hiç ayrılmıyorsun?" dendiğinde; Tâvûs: "Ben ashâbdan yetmiş kişiyi gördüm. Herhangi bir meselede anlaşamadıkları zaman Abdullah'a başvururlardı" dedi.
Abdullah b. Abbas'a bu ilmî mertebeye nasıl nâil olduğu sorulduğunda: "Soran bir dil, düşünüp muhakeme eden bir akıl" diye cevap verdi. "Bir saat ilimle meşgul olmanın bir geceyi ibâdetle ihya etmekten hayırlı" olduğunu söyleyen Hz. Abdullah b. Abbas'tır. O, insanların yardımına koşmayı, onların kederlerini sevince, üzüntülerini mutluluğa çevirmeyi ibadet sayardı.
Bir gün Hz. Peygamber'in Mescidinde îtikâfta iken adamın biri gelip selâm vererek yanına oturdu. Hz. Abdullah adama: "Ben seni üzgün ve kederli görüyorum, sebebi nedir?" diye sordu. Adam; birine borcu olduğunu ve bu borcu da ödeyemediğini, ödeyecek gücünün de bulunmadığını söyledi. Hz. Abdullah adama: "İstersen bu konuda onunla konuşayım" dedi. Adam: "Sen bilirsin, istersen konuş" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas, hemen ayakkabısını giyip mescidden çıktı. Adam, Hz. Abdullah'a: "Sen îtikâfta olduğunu unuttun mu?" dedi. Abdullah: "Hayır unutmadım. Her kim, bir müslüman kardeşinin işi peşinde dolaşıp o işi hallederse, ona on yıl îtikâf etmekten daha büyük mükâfat verilmiş olur. Bir günlük îtikâfın Allah katındaki karşılığı ve sevabı ise, Cehennem ile o kimse arasına, her biri gün doğusu ile gün batısı arasındaki aralıktan daha geniş üç hendeğin konmasıdır" dedi.
Herkese karşı sevgi ve saygı örneği veren Hz. Abdullah b. Abbas, kendisine yapılan en ağır hakaretlere bile kızarak veya aynı sözcükleri tekrarlayarak değil, kâmil bir müslümana yakışır bir üslupla cevap verirdi. Nitekim, adamın biri kendisine yersiz yere sövdüğünde o şu cevabı vermiştir:
"Sen bana sövüyorsun ama, bende şu üç vasıf vardır: (1) Allah'ın Kitab'ından herhangi bir âyeti okurken, "keşke benim bildiğim kadar bütün müslümanlar da bilselerdi" diyorum. (2) Hâkimlerden herhangi birinin adâletle hükmettiğini öğrendiğimde, seviniyorum. Oysa o hâkime belki hayatımda hiç işim düşmeyecektir. (3) Herhangi bir İslâm ülkesine bol miktarda yağmur yağdığını öğrenince seviniyorum. Oysa o ülkede ne bir karış toprağım, ne de otlayan bir hayvanım var."
Hz. Abdullah b. Abbas, devrindeki siyasî olaylara fazla karışmamış, mümkün olduğu kadar uzak durmaya gayret etmiştir. Bununla beraber, İslâmî cihadlara ve İslâmı yayma seferlerine bir mücahid olarak da katılmıştır. O, 18-21 senelerinde Mısır'da, 27 senesinde Kuzey Afrika fetihlerinde, 30 senesinde Cürcan ve Taberistan seferlerinde bulunmuştur. Hz. Ali ile birlikte Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılmıştır. Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında kısa bir müddet Basra emîri olarak görev almıştır.
Müslümanların birlik ve dirliğini bozan Kerbelâ fâciasına çok üzülen Hz. Abdullah'ın hayatının sonlarına doğru bu üzücü olayların tesiriyle gözlerini kaybettiği söylenir. Kerbelâ olayından sonra, halîfeliğini ilan ve Mekke'yi merkez edinen Abdullah b. Zübeyr'e bîat etmeyen Hz. Abdullah, Tâif şehrine yerleşmiş ve ömrünün son günlerini burada tedrisatla geçirmiştir.
Hicretin 68 (687/688) senesinde Tâif'te vefat eden bu ilim hazîne-sinin cenaze namazını, Hz. Ali'nin oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye kıldırmıştır. Vefat ettiğinde yetmiş yaşlarında olduğu söylenir. (Bk: Prof. Dr. İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, 1/103-112, Ankara, 1988)
ABDULLAH b. ABDULLAH b. ÜBEY b. SELÛL (r.a.)
Abdullah, münafıkların ünlü reisi Abdullah b. Übey b. Selûl'un oğludur. Asıl adı "Hubâb" idi. Hz. Peygamber'in yanına geldiği zaman ona adını sormuş, o da; Hubâb b. Abdullah demişti. Hz. Peygamber bunun üzerine: "Senin adın Abdullah b. Abdullah'tır. Hubâb şeytan adıdır" diyerek onun adını değiştirmişti.
Abdullah, babasının tam aksine İslâm'a samimiyetle bağlı bir insandı. Babası Übey'in Hz. Peygamber'e karşı olan davranışları zaman zaman hakaret derecesine ulaşmış, hatta bu yüzden kavga bile olmuştu. Hz. Peygamber her defasında ashâbına sabır tavsiye etmiş ve bu kavgaların ileri boyutlara varmasına engel olmuştu. Ancak Mustalikoğulları seferinden dönerken yaptığı bozguncu hareketler, Hz. Âişe hakkında söylediği çirkin sözler, ashâbın sabrını taşırmış ve Hz. Peygamber'den kendisini öldürme izni taleb etmişlerdi. Hz. Peygamber ise, "Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor" dedirtmemek için bu talebi de geri çevirmişti.
Oğlu Abdullah bütün olup bitenlerden haberdardı. Babasının bir başkası tarafından öldürülmesi halinde, kendisinin intikam hislerine kapılabileceğini düşünerek, babasını bizzat kendisi öldürmek istedi. Böylece kimseye karşı intikam hisleri beslememiş olacaktı.
Bu duygular içinde Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Resûlallah, babam Abdullah b. Übeyy'i, sana karşı yaptığı birtakım hareketlerden dolayı öldürtmek istediğini duydum. Eğer onun öldürülmesini istiyorsan, emret ben öldüreyim. Doğrusunu söylemek gerekirse, Hazrec kabilesi içinde benim kadar babasına karşı iyi davranan birini tanımıyorum. Fakat benim asıl korkum, sen babamın öldürülmesi işini bir başkasına verirsin. O da gider babamı öldürür. Ben ise babamın katilinin halk arasında dolaşmasına tahammül edemem ve tutup onu öldürürüm. Bir kâfire karşılık, yok yere bir mü'mini öldürüp de Cehennem'e giderim korkusudur. Benim bütün korkum bu" demişti.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: "O'nu öldürmek bir yana, bizimle beraber bulunduğu sürece, ona karşı iyi davranacak ve onunla güzel geçineceksin" demişti. (İbn Kesîr, Tefsir, Mısır, ts, 4/128)
Babası ölünce Abdullah, vasiyeti üzerine Hz. Peygamber'e gelmiş ve O'ndan kefenlenmesi için gömleğini istemişti. Hz. Peygamber de bu isteği yerine getirdi ve gömleğini verdi. Hatta cenaze namazını kıldırdı. Fakat arkasından şu âyet nazil oldu ve bir daha münafıkların cenaze namazını kıldırması yasaklandı: "Ve onlardan ölen birine asla namaz kılma, onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resûlünü tanımadılar, yoldan çıkmış olarak öldüler." (Tevbe, 9/84)
Abdullah, Yemâme Savaşı'na katılmış ve bu savaşta şehid düşmüştür (12/633). (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/321-322)
ABDULLAH b. ABDÜLESED (r.a.)
Abdullah b. Abdülesed, Hz. Peygamber'in halasının oğlu ve süt kardeşidir. Künyesi Ebû Seleme'dir. On birinci kişi olarak müslüman olduğu rivayet edilmektedir. Habeşistan'a hicret eden birinci grubun içinde Abdullah da vardı. Medine'ye hicret edenlerin de ilklerindendi. Bedir Savaşı'na katılmış ve dönüşte vefat etmiştir (2/624).
Ebû Seleme'nin vefatından sonra Hz. Peygamber, O'nun hanımı Ümmü Seleme'yle evlenmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/327-328)
ABDULLAH b. AMR b. ÂS (r.a.)
Büyük sahâbîlerdendir. Künyesi Ebû Muhammed veya Ebû Abdurrahman olup, neseben adı; Abdullah b. Amr b. Âs b. Vâil b. Hâşim b. Sâid b. Sehm el-Kureşî'dir.
Abdullah b. Amr cesur, kuvvetli, ibâdete çok düşkün, mütevazi, âlim ve fâzıl bir sahâbî idi. Doğruyu söylemekten çekinmez, bâtıl gördüğüne de karşı çıkardı. Münakaşayı pek sevmezdi. İkram ve ihsan etmeye ise gayet düşkündü.
Müslüman olmadan önceki adı Âs iken, Resûlullah (s.a.) Abdullah olarak değiştirmiştir. Babasından önce müslüman olan Abdullah hicretin 7. yılından sonra babasıyla birlikte Medine'ye hicret etmiş ve Hz. Peygamber'in yanından pek ayrılmamıştır. O'nun mübârek sözlerini büyük bir dikkatle ezberlemeye ve yazmaya çalışmıştır. Hatta kendisini, "Sen Peygamber'den duyduğun herşeyi yazıyorsun. Halbuki O, bazan rızâ, bazan da gazap halinde söylemektedir" diye uyarmak istemişler, Abdullah durumu Hz. Peygamber'e sorunca Resûlullah O'na: "Yaz, Allah'a yemin ederim ki (ağzımdan) haktan başka bir şey çıkmamıştır" buyurmuştur.
Abdullah b. Amr, gece ve gündüzünü Allah yoluna adayıp, bütün vaktini namazla, oruçla geçirmek istiyordu. Hatta babası onu Kureyş'ten asil bir kız ile evlendirmiş, fakat Abdullah ibâdetlerden vakit ayırıp onunla bile ilgilenememişti.
Konuyu öğrenen Hz. Peygamber Abdullah'a: "Ben de oruç tutarım ve bozarım. Gece namaz kılarım ve uyurum. Hanımlarımla bir arada olurum. Benim sünnetim budur. Benim sünnetimden ayrılan benden değildir" buyurdu. Israrı üzerine, Abdullah'a Kur'ân'ı üç günde bir hatmetmeye, gün aşırı da oruç tutmaya müsaade etti. Devamında da: "Her âbidin ibâdet için coşkular duyduğu dönemler vardır. Fakat bu hamleyi bir duraksama takip eder. O zaman insan, ya sünnete doğru gider ya da bid'ate. Sünnete giden hidayete ermiş, başka bir yola giden helâk olmuş demektir" buyurdular. Abdullah b. Amr da bütün hayatını, Resûlullah'ın bu tavsiyeleri istikametinde geçirmiş, ömrünün sonuna kadar istikamet sahibi olmuştur.
Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber devrindeki gazalara genelde süvari olarak katılmıştır. Çok cömert birisi olduğundan İslâm askerlerinin donatılmasında büyük emeği geçmiştir.
Halifeler devrinde katıldığı önemli savaşlardan biri Yermük Savaşı'dır. Babası Amr b. Âs ordu komutanı idi. Abdullah, bu savaşta büyük yararlılık göstermiştir.
Sıffîn Savaşı'nda babasına tâbi olarak Muâviye tarafında yer almış, fakat sonuna kadar tarafsızlığını korumaya ve fitneden uzak kalmaya çalışmıştır. Savaşa bilfiil katılmamış, hiçbir müslümana silâh çekmemiş, kanını dökmemiştir. Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali yanında savaşan Ammâr b. Yâsir'in şehid edilmesi ve Muâviye'nin adamlarının; sen öldürdün, ben öldürdüm şeklinde yarışa girmesi üzerine Abdullah: "Resûlullah'ın (s.a.) şöyle söylediğini duydum" diyerek: "Ammâr'ı bağî (azgın) olan zümre öldürecektir" hadîsini rivayet etmişti. Muâviye, Abdullah'a: "O halde sen niçin bizimle berabersin?" diye sorunca da: "Resûl-i Ekrem bana emretti: 'Baban hayatta oldukça ona itaat et, sakın onu dinlememezlik etme!' Onun için ben de sizinle beraberim, fakat döğüşmem" cevabını verdi.
Bu olay Abdullah b. Amr'ın niçin Muâviye safında bulunduğunu iyi izah etmektedir. Nitekim Abdullah, daha sonra Medine'de Hz. Hüseyin ve Ebû Saîd el-Hudrî ile bir araya geldiklerinde onlara da aynı izahı yapmıştır. Abdullah'ın Muâviye ile birlikte olmaktan, sonradan pişmanlık duyup sık sık tevbe ettiği şeklinde bir rivayet de vardır.
Uzun boylu ve yakışıklı bir zat olan Abdullah b. Amr, hicrî 65. yılda Mısır'ın Fustat şehrinde, diğer bir rivayete göre Şam‘da 72 yaşında iken vefat etti.
Abdullah b. Amr, ilim ve fazilet sahibi bir sahâbî olup, okuma-yazma bilmesinin yanısıra İbraniceyi de bilirdi. Tevrat ve İncil'i okur, araştırır ve incelerdi. Hz. Peygamber'den (s.a.) çok kıymetli hadîs-i şerîfler rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre O'ndan bahsederken, O'nun birçok hadîs bildiğini, çünkü onları yazdığını söylemektedir.
Abdullah, Resûlullah'tan (s.a.) yazdığı hadîsleri "Sâdıka" adı verilen bir mecmuada toplamıştı. Mücâhid der ki: "Biz, Abdullah'ın hangi kitabına bakmak istersek engel olmazdı. Fakat bir sandık içerisinde sakladığı hadîs mecmuasına bakmak istediğimizde itina gösterir ve bize: Ben bunu bizzat Resûlullah'ın (s.a.) ağzından topladım. Onu bütün dünyaya değişmem, derdi." Bu olay, sahâbenin, Resûlullah'ın (s.a.) söz ve fiillerini zabtetme ve onlara tâbi olma konusunda ne kadar titiz davrandığının küçük bir örneğidir.
Abdullah b. Amr 700 hadîs rivayet etmiştir. Etrafında toplananlara sürekli ders verir, bildiklerini öğretirdi. Ömrünün sonuna kadar bu âdetini hiç terketmedi. Kendisinden Saîd b. Müseyyeb, Urve, Tâvûs, Atâ, İkrime, Mesrûk gibi meşhur râviler hadîs almışlardır.
Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği bazı hadîslerde Resûlullah (s.a.) şöyle buyurur:
"Müslüman, başkalarının elinden ve dilinden sâlim olduğu kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı herşeyi terkeden kimsedir."
"Merhamet edenlere Allah merhametini esirgemez. Siz yeryüzündekilere acırsanız, göktekiler de size acır."
"Allah insanlardan ilmi çekip almaz. İlmi, âlimlerin ölümüyle çekip alır. Ortada âlimler kalmayınca câhil kimseler başa geçer. Bunlar sorulan suallere bilgisiz cevap verirler, saparlar ve saptırırlar."
"Kalbinde hardal zerresi kadar kibir olan insan Cennet'e giremez."
ABDULLAH b. AMR b. HARÂM (r.a.)
Allah yolunda yaptığı fedakârlıklarla tanınan ve Selemeoğulları arasında İslâm'ın yayılması ve genişlemesi için gayret gösteren Abdullah b. Amr b. Harâm es-Selemî, İkinci Akabe bîatı sırasında müslüman oldu.
Akabe bîatı öncesinde Medine'den hac için Mekke'ye gelen beş yüz kişilik kafilenin içinde Abdullah b. Amr da vardı. Yine bu kafilenin içinde Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla müslüman olan veya müslümanlığını gizleyerek bu kafileye katılan birisi vardı. Bu müslüman tarafından seyahat boyunca yönlendirilmiş ve gönlü İslâm'a ısındırılmış olan Abdullah b. Amr, Akabe bîatları sırasında müslüman oldu.
Abdullah b. Amr, Bedir'de bulundu ve Uhud Savaşı'na katıldı. Uhud Savaşı'na giderken, Medine ile Uhud arasında bulunan Şavt denilen yere gelindiğinde, Abdullah b. Übey b. Selûl: "Bilmiyorum, burada kendimizi niçin öldüreceğiz?" diyerek taraftarları ile birlikte ordudan ayrılarak geri dönmek isteyince, Abdullah b. Amr, onları bu kararlarından caydırmak için çalışmış ve hatta peşlerinden bir müddet de gitmişti. Onlara: "Düşmanla karşılaşınca Peygamberinizi ve kavminizi terketmeyeceğinize dair söz vermiştiniz. Şimdi O'nu terketmeniz doğru değil" dediyse de sözünü dinletemedi. Tekrar geriye dönerek Hz. Peygamber'in yanına geldi. Onlara da bedduada bulundu. Savaş başlayınca, meydana atıldı ve savaşarak şehid düştü.
Mekkeli müşrikler O'nun burnunu, kulaklarını ve diğer organlarını kestiler. Cesedi Amr b. Cemûh ile birlikte aynı kabre kondu. Aradan kırk yıl geçtikten sonra dere yatağında bulunan kabri nakledilirken, bu iki sahâbînin cesetlerinin çürümediği görüldü. (Mâlik b. Enes, Muvatta, Cihad, 49)
ABDULLAH b. ATÎK (r.a.)
Abdullah b. Atîk, İslâm tarihinde kendi adıyla anılan bir seriyyenin komutanı olan bir sahâbîdir. Hazrec kabilesine mensuptur. Hicretten önce müslüman olmuştur. Bedir Savaşı'na katıldığına dair kesin bilgi mevcut değildir. Uhud Savaşı'ndan, şehid düştüğü Yemâme savaşına (12/633) kadar, bütün savaşlara katılmıştır.
Abdullah b. Atîk'in, sahâbe arasında en meşhur yanı, Hz. Peygamber'in (s.a.) aleyhindeki bütün faaliyetleri destekleyip para yardımı yapması ve Evs ile Hazrec kabilelerinin arasını açmaya çalışan Hayberli meşhur yahudi zengini Ebû Râfi' Abdullah b. Hukayk'ın öldürülmesi olayındaki kahramanlığıdır. Hz. Peygamber, Abdullah b. Atîk komutasında dört kişilik küçük bir askerî birliği, hicretin 6. yılı Ramazan ayında, bu yahudi zengini öldürmekle görevlendirdi.
Buhârî bu olayı şöyle nakletmektedir: "Hz. Peygamber, Ensâr'-dan birtakım kimseleri, yahudi Ebû Râfi'i öldürmekle görevlendirdi. Bunların başkanlığına Abdullah b. Atîk'i tayin etti. Ebû Râfi', Hz. Peygamber'e eziyet eder ve aleyhindeki her harekete para yardımında bulunurdu. Bu zengin yahudi, Hicaz toprağında kendisine ait, müstahkem bir kalede otururdu.
Abdullah ile arkadaşları, kaleye yaklaştıklarında gün batmıştı. Köy halkı da, hayvanları ile birlikte mer'adan dönmüşlerdi. Bunun üzerine Abdullah, arkadaşlarına: Siz yerinizde kalınız. Ben gidip kalenin kapıcılarıyla görüşeyim, dedi. Kaleye doğru yürüdü ve kapısına yaklaştı. Kale kapıcısı: Ey Allah'ın kulu, kaleye girmek istersen hemen gir. Zira ben kapıyı kapamak istiyorum, dedi. (Abdullah şöyle anlatıyor:) Ben de hemen girdim ve gizlendim. Halkın kaleye girmesi üzerine kapıcı kapıyı kilitledi ve anahtarı bir direğe astı. Hemen kalktım, anahtarı alarak kapıyı açtım.
Ebû Râfi'nin yanında gece sohbetleri yapılırdı. Bu sohbet sona erip dostları dağılınca, ben yanına çıktım. Onun yattığı yere kadar vardım. Odanın neresinde olduğunu kestiremedim. Anlamak için de: Ebû Râfi'! diye seslendim. O da: Kim o? diye cevap verdi. Hemen sesin geldiği tarafa yaklaştım ve kılıcımla ilk darbeyi vurdum. Fakat dehşet içindeydim, bir iş göremedim diye üzüldüm. Biraz sonra sesimi değiştirerek, tekrar seslendim. O da: Biraz önce biri beni kılıçla vurdu, dedi. Abdullah anlatmaya devam ederek: Ona bir darbe daha yerleştirdim, iyice yaraladım. Kılıcımın keskin ucunu karnına bastırdım. Bu defa devrildi ve ben dışarı çıktım. Merdivenden inerken, düştüm ve baldırım kırıldı. Hemen bir sargı ile bacağımı sardım ve yürüdüm. Onu öldürüp öldürmediğimi anlayıncaya kadar, kaleden çıkmadım.
Horoz ötmeye başlayınca, kaleden birisi onun ölümünü ilan etti. Bunun üzerine arkadaşlarımın yanına gittim ve onlara; bu iş oldu, dedim. Sonra Hz. Peygamber'e geldik, durumu arzettik. Ayağımın kırıldığını duyunca; ayağını uzat dedi, ben de uzattım. Resûlullah, ayağımı sıvazladı, sanki hiç ağrımamışa döndüm." (Tecrid Tercemesi, 10/180-185)
Buhârî'nin bu rivayetine göre, Ebû Râfi'i, Abdullah b. Atîk'in öldürdüğü anlaşılıyor. Ancak Abdullah b. Üneys'den yapılan bir diğer rivayette ise, Ebû Râfi'i, Abdullah b. Üneys'in öldürdüğü anlaşılmaktadır. (Bkz. Abdullah b. Üneys) Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Fakat şurası kesindir ki, bu ünlü yahudiyi giden gruptan biri öldürmüştür.
Abdullah b. Atîk'ten rivayet edilen tek hadîsin meâli şöyledir:
"Kim evinden Allah yolunda hicret etmek üzere çıkarsa, -bu sırada Allah'ın Resûlü, orta ve işaret parmaklarını birleştirerek: Nerede o cihad edenler? dedi- ve hayvanlardan düşer de ölürse, onun ecri Allah üzerinedir. Kendisini bir hayvan sokar da ölürse, onun ecri yine Allah üzerinedir. Ya da yatağında ölürse, yine ecri Allah üzerinedir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/36)
ABDULLAH b. BÜDEYL (r.a.)
Babası ile birlikte Mekke'nin fethi sırasında müslüman olan Abdullah b. Büdeyl, Huzâa kabilesine mensuptur. Huneyn Savaşı'na, Tâif kuşatmasına ve Tebük seferlerine katıldı. Hz. Peygamber, O'nu ve kardeşi Abdurrahman'ı Yemen'e elçi olarak gönderdi.
Hz. Ali döneminde, O'nunla birlikte Sıffîn Savaşı'na katıldı ve bir gruba komutanlık yaptı.
Abdullah b. Ömer, Kûfe'ye gelince Abdullah b. Büdeyl onu ziyaret etti ve: "Allah'tan korkmasını, bu fitnede kanını akıtmamasını" söyledi. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer: "Sen de Allah'tan kork" dedi. Buna karşılık Abdullah b. Büdeyl: "Ben zulüm ile öldürülen kardeşimin ve mazlum bir halifenin kanını taleb ediyorum" dedi. Bu konuşma, O'nun olaylar karşısındaki fikrini ve düşüncesini yansıtmaktadır. Abdullah, Sıffîn'de şehid düştü (37/657).
ABDULLAH b. BÜSR (r.a.)
Hz. Peygamber'in kendisine "uzun bir ömür" yaşayacağını müjdelediği Abdullah b. Büsr, Şam'da vefat eden en son sahâbîdir. Hayatını Şam ve Humus'ta geçirmiştir. Yaşı ile ilgili rivayetlere bakılırsa yüz yıla yakın bir hayat yaşamıştır. Şam'da 88/707 yılında vefat etmiştir.
Kendisinden çok az hadîs rivayet edilen Abdullah b. Büsr'ün zâhid bir kişiliği vardı. Hz. Peygamber'e tereyağı ve kuru hurma ikram ettiğini ve Resûlullah'ın da bunları çok beğendiğini söylemiştir.
Humus'ta iken halk O'na sorular sorar, O da bu sorulara cevap vererek onların problemlerini çözerdi. Buhârî'nin naklettiği bir hadîste, kendisine Resûlullah'ı genç iken mi yoksa ihtiyar iken mi gördüğü sorulmuş, O da, Resûlullah'ın alt dudağı ile çenesi arasında beyaz kıllar gördüğünü söylemiştir. (Tecrid Tercemesi, 9/263)
Bir başka hadîste ise O, Resûlullah'ın şu örnek davranışını nakletmiştir: "Resûlullah, bir kişinin kapısına geldiği zaman yüzünü kapıya dönük olarak tutmazdı. Sol veya sağ tarafa çevirirdi, daha sonra da selâm verirdi. Zira o günlerde evlerin kapılarında herhangi bir örtü yoktu." (Ebû Dâvud, Edeb, 138)
O'na ait öğütlerden biri ise şudur: "Muttakiler, efendidir. Âlimler kumandan. Onlarla sohbet etmek ise, ibadet hatta ondan da üstün bir ameldir. Her geçen gün ve gece eceliniz, ömrünüz kısalıyor. Yaptığınız her iş, kaydediliyor. Onun için sanki yarın ölecekmiş gibi hazırlanınız."
ABDULLAH b. CÂFER b. EBÛ TÂLİB (r.a.)
Abdullah b. Câfer, Hz. Ali'nin yeğeni ve Câfer b. Ebû Tâlib'in oğludur. Habeşistan'da ilk doğan sahâbî ünvanına sahiptir. Ebû Câfer lâkabıyla anılmaktadır.
Sahâbe arasında daha ziyade zâhidliği, takvası ve cömertliği ile meşhur olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'i çok güzel okuyan sahâbîler arasında yer almaktadır. Dinî ilimlerde de derinliğine bilgi sahibi idi. Bundan dolayı kendisine "el-Bahr" ünvanı da verilmiştir.
Babası Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan'a hicret eden, Habeşistan kralına söylediği nutukla meşhur olan ve Mûte Savaşı'nda şehid düşen bir sahâbîdir. Annesi ise, Esmâ bint Umeys'tir. Yedi yaşında iken Hz. Peygamber'e bîat eden Abdullah, babasının şehid olması üzerine Hz. Peygamber'den büyük ilgi ve yardım gördü. Hâşimoğulları'ndan Hz. Peygamber'i gören ve O'nunla sohbette bulunan en son kişidir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde daha on yaşlarında bir çocuktu.
Amcası Hz. Ali ile birlikte Sıffîn Savaşı'na katılmıştır. Bu savaşta Abdullah, Kureyş, Esad ve Kinâneoğullarına kumandanlık yapmıştır. Büyük bir ihtimalle 80/699 yılında vefat etmiştir.
Abdullah b. Câfer'den 25 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan ikisinin rivayetinde Buhârî ile Müslim ittifak etmişlerdir. Kendisinden hadîs rivayet edenler arasında, kendi oğulları ile Muâviye, Urve b. Zübeyr ve İbn Ebû Müleyke gibi meşhur zatlar mevcuttur.
Cömertliği ile şöhret bulan ve bu konuda kendisinden pek çok olay nakledilen Abdullah'ın şu olayı, bu şöhretini isbat edecek niteliktedir:
Zübeyr b. Avvâm, Abdullah b. Câfer'den binlerce dirhem borç para almıştı. Fakat Zübeyr vefat edince, oğlu Abdullah, Ebû Câfer'e gelerek: Babamın evrakları arasında bulduğum bir kâğıttan, sizin babama şu kadar bin dirhem borcunuz olduğu anlaşılıyor, der. Ebû Câfer de: Baban doğrudur. Ne zaman istersen gel, bu para emrine hazırdır, diye cevap verir. Fakat aradan bir müddet geçtikten sonra tekrar buluşurlar ve Abdullah b. Zübeyr: Affedersiniz, ben yanılmışım. Babamın sizde değil, sizin babamda bu kadar alacağınız varmış. Yeniden kâğıda baktığımda bunu anladım, der. Abdullah b. Câfer ise bunun üzerine: Artık bu parayı sizden almak istemiyorum, demiş ve o parayı Abdullah b. Zübeyr'e bağışlamıştı. (Tecrid Tercemesi, 3/373-374; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 3/456-462)
ABDULLAH b. CAHŞ (r.a.)
Abdullah b. Cahş, Hz. Peygamber'in halasının oğludur. İlk müslüman olan sahâbîlerdendir. Habeşistan'a hicret etmiş ve tekrar geri dönmüştür.
Medine'ye hicret ettikten sonra, Hz. Peygamber kendisini ilk seriyye komutanı olarak atamış, Ensâr'dan Âsım b. Sâbit'le de kardeş yapmıştır.
Abdullah b. Cahş'ın adı, daha ziyade Nahle seriyyesi ile meşhur olmuştur. Hz. Peygamber, Mekke'nin iktisadî hayatını kontrol için belli aralıklarla, ticaret yolları üzerine küçük askerî birlikler gönderirdi. Bunlardan birine de Abdullah b. Cahş komutasındaki küçük bir birliği, Tâif yakınlarındaki Nahle'ye göndermişti ve kendisine iki gün sonra açmak kaydıyla bir de mektup vermişti. Seriyye yola çıkmış ve Abdullah iki gün sonra mektubu açmıştı. Mektupta, Abdullah'a Kureyş'i gözetlemesini ve edindiği bilgileri kendisine ulaştırmasını emrediyordu.
Seriyye, Nahle'ye varınca, bir ticaret kervanı ile karşılaştılar. Bazı tereddütlerden sonra kervana saldırarak, onu ele geçirdiler. Ganimetlerle birlikte iki de esir alınmıştı. Abdullah, ganimetleri taksim etti ve beşte birini ayırıp Hz. Peygamber'e teslim etti.
Bu baskının yapıldığı ay, savaş yapılması haram olan bir aydı. Bu kurala Mekkeliler dahil herkes uyardı. Hz. Peygamber, olanları duyunca: "Ben size savaşmamanızı emretmemiş miydim?" dedi ve ganimet malından kendisine ayrılan hisseyi almadı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: "Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki: Onda savaş büyük bir günahtır. Fakat, insanları Allah yolundan çevirmek, Allah'a ve Mescid-i Harâm'a karşı nankörlük etmek, halkını oradan söküp çıkartmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır." (Bakara, 2/217; Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 41)
Bu âyet üzerine, Hz. Peygamber, ganimetlerin beşte birini aldı, diğerlerini ise taksim etti.
Olayın önemli bir yanı da, ganimetlerin taksim oranıydı. Zira ganimetlerle ilgili dinî emir, Bedir Savaşı'ndan sonra Enfâl sûresinin 41. âyetiyle gelmişti. Bu âyette ganimetlerden Resûlullah'a beşte bir pay ayrılıyordu. Abdullah'ın bu emirden çok önce yaptığı bu taksim, bu ilâhî emre uygun gelmişti.
Abdullah b. Cahş, Uhud Savaşı'ndan önce, Allah'a bir dilekte bulunmuş ve bu dileğinde Allah'tan, kendisini savaşta şehid düşürmesini, hatta karnını yarmalarını, kulaklarını ve burnunu kesmelerini dilemişti. Ey Rabbim; bu nedir? diye sorduğunda ta ki, "senin uğrunda" diyebileyim, demişti. Ertesi gün savaş başlamış ve Abdullah dileği doğrultusunda şehid olmuş; karnı yarılmış, kulakları ve burnu kesilmişti (3/624).
Savaş sonrasında, şehidler mezarlara konulurken Abdullah b. Cahş, Hz. Hamza ile birlikte kabre konulmuştu. Sahâbe arasındaki şöhreti ise "Allah yolunun fedâisi" idi. (İbn Kesîr, Tefsir, 1/370-71; İbn İshak, es-Sîre, Konya, 1981, s. 124, 156)
ABDULLAH b. CÜBEYR (r.a.)
Abdullah b. Cübeyr, İkinci Akabe bîatında Resûlullah ile görüştükten sonra müslüman olmuş bir sahâbîdir. İlk müslümanlardandır. Medine'ye döndükten sonra İslâm'ın yayılması için gayret gösteren bir müslümandır.
Bedir Savaşı'na katılan Abdullah'ı, Uhud Savaşı'nda Hz. Peygamber, elli kişilik bir okçu grubunun başına geçirmiştir. Abdullah b. Cübeyr'in İslâm tarihindeki yeri ve şöhreti, Uhud'daki bu okçu grubunun komutanlığı sebebiyledir. Hz. Peygamber, çok iyi ok atan Abdullah'ı elli kişilik seçme okçuların başına getirmiş ve onlara şu talimatı vermişti:
"Mekkeli süvarileri oklarınızla bizden uzak tutun. Sizin önünüzden geçip de bize ulaşmasınlar. Savaş lehimize de aleyhimize de olsa, asla yerinizden ayrılmayınız. Yenildiğimizi görseniz bile, kesinlikle yerinizi terketmeyiniz. Bizim onları ezip geçtiğimizi görseniz dahi, ben haber göndermedikçe yerinizden kımıldamayınız."
Savaşın ilk anlarında müslümanlar, müşrikleri bozguna uğratmışlar ve müşrikler kaçmaya ve dağılmaya başlamıştı. Uzaktan bu manzarayı gören Abdullah'ın komutanlığındaki okçu grubu; daha ne duruyoruz, baksanıza düşman kaçıyor. Haydin ganimetten hakkımıza düşeni alalım diyerek, dağılmaya başlayınca Abdullah, kendilerine engel olmaya çalıştı ise de başaramadı. Elli kişilik bir gruptan yanında sadece on kişi kaldı. Kırk kişi, Hz. Peygamber'in verdiği talimatı dinlememiş, bulundukları mevkiyi terketmişlerdi. Dünya malı uğruna, geride on sadık ve samimi insanı düşman eline bırakmışlardı. Bu on kişi, kendilerine saldıran yedek düşman kuvvetine karşı, bütün güçleriyle karşı koymuşlar, müşriklere engel olmaya çalışmışlardı. Ancak çok geçmeden okları bitti ve kılıçlarıyla savaşmaya başladılar. Sonunda Hâlid b. Velid komutasındaki müşriklere karşı dayanamayarak tek tek şehid oldular. Abdullah b. Cübeyr'i şehid eden ise İkrime b. Ebû Cehil'di (3/624).
Savaş sonunda müslümanlar, Abdullah b. Cübeyr'i soyulmuş ve mızrakla delik deşik edilmiş bir vaziyette buldular. Bu olay, İslâm tarihinin en acıklı olaylarından biridir. Yine bu olay, verilen emre uymamanın, itaatsizliğin ve disiplinsizliğin de acı bir örneğidir.
Abdullah ve on arkadaşının gösterdiği kahramanlık, emre itaat ve disiplin ise, müslümanlar için güzel bir örnek teşkil etmiştir. Tarih boyunca, müslüman askerler hep Abdullah b. Cübeyr'i hatırlayarak verilen emri tam olarak yerine getirmişlerdir. Abdullah b. Cübeyr verilen emri yerine getirmenin sembolü olmuştur. Şu âyet, Abdullah ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur:
"Kendi izniyle onları öldürdüğünüz sürece Allah, size yardım vaadini doğruladı, nihayet siz korktunuz. Allah size sevdiğiniz galibiyeti gösterdikten sonra savaş işinde birbirinizle çekiştiniz ve isyan ettiniz: Kiminiz dünyayı istiyordu. Kiminiz âhireti istiyordu. Sonra Allah sizi denemek için onlardan geri çevirdi, yenilgiye uğrattı, buna rağmen sizi bağışladı. Allah mü'minlere karşı çok lütûfkârdır." (Âl-i İmrân, 3/152)
ABDULLAH b. EBÛ BEKİR (r.a.)
Abdullah, Hz. Ebû Bekir'in boşadığı hanımından doğma oğludur. Esmâ ile öz, Âişe ile baba bir kardeştir. Hicret sırasında babası Ebû Bekir, Hz. Peygamber ile Sevr mağarasına sığındıklarında, Mekke'de olup bitenleri gizlice Resûlullah'a haber vermiştir. Yaptığı bu hizmet nedeniyle, İslâm tarihinde adı ölümsüzleşmiştir.
Diğer kardeşlerinden daha büyük olduğu anlaşılan Abdullah, gece karanlık basınca, gizlice Mekke'den ayrılıyor ve Sevr mağarasına geliyordu. Gündüz Mekke'de olup bitenleri tek tek Resûlullah'a anlattıktan sonra, sabah olmadan yola koyuluyor ve gün ışımadan Mekke'ye gizlice giriyordu. Böylece Hz. Peygamber, Mekke'de olup bitenleri anlama ve değerlendirme imkânına kavuşmuş oluyordu. Üç gün süreyle devam eden bu haber getirip götürme sayesinde Resûlullah ve Hz. Ebû Bekir, sağ ve salim olarak Medine'ye ulaşma imkânına kavuşmuş oluyordu. Bu, Resûlullah'ın hayatı için çok önemliydi ve Abdullah bu işi, büyük bir maharetle başarmıştı.
Abdullah'ın adına ikinci kez, Mekke'nin fethinde rastlıyoruz. O'ndan rivayet edilen bir hadîsten, Abdullah'ın Mekke'nin fethine katıldığını anlıyoruz. Huneyn Savaşı'na katılan Abdullah, Tâif Kuşatması sırasında atılan bir okla yaralanmıştı. Bu yüzden babası Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinin kırkıncı günü vefat etmiştir (11/632).
Abdullah'ın hanımı, meşhur sahâbî Sa'd b. Zeyd'in kız kardeşi Âtike idi. Abdullah, hanımını çok sevdiği için, dinî görevlerini ihmal etmesine sebep olduğunu söyleyerek Hz. Ebû Bekir oğlunun bu kadından ayrılmasını istedi. Bunun üzerine babasının ısrarıyla Âtike'yi boşadı. Fakat daha sonra babasını ikna ederek ve onun rızasını da alarak Âtike ile yeniden evlendi. (Bk. Âtike bint Zeyd)
O'nun hanımını sevdiğinin en açık delili, ölmeden önce Âtike'ye yaptığı vasiyettir. O, bu vasiyetinde, kendisinden sonra kimseyle evlenmemesini Âtike'den istemiş ve buna karşılık kendisine bir bahçe hediye etmişti.
Abdullah vefat ettikten sonra Hz. Ömer, Âtike'yle evlenmek istemiş, Âtike de buna razı olmuştu. Ancak hediye edilen bahçe evlilikte mesele olmuş, Hz. Ali'nin verdiği fetva gereğince bahçe, mirasçılarına geri verilmişti. Böylece Hz. Ömer ile Âtike evlenmişlerdi.
Hz. Ebû Bekir, oğlunun ölümüne sebep olan oku kimin attığını araştırmış ve oku atan kişiyi bulmuştu. Oku atan adam huzuruna girince: "Bu ok, Abdullah'ı şehid eden oktur. Senin elinle O'na şehidlik şerbetini içiren ve O'nun eliyle seni öldürtmeyen Allah'a hamdederim. Allah'ın himayesi çok geniştir" demişti. Böylece oğlunun şehid olmasına sevinmiş ve oku atana Allah'tan rahmet dilemişti. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/274; İbn Hişâm, es-Sîre, 2/130)
ABDULLAH b. EBÛ EVFÂ (r.a.)
Ebû Hanife'nin görebildiği dört sahâbîden biri olan Abdullah b. Ebû Evfâ, aynı zamanda Kûfe'de vefat eden en son sahâbîdir. Babasının asıl adı ise Alkame'dir. O da oğlu gibi, sahâbîdir.
Abdullah, Rıdvan bîatında Hz. Peygamber'e bîat ederek müslüman oldu. Hayber'in fethinde bulundu ve Huneyn Savaşı'na katıldı. Hz. Ebû Bekir döneminde meydana gelen irtidâd olayları sebebiyle yapılan savaşlara katıldı. Hz. Ömer döneminde Irak'a giderek, Basra'ya yerleşti. Rivayet edildiğine göre yüz yaşları civarında vefat etti (86/705). Ebû Hanife O'nu Basra'da gördü; böylece tâbiînden oldu.
Hz. Ali ile Muâviye arasında meydana gelen siyasî ve askerî olaylara katılmadı. Bu konuda tarafsızlığını korumaya çalıştı. Bundan da öte, ortaya çıkan fitne olaylarını yatıştırmaya gayret etti. Etkileyici bir kişiliği vardı. Bu sebeple Yezid b. Muâviye, Ebû Eş'as'ı Abdullah'a göndermiş ve O'nun fikir ve düşüncelerini öğrenmek ihtiyacını hissetmişti. Ebû Eş'as da Kûfe'ye gelmiş, O'nu sohbet ederken bulmuştu. O, yanındakilere şöyle diyordu:
— Resûlullah, bana ileride fitneler olacak, dedi. Şayet böyle bir fitne ile karşılaşacak olursam, Uhud dağına dönüp kılıcımı kırmamı, sonra da evime gidip, oturmamı tavsiye etti. O'na: Şayet evime gelirlerse ne yapayım? dedim. O da: "İçeriye odana gir, dedi. Şayet odana da girerlerse, diz çök ve: Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip Cehennem'e gidenlerden olursun, zalimlerin cezası da zaten budur, de" buyurdu. İşte ben kılıcımı kırdım. Evime gelirlerse, içeriye, odama çekilirim. Eğer odama da girerlerse diz çöker, Resûlullah'ın söylememi istediği sözleri söylerim.
Bu ifadeler, O'nun fitneden ne kadar korktuğunu göstermektedir. O, Hz. Peygamber'in duasına mazhar olmuş bir sahâbî idi. Bir hadîsinde Hz. Peygamber: "Ya Rab, Ebû Evfâ ailesine rahmet eyle" diye dua etmişti. (Tecrid Tercemesi, 5/406, H.N. 744)
O, bu mazhariyet içinde Hz. Peygamber'in öğütlerine kulak veriyor, siyasî fitneye bulaşmamaya gayret gösteriyordu.
O'nun rivayet ettiği hadîslerden 90 kadarı zamanımıza kadar ulaşmıştır. O'ndan nakledilen hadîsler, Buhârî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in hadîs kitaplarında yer almaktadır. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 3/428-430; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/271)
ABDULLAH b. EBÛ HADRED (r.a.)
İslâm'a ve Hz. Peygamber'e düşman olan kimselere karşı yaptığı baskınlarla tanınan Abdullah b. Ebû Hadred, Hudeybiye anlaşmasından itibaren Hz. Peygamber'in yanında bulunmuş ve O'nun fedailiğini yapmış sahâbîdir.
Abdullah b. Ebû Hadred'in yaptığı en önemli iş, Rifâa b. Kays'ı öldürmesidir. Gâbe adıyla zikredilen bu sefere, Hz. Peygamber, Abdullah b. Ebû Hadred başkanlığında üç kişilik bir grubu, Rifâa b. Kays hakkında bilgi toplamak üzere göndermişti. Rifâa, Benî Cüşem kabilesine mensuptu ve Hz. Peygamber'e karşı bir komplo düzenlemekle meşguldü. Bu konuda aldığı istihbaratı değerlendirmek için Hz. Peygamber bu grubu görevlendirmişti.
Bir hayvanla yola çıkan grup, güneş batarken Gâbe'ye varmıştı. Orada Rifâa ve kabilesine mensup kişiler vardı. Etrafı tetkik için geceye kadar bekleyen grup, pusuda yatarken, Rifâa'nın, çobanını aramak üzere konaklama yerinden tek başına ayrıldığını gördü. Abdullah, arkadaşlarına: Beni bekleyin, ben tekbir getirince siz de tekbir getirerek konaklama yerine saldırın, diye talimat verdi. Kendisi de Rifâa'nın peşinden giderek onu öldürdü. Daha sonra verdiği talimata uygun olarak konaklama yerine saldırdılar ve orada toplanan grubu dağıttılar.
Abdullah, Rifâa'nın başını kesti ve birçok ganimet malı ile birlikte Medine'ye geri döndü. Hz. Peygamber bu ganimet malından Abdullah'a on üç deve verdi.
Hz. Peygamber'in O'na bu kadar çok deve vermesinin sebebi ise, Abdullah'ın, kabilesinden bir kadınla evlenmek istemesi ve O'na iki yüz dirhem mehir vermeyi kabul etmesidir. O, bu mehiri verebilmek için Hz. Peygamber'den yardım istemiş, fakat Hz. Peygamber: "Bu çok para, yerden toplasan yetişemezsin. Bende de sana yardım edecek bir şey yok" demişti. Daha sonra Gâbe olayı meydana gelmiş ve gelen ganimetten on üç deve vererek, O'nu mükâfatlandırmıştı.
Bir yahudinin Abdullah'tan dört dirhem alacağı vardı. Abdullah borcunu ödeyememişti. Yahudi, O'nu Resûlullah'a şikâyet etti. Hz. Peygamber de Abdullah'a: "Ona hakkını ver" demişti. Fakat Abdullah, ödeyecek gücü olmadığını söyleyince, Resûlullah, O'na, üç kere: "Borcunu öde" diye tekrar etti. Bunun üzerine Abdullah, başındaki sarığı çözerek bir ihram gibi üzerine örtmüş, hırkasını satışa çıkarmıştı. Ve dört dirheme satarak borcunu ödemişti. Yaşlı bir kadın O'nun bu durumunu görünce, sorup öğrenmiş ve O'na bir hırka hediye etmişti.
Abdullah'ın naklettiğine göre, Hz. Ömer, ihtiyar bir zimmîyi görünce O'ndan cizye verme mükellefiyetini kaldırmış ve: "Onu ihtiyarlatıp sıhhatten düşünceye kadar mükellef tutuyorsunuz, sonra da sokağa atıyorsunuz" demiş ve ailesi de bulunduğu için zimmîye hazineden on dirhem aylık bağlamıştı.
Abdullah b. Hadred'in de içinde bulunduğu bir seriyyenin yaptığı iş, Allah tarafından hoş karşılanmamış ve şu âyetle kınanmıştı:
"Ey inananlar, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek, sen mü'min değilsin, demeyin. Çünkü Allah'ın yanında çok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz. Allah size lütfetti de imana geldiniz. O halde iyice anlayın da peşin hüküm vermeyin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisâ, 4/94)
Resûlullah, Abdullah'ı ve üç arkadaşını Batn-ı İdâm denilen yere göndermişti. Oraya varınca Âmir b. el-Edbat el-Eşcaî adında bir şahsa rastlamışlardı. Adam, kendilerine İslâmî usulle selâm verip gitmişti. Ancak adam atlı idi ve atında yiyecek bulunuyordu. Grupta bulunan Muhallim b. Cessâme, atına ve yiyeceklerine tamah ederek o adama saldırmış ve öldürmüştü. Bunu yaparken de, O'nun selâmı samimi olarak vermediğine hükmetmişti. Seferden dönünce bu olayı, Hz. Peygamber'e anlatmışlardı. Bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştu. (İbn Kesîr, Tefsir, 2/337)
Bu olaylardan da anlaşılıyor ki, İslâm, haksız yere adam öldürmeyi, hele, "Ben müslümanım" diyen birini öldürmeyi kesinlikle yasaklamaktadır. İman kişinin kalbindedir. Gerçekten inanıp inanmadığını ancak Allah bilir. Kişilere düşen, söze ve davranışa göre hareket etmektir. Rifâa b. Kays, Hz. Peygamber'e bir komplo kurmuş ve İslâm'a karşı düşmanca bir tavır içine girmişti. Elbette ki cezalandırılması gerekiyordu ve cezalandırıldı. Ama tek başına giden masum bir kişiyi, İslâm'ın bir şiarı olan selâmı verdiği halde, mü'min olmadığına hükmederek öldürmek ise haksızlık idi. Ve Allah Teâlâ, bu işi hoş görmemişti.
ABDULLAH b. EBÛ REBÎA (r.a.)
Hz. Peygamber'in Yemen'e vâli olarak atadığı Abdullah b. Ebû Rebîa Mekke'nin fethedildiği gün müslüman oldu. Ünlü Arap şâiri Ömer b. Ebû Rebîa'nın babasıdır. Zenginliği ile ünlü Kureyşli bir tüccardır. Mekkelilerin elçi olarak gönderdiği kişiler arasında devamlı yer almıştır. Habeşistan'a hicret eden müslümanları geri almak için gönderilen heyetin içinde Amr b. Âs ile birlikte, Abdullah b. Rebîa da vardı. Amr b. Âs, müslümanları geri almak için daha sert ve daha kurnazca bir politika izlerken, Abdullah, daha ılımlı bir politika izlemiş; Amr'ın yapacağını söylediği hileye karşı, "Yapma, her ne kadar onlar bizim muhalifimiz iseler de, onlarla akrabalık bağlarımız var" diyebilmişti.
Uhud'da yüz kişilik bir okçu grubuna başkanlık etmiş ve Hz. Peygamber'e karşı savaşmıştı. Mekke'nin fethedildiği gün ise, Abdullah b. Ebû Rebîa Hâris b. Hişâm ile birlikte Ebû Tâlib'in kızı ve Hz. Ali'nin kız kardeşi Ümmü Hânî'nin yanına vararak, O'nun himayesine sığınmıştı.
Hz. Ali, kız kardeşinin evine girince, onları görmüş ve öldürmek istemişti. Fakat Ümmü Hânî; "Onlardan önce beni öldür" diyerek, onları korumuştu. Daha sonra Ümmü Hânî, Hz. Peygamber'in yanına gitmiş ve Hz. Ali'yi şikâyet etmişti: Akrabam olan şu iki kişiyi O'nun elinden zor kurtardım, demişti. Hz. Peygamber de: "Ali'nin yaptığı doğru değil, senin himaye ettiğin bizim de himayemizdedir" diyerek onlara dokunulmamasını emretmişti.
Hz. Peygamber, Huneyn Savaşına giderken Abdullah b. Ebû Rebîa'dan otuz veya kırk bin dirhem borç para almış ve savaş sonunda aldığı bu borcu ödemişti. Bahîr olan adını Hz. Peygamber Abdullah'a çevirmişti. Daha önceki tecrübesi ve temsil gücü sebebiyle Hz. Peygamber tarafından Yemen'e vâli olarak atandı.
Hz. Osman döneminde, O'na karşı yapılan kuşatmayı kaldırmak amacıyla yola çıkan Abdullah b. Ebû Rebîa Mekke yakınlarına geldiği sırada bindiği deveden düşerek vefat etti (35/656). (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/297)
ABDULLAH b. EBÛ ÜMEYYE (r.a.)
İslâm'a olan düşmanlığı ile tanınan, fakat daha sonra O'nunla şereflenen Abdullah b. Ebû Ümeyye, Abdülmuttalib'in kızı ve Hz. Peygamber'in halası olan Âtike'nin oğlu ve Ümmü Seleme'nin kardeşidir.
Abdullah b. Ebû Ümeyye, Mekke'de Hz. Peygamber'e karşı olan ve O'na aşırı bir düşmanlık besleyen kişilerden biriydi. O'nun Hz. Peygamber'e olan düşmanlığının pek çok örnekleri vardır. Bunlardan birkaçı şunlardır:
Ebû Tâlib'in vefatı sırasında, Hz. Peygamber onun yanına gelmişti. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebû Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber; "Ey amca; Allah'tan başka ilâh yoktur de, bu sözünle ben de Allah katında senin için bir delile sahip olayım" demişti. Orada bulunan bu iki kişi: Ey Ebû Tâlib, Abdülmuttalib'in dininden yüz mü çeviriyorsun? dediler. Neticede Ebû Tâlib'in sözü, "Abdülmuttalib'in dini üzere" demek oldu. Bu olaydan sonra şu âyetler nâzil olmuştu:
"Cehennem ashâbı oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra, akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek Peygamber'e ve mü'minlere yaraşmaz." (Tevbe, 9/113)
"Muhakkak ki, sen sevdiğini hidayete erdiremezsin." (Kasas, 28/56)
Mekke'de bir gün, içinde Abdullah b. Ebû Ümeyye'nin de bulunduğu yaklaşık on beş kişilik bir grup, Hz. Peygamber'i Kâbe'ye davet ederek hesaba çekmişlerdi. Bu hesaba çekmenin sonunda Hz. Peygamber yerinden kalkmıştı. O'nunla birlikte Abdullah da kalkmıştı. Ve Hz. Peygamber'e hitaben şu konuşmayı yaptı:
"Ey Muhammed, kavmin sana anlatacaklarını anlattı. Sen onların anlattıklarından hiçbirini kabul etmedin. Sonra kendileri için senden bazı şeyler istediler ki, bunlar vesilesiyle Allah katındaki makamını öğrensinler. Sen bunu da yerine getirmedin. Sonra kendilerini korkuttuğun azabın çabuk gelmesini senden istediler. Allah'a yemin olsun ki sen göğe merdiven dayayıp da yükselmedikçe ve ben de, sen beraberinde dört melekle birlikte söylediğine şahadet eden yayılmış bir nüsha ile gelmedikçe, sana ebediyyen iman etmem. O melekler, senin dediğine şahadet etmelidirler. Allah'a yemin ederim ki eğer sen bunu yapmış da olsan öyle sanıyorum ki, ben yine seni tasdik edecek değilim."
Hz. Peygamber bu konuşmalar üzerine içi hüzünle dolu olarak evine geri dönmüştü. Şu âyetler bu olayı anlatmaktadır:
"Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar fışkırtmalısın. Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin. Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin (ki onlar senin doğru söylediğine şahitlik etsinler). Yahut altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Maamâfih sen, bizim üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin tek başına göğe çıkmana da inanmayız. De ki: Bu gibi halleri teklif etmekten Rabbimi tenzîh ederim. Ben sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" (İsrâ, 17/90-93)
İnanmak istemeyen bir kişiyi, hiçbir mantık inandıramaz. Hz. Peygamber de inandıramamıştı. Ama inanmak isteyip de Allah'ın hidayet geldiği zaman, inanmıyorum diyen insanlar bile inanır. Abdullah b. Ebû Ümeyye de böyle kimselerden oldu. Mekke fethedilmeden önce Medine'ye hareket etti.
Mekke ile Medine arasında Ebvâ'da Hz. Peygamber ile buluştu. Yanında Ebû Süfyân b. Hâris vardı. Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmak için Ümmü Seleme'den yardım istediler. Ümmü Seleme de Resûlullah'tan izin almaya gidince, Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Elçisi, amca oğlun (Ebû Süfyân) ve hala oğlun (Abdullah b. Ebû Ümeyye) seninle görüşmek isterler" dedi. Hz. Peygamber de: "Amca oğlum Mekke'de benim şerefimle oynuyordu. Hala oğluma gelince, o da bana Mekke'de söylemediğini bırakmamıştı" dedi. Fakat yine de büyüklüğünü göstererek kapısına kadar gelen bu iki kişiye izin verdi. Ve onlar Resûlullah'ın huzuruna girdiler ve müslüman oldular. İşte İslâm'a düşman olan bir kişinin, sonunda müslüman oluşu... Soğuk ve buruk. Ama yine de İslâm'la şereflendiği için büyük insan.
ABDULLAH b. ERKAM (r.a.)
Medine'de Hz. Peygamber'in diplomatik yazışmalarını idare eden, âdeta O'nun özel kalem müdürü veya yeminli kâtibi gibi çalışan Abdullah b. Erkam, anne tarafından Hz. Peygamber'in akrabasıdır. İlk sahâbîlerden Erkam b. Erkam'ın oğludur.
Babası ilk müslümanlardan olmasına rağmen, Abdullah ancak Mekke'nin fethinde müslüman olmuştur. Babası müslüman olunca, çok kızmış ve tepkisini müşriklerin yanına giderek göstermiştir.
Abdullah b. Erkam, Mekke'de okuma ve yazma bilen ender kişilerden biriydi. Müslüman olunca, doğrudan vahiy kâtipleri arasına girdi. Özellikle hükümdarlardan gelen mektupların okunması, saklanması ve cevaplarının hazırlanmasında Hz. Peygamber'in özel kalem müdürü gibi çalıştı. Kendine emanet edilen yazıları asla okumazdı. Bu nedenle Hz. Peygamber'in tam güvenini kazanmıştı. Öyle ki O'nun yazdığı cevabî mektupları, Hz. Peygamber, tekrar okutmaya ve tashihine lüzum görmezdi. Resûlullah'a sadakat ve içten bir samimiyetle bağlı idi.
Abdullah, Huneyn Savaşı'nda müellefe-i kulûb olarak kabul edilmiş ve kendisine yardım edilmişti. Böyle bir insan, kısa bir zaman içinde, gönlü İslâm'a tam olarak bağlanmış ve Hz. Peygamber'in itimadını kazanmıştı. Bu da Hz. Peygamber'in büyüklüğünü göstermektedir.
Ebû Bekir döneminde de aynı görevi yani yazışma görevini yürüten Abdullah, Hz. Ömer halife olunca, beytülmal emirliğine getirildi. Hz. Ömer, O'nun kabiliyet ve doğruluğuna hayran olduğunu ve O'nun kadar Allah'tan korkan birini daha görmediğini söylerdi. Sırf bu nedenle O'nu beytülmalın başına getirmişti.
Hz. Osman döneminde de hazine müdürlüğü görevine bir müddet devam etti. Daha sonra bu görevinden istifa ederek ayrıldı. Hz. Osman onun hizmetlerine karşılık otuz bin (veya üç yüz bin) dirhem vermek istemişse de Abdullah, bu işi Allah rızası için yaptığını söyleyerek parayı kabul etmemiştir. Hz. Osman'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/265; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 2/482-483)
ABDULLAH b. HABBÂB b. ERET (r.a.)
Haricîler tarafından başı kesilerek öldürülen ve bu ölümüyle, cahilliğin ve fikrî taassubun kurbanı diye anılan Abdullah b. Habbâb b. Eret hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. İslâm'ın gelişinden sonra ilk doğan çocuklar arasında olan Abdullah'a adını, Hz. Peygamber vermiştir. Hayatı hakkında başka bilgi mevcut değildir. Ancak kendisini İslâm tarihinde meşhur eden, ölümü ve ölüm sebebidir.
Hz. Ali'nin yaptığı Sıffîn Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan ve daha sonra adına Haricîlik denilen bir fırkanın mensupları tarafından öldürülen Abdullah b. Habbâb, Haricîliği anlatan her kişiye örnek ve sembol bir kişi olmuştur. Olay şöyledir:
Abdullah b. Habbâb, omuzunda Kur'ân-ı Kerim'i asılı olarak, hamile karısı ile birlikte yolda gitmektedir. Haricîlerden bir grup da önlerinden gelmektedir. Haricîler, Abdullah'ın yanına geldiklerinde O'na: "Boynunda asılı duran o kitap, bize seni öldürmemizi emrediyor" diyerek söze başlamışlardır. Daha sonra aralarında şu konuşma geçer:
Haricîler: Ebû Bekir ve Ömer hakkında kanaatin nedir?
Abdullah: Ben onları ancak hayırla yâd ederim.
Haricîler: Hakem Olayı'nı kabul etmeden önceki Ali ile, hilâfetin ilk altı senesindeki Osman hakkında ne dersin?
Abdullah: Keza onların her ikisi hakkında da hayırdan başka bir şey diyemem.
Haricîler: Peki, Hakem Olayı'na ne dersin?
Abdullah: Hz. Ali, Allah'ın Kitabı'nı sizden çok daha iyi bilir. Dine karşı sizden çok daha muttaki ve daha derinliğine bir görüşe sahiptir.
Haricîler: Şurası kesin ki, sen Hakk'a uymuyorsun da, isimlerine bakıp şahıslara uyuyorsun.
Bu konuşmalardan sonra Haricîler, Abdullah'ı boğazlayarak öldürmüşler; hanımını ve karnındaki çocuğu da parçalamışlardı. Bu Haricîler, bir hıristiyanın hurmasını parasız almaktan çekindikleri halde, sadece "Ali müşriktir" demediği için Abdullah'ı öldürmüşlerdi. Abdullah, bu ölümüyle, inadın, taassubun ve cahilliğin kurbanı olmuş sembol bir kişi oldu.
ABDULLAH b. HANZALA (r.a.)
Abdullah b. Hanzala, takvası ve dini yaşayışındaki titizliği sebebiyle, Medineliler'in, Yezid b. Muâviye'ye karşı kendisine bîat ettikleri ünlü bir sahâbîdir. Babası, Uhud'da şehid düşen ve naaşı melekler tarafından gasledilen Hanzala'dır. Annesi ise, Abdullah b. Übey b. Selûl'ün kızı Cemile'dir.
Hz. Peygamber vefat ettiği sırada on yedi yaşında bulunuyordu. Babası Hanzala'nın ölümünden sonra Medine'de (4/625) doğdu ve Medine'de Harre gününde (27 Zilhicce 63/ 27 Ağustos 683) şehid oldu. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 3/321)
Abdullah, adını siyasî olaylar nedeniyle duyuran bir sahâbîdir. Siyasete girdiği, daha doğrusu, siyasete itildiği H. 62 (681) yılına kadar pek adı duyulmayan bir sahâbî idi. Ömrünün son bir yılında yaşadığı siyasî hayat nedeniyle İslâm tarihine de adı geçti.
Medineliler, Muâviye'nin ölümü üzerine tahta geçen oğlu Yezid b. Muâviye'ye karşı, içki içtiği, namazlarını kılmadığı ve günlerini eğlenceyle geçirdiği gerekçeleriyle bîat etmekten çekinmişler, buna karşılık bu vasıfların tam aksinin kendisinde bulunduğuna inandıkları Abdullah b. Hanzala'ya bîat etmişlerdi. Ömrünün elli yedi senelik bir bölümünü, sakin ve sessiz geçiren Abdullah b. Hanzala birden kendini siyasetin içinde buluvermişti. Böylece çok yoğun ve sıkıntılı bir hayatın içine girmişti.
Yezid b. Muâviye bu hareketi bir isyan olarak değerlendirdi ve Müslim b. Ukbe komutasındaki bir orduyu Medine'ye gönderdi. Harre denilen mevkide mevzilenen ordu, şehri kuşattı. Daha sonra da taarruza geçti ve üç günlük bir savaş sonunda şehri teslim aldı. Abdullah da bu sırada şehid düştü. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/291)
Abdullah b. Hanzala ile ilgili pek az olay mevcuttur. Bunlardan biri ise şudur: Hz. Ömer, halifeliği döneminde fakir ve yoksullara para yardımında bulunuyordu. Abdullah b. Hanzala'ya da iki bin dirhem para yardımında bulunmuştu. Bu arada Talha da yeğenini getirmiş ve ona da yardımda bulunmasını istemişti. Hz. Ömer ona da yardım etmiş, fakat Abdullah'a verdiğinden daha az para vermişti. Bunun üzerine Talha: "Ey mü'minlerin emiri, bu Ensarîyi, yeğenimden üstün tuttun" demişti. Hz. Ömer de: "Evet öyle yaptım. Çünkü ben O'nun babasını Uhud'ta kılıcını çekmiş, düşmanla savaşırken gördüm" diye cevap vermişti.
Bu hadise, Abdullah'ın fakir olduğunu, fakat babasının ise, Hz. Ömer tarafından ne kadar çok sevildiğini göstermektedir. Babasının halk nezdindeki sevgisi, oğluna böyle yansımış oluyordu.
Ebû Dâvud, Tirmizî ve Dârimî, Abdullah'tan hadîs rivayet etmişlerdir.
Şu hadîs, Abdullah b. Hanzala'dan rivayet edilmiştir: "Bir kimsenin kendi yatağında yatması, hayvanına binmesi ve evinde imamlık etmesi, daha uygundur." (Dârimî, İsti'zân, 37)
ABDULLAH b. HÂRİS b. ABDÜLMUTTALİB (r.a.)
Abdullah b. Hâris, Hz. Peygamber'in amcası Hâris'in oğludur. Annesi, Gaziyye bint Kays'tır. Asıl adı, Abdüşşems (Güneşin kulu) iken, Hz. Peygamber tarafından Abdullah (Allah'ın kulu) olarak isimlendirilmiştir.
Mekke'nin fethinden önce İslâm'ı kabul etmiş ve Medine'ye hicret etmiştir. Huneyn Savaşı'nda ve Tâif kuşatmasında bulunmuştur. Hz. Peygamber ile birlikte bir gazaya giderken yolda vefat etmiştir. Hz. Peygamber O'nun ani ölümü üzerine çok üzülmüş, gömleğini çıkartıp, O'na kefen yapmış ve cenaze namazını kıldırmıştır. O'nun hakkında Hz. Peygamber: "Saadete erişti" buyurmuştur.
ABDULLAH b. HAYSEME (r.a.)
Abdullah b. Hayseme, Hayseme b. Kays'ın oğludur. Annesi, Âişe bint Zeyd'dir.
Amcaları ile birlikte Bedir Savaşı'na iştirak etmiştir. Hakkında başka bir bilgi mevcut değildir. Bedir ashâbından oluşu, onun en büyük meziyetidir. (İbn Sa'd, Tabakât, 3/627)
ABDULLAH b. HUZÂFE es-SEHMÎ (r.a.)
Hz. Peygamber tarafından, güzel konuştuğu ve büyük bir iknâ kabiliyetine sahip bulunduğu için İran Kisrâ'sına elçi olarak gönderilen Abdullah b. Huzâfe, ilk müslümanlardandır.
Mekke döneminin ilk çileli yıllarını yaşamış ve kardeşi Kays ile birlikte ikinci Habeşistan hicretine katılmıştır. Medine'ye ne zaman döndüğü bilinmemektedir. Bedir Savaşı'na iştirak edip etmediği de şüphelidir. Ancak Bedir'den sonraki bütün savaşlara iştirak etmiş ve Hz. Osman döneminde Mısır seferinde iken vefat etmiştir (35/655).
Abdullah'ı meşhur eden iki olay mevcuttur. Bunlardan birincisi, Hz. Peygamber'in elçisi olarak İran'a gitmesi, diğeri de, Hz. Ömer döneminde Suriye'de savaşırken Rumlar'a esir düşmesidir. Hz. Peygamber Abdullah'ı çok iyi tanırdı. Bir defasında O, Hz. Peygamber'e, alaycı ve çirkin hareketleri var diye şikâyet edilince, Hz. Peygamber: "Onunla uğraşmayın, siz onun içini bilmezsiniz. O Allah'ı ve Resûlünü sever" demişti. İşte Hz. Peygamaber kendisine bu kadar güvendiği Abdullah'ı İran Kisrâ'sına elçi olarak göndermişti. O'nunla gönderdiği mektupta Hz. Peygamber:
"Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla... Allah'ın Resûlü Muhammed'den İran'ın büyüğü Kisrâ'ya...
Hidayete uyanlara, Allah ve Resûlü'ne iman edenlere, eşi ve benzeri olmayan tek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet edenlere selâm olsun... Seni, halkını Allah'ın dinine çağırmaya davet ediyorum. Çünkü ben insanların hepsi için Allah'ın gönderdiği bir peygamberim, Allah diri olanları uyarmak, inanmayanları da haklı olarak cezalandırmak için beni göndermiştir. Eğer İslâm'a girersen, selâmet bulursun. Yok eğer buna razı olmazsan, bil ki bütün mecusîlerin günahı senin üzerinedir" diye yazmıştı. Kisrâ bu mektubu okuyunca, çok kızmış ve Abdullah'ı sınır dışı etmişti.
Vâhidî'nin naklettiğine göre, Hz. Peygamber, Abdullah'ı bir seriyyenin komutanı tayin etmiş, fakat arkadaşları ile ihtilâfa düşünce, bu durumu Hz. Peygamber'e iletmişti. Bunun üzerine: "Allah'a, Resûlü'ne ve sizden olan ulû'l-emre itaat ediniz" (Nisâ, 4/59) âyeti nâzil olmuştu. (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Kahire, 1968, s.106)
Abdullah'ı meşhur eden ikinci olay ise, Hz. Ömer döneminde Suriye cephesinde savaşırken Rumlar tarafından esir alınıp hapsedilmesidir. Esirlik günlerinde kral kendisine, Hıristiyanlık teklif etmiş; karşılık olarak da kızını vereceğini ve tahtına da ortak edeceğini söylemişti. Buna karşılık Abdullah: "Sahip olduklarının hepsini, Arabın sahip olduklarının tamamını, bir anlık dahi olsa İslâm'dan dönmem şartıyla bana vermiş olsan, yine de hıristiyan olmam" dedi. Kral: O halde seni öldürürüm, dedi. Abdullah: "İşte sen, işte ölüm" dedi. Kralın emri üzerine Abdullah haça gerildi. Kral okçulara, ayaklarının çok yakınından geçmek üzere ok atmalarını emretti. Bir yandan da O'na Hıristiyanlık anlatıldı ve teklif edildi. O direnmeye devam etti. Daha sonra haçtan indirildi.
Bir bakır kazan getirilmesi ve içine su konularak kaynatılması emrini veren kral, bir müslüman esirin getirilerek kazana atılmasını istedi. Esir kazana atılınca bir kemik yığını haline geldi. Abdullah'a yeniden Hıristiyanlık teklif edildi. Fakat O, yine kabul etmedi. Bunun üzerine kral, kazana Abdullah'ın atılmasını istedi. Abdullah, kazanın başına gelince ağlamaya başladı. Kral, Abdullah'ın korktuğunu sanarak: Bırakın O'nu, ağladı, dedi. O'na Hıristiyanlık teklifini yeniledi. Abdullah, kabul etmedi. Kral: O halde niçin ağladın? diye sordu. Abdullah da: Kendi kendime, şu anda kazana atılıp gideceksin, dedim. İsterdim ki, vücudumdaki tüylerin sayısınca canım olsun da, Allah yolunda böyle kazana atılsın. İşte beni ağlatan budur, dedi.
Bunun üzerine kral: Başımdan öper misin? Seni serbest bırakacağım, dedi. Abdullah krala: "Bütün müslüman esirleri serbest bırakırsan başından öperim" dedi. Kral da bunu kabul etti. O zaman Abdullah; bu, Allah'ın düşmanlarından biridir. Başını bütün müslüman esirleri serbest bırakması için öptüğümden dolayı üzülmüyorum deyip ona yaklaştı ve başından öptü. Kral da bütün esirleri serbest bırakarak Abdullah'a teslim etti.
Abdullah, esirlerle birlikte Hz. Ömer'e geldi ve başından geçen olayı olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Ömer: Abdullah b. Huzâfe'nin başından öpmek, hep müslümana bir vazifedir, dedi ve kalkıp başından öptü. (İbn Kesîr, Tefsîr, Mısır, ts, 4/526; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 2/11-16)
ABDULLAH b. MAHREME (r.a.)
Abdullah b. Mahreme, İslâm'ı ilk kabul eden sahâbîlerdendir ve Câfer b. Ebû Talib ile birlikte Habeşistan'a hicret etmiştir. Bedir Savaşı öncesinde Medine'ye hicret etmiş ve Hz. Peygamber, O'nu, Ferve b. Amr ile kardeş yapmıştı. Bedir Savaşı'na iştirak ettiği sırada otuz yaşlarında bulunuyordu.
Sahâbe arasında takvası ve ibadetlere olan düşkünlüğü ile tanınıyor, fakat ilimden de uzak durmuyordu. Hz. Ebû Bekir döneminde meydana gelen Yemâme Savaşı'na, diğer sahâbe gibi Abdullah da iştirak ediyordu. En büyük arzusu şehid olmaktı. Bunun için Allah Teâlâ'ya: "Allah'ım, senin yolunda her mafsalıma bir darbe yemeden beni öldürme" diye de duada bulunmuştu. Bu arzusuna da nâil olmuş ve bu savaşta şehid olmuştu (12/633).
İbn Ömer, Abdullah b. Mahreme'nin son anlarını şöyle anlatmaktadır: Yemâme Savaşı'na katılan ve bu savaşta yaralanarak yere düşen Abdullah b. Mahreme'nin yanına gelip baş ucunda durdum. Bana: "Ey Abdullah, oruçlular iftar ettiler mi?" diye sordu. Ben de "Evet" dedim. "Öyleyse bu kalkana biraz su koy da onunla orucumu açayım" dedi. Ben derhal su dolu havuza koştum ve kendi kalkanımı suya daldırıp O'nun kalkanına aktardım ve hemen geri döndüm. Fakat yanına geldiğimde ruhunu Allah'a teslim etmişti.
Yemâme Savaşı bir değirmen gibi ashâbın en ileri gelenlerini öğütmüş ve nice değerli sahâbeyi yok etmişti. Abdullah da bunlardan birisiydi. Oruçlu olarak savaşa iştirak etmiş, savaşmış, yaralanmış, iftar etmek için su bile bulamadan ruhunu Allah'a teslim etmişti.
ABDULLAH b. MÂLİK (İbn Buhayne) (r.a.)
Abdullah b. Mâlik, Mâlik b. Kıbş'ın oğludur. Annesi ise, Buhayne bint Hâris'tir. Ezd-i Senûe'ye mensuptur. Annesine nisbetle İbn Buhayne diye meşhur olmuştur. Hem annesi hem de kendisi Hz. Peygamber (s.a.)'e bîat etmiştir. İlk müslümanlardan sayılmaktadır. Hz. Peygamber, Hayber ganimetlerinden her ikisine de hisse vermiştir.
Bazı hadîsçiler, O'nu tanıtırken Abdullah b. Mâlik İbn Buhayne diyecekleri yerde, Mâlik b. Buhayne diyerek tanıtmışlardır. Bu ifade biçimi ise yanlıştır. Abdullah'ın babası olan Mâlik, Buhayne'nin oğlu değil, kocasıdır. Buna büyük bir hassasiyet gösteren Buhârî, O'ndan naklettiği dört hadîsin senedinde de Abdullah b. Mâlik İbn Buhayne, râvi zincirini kullanmıştır. (Tecrid Tercemesi, 2/334-335)
Abdullah, ibadetine düşkün, fazilet sahibi bir sahâbî idi. Kendisinden Buhârî'nin naklettiği hadîslerin konusu, namazla ilgilidir.
ABDULLAH b. MAZ'ÛN (r.a.)
Abdullah b. Maz'ûn, Osman b. Maz'ûn'un kardeşidir. Babası, Habib b. Maz'ûn'dur. Kardeşi Osman gibi, Abdullah da ilk müslümanlardandır. Hz. Peygamber Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın evine gitmeden önce müslüman olmuştur.
Kardeşiyle birlikte ikinci Habeşistan hicretine katılmıştır. Bedir Savaşı'nda bulunmuş ve Hz. Peygamber ile birlikte diğer savaşlara da katılmıştır. Hz. Osman'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir (30/650). (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/363; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/163)
ABDULLAH b. MES'ÛD (r.a.)
Sahâbe arasında ilmiyle temayüz eden Abdullah b. Mes'ûd, aynı zamanda Hz. Peygamber'in huzuruna girme imtiyazına sahip olan ve O'nun müşavirliğini yapan bir sahâbî idi. Babası, Mes'ûd b. Gâfil'dir. Ebû Abdurrahman diye anılmıştır.
İbn Mes'ûd, tahminen M.S. 592 yılında doğdu. Ailesi, eşraftan olmadığı için, yoksulluk içindeydi. Bu yüzden Ukbe b. Ebî Muayt'ın koyunlarını gütmüştür. Küçük yaşta İslâm'ı kabul etmiş ve İslâm'ı kabul ettiği günden itibaren de Hz. Peygamber (s.a.)'in yanından ayrılmamıştır. O'nun hizmetini görmüş ve O'na arkadaş olmuştur. Hz. Peygamber'in ayakkabılarını giydirmiş, yolda yürürken O'na yol açmış, oturacakları yere vardıklarında ayakkabısını çıkartmıştır. Resûlullah kalkacağı zaman, tekrar ayakkabılarını giydirir, O'nun önüne düşer, O'ndan önce odasına girerdi. (İbn Sa'd, Tabakât, 3/153)
İbn Mes'ûd, ben müslümanlardan ilk altı kişinin altıncısıyım diye övünürdü. İlk defa Kâbe'de açıktan Kur'ân okuyan kişi oldu. Bu niyetini açıkladığında, Mekkeli müşriklerin zulmü kendisine hatırlatılmış. O da: "Allah beni onların zulmünden korur" diyerek Kâbe'ye gidip açıktan Kur'ân okumuştur. Bu yüzden kendisine yapılan eza ve cefalara katlanmış ve büyük bir sabır örneği vermiştir. İbn Mes'ûd ezadan kurtulmak için Habeşistan'a hicret etmiş, diğer müslümanlarla tekrar Mekke'ye dönmüştür. Medine'ye hicretinden sonra ise, Muâz b. Cebel'in evinde misafir olarak kalmıştır. Bir müddet sonra da Mescid-i Nebevî'ye yakın bir eve yerleşmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber'in evine çok sık gidip gelmiş, âdeta O'nun özel müşâviri olmuştur. Hz. Peygamber, O'nunla özel meselelerini görüşmüş ve çok gizli sırlarını bile O'na söylemiştir.
İbn Mes'ûd, hemen hemen bütün savaşlara katılmış, Bedir'de Ebû Cehil'in başını kesmiştir. Hz. Ömer döneminde Kûfe kadılığına ve beytülmal âmirliğine tayin edilmiştir. Hz. Ömer Kûfeliler'e yazdığı fermanda: "Size Ammâr b. Yâsir'i emir, İbn Mes'ûd'u muallim olarak gönderdim. Beytü'l-male de İbn Mes'ûd bakacaktır. Bunların ikisi de Hz. Muhammed (s.a.)in ashâbı içinde faziletli kişilerden ve Bedir ehlindendir. Onları dinleyiniz ve itaat ediniz. Onlara uyunuz. İbn Mes'ûd'u yanımda alıkoymayarak, sizi kendime tercih ettim" demişti. İbn Mes'ûd da bu görevi liyâkatla yapmış, fakat Hz. Osman döneminde Kûfeliler'in şikâyeti üzerine görevinden alınmıştı.
İleri gelen Kûfeliler, İbn Mes'ûd'un azledilmesine karşı çıkmak istemişlerse de, İbn Mes'ûd: "Halifeye itaat gerekir. İnşallah bu fitne yakında yok olur" demişti. Umre için Mekke'ye giden İbn Mes'ûd, daha sonra Medine'ye dönmüş ve burada hastalanmıştır. Hz. Osman İbn Mes'ûd'u ziyaret etmiş, O'nun hal ve hatırını sormuştu. Bundan bir müddet sonra altmış yaşında iken 32/652'de vefat eden İbn Mes'ûd'un cenaze namazını Hz. Osman kıldırmıştı.
Hz. Peygamber'in, "Sen muallim olacak bir çocuksun" diye kendisini teşvik edip övdüğü İbn Mes'ûd, gerçekten de Hz. Peygamber'in dediği gibi, muallim olmuş ve sahâbe arasında ilmî şahsiyetiyle temayüz etmiştir. Kendisini ilme adamış, siyasetten ve idarecilikten uzak durmuştur. Müslüman olduğu andan itibaren Hz. Peygamber'in yanından ayrılmayan İbn Mes'ûd, bir yandan O'na hizmet etmiş, bir yandan da O'nun ilmini, ahlâkını ve faziletli yaşayışını öğrenmiştir. Hz. Peygamber'in özel bir talebesi olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber'den öğrenmiş, ezberlemiş ve tefsirini en iyi bilen bir sahâbî olmuştur. Kur'ân tefsirinde uzmandı.
Herkes O'nun bu alandaki üstünlüğünü kabul ederdi. Hz. Peygamber'in de bu sahada övgüsüne mazhar olmuştu. O'nun, Kur'ân'ı dört kişiden öğreniniz dediği kişiler arasında İbn Mes'ûd da vardı. Hz. Peygamber hayatta iken Kur'ân'ı ezbere bilen bahtiyar kişilerden biriydi. Kendisine ait bir mushafı olduğu da söylenmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in vahyi, tesbiti, kıraati ve tefsiri gibi konularda İbn Abbas ile birlikte akla, İbn Mes'ûd gelmektedir. Irak tefsir ekolünün temelini, Kûfe'de bulunduğu sırada atmıştır. Gerek tefsirde gerekse fıkıhta re'ye önem vermiştir. O'nun tefsir metodu, önce sûreyi okumak, sonra da tefsir etmek şeklindeydi.
O, Kur'ân'a olan vukûfu kadar, rivayet ettiği hadîslerle de şöhrete ulaşmış bir sahâbîdir. Hz. Peygamber'den pek çok hadîs rivayet etmiştir. O, tefsir, hadîs ve fıkıhta şöhrete eren nadir sahâbîlerdendir. Ebû Hanife'nin fıkhî görüşlerinin çoğu, İbn Mes'ûd'un görüşlerine dayanmaktadır.
İbn Mes'ûd hakkında söylenenler:
Habbe b. Cüveyn anlatıyor: Hz. Ali'nin yanındaydık. Abdullah b. Mes'ûd'un bazı sözlerinden bahsedildi. Orada bulunanlar İbn Mes'ûd'u överek Hz. Ali'ye: Ey mü'minlerin emiri, İbn Mes'ûd'dan daha güzel ahlâklı, daha yumuşak bir öğretmen, daha samimi bir arkadaş, daha müttakî adam görmedik, dediler. Bunun üzerine Hz. Ali: "Size Allah adı vererek soruyorum. Bu sözlerinizde samimi misiniz?" dedi. Onlar da: "Evet" dediler. Hz. Ali: "Allah'ım; O'nun hakkında ben de bunların söylediklerinin aynını, hatta daha fazlasını söylüyorum" dedi.
İbn Mes'ûd Kur'ân okur, Allah'ın helâl kıldığına helâl, haram kıldığına da haram derdi. Dinde yüksek anlayış sahibi idi. Sünneti bilirdi.
İbn Mes'ûd'un hanımı Zeyneb anlatıyor: İbn Mes'ûd, işinden evine dönerken, kapıda durur, öksürür veya bir ses çıkartırdı.
A'meş anlatıyor: İbn Mes'ûd, namaz kılarken, âdeta yere atılmış bir elbise gibiydi.
Alkame b. Kays anlatıyor: Bir gece İbn Mes'ûd ile beraberdim. Gecenin ilk saatlerinde uyudu. Sonra namaz kılmak için kalktı. Mahallenin mescidine gitti. Ağır ağır, tegannî yapmadan Kur'ân okumaya başladı. Etrafındakiler de O'nu dinliyordu.
Şakîk b. Seleme anlatıyor: İbn Mes'ûd yanımıza gelerek; sizin vaaz dinlemek üzere toplandığınızı biliyorum. Fakat sizi usandırırım korkusuyla yanınıza gelmiyorum. Çünkü Resûlullah, bizi usandırmamak için aralıklı vaaz ederdi, dedi.
İbn Mes'ûd, kardeşi Utbe'nin ölüm haberini duyup ağlamaya başlayınca, kendisine: "Niçin ağlıyorsun?" diye sorulmuştu. İbn Mes'ûd da: "O, benim kan kardeşimdi. Resûlullah ile beraber bulunduğumuz günlerde, arkadaşımdı. Bununla beraber ondan önce ölmeyi istemem. O'nun ölmesi, benim sabrederek Allah rızasını kazanmam, benim ölmem O'nun sabrederek Allah rızasını kazanmasından daha çok hoşuma gider" demişti.
Görüşleri:
Bir kardeşinizi, günah işlerken görüğünüzde, Allah'ım O'na lânet et, O'nu sürüm sürüm süründür, diyerek kardeşinizin aleyhine şeytana yardımcı olmayınız. Allah'tan O'nu düzeltmesini isteyiniz. Hz. Muhammed'in (s.a.) ashâbı bizler, ne durumda öleceğini görmeden hiç kimse hakkında bir hükme varmazdık. Eğer iyi amel üzerine iken ölürse iyi bir müslüman derdik. Kötü amellerde devam ederken ölürse, O'nun akıbetinden korkardık.
Allah'ın bir amelimi kabul ettiğini bilmem, beni yeryüzü dolusu altına sahip olmamdan daha çok sevindirir.
Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde dilden başka, uzun müddet hapsedilmeye lâyık hiçbir şey yoktur.
Kıyamet günü, insanların çoğunun hatası, bâtıla çok dalmış olmalarındandır.
İnsanlar üç gruptur. Bunların dışında kalanlarda hayır yoktur. Birincisi, Allah yolunda savaşan bir grup gördüklerinde, malı ve canı ile hemen cihada katılanlar. İkincisi, iyiliği emredip kötülüğe engel olarak dili ile cihad edenler. Üçüncüsü ise, kalbi ile hakikatı tanıyanlardır.
İbn Mes'ûd anlatıyor: Kûfe halkından bir grup yanıma gelmişti, onlara şunları söyledim:
"Allah'a asi olmaktan sakının. Kur'ân üzerinde ihtilâfa düşmekten kaçının. O'nun üzerinde münakaşa etmeyin. O'nun âyetleri arasında hiçbir çelişki yoktur. Kur'ân ebedîdir. Tenkidler karşısında sarsılmaz. Kur'ân'da İslâm şeriatının, cezaların, hükümlerin, ilâhî emirlerin âhenk içinde bulunduğunu görmüyor musunuz? Eğer bir âyetin yapılmasını emrettiği bir şeyi, bir başka âyet yasak etseydi, bu bir tutarsızlık olurdu. Fakat Kur'ân bunların hepsini bir sistem içinde toplamıştır. Ben, içinizden en değerli fakîh ve âlimlerin çıkmasını isterim. Eğer deve ile gidebilecek bir yerde Resûlullah (s.a.)'a indirileni benden daha güzel anlayan birinin bulunduğunu öğrenirsem, ilmime ilim katmak için mutlaka onun yanına giderim. Her yıl Kur'ân'ın nâzil olan kısmının tamamı Cebrâil (a.s.) tarafından Resûlullah (s.a.)'a bir defa okunurdu. Vefat ettiği yıl iki defa okundu. Kendisine Kur'ân okuduğum zaman bana güzel okuduğumu söylerdi. Kim benim kıraatim üzere okursa, beğenmeyerek onu terketmesin. Çünkü Kur'ân vecihlerinin birini inkâr etmek, Kur'ân'ın hepsini inkâr etmek demektir."
O'na göre, Kurân ehlinin, gece uyanık olması, gündüz oruç tutması, insanlar gülüp eğlenirken, onun ağırbaşlı olması gerekir.
O, insanlara şu tavsiyede bulunmuştur:
"Ey insanlar; itaatkâr olun. Bir ve beraber olun, zira bunlar Allah'ın Kitab'ında emrettiği hususlardır. Bir ve beraberken hoşunuza gitmeyen hususlar, tefrika halinde iken hoşunuza giden şeylerden daha hayırlısıdır. Allah'ın yarattıkları bütün varlıkların ömürleri sınırlıdır. Belli bir yerde her şey yok olacaktır. İslâm da gelmiştir. O da belli bir müddet kalacaktır. Kıyamete kadar kuvvetlenerek ve zayıflayarak devam edecektir. Bunun belirtisi ise, yokluk ve yoksulluktur. Bu yoksulluk o kadar artacaktır ki bir fakir, halini hatırını soracak birini bulamayacaktır. Bir zengin, elindekinin kendisine yetmediğini görecektir. Bir adam, kardeşine veya amca çocuğuna dert yanacak ve bir şey elde edemeyecektir. Bir dilenci, bir hafta dolaşacak, fakat eline bir şey verilmeyecektir. Akrabalar arasında münasebet kesilecektir. Zengin, fakirlikten başka bir şeyden korkmayacaktır. Fakir kendisine acıyacak birisini bulamayacaktır. Bir adam amca çocuğu zengin olduğu halde, yoksulluktan dert yanacak ve kendisine bir şey verilmeyecektir.
Herkes güzel söz söyler. Ancak söyledikleri ile amel eden mesud olur. Söyledikleriyle amel etmeyenler ise kendilerine yazık etmiş olurlar.
Eğer âlimler, ilmi koruyup lâyık olanlara öğretselerdi, yaşadıkları devrin efendileri olurlardı. Fakat onlar, ilmi, dünya menfaati elde etmek için halka öğrettiler ve insanların da gözlerinden düştüler.
İbn Mes'ûd, küçüğün büyüklendiği, büyüğün ortadan kaybolduğu, bid'atların sünnet kabul edildiği bir gün, asıl sünnete dönülmek istendiğinde, sünnetlere bid'at denildiği bir fitne devri geldiği zaman ne yapacaksınız? dedi. Kendisine "Bu devir ne zaman gelecek?" diye sorulunca, O da: Güvenilir kimselerin azaldığı, başkanlarınızın çoğaldığı, fukahanızın azalıp, kurrânızın arttığı, dine hizmet gayesinin dışında, dinî ilimler öğretildiği zaman, dedi.
İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen hadîslerden birkaç örnek:
"Müslümana sövmek fısk, onunla kıtal etmek küfürdür." (Tecrid Tercemesi, 1/56)
Hz. Peygamber'e: Amellerin hangisi Allah'a daha sevgilidir? diye sordum. "Vaktinde kılınan namaz" buyurdu. Sonra hangisi? dedim. "Anne babaya iyilik" buyurdu. Sonra hangisi? dedim. "Allah yolunda cihad" buyurdu. (Tecrid Tercemesi, 2/474)
"Kimin evlenmek külfetine gücü yeterse evlensin. Zira evlilik, gözü haramdan korur, iffeti muhafaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen kişi de oruç tutsun."(Tecrid Tercemesi,6/304, H.N. 904)
"İnsanların en hayırlısı, benim asrımdaki ashâbımdır, sonra onlara yakın olan tâbiîndir. Sonra onlara yakın olan etbâu't-tâbiîndir." (Tecrid Tercemesi, H.N. 1147)
"Ahdini bozan her kişi için, kıyamet gününde (halk arasında teşhir olunmak üzere) iki âlâmet vardır." (Tecrid Tercemesi, H.N. 1315)
Hz. Peygamber (s.a.) hastalandığında, vücudu hummanın ateşinden şiddetle sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım. Ey Allah'ın elçisi; humma ateşinden çok ızdırap çekiyorsunuz, dedim. Bu hummanın iki kat ızdırabı var, elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır, diye arzettim. O da "Evet" diyerek beni tasdik etti ve: "Hiçbir müslüman yoktur ki, ona hastalık isabet etmez, ancak Allah Tealâ, onun hatalarını ve günahlarını döker, nasıl ağacın, sonbaharda yaprakları dökülürse, öyle dökülür" buyurdu. (Tecrid Tercemesi, H.N. 1911)
"Doğruluk, insanı hayra götürür, hayırlı işler de insanı Cennet'e götürür. Tâ ki, o kişi, doğruyu konuşa konuşa sıddık vasfına sahip olur. Yalancılık da insanı, şerre götürür. Şer ise insanı Cehennem'e götürür. O kimse ki yalan konuşa konuşa Allah katında yalancı defterine yazılır." (Tecrid Tercemesi, H.N. 1997)
Hz. Peygamber (s.a.) ashâbına: "Hanginize mirasçının malı, kendi malından daha çok sevimlidir?" dedi. Onlar da: Ey Allah'ın Elçisi, içimizde hiçbir kimse yoktur ki, malı kendisine her şeyden daha sevimli olmasın, dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Çünkü kişinin kendi malı, ölümünden önce hayra sarfettiği malıdır. Mirasçının malı da, kişinin hayra sarfetmeyip ölünceye kadar tehir ettiği malıdır" buyurdu. (Tecrid Tercemesi, H.N. 2026)
"Kıyamet günü insanlar arasında verilen ilk hüküm, kan davaları hakkındadır." (Tecrid Tercemesi, H.N. 2050)
Abdullah b. Mes'ûd'dan 840 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan 64'ünü, Buhârî ve Müslim birlikte rivayet etmişlerdir. Buhârî, Müslîm'den farklı olarak ayrıca 21 hadîsini rivayet etmiştir. Müslim ise 35 hadîsini ayrı olarak nakletmiştir.
ABDULLAH b. MUGAFFEL (r.a.)
Sahâbe içinde "Bekkâîn" (ağlayanlar) diye meşhur olan bir grup sahâbî arasında yer alan Abdullah b. Mugaffel, Hz. Peygamber'e Hudeybiye'de bîat etmiş olan bir sahâbîdir. Künyesi Ebû Saîd'dir. Hakkında geniş malûmat yoktur. Bununla birlikte İslâm tarihine geçmiş bir kişidir.
Abdullah b. Mugaffel, Mekke'nin fethine ve Huneyn Savaşı'na katılmıştır. Hz. Peygamber, Tebük seferi için hazırlık yaparken sahâbe de hazırlık içindeydi. Ancak Abdullah b. Mugaffel ve kendisi gibi yoksul birkaç sahâbî de savaşa katılmak istiyor ve bunun için büyük bir arzu duyuyorlardı. Ellerinde binecek hayvanları yoktu. Yoksul oldukları için de satın alamıyorlardı. Savaşa katılmak için herkes kendi başının çaresine baktığı için, bunlara kimse de yardım etmiyordu. En son olarak Abdullah ve arkadaşları, Hz. Peygamber'e başvurdular ve O'ndan kendilerine binecek hayvan vermesini veya temin etmesini istediler. Hz. Peygamber de: "Şu anda hayvan bulmak mümkün değil" diyerek taleblerine olumsuz cevap verdi. Güvendikleri son ümit kalesi de yıkılınca, çok üzüldüler ve ağlayarak Resûlullah'ın huzurundan ayrıldılar.
Zira savaşa katılmamak, büyük bir günahtı ve hatta münâfık-larla bir olmak demekti. Kendilerindeki iman coşkunluğu ise buna engeldi. Abdullah ve arkadaşları münâfıklarla aynı seviyede olmak istemiyorlardı.
İşte bu sırada; "Kendilerine binek sağlayıp bindirmen için sana geldikleri zaman, sen "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhine de bir yol yoktur." (Tevbe, 9/92) âyeti nâzil oluyordu. Böylece samimi olarak istemelerine rağmen, imkânsızlık nedeniyle savaşa gidememeleri mazur görülüyordu. Âyet, kendilerini hem vicdan azabından kurtarmış, hem de onları sahâbe içinde şöhrete ulaştırmıştı. Ağlayanlar grubunu herkes tanır olmuştu. Nitekim bir sahâbî, Abdullah'a bir binecek hayvan hediye etmiş ve O da savaşa katılmıştı.
Abdullah b. Mugaffel, Hudeybiye Antlaşması'na şahid olan ve bize bu barış ile ilgili geniş bilgi veren bir sahâbîdir. O, bu antlaşmayı şöyle nakletmektedir:
Allah Teâla'nın Kur'ân-ı Kerîm'de beyân buyurduğu ağacın dibinde Resûlullah ile beraberdik. Ağacın bazı dalları Resûlullah ile Hz. Ali'nin sırtını örtüyordu. Süheyl b. Amr da Hz. Peygamber'in huzurundaydı. Allah'ın Resûlü Hz. Ali'ye: "Yaz: Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla" buyurdu. Süheyl, Hz. Ali'nin elini tutarak: "Biz Rahman ve Rahîm'ı bilmeyiz" dedi. Hz. Peygamber: "Yaz: Allah'ın adıyla" dedi. Hz. Ali: "Bu Allah'ın Resûlü Muhammed ile Mekke ehlinin üzerine anlaştıkları ahitnamedir" şeklinde yazmıştı. Süheyl, yine O'nun elini tutarak: "Şayet sen O'nun elçisi isen, bu takdirde biz sana zulüm etmiş oluruz. Bizim meselemizde bizim bildiğimizi yaz" dedi. Allah'ın Resûlü: " Bu Abdullah'ın oğlu Muhammed'in üzerinde anlaştığıdır, şeklinde yaz" dedi.
Biz bu durumda iken birdenbire silâhlı otuz kişi, üzerimize saldırdı. Hz. Peygamber, onlara beddua etti ve biz onların üzerine yürüyüp her birini yakaladık. Resûlullah, onlara: "Herhangi bir kimsenin sözüyle mi geldiniz? Veya herhangi bir kimse size eman mı verdi?" dedi. Onlar da: "Hayır" dediler. Bu cevap üzerine Resûlullah, onları serbet bıraktı. Bu olaydan sonra şu âyet nâzil oldu: "Mekke'nin göbeğinde sizi onlara muzaffer kıldıktan sonra, onların ellerini sizden, sizin elinizi de onlardan çeken O'dur." (Fetih, 48/24; İbn Kesîr, Tefsir, 4/138; Tecrid Tercemesi, 4/197, 5/265-266)
Hudeybiye Antlaşması sırasındaki saldırı olayını, geniş bir biçimde bize nakleden Abdullah b. Mugaffel'dir. Samimiyeti ve ihlâsı ile temayüz eden Abdullah, Hz. Ömer döneminde, Basralılar'a din eğitimi ve öğretimi için gönderilmiştir. Abdullah, Basra'da 680 yılında vefatına kadar ikâmet etmiştir. Kendisinden 44 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan dört hadîsin rivayetinde Buhârî ve Müslîm ittifak etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/364; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 2/483)
ABDULLAH b. ÖMER (r.a.)
Halife Hz. Ömer'in oğlu, sahâbenin en çok hadîs rivayet eden ve fetvâ verenlerinden, âlim ve fâzıl, meşhur sahâbî. Künyesi, Ebû Abdurrahman olup nesep silsilesi şöyledir: Abdullah b. Ömer b. Hattâb b. Nevfel b. Abdüluzza b. Adiy b. Fihr el-Kureşî. Annesi ise Zeyneb bint Maz'ûn el-Cehmiyye'dir.
Abdullah b. Ömer'in Uhud Savaşı'nda 13-14 yaşında olduğu bilinmekte olup, yaklaşık olarak bi'setin ikinci-üçüncü senesi doğmuştur. Hz. Peygamber'in zevcesi Hz. Hafsa vâlidemiz ile ana-baba bir kardeştir. Hz. Ömer müslüman olduğunda Abdullah tahminen altı-yedi yaşlarında idi. Bu sebeble Abdullah b. Ömer daha çocukluğunda müslüman bir aile içerisinde yetişmiş, İslâm nûrunun ışığı altında büyümüş ve bu terbiye ile olgunlaşmıştır.
Abdullah b. Ömer babasıyla birlikte küçük yaşta Medine'ye hicret etti. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmak için izin istemiş; ısrar etmiş ise de Resûlullah, henüz çocuk olması sebebiyle izin vermemiştir.
Hicretin 5. yılında Hendek Savaşı'nda, artık büyümüş, zeki ve cesur bir delikanlı olmuş bulunan Abdullah b. Ömer'e izin verildi ve savaşa katıldı. Sonra da sırasıyla Rıdvan bîatında, Hayber Gazâsı'nda, Mekke'nin fethinde ve Huneyn Savaşı'nda, Tâif Kuşatması'nda, Veda haccında, genelde Resûlullah'ın (s.a.) yanından hiç ayrılmadı. Bu sebeple, bu konularda çok kıymetli hadîsler rivayet etmiştir.
Râşid halifeler ile Emevîler devrinde de gazâlara ve fetihlere katılan Abdullah b. Ömer, Suriye ve Irak'ın fethinde, Nihavend ve Yermük savaşlarında, Mısır'ın fethinde, Ebû Eyyûb el-Ensârî ile birlikte İstanbul seferinde bulunmuştur.
Abdullah b. Ömer, devlet hizmetlerinde aktif ve birinci derecede sorumlu bir kişi olarak görev almaktan kaçınmış, müslümanlar arasında çıkan fitnelerden mümkün mertebe uzak durmuştur. Hz. Ali'ye ve Muâviye'ye de, herkes bîat ettikten sonra bîat ederek bu temkinini korumuştur. Halbuki hayatı boyunca yapılan bütün gazâlara, fetih ve seferlere katılmış, bunlardan hiçbir zaman geri kalmamıştır.
Hz. Ömer'in vefatından sonra halife seçimi meclisinde bulundu. Fakat babası, bir âileden bir kurbanı yeterli görerek, ona, halifeliği kabul etmemesini tavsiye etmişti. Halife Hz. Osman da kendisine kadılık teklif edince, özür dileyerek bu görevi de kabul etmedi. Hatta Hz. Osman'ın vefatından sonra, Hakem Olayı'nda Yezid b. Muâviye'nin ölümünden sonra halife olması yönünde ısrarlarla karşılaşmış fakat, O, muhâlifleri üç kişi bile olsa kan dökülmesine râzı olmayacağını beyan ederek bu teklifleri geri çevirmiştir. Hz. Ali'nin kendisini Şam valiliğine tayin etme konusundaki ısrarına rağmen de bu görevi kabul etmemiştir.
Abdullah b. Ömer, fitneye yol açmamak düşüncesiyle, tutumlarını beğenmese bile idarecilerin arkasında namaz kılar, fakat hakikati söylemekten de çekinmezdi. Önceleri Yezid'e bu düşünceyle bîat ettiği, fakat Yezid'in aykırı tavır ve davranışlarını görünce bîatından vazgeçtiği rivayet edilir. Mekke'yi kuşatıp, Kâbe'yi taşa tutan ve Abdullah b. Zübeyr'i şehid eden Haccâc, hutbede, İbn Zübeyr'in Kur'ân'ı tahrif ettiği iftirasında bulununca, ayağa kalkıp: "Yalan söylüyorsun. Bunu ne o yaptı, ne de sen yapmaya güç bulabilirsin" diyerek infiâlini açıkça beyan etmiştir. Bir defasında da hutbeyi oldukça uzatan Haccâc'ı: "Güneş seni beklemiyor" diye uyarmıştı. Abdullah b. Ömer hicrî 73. yılda 83 yaşında iken Mekke'de hac mevsiminde vefat etti. Ölümünü, Haccac'ın hazırlattığı suikast sonucu, kalabalıkta ayağına batırılan zehirli mızrağa bağlayanlar da vardır.
Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.) kayınbiraderi olduğu ve çocukluğundan itibaren Hz. Peygamber'in yanından ayrılmadığı için Resûlullah'tan (s.a.) çok hadîs işitmiş ve ezberlemiştir. O, en çok hadîs rivayetinde bulunan yedi sahâbî içinde, 2630 hadîsle ikinci sırayı alır. Ayrıca Râşid halifelerin ve büyük sahâbîlerin de sohbetlerine devam ederek bilgisini artırdı. Kur'ân okumaya ayrı bir önem verir, âyetlerin mânası üzerinde devamlı düşünürdü. Hatta Resûlullah'ın (s.a.) yanında dahi zaman zaman âyetlerin mânaları hakkında görüşünü açıklamış ve bu Hz. Peygamber'in de hoşuna gitmişti. Abdullah b. Ömer'den Câbir, İbn Abbas, Sâlim ve diğer oğulları, Saîd b. Müseyyeb, Eslem, Abdullah b. Dînâr, Nâfi' gibi önde gelen sahâbe ve tâbiûn hadîs rivayetinde bulunmuşlardır.
Abdullah b. Ömer, aynı zamanda en çok fetvâ veren sahâbîlerden biridir. Bilhassa büyük sahâbîlerin vefatından sonra, herkes dinî meseleleri sormak, yeni ortaya çıkan olay ve durumların dinî hükmünü öğrenmek için ya Abdullah b. Ömer'e ya da İbn Abbas'a gelirdi. İbn Ömer fetvâ verirken de, hadîs rivayetinde olduğu gibi gayet dikkatli ve titiz davranırdı.
Abdullah b. Ömer, hayatı boyunca Hz. Peygamber'in yüksek ahlâkını, tavır ve davranışını örnek edinmiş ve en küçük ayrıntıya kadar O'nu takip etmeye çalışmıştır. Gece namazından Hz. Peygamber'in hacca giderken konakladığı yerlere, geçtiği sokaklara, giydiği elbiseden kullandığı ihramın rengine kadar her konuda Resûlullah'a (s.a.) uymaya, O'nun yolunu izlemeye çalışırdı.
Yemek yediği esnada civarda birinin aç olarak bulunduğunu hissederse yemeğini bırakır, o adamın karnını doyurmadıkça rahat yemek yiyemezdi. Şüpheli meselelerde çok ihtiyatlı davranır, ne kadar zarar görürse görsün o işe yanaşmazdı.
Kısaca, İbn Ömer Kur'ân ve hadîs bilgisi, isâbetli fetvâ ve reyi kadar zühd ve takvâsı ile de mümtaz bir mevkii olan, örnek ve önder bir sahâbî idi.
Abdulllah b. Ömer anlatıyor: "Dûmetü'l-Cendel denilen, Hz. Ali ile Muâviye'nin bir araya geldiği gün, mü'minlerin annesi Hafsa bana: Muhammed ümmetini sulh ve sükuna kavuşturacak bir anlaşmadan uzak durman doğru değil, sen hem Resûlullah'ın (s.a.) akrabası, hem de Hz. Ömer'in oğlusun, dedi. O gün Muâviye büyük bir şatafatla gelip: Devlet başkanlığına bizden daha lâyık olan kimdir? diye sorunca bir an için içimden: Seni ve babanı döverek İslâm'a sokan daha lâyıktır, demek istedim. Fakat orada fitne ve fesad çıkaracağımdan korktum. Cennet'teki nimetleri hatırladım, vazgeçtim."
Urve, bir gün İbn Ömer'e soruyor: "Ya Abdullah, biz idarecilerimizin yanında otururken onlardan doğru olmayan sözler işitiyor, buna rağmen onları tasdik ediyoruz... Ne dersin?" O da: "Yeğenim, biz Resûlullah (s.a.) ile birlikteyken bu tarz davranışları münâfıklık sayardık" cevabını veriyor.
Abdullah b. Ömer'in bir câriyesi vardı. Ona karşı sevgisi artınca, dünya sevgisinin gönlünü ve yolunu meşgul etmemesi için ve Kur'ân'da da Allah en çok sevilen, en kıymetli şeylerin infak edilmesini emrettiği için onu âzad edip evlendirdi.
Yine bir akşam üzeriydi, İbn Ömer çok yüksek fiyatla satın aldığı devesi ile dolaşıyordu. Devenin yürüyüşü hoşuna gidince, deveden indi ve devesini kurban ederek etini fakirlere dağıttı.
İbn Ömer Mekke ile Medine arasında bir ağacın altında bir müddet uyurdu. Sebebi sorulduğunda Resûlullah (s.a.)'ın da böyle yaptığını söylerdi.
İbn Ömer der ki: "Fitne nedir biliyor musunuz? Resûlullah (s.a.) müşriklerle savaşırken, müşriklerin safına katılmak fitneydi. Resûlullah'ın savaşı sizinki gibi servet ve saltanat için değildi."
Abdullah b. Ömer, sırf yolda müslümanlarla selâmlaşmak için çarşı pazarda dolaşırdı.
Yine İbn Ömer der ki: "Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiçbiri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi. Şimdi öyle bir zamandayız ki, altın ve gümüş bize müslüman kardeşimizden daha sevimli gelmeye başladı."
ABDULLAH b. REVÂHA (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.)'in üç şâirinden biri olan Abdullah b. Revâha, ibadete olan düşkünlüğü ve Mûte Savaşı'nda gösterdiği kahramanlık ile meşhur olan bir sahâbîdir. Hazrec kabilesine mensuptur ve Akabe bîatı sırasında müslüman olmuştur. İlk müslümanlardan sayılmaktadır.
Bedir Savaşı başta olmak üzere, Hz. Peygamber ile birlikte bütün savaşlara katılmıştır. Hudeybiye'de bulunmuştur. Hayber seferi öncesi Gatafan kabilesini, müslümanlar aleyhine kışkırtan yahudilerin başkanı Esîr b. Zürâm'ın bertaraf edilmesi için gönderilen otuz kişilik bir seriyyenin komutanlığını yapmıştır. Hayber'in alınmasında bulunmuş ve Mûte Savaşı'nda ordunun komutanı iken şehid düşmüştür (8/629).
Abdullah b. Revâha, Allah korkusunu yüreğinde duyan ve yaşayan bir sahâbî idi.
Bir gün başını, hanımının kucağına koymuş olduğu halde ağlamaya başlamıştı. Karısı da birlikte ağladı. Abdullah hanımına: "Niçin ağlıyorsun?" dedi. O da: "Senin ağladığını görünce ben de ağladım" dedi. Bunun üzerine Abdullah: "Sizden Cehennem'e uğramayacak yoktur" (Meryem, 19/71) âyetini hatırladım da ondan ağlıyorum. Zira ondan kurtulup kurtulamayacağımı bilemiyorum" dedi. (İbn Kesîr, Tefsir, 5/247)
Ebu'd-Derdâ anlatıyor:
"Resûlullah (s.a.) ile beraber, korkunç sıcak bir günde yaptığımız bir seferi hatırlarım. Sıcağın şiddetinden dolayı insan, elini başının üzerine koymak mecburiyetinde kalıyordu. Aramızda Hz. Peygamber ile Abdullah b. Revâha'dan başka oruçlu olanımız yoktu." (Müslim, Sıyâm, 17)
Temîmu'd-Dârî'nin âzadlı kölesi anlatıyor: "Şâirlere, ancak azgınlar uyar" (Şuarâ, 26/224) âyeti inince, Hassân b. Sâbit, Abdullah b. Revâha ve Kâ'b b. Mâlik, ağlayarak Hz. Peygamber'e geldiler ve: "Allah bu âyeti indirdiği zaman, bizim şâir olduğumuzu biliyordu" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ancak inananlar, iyi iş yapanlar ve haksızlığa uğratıldıklarında, haklarını alanlar müstesna" (Şuarâ, 227) âyetini okudu ve: "Bunlar sizsiniz" buyurdu. (İbn Kesîr, Tefsir, 6/186)
İbn Ömer'in anlattığına göre, Abdullah b. Revâha, her sene Hayber'e gelir, Hayber mahsulünün takdirini yaparak yahudilerin verecekleri vergileri tesbit eder, sonra verginin yarısını onlardan alırdı.
Hayberliler, mallarını fazla takdir ettiği gerekçesiyle, azaltması için O'na rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine Abdullah: "Ey Allah düşmanları, bana haram mı yedireceksiniz? Vallahi ben size, en çok sevdiğim insanın yanından geldim. Maymunlar ve domuzlar bana, sizden daha sevimli geliyor. Size çok kızdım. Fakat size olan bu kızgınlığım ve Hz. Peygamber'e olan sevgim, beni size karşı adaletsizlik etmeye sevketmeyecektir" dedi. Bu söz üzerine onlar: "Böylelerin yüzü suyu hürmetine gökler ve yer ayakta durmaktadır" dediler.
Hicretin 8. yılında Resûlullah (s.a.) Mûte'ye bir ordu gönderdi. Kumandan olarak da Zeyd b. Hârise'yi tayin etti. Orduyu gönderirken: "Eğer Zeyd şehid olursa, kumandayı Câfer b. Ebû Tâlib alsın. O da şehid olursa Abdullah b. Revâha alsın" dedi.
Ordu Medine'den ayrılırken, Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Resû-lallah, Allah, Mûsa'ya yaptığı gibi, sana verdiği hayrı dâim kılsın. Zafere ulaşanlar gibi seni de zafere ulaştırsın. Ben sana bahşedilen hayrı gördüm. Allah biliyor ya, ben bakınca anlarım. Sen Allah'ın Resûlüsün. Kim Allah'ın lütfundan ve rızasından mahrum olursa, bedbaht sayılır" dedi ve yanından ayrıldı. Daha sonra Allah'a şöyle dua etti: "Ben Allah'ımdan bana mağfiret etmesini ve kanı köpürten kuvvetli bir darbe veya ciğer ve bağırsakları yakan öldürücü bir kargı vuruşu ile şehid olmak istiyorum. Öyle ki kabrime uğrayanlar, Allah bu şehide yol gösterdi, O da doğru yolu buldu desinler."
Mûte'ye vardıklarında, büyük sayı üstünlüğünü gören askere moral vermek için şu konuşmayı yaptı:
"Siz şehid olmak için geldiniz. Şimdi niye istemiyorsunuz? Biz düşmanla, ne sayı ne kuvvet, ne de çokluk sebebiyle savaşıyoruz. Yürüyün... Ya galip geliriz, ya da şehid oluruz. Ki bunların ikisi de güzeldir."
Bu konuşmasıyla orduyu coşturdu. Savaş başladı. Savaşta Zeyd b. Hârise ve Câfer b. Ebû Tâlib şehid olunca, sancağı Hz. Peygamber'in emri uyarınca Abdullah b. Revâha aldı. Bir an çine bir korku ve tereddüt düştü. Bunun üzerine şöyle dedi: "Ey nefsim, ben savaşmaya yemin ettim. Ya kendi isteğinle savaşırsın, ya da ben seni zorla savaşa sokarım. Bakıyorum sen, Cennet'ten kaçıyorsun. Benim istediğim şey gecikiyor. Aslında sen, su kabındaki bir damla su gibisin. Ey nefsim, şehid olmasan da nasıl olsa bir gün öleceksin. İşte o an yaklaştı. Sana arzu ettiğin şey verilecektir. Eğer Zeyd ve Câfer gibi yaparsan doğru olanı yapmış olursun."
Sonra atından indi. O sırada yeğeni ona yemesi için bir et parçası getirmişti. Abdullah eti aldı ve tam yiyecek iken, çarpışmanın bulunduğu yerden bir gürültü geldi. Bunu işiten Abdullah, eti atarak kılıcını kaptığı gibi düşman üzerine saldırdı ve kahramanca savaşarak Allah yolunda şehid oldu. Böylece Abdullah, çok arzuladığı şehidlik mertebesine ulaştı.
Kahramanlığı, şâirliği ve takvâsı ile sahâbe arasında mümtaz bir yeri olan Abdullah b. Revâha, nesirdeki kabiliyetini ve şiirdeki gücünü, İslâm ve Hz. Peygamber için kullanmış, şirki ve sapıklığı yeren şiirleriyle inkârcıları perişan etmiştir. Şiiri amacı uğruna kullanmış bir İslâm şâiri olarak, O, bize Mehmet Âkif'i hatırlatmakta ve O'na öncülük etmektedir.
ABDULLAH b. es-SÂİB el-MAHZÛMÎ (r.a.)
Her sahâbînin ayrı bir özelliği vardı ve o özelliği ile sahâbe arasında meşhur olmuştu. Abdullah b. es-Sâib'in ise en meşhur özelliği, Kur'ân kıraatinde mahir olmasıydı. Bu ilim dalındaki ıstılahı ile "mukrî" idi.
Kureyş kabilesine mensub olan Abdullah'ın babası es-Sâib, peygamberlikten önce Hz. Peygamber'in ticaret ortağı idi. Mekke'nin fethi günü, Hz. Peygamber'in yanına gelince Resûlullah kendisine: "Merhaba kavga etmeyen ve idare eden kardeşim ve ortağım" diye hitap etmişti.
Abdullah b. es-Sâib, Hz. Peygamber'i Mekke'nin fethinde görmüş ve müslüman olmuştu. Kendisi Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılmış, hattâ bir sabah namazında Hz. Peygamber'in Mü'minûn sûresinden bir bölüm okuduğunu nakletmiştir. (Müslim, H.N. 455)
Abdullah b. es-Sâib, "Mekke'nin mukrîi" ünvanına sahip olmuş bir sahâbî idi. Übey b. Kâ'b gibi meşhur bir sahâbînin huzurunda Kur'ân okumuş, O'ndan ve Hz. Ömer'den de hadîs rivayet etmiştir. Ünlü tâbiîlerden Mücâhid ile İbn Kesîr, O'nun huzurunda Kur'ân okumuşlardır. Mücâhid: "İnsanlara karşı biz, kâriimiz Abdullah b. es-Sâib, fakîhimiz Abdullah b. Abbas, müezzinimiz Ebû Mahzûra ve kadımız Ubeyd b. Umeyr ile övünüyoruz" demiş ve Abdullah'ın mukrîliğini tescil etmişti. İbn Zübeyr'in emirliği döneminde vefat etmiştir. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 3/388-390)
ABDULLAH b. SA'D b. EBÛ SERH (r.a.)
Amr b. Âs'tan sonra Mısır valisi olan Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh, Hz. Peygamber (s.a.)'ın vahiy kâtiplerindendir. Müslüman oluşuyla ilgili yeterli bir bilgi bulunmayan Abdullah, Medine'ye hicret etmiş, fakat bir müddet sonra irtidâd ederek tekrar Mekke'ye dönmüştür. Mekke'de İslâmiyet aleyhindeki çalışmalara katılmıştır.
Mekke'nin fethinde öldürülmesi emredilenler arasında Abdullah da vardı. Fakat Hz. Osman, süt kardeşi olması dolayısıyle kendisine sığınan Abdullah'a şefaatçi olmuş ve Hz. Peygamber de O'nu affetmişti.
Böylece ikinci kez müslüman olan Abdullah, Hz. Ömer döneminde Amr. b. Âs ile Mısır'ın fethine katılmış, Hz. Osman döneminde ise, Amr'ın azlinden sonra Mısır valisi olmuştur. Kuzey Afrika'nın fethinde bulunmuş ve büyük kahramanlık göstermiştir. Kıbrıs'ın fethinde donanmaya yardım etmiş, ancak asıl başarısını Zâtu's-Savâri' adıyla anılan savaşta göstermiştir.
Mısırlılar, çeşitli sebepler ileri sürerek Hz. Osman'dan O'nun azlini istediler. Hz. Osman'ın evinin kuşatılması üzerine, kendisine yardıma giderken, O'nun şehid edildiği haberini aldı. Medine'ye gitmekten vazgeçti, fakat Mısır'a dönemedi. Muâviye'ye de bîat etmedi. Askalân veya Remle'ye giderek orada vefat etti (36/656-657).
ABDULLAH b. SEHL (r.a.)
Abdullah b. Sehl, Sehl b. Zeyd'in oğludur. Hazrec kabilesine mensuptur ve Ensâr'dandır. Aynı zamanda Râfi' b. Sehl'in de kardeşidir. Uhud Savaşı'nda bulunmuş ve yaralı olduğu halde, kardeşi ile birlikte yaya olarak Hamrâu'l-Esed seferine katılmıştır. Yolda giderken kardeşi kendisine yardım etmiştir.
Hendek Savaşı'nda da bulunan Abdullah b. Sehl, burada aldığı yaradan dolayı, daha sonra vefat etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/314; İbn Sa'd, Tabakât, 3/446)
ABDULLAH b. SELÂM (r.a.)
Abdullah b. Selâm, Kaynukaoğulları'na mensup bir yahudi bilginidir ve Hz. Peygamber'in Medine'ye gelişinden sonra müslüman olmuştur.
Hz. Peygamber Medine'ye gelince, kendisini ziyaret etmiş ve O'na bazı sorular sormuştur. Sorduğu sorulara yeterli cevap alan Abdullah, hemen müslüman olmuştur. Asıl adı "Husayn" olan bu yahudi bilgininin adını, Hz. Peygamber, Abdullah olarak değiştirmiştir.
Hz. Peygamber'e sorduğu soruların bazısı şunlardır:
1. Kıyametin alâmeti nedir?
2. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yemek nedir?
3. Çocuk niçin annesine veya babasına benzer?
Abdullah'a göre, bu sorulara ancak bir peygamber cevap verebilirdi. Peygamber olmayan bir kişinin bu sorulara cevap vermesi mümkün değildi. Bu sorular, bir deneme soruları idi. Kendisi Tevrat'ı çok iyi bildiği için, bir peygamberin de zuhur edeceğini çok iyi biliyordu. Ancak Hz. Muhammed (s.a.) beklenen peygamber miydi? Yoksa değil miydi? Bunu da ancak deneyerek öğrenebilirdi. İşte bu amaçla Hz. Peygamber'e gelmiş ve bu deneme sorularını sormuştu.
Hz. Peygamber de sorduğu bu sorulara sırasıyla şu cevapları vermişti:
1. Kıyametin ilk alâmeti, bir ateştir ki, insanları doğudan batıya doğru götürecektir.
2. Cennetlik olan kişilerin ilk yiyecekleri şey, balık ciğeridir.
3. Erkeğin menisi, kadının menisini geçer ve ona galebe çalarsa, çocuk anasına benzer. (Buhârî, Rikâk, 51; Enbiyâ, 1)
Hz. Peygamber'in verdiği bu cevaplardan sonra, Abdullah b. Selâm, O'nun beklenen gerçek peygamber olduğuna kanaat getirmiş ve müslüman olmuştu.
Abdullah, yahudiler arasında büyük şöhreti olan ve saygı gösterilen bir ilim adamıydı. Hz. Peygamber'e yahudilerin sözüne güvenilemeyeceğini söylemişti. Bunu isbat için de eline iyi bir fırsat geçtiğini ve bu fırsattan istifade etmesi gerektiğini söyledi. Bunun için de, kendisinin müslüman olduğunu onlara söylemeden, kendisi hakkında onlara soru sormasını istedi. Hz. Peygamber'in elde edeceği sonuç, kendisini haklı çıkartacaktı. Hz. Peygamber de O'nun dediğini yaptı. Yahudilerden bir grubu davet etti. Onlar gelmeden Abdullah, yan odaya gizlendi. Grup gelince Hz. Peygamber, Abdullah hakkında sorular sordu, şunları söylediler: O, reislerinin oğlu hem de reisleri idi. Çok okumuş ve âlim bir kişi idi. Kendisine olan saygıları sonsuzdu.
Bu sırada Abdullah saklı olduğu yerden çıkmış, meclise gelmiş ve müslüman olduğunu söylemişti. Bunun üzerine yahudiler, biraz önce söylediklerinin tam aksini söyleyerek meclisi terketmişlerdi.
Abdullah, sahâbe arasında manevî mevkii çok yüksek biriydi. Hz. Peygamber tarafından Cennet'le müjdelendiği de rivayet edilmektedir. Tirmizî'deki bir hadîsten bunu anlıyoruz. (Tirmizî, Menâkıb, 37)
Abdullah b. Selâm, hakkında âyet inen birkaç bahtiyar sahâbîden biridir. Şu âyetler, O'nun hakkında nâzil olmuştur:
"Ama hepsi bir değildir. Kitaplılar içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. Onlar Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten menederler. Hayır işlerine koşuşurlar. İşte onlar, iyilerdendir." (Âl-i İmrân, 3/113-114; Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 78)
"De ki: Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'ân, Allah katından ise ve siz de tanımamışsanız, İsrailoğulları'ndan bir şâhid de bunun benzerini (Tevrat'ta) görüp inandığı halde, siz inanmaya tenezzül etmemişseniz, durumunuz nice olur?" (Ahkâf, 46/10; Taberî, Tefsir, 26/113)
Bu âyetlerde zikredilen kişi, Abdullah b. Selâm'dır. Hemen hemen bütün rivayet tefsirleri, bunu böyle naklederler. Zira Abdullah, Tevrat'ı çok iyi bilen ve bu yüzden de Hz. Peygamber'in Tevrat'taki vasıflarını haber veren kişidir. Bizzat kendisi şunu ifade etmiştir: Hz. Peygamber'in yüzüne baktığımda O'nun son peygamber olduğunu anladım. O'ndan ilk işittiğim söz ise: "Ey insanlar, selâmı yayınız. Yemek yediriniz. Sıla-i rahm (ana, baba ve akrabayı ziyaret etmek) yapınız. İnsanlar uykuda iken siz geceleri namaz kılınız"sözüdür. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/451; Tirmizî, H.N. 2487)
Abdullah b. Selâm, geçim durumu iyi olan bir kişiydi. Bununla birlikte Medine'de pazara sırtında bir yük odunla gelir ve satardı. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda, "Kibrimden kurtulmak istedim. Zira Resûlullah'tan şunları işitmiştim: Kalbinde bir hardal tanesi kadar kibir bulunan bir kimse, Cennet'e giremeyecektir" diye cevap vermişti. (Ebû Dâvud, H.N. 4091; Tirmizî, H.N. 1999)
Abdullah b. Selâm, mescide girdiği zaman, Hz. Peygamber'e selâm verir ve: "Allah'ım; bize rahmet kapılarını aç" diye dua ederdi. Mescidden çıktıktan sonra da Şeytan'dan Allah'a sığınırdı. (Ebû Dâvud, H.N. 465)
Abdullah b. Selâm, Veda haccında bulundu ve mürtedlerle yapılan savaşlara da katıldı. Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında O'nun yanından pek ayrılmadı. Hatta O'nun yaptığı seferlere birlikte gitti.
Muâz b. Cebel, hasta yatağında yatarken, "Ben ilmi senden alıyordum, bundan sonra kimden alacağım?" diyen bir sahâbîye: "Ben yeryüzünde Allah'ın kendisine ilim verdiği Hz. İbrahim gibi değilim. Eğer ben ölürsem, ilmi, şu dört kişiden alınız: Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Selâm, Selmân el-Fârisî ve Ebu'd-Derdâ" demiş ve Abdullah b. Selâm'ın ilmini övmüştü.
Abdullah b. Selâm, Hz. Osman döneminde de O'na destek olmuş, âsileri yatıştırmak için çalışmış, fakat âsiler, kendisinin önceden yahudi olduğunu ileri sürerek sözünü dinlememişlerdi. O ise, metanetini bozmamış, mantıkî cevaplarla kendisini suçlayanları susturmasını bilmişti. Hz. Peygamber'in kendisi hakkında söylediği sözleri nakletmişti. O'nun bir diğer özelliği de, Hz. Peygamber'e çok soru sorması, dolayısıyle ashâbın daha çok şey öğrenmesini sağlamış olmasıydı. O, 43/663 yılında Medine'de vefat etmiş ve Bakî' mezarlığına gömülmüştür.
Kendisinden Ebû Hüreyre başta olmak üzere pek çok sahâbî hadîs rivayet etmiştir. Kendisi ile ilgili bir hadîs, Buhârî'nin nakline göre şöyledir:
Abdullah b. Selâm, rüyasında bir bahçe, bahçede bir direk ve direkte tutulacak bir kulpun bulunduğunu görür. Kendisi ise bahçeye girmiş, direğe çıkmış ve kulpu yakalamıştır. Rüyasını Hz. Peygamber'e arzetmiş, Hz. Peygamber de: "Gördüğün bahçe, İslâm dinidir; direk, İslâm dininin direği Tevhid'dir. O kulp da sağlam olan imandır. Sen ölünceye kadar İslâm dini üzerine yaşayacaksın" şeklinde bu rüyayı yorumlamıştır. (Tecrid Tercemesi, 10/26)
İslâm âlimleri, bu hadîsten Abdullah b. Selâm'ın Hz. Peygamber tarafından Cennet'le müjdelendiği anlamını çıkartmışlardır. Müfessirler, müslüman olan diğer yahudi âlimleri hakkında bazı sözler söylemişlerse de, Abdullah için tam bir güven belitmişlerdir.
ABDULLAH b. SÜFYÂN (r.a.)
İkinci Habeşistan hicretine katılan Abdullah b. Süfyân, Kureyş'in Mahzum kabilesine mensup bir sahâbîdir. İlk müslümanlardandır. Kardeşi Habbar ile birlikte, Habeşistan'a hicret etmiştir.
Hz. Ömer döneminde meydana gelen Yermük Savaşı'nda şehid olmuştur (12 Receb 15/ 20 Ağustos 636). (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/311)
ABDULLAH b. SÜHEYL (r.a.)
İslâm'ın ilk yıllarında müslüman olan ve ikinci Habeşistan hicretine katılan Abdullah b. Süheyl, Mekkeliler adına Hudeybiye Antlaşması'nı imzalayan Süheyl b. Amr'ın oğludur. Annesi, Fâtıma bint Âmir'dir. Abdullah, babasının aşırı bir İslâm düşmanı olmasına rağmen müslüman olan genç bir sahâbîdir. Diğer müslümanlarla birlikte Habeşistan'a gitmiş ve tekrar geri dönmüştür. Oğlunun müslüman oluşunu bir türlü hazmedemeyen Süheyl, oğlu geri dönünce O'nu hemen yakalamış ve göz hapsine almıştı. İslâm'dan vazgeçirmek için bütün gücüyle çalışmış, diğer müslümanlarla ilişki kurmasına engel olmuştu. Âdeta babasının bir tutuklusu gibiydi.
Abdullah ise, babasının karakterini bildiği için yapılanlara karşı sert çıkmamış, pasif bir direnişe geçmişti. Babası bunu, oğlunda meydana gelen bir yumuşama olarak değerlendirmiş ve bu yüzden Bedir'e giderken O'nu da yanına almıştı. Abdullah Bedir'e gelince, uygun bir fırsat kollamaya başlamış ve iki ordu karşılaşınca ilk fırsatta müslümanlar tarafına geçmişti. Oğlunun böyle bir işe kalkışacağına ihtimal vermeyen Süheyl, çok kızmış, şuursuz bir şekilde ağzına geleni söylemişti. Abdullah ise, buna karşılık: "Yüce Allah bunu benim hakkımda çok hayırlı kıldı" diyerek, babasına cevap vermiş ve Mekke'de çektiği psikolojik sıkıntıların kendisi için, neticede hayırlı olduğunu ifade etmişti.
Abdullah, Uhud Savaşı'na da katılmış ve Hudeybiye Antlaşması'nda şahid olarak bulunmuştu. Burada kardeşinin, zincire vurulmuş olarak müslümanlara iltica etmek isteyişine de şahid olmuştu.
Mekke'nin fethinde, yakalandığı zaman öldürülmesi istenenler arasında babası Süheyl de vardı. Bu nedenle Süheyl b. Amr saklanmış ve daha sonra oğlu Abdullah'ı bularak Resûlullah'a şefaatçi göndermişti. Hz. Peygamber de Abdullah'ın arzusunu yerine getirmiş ve: "O, Allah'ın emanetiyle emniyettedir" diyerek öldürülme emrini geri almıştı. Böylece müslüman olduğu için kendisine çok kızdığı ve manevî işkence yaptığı oğlu vasıtasıyla ölümden kurtulmuş oluyordu.
Abdullah, Hz. Ebû Bekir döneminde Yemâme Savaşı'na katılmış ve 38 yaşında iken bu savaşta şehid düşmüştü (12/633). Böylece en büyük makama, şehidlik makamına erişmiş oldu. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/314-315; Zehebî, A'lâmü'n-Nübelâ, 1/193-194)
ABDULLAH b. SÜRÂKA (r.a.)
Abdullah b. Sürâka, Amr b. Sürâka'nın öz, Hz. Ömer'in anne tarafından üvey kardeşidir. Babası, Sürâka b. Mu'temir'dir. Hz. Ömer ile aynı kabiledendir. Müslüman oluşu ile ilgili herhangi bir bilgi mevcut değildir. Ancak Medine'ye hicret ettiği ve Rifâa b. Abdülmünzir'in evinde ikâmet ettiği nakledilmektedir. Bedir Savaşı'na katılıp katılmadığı da kesin değildir. Zira bu konudaki rivayetler birbirinden farklıdır. Uhud Savaşı'na katılmıştır. Diğer bütün savaşlarda da bulunduğu kaydedilmektedir. Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde vefat etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/357)
ABDULLAH b. TÂRIK (r.a.)
Abdullah b. Târık, Uhud Savaşı'ndan sonra Adal ve Kâre kabilelerinin talebi üzerine Hz. Peygamber (s.a.) tarafından kendilerine Kur'ân öğretmek üzere görevlendirilen, fakat Recî denilen yere geldiklerinde pusuya düşürülerek şehid edilen altı kişiden biridir.
Lihyânoğulları tarafından hazırlanan plan uyarınca, Adal ve Kâre kabilelerinden bir grup Hz. Peygamber'e gelerek: Ya Resûlallah aramızda müslümanlar var. Bizimle beraber, bize dinimizi öğretecek, Kur'ân okutacak ve İslâm'ın esaslarını anlatacak bir heyet gönder, dediler. Resûlullah da onlarla beraber ashâbdan altı kişiyi gönderdi. Bu altı kişiden biri de Abdullah b. Târık'tı. Bunlar gelen heyetle birlikte yola çıktılar ve Mekke ile Tâif arasında bir yer olan Recî mevkiine geldiklerinde, davet edenler tarafından ihanete uğradılar ve Lihyânoğulları'nın saldırısıyla karşılaştılar.
Bu gruptan bir kısmı, saldırıya karşı koydu ve şehid oldu. Abdullah ve iki arkadaşı ise, teslim oldu. Saldırganlar tarafından esir alınan bu üç kişi, Mekke'de satılmak üzere yola çıkartıldı, fakat Zahran denilen yere geldiklerinde Abdullah b. Târık, ellerini çözdü ve kılıcını alarak kaçmak istediyse de, peşinden gelen müşrikler tarafından şehid edildi. Mezarı Zahran'dadır. İslâmiyet'i kabulü ile ilgili olarak hakkında geniş bir bilgi mevcut değildir. Ölümü 3/625 yılındadır. Diğer iki arkadaşı ise, daha sonra şehid edilmişlerdir.
ABDULLAH b. ÜMMİ MEKTÛM (r.a.)
Hz. Peygamber'in imamlıkta kendisine vekil tayin ettiği Abdullah b. Ümmi Mektûm, hakkında âyet inen bir sahâbî olarak meşhur olmuştur. Adı ile ilgili olarak çeşitli rivayetler var ise de, İbn Ümmi Mektûm olarak tanınmıştır. Hz. Hatice'nin dayısının oğludur. Küçük yaşta gözlerini kaybetmiştir. Bu nedenle savaşlara katılmamış ve Hz. Peygamber tarafından namaz kıldırmak üzere kendi yerine vekil tayin edilmiştir.
İbn Ümmi Mektûm, İslâm'ın ilk yıllarında müslüman olmuş bir sahâbîdir. Medine'ye ilk hicret edenler arasında yer alır. Medine'ye varınca boş durmamış, İslâm'ı tebliğ etmekle meşgul olmuştur. Bir yandan da müslüman olanlara Kur'ân öğretmiştir. Diğer müslümanların hicreti için müsait bir zeminin oluşmasında O'nun payı büyük olmuştur. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra, Mescid-i Nebevî'de Bilâl ezân okumuş, İbn Ümmi Mektûm da kâmet getirmiştir. Hz. Peygamber'in Bilâl ile birlikte müezzini idi. Fakir olduğu için Suffa'da kalırdı. Bu nedenle Suffa ashâbından sayılmıştır. Resûlullah'tan birçok hadîs rivayet etmiştir. Bir rivayete göre, Kâdisiye Savaşı'nda şehid düşmüştür. Bir diğer rivayete göre ise, Kâdisiye'den döndükten sonra Medine'de vefat etmiştir. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/212)
İbn Ümmi Mektûm, gözleri görmediği için, savaşlara katılmamış; bu sebeple devamlı Medine'de kalmıştır. Hz. Peygamber sefere çıkarken yerine namaz kıldırmak üzere çoğu kere O'nu vekil bırakmıştır. Hz. Peygamber'in O'nu on üç defa vekil bıraktığı nakledilmektedir. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/205)
İbn Ümmi Mektûm'u asıl meşhur eden olay, Mekke'de cereyan etmiştir. Bu olayla ilgili olarak Abese sûresinin baş tarafı nâzil olmuştur. Olay şöyledir:
Hz. Peygamber, Kureyş'in ileri gelenleriyle konuşurken gözleri görmeyen Abdullah b. Ümmi Mektûm, onların yanına gelerek söze karışmış ve: "Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, yâ Resûlallah" demişti. Bu sözünü birkaç kere tekrar etti. Oysa Hz. Peygamber, Mekke'nin ileri gelenlerinden Velid b. Muğîre, Ümeyye b. Halef vs.yi ikna etmeye çalışıyordu. Bu kişiler, kendilerinin yanlarında fakir kişilerin bulunmasından ve söze karışmasından asla hoşlanmazlardı. Bundan dolayı Hz. Peygamber'in, İbn Ümmi Mektûm'un gelip sözünü kesmesine canı sıkıldı. Fakat O'nun ısrarı karşısında daha da canı sıkıldı. İbn Ümmi Mektûm'dan yönünü çevirerek, Mekkeli müşriklerle meşgul olmaya başladı. Daha sonra onlar kalkıp gittiler. Bu durum karşısında şu âyetler nâzil oldu:
"Surat astı ve döndü. Âmâ geldi diye. Ne bilirsin, belki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de, öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen Allah'tan korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun." (Abese, 80/1-10; Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 297)
Bu âyetin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber, nerede O'nu görse: "Merhaba, Rabbimin beni azarlamasına sebep olan arkadaşım, merhaba" der, cübbesini yere serip üzerine oturtur, bir arzusu olup olmadığını sorardı. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/208)
ABDULLAH b. ÜNEYS el-CÜHENÎ (r.a.)
Abdullah b. Üneys el-Cühenî, Hz. Peygamber'in fedailerindendir. İkinci Akabe bîatı sırasında müslüman olmuştur. Ebû Yahyâ el-Medenî diye de meşhurdur.
Abdullah b. Üneys'in adına Bedir'de savaşanlar arasında rastlanılmamaktadır. Bununla birlikte Uhud'da bulunmuştur. Muâz b. Cebel ile birlikte Benî Seleme'nin putlarını kırdığı rivayet edilmektedir.
Abdullah b. Üneys'in adı, İslâm tarihinde özellikle iki olay nedeniyle meşhur olmuştur. Bunlardan birincisi, Ebû Râfi'in diğeri de Hâlid b. Süfyân'ın öldürülmesi olayıdır.
Ebû Râfi' Sellâm b. Ebi'l-Hukayk, Hayberli bir yahudiydi. Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşürmekte ve müslümanlar için bir fitne unsuru olmaktaydı. Bu nedenle bu yahudinin öldürülmesine karar verilmiş ve Abdullah b. Atîk komutasında beş kişilik bir fedai grubu teşkil edilmişti. Bu grubun içinde Abdullah b. Üneys de vardı. Yapılan baskında Ebû Râfi' öldürülmüştü. Ancak herkes bu yahudiyi kendisinin öldürdüğünü iddia etmekteydi.
Resûlullah, kimin öldürdüğünü bulmak için her birinin kılıçlarını kontrol etmiş ve neticede Abdullah b. Üneys'in öldürdüğüne karar vermişti. Baskın gece yapıldığı ve Ebû Râfi' yemek yerken öldürüldüğünden, Abdullah b. Üneys'in kılıcında yemek artıkları görülmüş, diğerlerinde ise görülmemişti. Resûlullah da Ebû Râfi'i Abdullah b. Üneys'in öldürdüğüne karar vermişti.
Abdullah b. Üneys'in katıldığı, daha doğrusu tek başına başardığı diğer olay ise, Hz. Peygamber'e karşı savaşmak üzere adam toplayan Hâlid b. Süfyân el-Huzelî'nin öldürülmesidir.
Hz. Peygamber, o sırada Arafat dağı yakınındaki bir vadiye kadar gelen Hâlid b. Süfyân'ı bulup öldürmesi için Abdullah'a talimat vermiş, O da hiç tereddüt etmeden bu görevi kabul etmişti. Yalnız Resûlullah'tan O'nu nasıl tanıyacağını sormuş, Resûlullah da: "Üzerinde ince ve hafif bir elbise bulunacak" demişti.
Abdullah hemen yola koyularak Resûlullah'ın tarif ettiği yerde Hâlid'i buldu. Abdullah, Hâlid'e yaklaşarak: "Resûlullah'ı öldürmek için adam topladığını duydum ve onun için sana geldim" dedi. Hâlid de: "Evet O'nu yok etmek üzere asker toplamaya çalışıyorum" dedi. Bir müddet birlikte yürüdüler. Daha sonra Abdullah, kılıcını çekerek Hâlid'e saldırdı ve O'nu bir kılıç darbesiyle öldürdü.
Verilen görevi başaran Abdullah, Resûlullah'a gelerek olayı baştan sona anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Abdullah'a bir âsâ hediye etti ve: "Bu, Kıyamet gününde aramızda bir işaret olsun" dedi. Abdullah o âsâyı ölünceye kadar, kılıcı ile birlikte taşıdı. Vasiyeti üzerine bu âsâ, kefeni içine konularak Abdullah ile birlikte mezara konuldu.
Kaynaklar, son olarak Abdullah'ın Şam'da görüldüğünü ve orada vefat ettiğini naklederler.
Buhârî, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce gibi muhaddisler Abdullah b. Üneys'den hadîs rivayet etmişlerdir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/270; İbn Hişâm, es-Sîre, 4/267-269)
Abdullah b. Üneys, Medine'ye uzak çölde yaşardı. Ramazan geldiği zaman Medine'ye gelir, gündüzleri mescidde, geceleri de Suffa'da kalır, ibadet ederdi.
Ölüm tarihi kesin olmamakla birlikte 54/674 yılında Şam'da vefat ettiği nakledilmektedir. 74/694'te öldüğünü söyleyenler de vardır.
ABDULLAH b. YÂSİR (r.a.)
Abdullah b. Yâsir, İslâm'ın ilk şehidleri Yâsir ile Sümeyye'nin oğlu ve Ammâr'ın kardeşidir. İlk müslümanlardan olan Abdullah, Yâsir ailesinin İslâm uğruna verdiği üçüncü şehiddir.
Yemen'den kalkarak Mekke'ye kadar gelen ve Mahzumoğulları'ndan Ebû Huzeyfe b. Muğîre'ye sığınan Yâsir, onun cariyesi Sümeyye ile evlenmişti. Bu evlilikten Ammâr ve Abdullah adında iki çocukları olmuştu. İslâmiyet'in ortaya çıkışı ile birlikte, Yâsir ailesi de müslüman olmuş, fakat zayıf oldukları için Mahzumoğulları'nın ağır işkencelerine maruz kalmıştı.
Bir gün Yâsir'e, eşi Sümeyye'ye ve oğulları Ammâr ve Abdullah'a Batha denilen yerde işkence ediliyordu. Hz. Peygamber (s.a.) bu işkenceye tanık olmuştu. Onlara: "Sabredin ey Yâsir ailesi, sabredin ey Yâsir ailesi, sabredin ey Yâsir ailesi, sizin mükâfatınız Cennet'tir. Sabredin ey Yâsir ailesi" demişti. Yâsir de, Hz. Peygamberimiz'e: "Devir, hep böyle mi sürüp gidecek?" dedi. Hz. Peygamber: "Allah'ım, Yâsir ailesine rahmet ve mağfiretini ihsan et" diye dua etti.
Bir süre sonra, Yâsir yapılan işkenceye dayanamayarak şehid oldu. Daha sonra Sümeyye, Ebû Cehil tarafından mızraklanarak şehid edildi. Üçüncü olarak da oğulları Abdullah şehid oldu. Ammâr ise ağır yaralı olarak kurtulmuştu.
Abdullah, İslâm'ın üçüncü şehididir.
ABDULLAH b. YEZİD el-HATMÎ (r.a.)
Hudeybiye antlaşması (6/628) sırasında daha on yedi yaşında iken Hz. Peygamber'e bîat eden Abdullah b. Yezid, babası ile birlikte müslüman olmuş bir sahâbîdir. Ebû Mûsa el-Ensârî diye meşhurdur. Yaşı küçük olduğu için Hz. Peygamber'in yaptığı birçok savaşa katılamayan Abdullah b. Yezid hakkında kaynaklarda geniş bilgi yoktur.
Hz. Ömer zamanında meydana gelen Köprü Olayı'nı Medine'ye ulaştıran Abdullah, Yezid b. Muâviye döneminde Hicaz'da halifeliğini ilân eden Abdullah b. Zübeyr'in kısa bir süre Mekke emirliğini yapmıştır. Abdullah b. Zübeyr Mekke'ye gelince, emirliği O'na bırakmıştır. Daha sonra Kûfe'ye emir olarak tayin edilen Abdullah'a meşhur İmam Şiblî kâtiplik yapmıştır. Buraya yerleşen Abdullah'ın ne zaman ve nerede vefat ettiği belli değildir. Ancak İbn Zübeyr zamanında vefat ettiği bilinmektedir. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/197)
Abdullah b. Yezid, namaza ve oruca çok önem veren bir sahâbî idi. İnsanların en çok namaz kılanı olarak tanınmış ve aşure günü hâriç diğer günleri oruçlu olarak geçirdiği rivayet edilmiştir. Kendisinden yirminin üzerinde hadîs rivayet edilmiştir. Fıkhî konularda kendisinden fetva sorulan bir kişi olmuştur. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/375)
ABDULLAH b. ZEM'A (r.a.)
Abdullah b. Zem'a, sahâbenin ileri gelenleri arasında yer almaktadır. Annesi, Kâribe, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından Ümmü Seleme'nin kız kardeşidir. Babası Zem'a, İslâm'ı kabul etmemiş, Ebû Cehil ile birlikte Bedir Savaşı'na katılmış ve burada öldürülmüştür. Dedesinin asıl adı Esved'dir. Ebû Zem'a diye meşhurdur.
Torunu Abdullah'ın Hz. Peygamber'den naklettiği bir hadîste, dedesi Ebû Zem'a, Salih Peygamber (a.s.)'in devesini öldüren şakîye benzetilmiştir. Buhârî'nin Abdullah b. Zem'a'dan naklettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber (s.a.) bir hutbesinde, Salih Peygamber'in dişi devesini ve onu yıkıp öldüreni zikretti ve: "Semûd azgınlıkta onu yalanladı. İçlerinden en şakîsi atılıp kıyam ettiği sırada Allah'ın Peygamberi onlara dedi ki..." (Şems, 91/11) âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Bu âyette bildirilen şakî, Semûd'un ulusu ve en güçlü, kuvvetlisi idi. Kavmi ve kabilesi içinde Ebû Zem'a gibi arkalı olan bu şakî, deveyi öldürmeye teşebbüs etmişti."
Daha sonra Hz. Peygamber şöyle devam etmiştir:
"Sizden biriniz, karısını köle döver gibi dayakla dövmek ister. Halbuki günün sonunda (geceleyin) hanımı ile yatmak isteyecektir. (Bu nedenle kadınlarınıza saygılı olmanızı tavsiye ederim.)"
Hz. Peygamber konuşmasının sonunda, âdâb-ı muâşeretten söz etmiş, bir hata neticesinde yellenen kişiye gülerek onu teşhir etmenin kötülüğünden bahsetmiştir. "Kişinin işlediği böyle bir işe niçin güler de sahibini utandırırsınız?" buyurmuştur. (Tecrid Tercemesi, 11/218)
ABDULLAH b. ZEYD el-ENSÂRÎ (r.a.)
İslâm'ın şiârı ve en büyük alâmeti olan ezanın tayin ve tesbitinde, gördüğü bir rüya ile büyük bir rol oynayan ve bu nedenle de "Sahibu'l-Ezân" diye meşhur olan Abdullah b. Zeyd, Akabe bîatı sırasında müslüman olmuş bir sahâbîdir. Hazrec kabilesine mensuptur. Babası Zeyd b. Abdirabbi de sahâbîdir.
Abdullah b. Zeyd, Bedir Savaşı'na katılanlardandır. Daha sonra bütün savaşlarda Peygamberimizle birlikte bulunmuştur. Mekke'nin fethinden sonra müslümanlar şehre girerken Hazrecoğulları'nın Hâris kolunun bayrağını taşımıştır.
Altmış dört yaşında iken 22/643 yılında vefat etmiştir. Halife Hz. Osman cenaze namazını kıldırmıştır. Uhud'da şehid düştüğüne dair bazı rivayetler mevcutsa da bu doğru değildir. Ziraatçılık yapan Abdullah, bütün hayvanlarını fakirlere dağıtmış ve kendisine sadece bir at bırakmış bir sahâbîdir.
Abdullah'ın asıl şöhreti, ezanı rüyasında görmesi olmuştur.
Buhârî, Abdullah b. Zeyd'den sadece ezan hadîsini nakletmektedir. Birçok hadîs kitaplarında yer alan ezan olayı şöyledir:
Hz. Peygamber, Medine'de namaz vakitlerinde ashâbı mescide nasıl davet edeceği konusunda bazı istişarelerde bulunmuştu. İstişare ettiği kişilerden kimi, namaz vakti gelince mescidin üzerine bayrak asalım; kimi, çan çalalım; kimi, boru öttürelim; kimi de tepe üzerine ateş yakalım demişti. Bu görüşlerden hepsi, bazı mahzurlarından dolayı reddedilmişti. Bayrak her taraftan görülmezdi. Çan hıristiyanların, boru yahudilerin, ateş ise mecusilerin âdeti idi.
Bu sırada Abdullah b. Zeyd gelmiş ve Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmıştı. Hz. Peygamber'e:
— Ey Allah'ın elçisi, ben bir rüya gördüm. Daha doğrusu uyku ile uyanıklık arasında idim. Yeşil kaftanlı bir şahıs geldi, kıbleye doğru yöneldi ve; "Allahu Ekber Allahu Ekber..." diyerek ezanı bitirinceye kadar okudu. Sonra bir süre durdu, tekrar eski söylediği gibi yeniden okudu. Ancak bir fazlasıyla. O da iki defa "Kad kâmeti's-salât"dedi.
Hz. Peygamber de: "Bu hak rüyadır. Bilâl'e git, rüyanda gördüğün kelimeleri ona söyle, ezanı okusun. Çünkü O'nun sesi, daha güzeldir" buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/103, 154-155; İbn Kesîr, Tefsir, 1/307)
Ezan konusunda aynı tür bir rüyayı Hz. Ömer de görmüş, ancak Abdullah, Hz. Ömer'den daha önce gelip Hz. Peygamber'e rüyasını söylemişti. Böylece ezanın tayini Abdullah'ın gördüğü rüya ile olmuştur.
ABDULLAH b. ZEYD b. ÂSIM (r.a.)
Yalancı peygamber Müseyleme'yi, başını keserek öldüren Abdullah b. Zeyd, Akabe bîatı sırasında müslüman olmuştur. Ensâr'dandır ve kendisinden pek çok hadîs rivayet edilmiştir. Annesi, meşhur Ümmü Umâre'dir. Kardeşi Habib ise Yemâme Savaşı'nda şehid düşmüştür.
Abdullah b. Zeyd'in Bedir Savaşı'nda bulunup bulunmadığı belli değildir. Uhud ve diğer savaşlara ise katılmıştır. Zeyd ailesinin en büyük kahramanlığı Yemâme Savaşı'nda olmuş, âdeta bu savaşta bir destan yazmışlardır. Başta anneleri Ümmü Umâre olmak üzere, kardeşi Habib ve kendisi, Hz. Peygamber'i korumak için büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Kardeşi Habib, Müseyleme tarafından şehid edilince, O'nun intikamını almak için yemin etmiş ve Müseyleme'yi takibe başlamıştı. Hz. Hamza'nın katili olan Vahşi b. Harb, bu defa İslâm'ın en büyük düşmanı olan Müseyleme'yi yaralamıştı. Bunu gören Abdullah hemen koşmuş ve Müseyleme'yi öldürerek İslâm'ı bir büyük belâdan kurtarmıştı. Vahşi ise, Hz. Hamza'nın karşılığında Müseyleme'yi yaralayarak bir ölçüde dengeyi sağlamıştı.
Abdullah b. Zeyd, daha sonra Medine'ye yerleşmişti. Yezid b. Muâviye'nin hilâfeti sırasında, O'na bîat etmemiş, fakat Medineliler'in Abdullah b. Hanzala'ya bîat etmeleri karşısında ise tarafsız kalmıştı. Hatta Abdullah b. Hanzala, kendisine bîat edilmesini O'ndan istemiş, O da, ne üzerine bîat edeceğini sormuştu. Abdullah b. Hanzala'dan "ölüm üzerine" cevabını alınca: "Ben Hz. Peygamber'den sonra ölüm üzerine asla hiç kimseye bîat etmem" demişti. Bununla birlikte Yezid b. Muâviye'nin gönderdiği ordu Medine'yi kuşatınca, iki oğlunu da yanına alarak savaşa katılmak zorunluluğunu hissetmişti. Tarihe Harre Savaşı diye geçen bu kuşatmada savaşırken şehid düştü (27 Zilhicce 63/27 Ağustos 683).
Abdullah b. Zeyd, Hz. Peygamber'e gönülden bağlı bir sahâbî idi. O'nun yanından ve sohbetlerinden ayrılmak istemezdi. Bu nedenle kendisinden pek çok hadîs rivayet edilmiştir. Buhârî ve Müslim başta olmak üzere, diğer muhaddisler de O'ndan hadîs rivayet etmişlerdir. O'ndan rivayet edilen hadîslerin konusu, daha ziyade abdest ve namaz ile alâkalıdır. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/305; İbn Hişâm, es-Sîre, 4/109)
Şu hadîs, O'ndan yapılan rivayete bir örnektir:
"Abdullah b. Zeyd el-Ensârî'den: O şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) abdest âzasını, ikişer kere yıkayarak abdest aldı." (Tecrid Tercemesi, 1/143)
ABDULLAH b. ZÜBEYR (r.a.)
Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Mekke halkı tarafından halife seçilen ve Hicaz bölgesinin bir süre halifeliğini yapan Abdullah b. Zübeyr, hicretten sonra Medine'de doğan ilk müslüman çocuk ünvanına da sahiptir.
Yedi yaşında iken Hz. Peygamber (s.a.)'e bîat etmiştir. Babası, Cennet'le müjdelenen Zübeyr b. Avvâm'dır. Annesi ise, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dır. Aynı zamanda Hz. Âişe'nin de yeğenidir.
Abdullah b. Zübeyr, ilimde, ibadette ve cihadda büyük bir üstünlüğe sahipti. Medine'de doğduğu zaman, müslümanlar bayram etmişti. Çünkü yahudiler; müslümanları sihirledik, artık çocukları olmayacak, diyerek, müslümanların morallerini bozmaya çalışmışlardı. Abdullah'ın doğumu, yahudileri yalanladığı gibi, müslümanları da sıkıntıdan kurtararak onlara psikolojik bir rahatlık sağlamıştı. Hendek Savaşı'nda küçük olduğu için, kadınlarla birlikte kalede kalmış ve Ömer b. Ebû Seleme'nin omuzuna çıkarak, babasının at sırtında savaşını seyretmişti.
Abdullah b. Zübeyr, küçük yaşına rağmen, babası ile birlikte Mısır ve Kuzey Afrika'nın fethine katılmış, daha sonra da Horasan'ın fethinde bulunmuştu. Hz. Osman, Kur'ân-ı Kerîm'i çoğaltmak için kurduğu komisyona üye olarak Abdullah b. Zübeyr'i de almıştı. Bu üyelik O'nun Kur'ân üzerinde bir otorite olduğunu da göstermektedir. Hz. Osman'ın şehid edilmesi sırasında O'nu savunmuş, fakat Hz. Osman, kan dökülmesini istemediğini söyleyerek silâhlı müdahaleye izin vermemiştir. Ancak halifenin şehid edilmesi kendisini çok üzmüş ve mahzun etmiştir.
Cemel Olayı'nda, Hz. Âişe'nin yanında yer alan Abdullah b. Zübeyr, Muâviye tarafından teklif edilen Yezid'in veliahtlığını ise reddetmiştir. Daha sonra halifelik makamına geçen Yezid b. Muâviye'ye bîat etmedi. Yezid'e karşı açıkça tavrını ortaya koyan Abdullah, Hz. Hüseyin ile birlikte Mekke'ye kaçtı. Bunun üzerine Yezid, Abdullah'ın babadan bir anadan ayrı kardeşi Amr b. Zübeyr komutasında bir orduyu Mekke'ye gönderdi. Fakat Abdullah, kardeşini yendi ve O'nu esir aldı. Yezid'in kendisini rahat bırakmayacağını anlayan Abdullah, Hz. Hüseyin'i, Kûfe'ye gönderdi. Ancak Hz. Hüseyin burada şehid edilince, Mekke halkı galeyana geldi ve Abdullah b. Zübeyr'e bîat etti. Buna Medine halkının da bîatı eklenince Abdullah Hicaz bölgesinin halifesi oldu (61/680).
Abdullah'ın halife olmasından iki yıl sonra Medine, Yezid b. Muâviye'nin eline geçti ve Mekke kuşatıldı. Fakat bu sırada Yezid'in ölümü üzerine kuşatma kaldırıldı. Böylece Abdullah b. Zübeyr, Hicaz bölgesinin tek hâkimi oldu. Nüfuz bölgeleri genişledi. Kendi adamlarını vilâyetlere vali olarak atamaya başladı. Bu arada harap olan Mekke'yi imar, Kâbe'yi de yeniden inşâ ettirdi.
Halifeliğinin onuncu yılında (71/690) kardeşi ve en büyük yardımcısı Mus'ab b. Zübeyr'in şehid düşmesi ve ordusunun yenilmesi, Abdullah'ın Hicaz bölgesindeki gücünü zayıflattı ve nüfuz bölgesini daralttı. Emevî hükümdarı Abdülmelik, Haccâc b. Yusuf es-Sakafî'yi Mekke üzerine gönderince, Abdullah'ın hilâfeti de sona ermiş oldu. Haccâc, Mekke'ye gelmiş ve şehri kuşatmıştı. Bu kuşatma sırasında Abdullah'ın adamları, yakın dostları, hatta oğulları kendisini terketti. Yalnız ve çaresiz kalan Abdullah b. Zübeyr, annesi Esmâ bint Ebû Bekir'e gelerek:
"Anneciğim, insanlar, hatta ailem ve çocuklarım beni terkettiler, etrafımda bir saatten fazla sabredemeyecek kadar az insan kaldı. Karşıdakiler, dünyadan istediğimi veriyorlar. Ne dersin?" diye sordu. Annesi ise: "Sen kendini daha iyi bilirsin. Eğer kendin hak üzerinde olduğunu biliyor ve ona davet ediyorsan, vazgeçme, davet et. Çünkü bütün taraftarların bu uğurda öldüler. Benî Ümeyye çocuklarının boynunla oynamalarına müsaade etme. Eğer yaptıklarınla dünyayı istediysen, ne kötü bir kulsun, kendini ve beraberindekileri helâk ettin. Taraftarların seni bırakınca zayıfladın. Eğer hak üzereysen, bu zayıflık, ne hür insanların ne de din ehlinin yapabileceği bir şey değildir. Dünyada ne kadar kalacaksın? Ölüm daha güzeldir" cevabını verdi. Bunun üzerine Abdullah, annesine:
"Anacığım; Suriyeliler beni öldürürlerse, cesedime hakaret edeceklerinden ve beni çarmıha gereceklerinden korkuyorum" dedi. Annesi: "Evlâdım, ölmüş koyun derisi yüzülünce acı duymaz. Bildiğin doğru yol üzerine yürü. Allah'tan yardım iste" dedi ve alnından öptü. Abdullah: "Benim görüşüm de böyle. Bugüne kadar O'nun uğrunda çalıştım. Dünyaya meyletmedim. Dünyada yaşamayı da istemedim. Beni isyana sevkeden şey, Allah için gazabtan ve haramların helâl kılınmasından başka bir şey değildir. Ben de seninle aynı düşüncedeyim. Ancak görüşünü almak istedim. Sen de bana kuvvet verdin. Bak anacığım, ben bugün öldürüleceğim, sakın üzülme. İşi Allah'a teslim et. Çünkü oğlun, bir münkire yardım etmedi ve bir kötülük istemedi. Allah'ın hükmünde zulmetmedi. Emniyet altındaki kimseye ihanette bulunmadı. Bir müslümana zulmedilmesine göz yummadı. Âmirle-rimin bana ulaşan zulümlerine rıza göstermedim. Allah'ın rızasına başka bir şeyi üstün tutmadım. Rabbim, bunları kendimi temize çıkartmak için söylemiyorum, sadece anneme taziye için, onu teselli için söylüyorum" dedi. Bu defa annesi: "Taziyenin güzel olmasını dilerim. Benden önce ölürsen kadere rıza gösteririm. Kazanırsan zaferine sevinirim. Çık bakalım iş neye varacak?" dedi. Abdullah da:
"Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Benim için duayı eksik etme" dedi. Annesi de: "Sana ebediyyen dua edeceğim" dedi.
Abdullah b. Zübeyr için, teslim olmak veya dövüşerek ölmekten başka bir şey kalmamıştı. O sırada Abdullah 72 yaşındaydı. Buna rağmen elinde kılıç ve yanında kendisine bağlı birkaç sadık adamıyla şehri terkederek hücuma geçti. Yaşından beklenmeyen bir cesaret ve çeviklikle mücadele ederek, nihayet 1 Ekim 73/692'de şehid oldu. Haccâc O'nun başını keserek Suriye'ye gönderdi. Cesedi de bir süre darağacında kaldı. İslâm tarihinin dikkat çekici simalarından birisi olan Abdullah b. Zübeyr, dokuz yıl Mekke'de halife olarak tanındı.Cesur, dindar ve daha pek çok meziyetlere sahipti.
O, geceleri namaz kılar, gündüzleri de oruç tutardı. Bu nedenle O'na "mescid güvercini" lâkabı takılmıştı. Ömer b. Kays, O'nun hakkında "Abdullah'ın dünya işleriyle uğraşmasına bakınca; bu, bir an bile olsun Allah'a ibadet etmeyen bir insan, derdim. Ahiretle uğraşmasına bakınca; bu, bir an bile olsa dünyaya metelik vermeyen bir adamdır, derdim" demiştir. O hac ile ilgili hususlardan birçoğunu bize nakleden bir sahâbî idi. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 3/353; Tecrid Tercemesi, 6/48-56)
ABDULLAH b. ZÜBEYR b. ABDÜLMUTTALİB (r.a.)
Abdullah b. Zübeyr, Hz. Peygamber'in amcasının oğludur. Annesi, Mekke'nin fethinde müslüman olan Âtike bint Ebû Vehb'dir.
Abdullah b. Zübeyr, biniciliği ve kahramanlığı ile tanınmaktadır. Ne zaman müslüman olduğu hakkında bir bilgi mevcut değildir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde otuz yaşları civarında bir sahâbî idi. Huneyn Savaşı'na katılmış ve bu savaşta Hz. Peygamber ile birlikte sebat edip direnen kişiler arasında yer almıştır.
Abdullah b. Zübeyr, Amr b. Âs komutasında cereyan eden Ecnâdeyn Savaşı'nda büyük yararlılıklar göstermiş, savaş öncesindeki ilk karşılaşmada iki Rumu öldürmüş, daha sonra da kendisi şehid düşmüştür (13/634).
ABDULLAH ZÜ'L-BİCÂDEYN (r.a.)
Nesebi hakkında yeterli bir bilgiye sahip olamadığımız Abdullah'ın asıl ismi Abdüluzzâ idi. Hz. Peygamber bu ismi değiştirmiş ve Abdullah yapmıştı. İki elbise sahibi demek olan "Zü'l-Bicâdeyn" lâka-bını da yine Resûlullah vermişti. Bunun sebebi de şudur:
Abdullah müslüman olunca, kavminin hücumuna uğramış ve bu hücumda elbisesi yırtılmıştı. Sonra bunu çıkartarak üzerine sert bir elbise giydirmişlerdi. O da bu elbise ile yola çıkarak Hz. Peygamber'e gelmişti. Yolda gelirken bu elbise de yırtılmış ve ikiye ayrılmıştı. Bunun üzerine Abdullah, bu elbisenin bir parçasını üzerine diğer parçasını da alt tarafına sarmıştı. Bu vaziyette Hz. Peygamber'in huzuruna çıkan Abdullah'a Resûlullah, bu lâkabı takmıştı.
Abdullah devamlı Hz. Peygamber'in yanında bulunmuş, günlerini dua ve ibadetle geçirmiştir. Tebük Savaşı sırasında vefat eden Abdullah, yıkanıp kefenlenmiş ve tabutu halkın omuzunda taşınmıştır. O taşınırken Resûlullah: "O'nun naşını güzelce taşıyın. Allah da O'na hoş muamele etsin. Çünkü O, Allah ve Resûlünü seviyordu" buyurmuştur. Mezarı kazılırken de: "Mezarını genişçe kazın ki, Allah O'na bol bol rahmet etsin" demişti. Sahâbe'den biri: "Ya Resûlallah, onun ölümüne çok üzüldün" dedi. Resûlullah da: "Evet, çünkü O, Allah ve Resûlünü seviyordu" buyurdu.
Abdullah b. Mes'ûd, bunun üzerine: "Ben O'ndan onbeş yıl önce müslüman oldum. Allah'a yemin ederim ki, O'nun yerinde olmayı arzu ederdim" demişti.
Edra'nın naklettiğine göre: Bir gece Edra, nöbet tutmak için Resûlullah'ın evine gelmiş ve bir adamın yüksek sesle Kur'ân okuduğunu işitmişti. Resûlullah bunu duymuş ve dışarı çıkmıştı. Edra, O'na: "Ya Resûlallah, gösterişi seven biri herhalde" demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber: "Hayır, bu Abdullah Zü'l-Bicâdeyn'dir" demişti.
ABDURRAHMAN b. AVF (r.a.)
Abdurrahman b. Avf'ın soyu: Abdurrahman b. Avf b. Abdiavf b. Ubeyd b. Hâris b. Zühre el-Kureşî ez-Zührî. Künyesi Ebû Muhammed'dir.
Bu sahâbînin adı müslüman olmadan önce Abdi Amr veya Abdü'l-Ka'be idi. Müslüman olunca Resûlullah (s.a.) O'nun adını Abdurrahman olarak değiştirdi. İbn Avf'ın annesi Şifâ bint Avf b. Abdülhâris b. Zühre'dir. Fil Vakası'ndan on yıl sonra dünyaya gelmiştir.
Abdurrahman b. Avf İslâm'a ilk girenlerdendi. O, Resûlullah (s.a.) henüz Dârü'l-Erkam'a gitmeden İslâm'a girmiştir. İslâm'ı kabul etmesinde Hz. Ebû Bekir'in büyük payı olmuştur. İbn Avf ile aynı tarihte Osman b. Maz'ûn, Ubeyde b. Hâris, Ebû Seleme b. Abdülesed ve Ebû Ubeyde b. Cerrah da müslüman olmuşlardır.
Abdurrahman b. Avf da müslüman olunca diğer ilk müslümanlar (sâbikûn-i evvelîn) gibi müşriklerin ağır hakaret ve işkencelerine maruz kalmıştır. Bu yüzden O, Habeşistan'a hicret eden müslümanlar içinde yar aldı. İbn Avf, daha sonra diğer müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etti. Resûlullah (s.a.), Abdurrahman b. Avf'ı Medine'de, Ensâr'dan Sa'd b. Rebî' ile kardeş ilân etti.
Sa'd b. Rebî' zengin birisiydi. Aynı zamanda kavmi içinde çok büyük ağırlığı vardı. Bu sahâbî müslüman olduktan sonra herşeyini İslâm için vermeye hazır bir durumdaydı. Resûlullah'ın kendisi ile kardeş ilân ettiği Abdurrahman b. Avf'a malının yarısını verdi. Hatta daha da ileri giderek iki hanımından birisini boşayarak onunla evlenmesini istedi. Ancak İbn Avf, O'nun bu isteğini kabul etmedi.
İbn Avf çok çalışkan ve kabiliyetli birisiydi. Ticaret yaparak kısa zaman içerisinde bir miktar para biriktirdi ve kendi biriktirdiği para ile Ensâr'dan bir kadınla evlendi. Resûlullah (s.a.) hicretin 7. yılında Hayber fethedildikten sonra bu güzide sahâbîye oradan bir miktar arazi verdi. O, burasını ekip biçerek kendisine bir hayli gelir temin etti.
Abdurahman b. Avf, Resûlullah'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. O, özellikle Bedir Savaşı'nda çok büyük yararlılık göstermiştir.
İbn Avf, Bedir Savaşı ile alâkalı birtakım menkıbeler anlatmıştır. Bunlardan birisi şöyledir:
"Bedir'de safta duruyordum. Bir ara sağıma soluma baktım. Ensâr'dan iki delikanlı gördüm. Bunlar henüz gençtiler. Bunlardan biri beni eliyle dürttü ve: Amca, Ebû Cehil'i tanır mısın? dedi. Ben de: Evet, dedim; ondan ne istiyorsun? diye sordum. Onun Hz. Peygamber'e sövdüğünü haber aldım, Allah'a yemin olsun ki, onu görürsem tepelemeden geri dönmem, cevabını verdi. Bunu müteâkip öteki genç bana yaklaştı, beni dürttü ve aynı soruyu sordu, hayret ettim.
Bu sırada Ebû Cehil'i gördüm, adamları arasında dolaşıyordu. Hemen çocuklara döndüm: Aradığınız adam işte, dedim. İkisi birden onun üzerine atıldılar. Ebû Cehil, onları karşıladı. İki genç vura vura onu öldürdüler. Sonra Resûlullah (s.a.)'a gittiler. O'na hâdiseyi anlattılar. Hz. Peygamber onlara: "Onu hanginiz öldürdünüz?" diye sordu. İkisi de: Ben öldürdüm, diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.) onlara: "Kılıçlarınızı sildiniz mi?" diye sordu. Hayır, dediler. Hz. Peygamber bunların kılıçlarını inceledikten sonra onlara: "Hakikaten ikiniz birden onu öldürmüşsünüz" dedi. Sonra Ebû Cehl'in üzerindekileri Muâz b. Amr b. Cemûh'a verdi. Bu iki delikanlı Muâz b. Amr ile Muâz b. Afrâ idiler." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/192-193)
Hz. Abdurrahman b. Avf, Uhud Savaşı'nda da çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. O, hayatı pahasına bu savaşta müşriklerle savaşmış ve tam 21 yerinden yaralanmış, hatta bu yüzden topal kalmıştı. İbn Avf katıldığı diğer savaşlarda da daima Allah Resûlünün yanında bulunmuş ve düşmanla kahramanca dövüşmüştür.
Abdurrahman b. Avf, çalışarak zengin olan birisiydi. O, elde ettiği malının büyük bir kısmını Allah yolunda harcamıştır. Diğer bir ifâde ile bu kahraman sahâbî, canının yanında malını da Allah yoluna adamıştır.
İbn Avf, Hendek Savaşı'nda çok büyük maddî yardımda bulunmuştu. O'nun Allah yolunda bu savaşta para sarfetmesi Hz. Ömer'i bile şaşırtmıştı. Hz. Ömer, İbn Avf'ın malının tamamını Hendek Savaşı için vakfettiğini zannederek O'nu Resûlullah'a (s.a.) şikâyet etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber İbn Avf'ı çağırarak: "Sen aile efradına bir şey bıraktın mı?" diye sordu. O: "Evet, yardım olarak getirdiklerimden daha çok ve daha güzel şeyler bıraktım" cevabını verdi. Resûlullah: "Ne bıraktın?" deyince: "Allah'ın ve Resûlünün vaad ettikleri rızık ve hayırları bıraktım" diye cevap verdi.
Resûlullah (s.a.), Abdurrahman b. Avf'ı hicretin 6. yılında Dûmetü'l-Cendel'e gönderdiği seriyyenin başına komutan tayin etti. O, Dûmetü'l-Cendel'e geldiğinde üç gün sürekli olarak buradaki halkı İslâm'a davet etti. Üçüncü gün bunların reisleri İslâm'ı kabul ettiğini belirtti. Hz. Abdurrahman b. Avf, bu durumu Resûlullah'a bildirdi. Hz. Peygamber (s.a.) yazdığı cevâbî mektupta İbn Avf'a Dûmetü'l-Cendel'in reisinin kızı ile evlenmesini tavsiye etti. Abdurrahman, reisin Tümadır adlı kızı ile evlendi ve bu evlilikten Ebû Seleme isminde bir çocukları oldu.
Abdurrahman b. Avf, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra ilk dört halife zamanında devlet idaresinde çok aktif rol oynamıştır. O, Hz. Ebû Bekir zamanında bu halifeye müşâvirlik yapmıştır. Hz. Ebû Bekir, gerek iç karışıklıklarda gerekse diğer devlet işlerinde daima O'nun görüşüne mürâcaat etmiştir. Hz. Ebû Bekir vefat ederken de kendisinden sonra hilâfet makamına kimin geçeceğini tesbit için yaptığı görüşmelerde ilk görüşüne başvurduğu kişi İbn Avf olmuştur.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer hakkında görüşlerini sorunca İbn Avf: "Ömer senin düşündüklerinden daha iyidir. Ancak biraz serttir" demiştir. Hz. Ebû Bekir de O'nun bu sözlerine karşılık: "Ömer'in sertliği benim yumuşaklığımdan ileri geliyor. O, hilâfet makamını deruhte ederse sertliğini terkeder. Ben dikkat ettim, birisine kızdığımda, Ömer O'na yumuşak davranıyor. Ben yumuşaklık gösterince, O şiddet gösteriyor" demiştir.
Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Ömer döneminde de daima bu halifenin çevresinde bulunmuştur. Bilindiği üzere Hz. Ömer, devlet işlerini görüşmek üzere ashâb içinden bir istişâre heyeti teşkil etmişti. İbn Avf, bu heyetin en değerli üyelerinden birisiydi. Hz. Ömer'in meydana getirdiği bu istişâre heyeti o dönemde çok önemli görevler yapmıştı.
Hicretin 23. yılında Firuz isminde İranlı bir genç, sabah namazını kıldırırken halife Hz. Ömer'i ağır yaralamıştı. Halife, aldığı bu yara yüzünden namazı devam ettiremedi. Bu sırada arkada cemaat içinde olan Abdurrahman b. Avf öne geçerek sabah namazını kıldırdı. Daha sonra orada bulunan müslümanlar, halifenin tedavisi için seferber oldular. Ancak Hz. Ömer'in yarası ağır olduğundan müslümanlar bu büyük halifenin düzelemeyeceğini anladılar ve bu yüzden O'ndan kendisinden sonra hilâfet makamına geçecek kişiyi belirlemesini istediler. Hz. Ömer, kimin halife olacağını tesbit etmedi. O, kendinden sonra halife olabilecek altı kişiyi tesbit etti. İşte bu altı kişiden birisi Abdurrahman b. Avf idi. Diğer beş kişi ise: Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr idi. Bu altı kişi toplanarak kendi aralarından birisini halife seçecekti.
Hz. Ömer vefat edince bu altı kişi bir araya geldi. Hz. Abdurrahman işte bu esnada yani üçüncü halifenin seçiminde çok aktif bir görev yapmıştır. Bu güzide sahâbî, toplantıda; içimizden üçü diğer üçü lehine feragat etsin, dedi. Bunun üzerine Zübeyr, Hz. Ali lehine; Talha, Hz. Osman; Sa'd b. Ebî Vakkâs da Abdurrahman b. Avf lehine halife adaylığından çekildi. Böylece altı halife adayı üçe inmiş oldu. İbn Avf, kendi isteği ile halife adaylığından feragat ettiğini açıkladı. Geriye sadece Hz. Osman ile Hz. Ali kaldı. Abdurrahman b. Avf, bu iki kişiden her birine diğeri lehine feragatta bulunması için telkinde bulundu ise de onlar buna yanaşmadılar.
Daha sonra İbn Avf, bu iki kişiden birisini halife seçmek için hakemlik görevini üstlendi. O, üç gün sürekli Ensâr ve Muhâcirlerden ileri gelenler ile bu konuyu istişâre etti. Neticede çoğunun görüşünün Hz. Osman üzerinde yoğunlaştığını tesbit etti. Daha sonra Hz. Osman'a gelerek: "Kur'ân-ı Kerim ve sünnet ile Resûlullah'ı (s.a.) takib eden iki halifenin (Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer) sünneti üzere sana bîat ediyorum" dedi. Hz. Abdurrahman bu şekilde Hz. Osman'a bîat edince, diğer müslümanlar da gelerek O'na bîat ettiler. Anlatılanlar gösteriyor ki, bu büyük insan, 3. halife Hz. Osman'ın seçilmesinde ümmetin birliğini muhafaza etmede çok büyük görev yapmıştır.
Abdurrahman b. Avf ticaret kurallarını çok iyi bilen birisiydi. O, bu yüzden Medine'de kısa bir süre içerisinde çok zengin oldu. O: "Taşa elimi atsam, altında ya altına veya gümüşe rastladığımı görüyorum" dedi.
İbn Avf zengin olduğu kadar yukarıda da belirttiğimiz gibi cömert birisiydi. O'nun en çok korktuğu kötü hasletlerin başında cimrilik geliyordu. İbn Avf Kâbe'yi tavaf ederken daima: "Allah'ım; nefsimin cimriliğinden beni koru" diye duâ ederdi. O'nun en büyük arzusu malı hayır yollardan kazanmak ve kazandıklarının büyük bir kısmını Allah yolunda harcamaktı. Tebük seferinde servetinin yarısını orduya bağışlamıştı.
İbn Avf ölüm döşeğinde iken ağlamaya başlamış, kendisine: Niçin ağlıyorsun? diye sorulduğunda: "Mus'ab b. Umeyr, benden daha hayırlıydı. Resûlullah (s.a.) devrinde vefat ettiğinde içine sarılacak bir kefeni dahi bulunamamıştı" demiştir. Bir başka zaman da: "Servetimin çokluğunun beni arkadaşlarımdan alıkoymasından korkuyorum" demiştir.
Bu cömert sahâbî, bir defasında Mısır'dan gelen yüz develik ticaret kervanını, Medine'deki fakirlere bağışlamıştır. Bir başka zaman da Şam'dan gelen buğday, un ve diğer yiyecek maddeleri yüklü 700 develik ticaret kervanının (develer de dâhil) hepsini Allah rızası için Medine'de bulunan fakirlere dağıtmıştır.
Hz. Abdurrahman b. Avf, savaş meydanlarında cesur, idârî konularda mâhir, cömertlikte zirvede olduğu gibi ilimde de çok başarılıydı. Çünkü O, uzun süre Resûlullah (s.a.) ile birlikte kalmış; Kur'ân-ı Kerîm'in ahkâmını bizzat O'ndan öğrenmiş ve birçok olaylara bizzat şâhit olmuştu. Bir başka ifade ile bu güzide sahâbî, İslâm'ın iki ana kaynağı olan Kitab ve Sünnet alanında çok bilgiliydi. Bu durumu bilen sahâbe ve tâbiûndan birçoğu Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonra takıldıkları ve öğrenmek istedikleri bazı konularda İbn Avf'a giderek O'ndan bilgi almışlardır.
İbn Avf, 65 hadîs rivayet etmiştir. O, Resûlullah'tan bizzat aldığı hadîsler dışında Hz. Ömer vasıtası ile de hadîs nakletmiştir. Kendisinden de çocukları İbrahim, Humeyd ve Ömer başta olmak üzere çok sayıda kişi hadîs nakletmişlerdir.
Abdurrahman b. Avf, Resûlullah'ı çok sever ve O'na hizmet etmekten hoşlanırdı. Abdurrahman b. Avf kendisi anlatıyor: "Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.) hurma bahçesine doğru çıktılar. Ben de peşinden izledim. Nihayet Allah Resûlü hurmalığa girdi ve kıbleye döndükten sonra secdeye kapandı. Secdeyi o kadar uzattı ki, Allah, O'nun ruhunu aldı diye korktum. Nihayet başını kaldırdı. Bana: Sen kimsin? dedi. Ben de: Ben Abdurrahman b. Avf'ım, dedim. Hz. Peygamber: Sana ne oluyor? dedi. Ben de daha önce düşündüklerimi söyledim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Bana Cibrîl geldi ve şunları müjdeledi: Kim sana salavât-ı şerife getirirse Allah'ın mağfiretine nâil olur, dedi. Ben de bu müjdeye karşı şükür secdesine kapandım, buyurdu." (İbn Hanbel, Müsned, 1/191)
Abdurrahman b. Avf, Resûlullah (s.a.) ile geçirdiği günler aklına geldiğinde ağlar ve O'nun sohbetinden mahrum kaldığına çok müteessir olurdu. İbn Avf, Resûlullah'sız bir dünyanın hiçbir kıymeti olmadığını söylerdi.
Hz. Abdurrahman b. Avf, ibadetlerini son derece ihlâsla yapmak için gereken özeni gösterirdi. Namazların arkasından ve özellikle öğle namazından sonra nâfile namazı kılardı. Günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. Hz. Ömer, halife seçildiği yıl hac emirliği görevini O'na vermişti.
Resûlullah'a (s.a.) her türlü maddî ve manevî desteği sağlayan ve herşeyini İslâm için harcayan bu kahraman ve ihlâslı sahâbî, elbetteki öbür dünyada bunların karşılığını görecekti. İşte bu yüzden O'nu, Allah Resûulü bu dünyada iken Cennet'le müjdeledi. Bir başka ifade ile İbn Avf dünyada iken Cennet'le müjdelenen Aşere-i Mübeşşere (Cennet'le müjdelenen on kişi) içinde yer aldı.
Hz. Abdurrahman b. Avf, güzel yüzlü, ince derili, uzun boylu, kırmızıya çalar beyaz tenli, iri gözlü ve uzun kirpikli birisiydi. Saçları uzadığı zaman kulaklarının yumuşağını aşar ve omuzlarına dökülürdü. İhtiyarladığında saçları beyazlamıştı. Başına siyah sarık sarardı.
Abdurrahman b. Avf, birden çok kadınla evlenmiştir. O'nun evliliklerinden 20'nin üzerinde çocuğu olmuştur.
Hz. Abdurrahman b. Avf, hicretin 31. yılında Hz. Osman döneminde vefat etmiştir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı ve Medine'de Bakî' mezarlığına defnedildi.
ABDURRAHMAN b. EBÛ BEKİR (r.a.)
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in oğludur. Bedir ve Uhud savaşlarında müşriklerin safında müslümanlarla savaştı. Bedir'de müslümanlara kılıç sallarken karşısında babası Hz. Ebû Bekir'i buldu. Hz. Ebû Bekir burada kendisine: "Ey habis ruhlu, servetimi ne yaptın?" diye sordu. O da: "Çok koşan at ve beyaz saçlı dalâlettekileri öldüren keskin kılıçtan başka bir şey kalmadı" diyerek cevap verdi. Hz. Ebû Bekir'in oğluyla savaşmasına Hz. Peygamber izin vermedi.
Mekke fethinden önce müslüman olan bu sahâbînin asıl adı "Abdü'l-Kâbe" iken Hz. Peygamber tarafından Abdurrahman olarak değiştirildi. Hayber Savaşı ile daha sonra yapılan savaşlara katıldı. Veda haccında Resûlullah tarafından Hz. Âişe'ye umre yaptırmakla görevlendirildi. Hz. Peygamber'in yanından hiç ayrılmayarak hizmetinde bulundu.
Bahadır ve kahramanlığı ile tanınan Hz. Abdurrahman, ok atmadaki mahareti ile de tanınmaktadır. Hudeybiye Barışı'ndan sonra meydana gelen gazâlara katıldı ve büyük yararlılıklar gösterdi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde meydana gelen irtidâd (dinden dönme) olaylarında kahramanlıklar gösterdi. Yemâme Savaşı'nda düşman saflarını yarıp, komutanları Muhkem b. Tufeyl'i yaralıyarak bu savaşın müslümanlar lehine sonuçlanmasını sağladı. Hz. Ömer zamanında Suriye taraflarına düzenlenen fetihlere katıldı. Cemel olayında Hz. Âişe'nin yanında yer aldı ve Hz. Ali'yi destekleyen Mısır vâlisi kardeşi Muhammed'in üzerine yürüdü. Hz. Muâviye'nin, oğlu Yezid'i veliaht tayin etmesine, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer'le birlikte karşı çıktı ve bîat etmedi. Muâviye tarafından bîat etmesine karşılık gönderilen on bin dirheme iltifat etmedi ve: "Vallahi biz dinimizi satarak dünyamızı kazanmayız" diye cevap verdi.
Bu olaydan sonra Medine'den ayrılıp Mekke'ye 6 mil uzaklıkta bulunan Hubşi bölgesine geldi ve burada yalnız yaşamayı tercih etti. Hicretin 53. yılında burada vefat etti. Cenazesi Mekke'ye getirilip orada defnedildi. Hz. Âişe (r.a.), kardeşi Abdurrahman'ın vefatına son derece üzüldü. Hac niyetiyle Medine'den çıkıp Mekke'ye gelirken biraderinin kabrini ziyaret edip vefatı esnasında O'nun başı ucunda bulunmadığından dolayı daima hüzünlendiğini söylerdi.
Hz. Abdurrahman'dan sekiz hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan Taberânî'nin rivayet ettiği hadîs-i şerif şudur:
Abdurrahman b. Ebû Bekir anlatıyor: Bir gün Resûlullah'a uğramak üzere yanına gitmiştim. Kendisine vahiy geliyordu. Vahiy hâli sona erince Hz. Âişe'den hırkasını isteyerek mescide gitti. O sırada mescidde birkaç kişi vardı. Hz. Peygamber gidip yanlarına oturdu ve onlarla biraz konuştuktan sonra Secde sûresini okumaya başladı. Daha sonra secdeye kapandı. Secdede o kadar kaldı ki, iki mil uzaklıkta bulunan kimse bu süre içinde Medine'ye gelebilirdi. Halk Peygamber'in bu hâlini işitince mescide doldu. Hz. Âişe yakınlarına: "Bugün Resûlullah'ta, daha önce hiç şâhid olmadığım bir hal meydana geldi, acele ediniz" diyerek haber yolladı. Bu sırada Hz. Peygamber, başını secdeden kaldırdı. Hz. Ebû Bekir: "Ya Resûlallah, secdeyi çok uzattın" dedi. Resûlullah (s.a.): "Rabbim, ümmetim hakkında bana büyük lütufta bulundu. Bunun için şükretmek üzere O'na secde ettim. Rabbim; ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e gireceklerdir, diye vaadde bulundu" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Ya Resûlallah, ümmetinden iyi olan ve bu mükâfatı hak edenler çoktur. Allah'tan daha çok kimselerin sorgusuz olarak Cennet'e girmelerini isteseydin" dedi. Orada bulunan Hz. Ömer de: "Annem babam sana feda olsun. Ya Resûlallah, ne kadar faziletli bir insansın ki, kendinden çok ümmetini düşünüyorsun" dedi.
ABDURRAHMAN b. EZHER (r.a.)
Ebû Cübeyr lâkabıyla da tanınan bu sahâbî, Abdurrahman b. Avf'ın kardeşi olarak bilinmektedir. Huneyn Savaşı'na katılmıştır.
Buhârî, Abdurrahman b. Ezher'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdurrahman b. Ezher anlatıyor: "Huneyn Savaşı'nda Hâlid b. Velid süvariler ile birlikte iken, ben Resûlullah'ı gördüm ve yanına koştum. Bu sırada ben ergenlik çağına erişmiş idim." İbn Sa'd, Abdurrahman b. Ezher'in, Abdullah b. Abbas'la aynı yaşta olduğunu zikretmektedir.
Kendisinden, oğlu Abdülhamid, Ebû Seleme ve Abdullah hadîs rivayet etmişlerdir. Abdullah b. Zübeyr devrinde çıkan fitneye kadar yaşamıştır.
Buhârî ve Müslim, İbn Abbas'ın kölesi Küreyb'den, içinde Abdurrahman b. Ezher'in de bulunduğu ve mezhep imamlarınca delil olarak kullanılan şu haberi nakletmektedir. Küreyb anlatıyor:
"Bir ara, İbn Abbas, Misver b. Mahreme ve Abdurrahman b. Ezher, beni Âişe'ye (r.a.) gönderip demişlerdi ki: "Hepimizden Hz. Âişe'ye selâm söyle ve ikindinin farzından sonraki iki rekât namazdan ashâbı menettiklerini duyduğumuzu söyle" dediler. Hz. Küreyb diyor ki: "Hz. Âişe'nin huzuruna girdim. Beni gönderen zevâtın benimle gönderdikleri haberi kendisine tebliğ ettim. Hz. Âişe cevaben: "Sen bu meseleyi Ümmü Seleme'ye sor" dedi. Ben de huzurundan çıkıp bu üç zâta Hz. Âişe'nin cevabını söyledim. Bunlar Hz. Âişe'ye gönderdikleri gibi bu defa da beni Ümmü Seleme'ye gönderdiler.
Ümmü Seleme (r.a.) dedi ki: Nebî (s.a.)'nin gerçekten ikindiden sonraki bu namazdan menettiğini işittim. Daha sonra da Resûlullah'ın ikindi namazını kıldığı sırada iki rekât namaz kıldığını gördüm. Şöyle ki: Resûlullah benim odama gelmişti. Fakat o sırada yanımda Ensâr'dan ve Benî Harâm'dan birtakım kadın misafirler bulunuyordu. Resûl-i Ekrem namaz kılmaya başladı. O'nun ayrıca iki rekât namaz kıldığını görünce kendilerine bir hizmetçi gönderdim. Ve dedim ki: "Resûlullah'ın yanında dur. Ya Resûlallah, Ümmü Seleme şu iki rekât namazdan menettiğinizi işittiğini, halbuki şimdi kıldığınızı görüyorum diye soruyor, de. Eğer Resûlullah namazda bulunduğuna eliyle işaret ederse, huzurundan geri çekil."
Hizmetçi bu emri yerine getirdi, gerçekten Resûl-i Ekrem eli ile işaret etmekle hizmetçi geri çekildi. Namazı bitirdikten sonra, Hz. Peygamber Ümmü Seleme'ye: "Ey Ebû Ümeyye kızı, ikindi namazından sonra kıldığım iki rekât namazı sormuştun. Bunun sebebi şudur: Bana Abdülkays kabilesinden birtakım kimseler müslüman olmak için gelmişlerdi. Onlar şu öğle namazından sonraki iki rekâttan beni meşgul edip alıkoymuşlardı. Bu kıldığım iki rekât namaz, öğlenin iki rekât son sünnetidir" buyurdu.
ABDURRAHMAN b. el-HUZÂÎ (r.a.)
el-Huzâî lâkabıyla meşhur olan bu sahâbî Kûfelidir. Huzâa kabilesinin âzadlısıdır.
Ne zaman ve nerede müslüman olduğu bilinmemektedir. Kaynaklar onun Resûlullah (s.a.) ile birlikte namaz kıldığını yazmaktadırlar. Ayrıca Hz. Peygamber'in Abdurrahman b. el-Huzâî'yi Horasan'a görevlendirdiği de nakledilmektedir.
Hz. Abdurrahman b. el-Huzâî, Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali ile birlikte bulunduğunu, Rıdvan Bîatı'na şâhid olan sekizyüz sahâbîden altıyüzünün burada öldürüldüğünü söylemektedir.
Mekke'ye vergi memuru olarak da görevlendirilen Hz. Abdurrahman, Allah'ın Kitabı'nı anlayan ve ferâizi iyi bilen biri olarak biliniyor. Meşhur hadîsçi Ebû Ya'lâ, O'nu: "Allah'ın Kitabı'nı en iyi okuyan, Allah'ın dinini en iyi bilen biri" olarak tanıtmaktadır.
Hz. Abdurrahman b. el-Huzâî, Kûfe'ye yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Kendisinden oğlu Saîd ile Abdullah hadîs rivayet etmişlerdir.
ABDURRAHMAN b. KÂ'B el-ENSÂRÎ (r.a.)
Benî Mâzin kabilesine mensup olan bu sahâbî, el-Mâzinî diye de meşhurdur. Ne zaman doğduğu belli değildir. Sahâbeden Abdullah b. Kâ'b'ın kardeşidir.
Hz. Abdurrahman, Uhud, Hendek ve diğer savaşlara katıldı. Hicretin 3. yılı Rebiülevvel ayında yapılan Benî Nadîr Gazvesi'nde Resûlullah (s.a.) tarafından Abdullah b. Selâm ile birlikte Benî Nadîr yahudilerine ait hurmalıkları kesmekle görevlendirildi.
Hz. Ömer devrinin sonlarına doğru vefat eden Hz. Abdurrahman b. Kâ'b, Medine yakınında hicretten önce kılınan ilk cuma namazı ile ilgili olarak şu haberi rivayet etmektedir:
Babamın gözleri bozulduğu zaman elinden tutup O'nu gezdiriyordum. Cuma namazına götürdüğümde ezan sesini işitince, Ebû Ümâme Es'ad b. Zürâre'ye mağfiret diledi. Ben: "Baba, sen niçin ezan sesini işitince, Es'ad b. Zürâre'ye mağfiret diliyor ve O'na dua ediyorsun?" dedim. O da: "Oğlum, Resûlullah (s.a.) Medine'ye hicretten önce Benî Beyâda dağının eteğindeki Nakîu'l-Hadamât mevkiinde (Medine civarında bir yer) bize ilk cuma namazını kıldıran Es'ad b. Zürâre'dir" dedi. Ona: "O gün kaç kişi idiniz?" diye sordum. "Kırk kişi idik" cevabını verdi.
ABDURRAHMAN b. MUÂZ (r.a.)
Talha b. Abdullah'ın amcasının oğlu olan bu sahâbînin ne zaman ve nerede doğduğu kesin olarak bilinmemektedir.
İbn Sa'd, Abdurrahman b. Muâz'ı, Mekke fethinde müslüman olanlar arasında zikretmektedir.
Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud ve Nesâî, Abdurrahman b. Muâz'dan şu hadîsi nakletmişlerdir:
Abdurrahman b. Muâz (r.a.) anlatıyor: "Biz Mina'da iken Resûlullah (s.a.) bize bir konuşma yaptı. O'nu dinlerken, kulaklarımız öyle açıldı ki, herkes bulunduğu yerde O'nun sesini duyabiliyordu. Cemrelere varıncaya kadar halka haccetme ve kurban kesmedeki görevlerini öğretiyordu. Oraya varınca baş ve şehâdet parmaklarıyla işaret ederek:
"— Küçük çakılları atınız" dedi.
Ondan sonra da Muhâcirlerin, mescidin önüne, Ensâr'ın ise mescidin arkasına konaklamalarını, bundan sonra da diğer insanların yerleşmesini emretti."
ABDURRAHMAN b. REBÎA el-BÂHİLÎ (r.a.)
Bu sahâbî, İslâmiyet'i ileri dönemlerde kabul etmiş olup Hz. Peygamber dönemindeki savaşlara katılamamıştır. Bu yüzden ashâb arasında adı pek tanınmamış ve kendisinden hadîs rivayet edilmemiştir. Fakat Hz. Ömer devrinden itibaren adı çok duyulmuştur.
Hz. Ömer O'nu, Sa'd b. Ebî Vakkâs kumandasında İran'a gönderdiği orduya kadı tayin etmiş ve savaş sonunda elde edilecek ganimetlerin muhafazası ve taksimiyle görevlendirmişti (14/635). Bâhilî, Kâdisiye Savaşı sırasında bir birliğe komutanlık etmiş ve ileri gelen düşman komutanlarından birisini öldürmüştür.
Hz. Ömer, Sürâka b. Amr'ı Hazar Denizi kıyısında bir liman şehri olan Derbend'in fethiyle görevlendirdiğinde Bâhilî, öncü birliklerin komutanlığını yaptı. Sürâka'nın vefatından sonra vali ve başkomutan tayin edilerek Hazar Türkleriyle savaşa memur edildi (22/642).
Daha sonra Hz. Osman devrinde de bu göreve devam eden bu sahâbî, Belencer çevresinde birçok savaşlar ve fetihler yaptı. Hz. Osman'ın halifeliğinin 8. yılında Hazarlar ile yaptığı bir savaşta şehid düştü. Hz. Ömer devrinde Kûfe kadılığı yapmış olan kardeşi Selmân b. Rebîa, O'nun şehid olmasına rağmen savaşa devam etmiş ve Derbend'i fethe muvaffak olmuştur.
Cesareti ve kahramanlığı sebebiyle Hz. Abdurrahman Bâhilî, Türklerin büyük sevgisine mazhar olmuştur. Velîliğine inanan Türkler, O'nun kabrini özenle korumuşlar, kuraklık yıllarında ve sıkıntılı zamanlarında manevî gücünden yardım istemişlerdir.
ABDURRAHMAN b. SAFVÂN (r.a.)
Kureyş kabilesine mensup bir sahâbîdir. Mekke'de müslüman oldu. Medine'ye hicret eden sahâbîlerden olma şerefini kazandı. Hz. Abbas'ın yakın dostu ve arkadaşı idi.
Hz. Abdurrahman, Mekke fethinde babasının elinden tutup Hz. Peygamber'in huzuruna getirerek: "Ya Resûlallah, hicretten babamın da hissedâr olmasını, hicretin mükâfatından onun da faydalanmasını diliyorum" dedi. Resûlullah (s.a.): "Fetihten sonra hicret yoktur" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Abdurrahman Hz. Abbas'a giderek: "Beni tanıyorsun?" dedi. O da: "Evet tanıyorum, sen benim sadık dostumsun" dedi. Abdurrahman: "Öyleyse bana yardımcı ol" dedi. Bunun üzerine Hz. Abbas'la birlikte Resûlullah'a gittiler. Hz. Abbas: "Ya Resûlallah, ben falanı tanıyorum, onunla benim aramda bir fark yoktur. Babasını hicret konusunda bîat etmek üzere sana getirdi" dedi. Resûlullah (s.a.) da: "Fetihten sonra hicret yoktur" dedi. Bunun üzerine Hz. Abbas: "Onun sana bîat edeceğine yemin ederim" deyince, Resûlullah (s.a.), Hz. Abbas'ın elini tutarak: "Amcamın yemininin doğruluğuna inanıyorum, fakat artık hicret yoktur" cevabını verdi.
ABDURRAHMAN b. SEHL (r.a.)
Hayber'de öldürülen Abdullah b. Sehl'in kardeşidir. Her ikisi de Muhayyısa ile Huvayyısa'nın kardeş oğullarıdır.
Abdurrahman b. Sehl'in ne zaman doğduğu, nerede ve ne zaman müslüman olduğu hususunda kaynaklar kesin bilgi vermemektedirler. Ancak Hz. Abdurrahman'ın Resûlullah (s.a.) ile olan yakın münasebetinin olduğunu şu iki olay göstermektedir:
a) Ensâr'dan Sehl b. Ebî Hasme (r.a.)'den rivayet edilmektedir:
"Bir hurma mevsimi Abdullah b. Sehl ile Mes'ûd b. Zeyd'in oğlu Muhayyısa b. Mes'ûd Hayber'e hurma toplamaya gitmişlerdi. O yıl Hayberliler'le müslümanlar arasında barış anlaşması vardı. Bu iki arkadaş Hayber'e vardıklarında ayrılıp tek başına çalışmaya başladılar. Bir süre sonra Muhayyısa işini bitirip Abdullah b. Sehl'in yanına geldiğinde onu kana boyanmış ve öldürülmüş bir halde gördü.
Muhayyısa, arkadaşını defnettikten sonra Medine'ye gelerek, yanına Abdullah b. Sehl ile Mes'ûd'un iki oğlu Huvayyısa ile Muhayyısa'yı da alarak Hz. Peygamber'e geldiler. Abdurrahman b. Sehl söze başladı. Bu sahâbî yaşça diğerlerinden daha küçük olduğu için Peygamber Efendimiz, Abdurrahman'a: "İlk sözü yaşlıya bırak, ilk sözü yaşlıya ver" ihtarında bulundu. Bunun üzerine Abdurrahman sustu, iki kardeş olayı Resûlullah'a arzettiler. Sonunda Hz. Peygamber onların üçüne de: "Bu cinayetin Hayber'de yahudiler tarafından işlendiğine yemin eder ve kardeşinizin kanı bedeli olan diyete müstahak olur musunuz?" teklifinde bulundu. Onlar da: "Yanında bulunmadığımız bir cinayet hakkında nasıl yemin ederiz?" diyerek kabul etmediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Öyleyse onlardan elli kişi; biz öldürmedik diye yemin edeceklerdir. O zaman onlarda bir hakkınız kalmaz" buyurdu. Dâvâcılar: "Ya Resûlallah, yahudiler cemaatının yeminlerine nasıl inanabiliriz?" dediler. Bunun üzerine Nebî (s.a.) cinayetin diyetini Beytülmalden karşılayarak dâvâyı sona erdirdi.
b) Taberânî, Abdurrahman b. Sehl Hazretleri'nden şu haberi nakleder: "Sabah, akşam Rablerinin rızasını dileyerek, O'na yalvaranlarla beraber oturmaya sabret..." (Kehf, 18/28) meâlindeki âyet-i kerime nâzil olduğunda Peygamber, hanımlarının odasında idi. Hemen yerinden kalkıp âyette zikredilen mü'minleri aramaya başladı. Ve mescidde birkaç kişinin oturup Allah'ı zikrettiklerini gördü. Bunların başları açık, el ve ayakları nasırlı idi. Her birinin sırtında sadece bir parça elbise bulunuyordu. Resûlullah (s.a.) bunları görünce yanlarına oturdu ve: "Allah Teâla'ya hamd ve senâlar olsun ki benim ümmetim de yanlarında oturmaya sabretmem emrolunan kimseler bulundurmuştur" dedi.
ABDURRAHMAN b. SEMÜRE (r.a.)
Mekke eşrafından olan Abdüşşems'in oğludur. Mekke fethi sırasında müslüman oldu. İslâm'dan önceki adı "Abdü Külâl" idi. Müslüman olunca Resûlullah (s.a.) O'na Abdurrahman adını verdi.
İslâm toplumunda önemli görevlerde bulundu. Irak'ın fethine katıldı. Sicistan ve Kâbil onun eliyle fetholdu. Devletin ele geçirdiği bu yerlerde nüfuz ve kudreti temsil eden önemli görevlerde bulundu. Abdullah b. Âmir tarafından Sicistan valiliğine atandı. Zerec halkı isyan edince büyük bir ordu ile Zerec'i kuşattı. İki milyon dirhem para ve iki bin köle alarak Sicistan'a geldi. Hindistan'a kadar İslâm davasını duyurmak üzere fetihler düzenledi. Ruhhac ile Zemindârver arasındaki bölgeyi ele geçirerek, tevhid inancını buralara kadar duyurdu.
Hicretin 50. yılında vefat eden bu sahâbî, son derece cesur ve mütevazi idi. Devletin üst kademelerinde görev alma kabiliyetini kendisinde gören Peygamberimiz, bu sahâbîye, devlet kademesinde görev almaya tâlib olmamasını, millet tarafından görev ve sorumluluk verilirse o takdirde kabul etmesini, bu sûretle Allah'ın tevfîkına mazhar olacağını vasiyet etti.
Hz. Abdurrahman b. Semüre Resûlullah'tan 14 hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan üçü Buhârî ile Müslim'de, ikisi de sadece Müslim'de bulunmaktadır.
Abdurrahman b. Semüre Hazretlerinin Hz. Peygamber'den naklettiği, İslâm ahlâk ve fazîletinin temel prensiplerinden sayılan hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:
"Ey Abdurrahman b. Semüre, sakın kimseden başkan ve emir olma talebinde bulunma. Eğer sen, isteyerek emir ve riyaset makamına getirilirsen, istediğinle başbaşa bırakılırsın, Allah'ın yardımına nâil olamazsın. Eğer emir ve riyaset, sen istemeden verilirse o zaman Allah tarafından yardım görürsün ve iyi bir idareci olursun. Bir de ey Abdurrahman, bir şeye yemin ettikten sonra başka bir davranışı ondan daha hayırlı gördüğünde, yeminin için keffâret ödeyip hayırlı olanı tercih et."
ABDURRAHMAN b. ŞİBL (r.a.)
Adı Abdurrahman olan bu sahâbî, Evs kabilesine mensuptur. Ensâr'ın ileri gelenlerinden biridir.
Akabe bîatında müslüman olduğu söylenmektedir.
Sahâbe arasında ilmiyle meşhur olan Hz. Abdurrahman b. Şibl'den on dört hadîs-i şerif rivayet edilmiştir. Kendisinden hadîs rivayet edenler şunlardı: Temîm b. Muhammed, Ebû Raşid el-Hıbrânî, Yezid b. Humeyr ve Ebû Selâm Esved.
Hz. Abdurrahman b. Şibl'den rivayet edilen ve Hanefîlerce naklî delil olarak hadîs-i şerîf şudur: "Kur'ân'ı okuyunuz fakat Kur'ân'ı yeme ve menfaate, gelir ve kazanca vasıta edinmeyiniz."
Bu hadîs-i şerife dayanarak Zührî, Kur'ân'ı okuma karşılığında ücret almayı câiz görmemiştir. İmam Ebû Hanîfe ile taraftarlarının görüşü de böyledir. Hanefîlerden Kâfî yazarı: "Kişinin, çocuğuna Kur'ân-ı Kerim öğretmek üzere ilim sahibi birini ücretli olarak tutması câiz değildir" demiştir. Hülâsatül-Fetâvâ'da ise: "Kur'ân, fıkıh talimi ile ibâdet ve tâat karşılığında ücret vermek ve almak vâcib değildir" denmektedir.
Medine-i Münevvere fukahâsına göre tâlim-i Kur'ân ve kırâat-ı Kur'ân karşılığında ücret almak câizdir. İmam Şâfiî de cevaz cihetini tercih etmiştir.
Hz. Abdurrahman b. Şibl, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Şam'a gitmiş, Humus şehrine yerleşmişti. Hadîs ve fıkıh sahasındaki üstünlüğü sebebiyledir ki Hz. Muâviye kendisine bir mektup yazarak: "Sen Resûl-i Ekrem'in güzide ashâbının fakihlerinden ve çok hadîs bilenlerdensin. Halkın arasına katıl, onları Resûlullah (s.a.)'ın hadîslerinden haberdar et, onlara vaaz ve nasihatta bulun" demişti. Hz. Muâviye'nin bu haberi kendisine ulaşınca, Hz. Abdurrahman, bildiği hadîsleri insanlara tebliğ etti.
Hz. Muâviye devrinde vefat eden Hz. Abdurrahman'ın, Aziz, Mes'ûd Mûsa, Cemil adında üç oğlu ile bir de kızı vardı.
ABDURRAHMAN el-EKBER b. ÖMER b. HATTÂB (r.a.)
Hz. Ömer'in en büyük oğludur. Künyesi Ebû İsâ'dır. Hz. Hafsa ile Abdullah'ın öz kardeşidir.
İbn Ömer, Hz. Ömer'in üç oğlu olduğunu, üçünün de adının Abdurrahman olduğunu söylemektedir. Hz. Abdurrahman el-Ekber de en büyük oğlu anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) Abdurrahman'a "el-Muğîre" lâkabını vermiş ve onun zamanında da hep bu lâkabla anılmıştır.
Hz. Peygamber'in vefatında büluğ çağında olduğunu kaynaklar belirtmektedir.
ADDÂ b. HÂLİD b. HEVDE (r.a.)
Mekke'nin fethinden sonra müslüman olmuş bir sahâbîdir.
Tirmizî'de Abdülmecid b. Vehb'in rivayetiyle anlatıldığına göre, Addâ, Resûlullah'tan (s.a.) bir köle veya cariye satınalmış ve bu alışveriş yazılı bir belge ile tesbit edilmiştir.
Abdülmecid b. Vehb demiştir ki: Bir keresinde Addâ b. Hâlid:
Resûlullah'ın (s.a.) bana yazdığı bir yazısı var; onu sana okuyayım mı? dedi. Ben de:
Evet, okuyun, dedim. İbn Hâlid bunun üzerine bir yazı çıkardı. Şöyle yazılıydı: "Bu vesika Addâ b. Hâlid b. Hevde'nin Muhammed Resûlullah'tan bir köle veya cariye satınalması üzerine yazılmıştır. O köle veya cariyede ne hastalık, ne de bir kusur vardır; ne kaçmak ne hilebazlık bilir; ne de fısk ve fücûr; zina ve hırsızlık. Binaenaleyh bu akid, bir müslümanın öbür müslümana satışı ve alışverişidir."
ADİY b. HÂTEM (r.a.)
Adiy b. Hâtem Hazretleri'nin soyu meşhur Tayy kabîlesinin reisi Hâtem-i Tâî'ye kadar ulaşmaktadır. Ayrıca Adiy b. Hâtem'in kabilesinin bir halkasını da fesâhat ve belâgatı ile meşhur olan İmrü'l-Kays teşkil eder.
Cömertliği ve kavmi içinde şerefli, hatib, hazır cevap, fazîlet ve şecâatı ile meşhur olan bu sahâbî, Tebük'ün doğusundaki bölgede takriben milâdî 568 yılında doğdu.
Adiy b. Hâtem, hicretin 7. yılında Medine'ye gelip, müslümanların her gün biraz daha çoğaldığını öğrendiğinde buna canı çok sıkılmıştı. Bu sebeple Rum bölgesine gitmek üzere memleketinden çıkıp Kayser'in yanına kadar gitmişti. Fakat, orada canı daha çok sıkılan Adiy b. Hâtem, tekrar Medine'ye dönerek Resûl-i Ekrem ile görüştü. Huzur-i saadete girdiğinde Fahr-i Kâinât Efendimiz, üstünde oturmakta olduğu minderi, asâlet ve necâbetine saygı duyarak Adiy b. Hâtem'e sunmuş ve onun üstüne oturtmuştu. Bundan sonrasını Adiy b. Hâtem şöyle anlatmaktadır:
Resûlullah'ın yanına girdiğimde bana üç defa: "Müslüman ol ki selâmete eresin" dedi. Ben de: "Benim dinim vardır" dedim. Resûlullah: "Ben senin dinini senden daha iyi bilirim" dedi. Ben de: "Benim dinimi benden daha mı iyi bilirsin?" dedim. O da: "Evet, senden daha iyi bilirim; sen Rekûsiyye dinine mensupsun. (Rekûsiyye, Hıristiyanlıkla Sâbiîlik arasında bir dindir.) Sen, kavminin ele geçirdikleri ganîmetlerin dörtte birini yersin" dedi. Ben de: "Evet doğrudur" dedim. Resûlullah: "Bu senin dininde sana helâl değildir" dedi ve bundan fazla bir şey söylemedi. Ben de ses çıkarmadım.
Sonra bana: "İslâm dinine niçin girmek istemediğini biliyorum. Bu adama sadece züğürt ve Arapların hor gördüğü kimseler tâbi olmuştur, diyorsun. Vallahi çok sürmez, onlarda mal ve servet öyle bollaşacaktır ki, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacaktır. Belki de senin, bu dine girmene, onların düşmanlarının çok ve kendilerinin ise sayıca az olduklarını görmen engel oluyordur. Sen Hîre şehrini biliyor musun?" dedi. Ben: "Bilmiyorum, fakat ismini işittim" dedim. Resûlullah: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah bu dini tamamlayacak ve öyle olacak ki, kadın tek başına Hîre şehrinden çıkıp Mekke'ye kadar gelecek ve hiç kimsenin kendisini esirgemesine gerek duymadan Kâbe'yi tavaf edecek. Sonra Kisrâ b. Hürmüz'ün hazineleri de fethedilecektir" dedi. Ben: "Kisrâ b. Hürmüz'ün mü?" dedim. O da: "Evet, Kisrâ b. Hürmüz'ün. Hem de mal o kadar çoğalacak ki, kimse onu kabul etmeyecek" dedi.
Bu konuşmadan sonra Adiy b. Hâtem, Resûl-i Ekrem'in huzurundan ayrıldı. Bir süre sonra Adiy b. Hâtem, Akreb bölgesinde iken, Resûlullah'ın süvârileri gelip teyzesi ile birlikte birçok kimseyi esir ettiler. Adiy b. Hâtem‘in teyzesi Resûl-i Ekrem'in huzuruna varıp, ihtiyar olduğundan bahisle hizmet edecek gücü olmadığını ve kendisine yardımda bulunmasını istedi.
Hz. Peygamber: "Sana bakan yardımcın kim?" diye sordu. "Adiy b. Hâtem" cevabını verdi. Peygamber (s.a.): "Hâ, Allah ve Resûlü'-nden kaçan o adam mı?" dedi. Kadın: "Bana iyilik et" dedi. Hz. Peygamber kadına bir at temin ederek memleketine gönderdi.
Olayın bundan sonrasını, bizzat Adiy b. Hâtem şöyle anlatmaktadır:
Teyzem döndüğünde bana: "Sen şu adama git, isteyerek veya istemeyerek git. Kim yanına gitmişse O'ndan hayır ve iyilik görmüştür. Filan kimse gitti O'ndan menfaat gördü; filanca adam gitti O'ndan yarar gördü" dedi. Ben de kalkıp yola çıktım. Yanına vardığımda bir kadınla birkaç çocuk gördüm, yanıbaşında oturuyorlardı. O zaman anladım ki, O Kisrâ ve Kayser gibi bir hükümdar değildir. Bana: "Ey Adiy b. Hâtem, neden kaçtın? Allah'tan başka ilâh yoktur, dememek için mi kaçtın? Allah'tan başka ilâh var mıdır ki? Allah herşeyden büyüktür dememek için mi kaçtın? Allah'tan büyük bir şey var mıdır ki?" dedi. Bunun üzerine Şehâdet kelimesini getirip müslüman oldum ve sevinçten Resûlullah'ın yüzünün parladığını gördüm.
Sonra: "Gazap olunanlar yahudilerdir, yolunu şaşıranlar da hıristiyanlardır" dedi. Bundan sonra halkı Resûlullah'a bazı şeyler sormaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah da Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, ne verirseniz sizin için hayırdır. Kişi ister bir hurma, ister yarım hurma versin. Herhangi biriniz Allah'a kavuştuğunda Allah ona: Ben sana kulak, göz vermedim mi? Ben, seni mal ve çocuk sahibi yapmadım mı? Sen bugün için ne hazırladın? der. O da önüne bakar, arkasına bakar, sağına bakar, soluna bakar ve hazırladığı hiçbir şeyi göremez. Ve sonuçta ateşe karşı yüzünü siper yapar. O halde bir hurmanın yarısıyla da olsa kendinizi ateşten koruyunuz. Şayet onu da bulamazsanız, hiç olmazsa yumuşak bir sözle bunu yapınız. Ben sizin için fakirlikten korkmam. Yüce Allah, size yardım edecektir. Öyle olacak ki, yalnız bir kadın, Hîre ve Medine arasında korkmadan yolculuk yapabilecektir."
Hz. Adiy b. Hâtem'in İslâmiyet'e olan bağlılığı çok kuvvetli ve imanında da o derece samimi idi. Nitekim Hz. Peygamber onu, kendi kabilesi ile Benî Esedlerin zekâtlarını toplamakla görevlendirdi. Daha sonra da Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda haccında bulundu.
Resûlullah'ın vefâtından sonra Arap kabileleri arasında dinden dönme olayları çokça görülmüş olmasına rağmen Adiy b. Hâtem'in kabilesinden hiçbir ferdin böyle bir çirkin hareketi görülmedi. İnsanlar Hz. Peygamber'e verdikleri vergiyi halife Hz. Ebû Bekir'e vermekten esirgerken, zekâtını hesap edip Hz. Ebû Bekir'in huzuruna takdim eden zât, Adiy b. Hâtem oldu.
Adiy b. Hâtem Hazretleri, Irak taraflarında Hz. Hâlid b. Velid ile birçok savaşlara katıldı. Yaşına rağmen savaşlarda göstermiş olduğu cesaret ve şecâatinden dolayı Hz. Hâlid b. Velid, onu kendine yardımcı yaptı.
Adiy b. Hâtem, Hz. Ömer'in halifeliği sırasında yanına gelip: "Sanırım ki beni tanıyamadın?" dediği zaman, Hz. Ömer: "Seni nasıl tanımam? Resûlullah (s.a.)'ın yüzünü ilk ağartan, aydınlatan zekât, Tayyîlerin zekâtı idi. Ben seni tanırım. Başkaları inkâr ettikleri zaman, sen iman etmiştin. Başkaları arkalarını dönüp gittikleri zaman, sen gelmiştin. Başkaları ahde vefâsızlık ve hıyanet ettikleri zaman, sen ahde vefakârlık etmiştin" dedi. Adiy b. Hâtem de: "Bana bu iltifatın yeter ey Mü'minlerin Emiri" diyerek karşılık verdi.
Hz. Adiy b. Hâtem, Hz. Ali, Hz. Muâviye hâdisesinde Hz. Ali tarafında yerini aldı ve onun ordusunun sancaktarlığını yaptı. Hz. Ali'nin (r.a.) şehâdetinden sonra Kûfe şehrine çekilen Hz. Adiy b. Hâtem, vefat edene kadar burada yaşadı.
Adiy b. Hâtem Hazretleri'nin ailesi ve çocukları hakkında geniş bilgi yoktur. Ancak Adiy b. Adiy isminde bir oğlu olduğu bilinmektedir. Hz. Adiy b. Hâtem'in 120 yıl yaşadığı ve 67/687 yılında Muhtâr es-Sakafî zamanında Kûfe şehrinde vefat ettiği ve buraya defnedildiği kaynaklarda geçmektedir.
Hz. Adiy b. Hâtem, Resûl-i Ekrem (s.a.)'den 66 hadîs-i şerif rivayet etmiştir. Üç hadîsini yalnız Buhârî, iki hadîsini de yalnız Müslim rivayet etmiştir. Kendisinden Hişâm b. Hâris, Hayseme b. Abdurrahman, Şa'bî ve İbn Sîrîn hadîs rivayet etmişlerdir.
ADİY b. NADLE (r.a.)
Babasının adı Nadle veya Nudayle olan bu sahâbî, Adiy b. Esed lâkabıyla meşhur oldu.
İslâmiyet'e giren ve İslâm'la müşerref olan ilk sahâbîlerden biridir. Bu yüzden çeşitli hakaretlere uğradı. Kabilesinin sert tepki ve ezaları karşısında zor günler geçirdi. Sabır ve tahammülü aşan müşriklerin zulmü karşısında müslümanlarla birlikte Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı. Burada uzun süre kalan Adiy b. Nadle, hicret-i Nebî gerçekleşmeden önce Habeşistan'da hastalanarak gurbette vefat etti ve buraya defnedildi. Böylece muhâcirler arasında, gurbette vefat eden ilk sahâbî olma sıfatını kazanmış oldu.
Hz. Adiy b. Nadle'nin ailesi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak Muttalib, Numan, Naim ve Abdullah adında dört oğlu ile Âmine adında bir kızının olduğunu kaynaklar zikretmekte, hanımlarının kim olduğu hususunda ise bilgi vermemektedir.
Hz. Adiy b. Nadle'nin oğlu Numan, şâir ve edip biri idi. Hz. Ömer devrinde vali olarak tayin edildi. Şiire olan düşkünlüğü onu, zaman zaman şiir yazmaya sevketti. Bir seferinde yazmış olduğu gazelde kadına lâf atarcasına övgüde bulunduğunu Hz. Ömer'in duyması sonunda görevden alındı. Numan, bu gazelden amacın sadece şiir yazmak olduğunu söylemişse de, Hz. Ömer onun bu özürünü yeterli bulmamış ve: "Böyle şiir yazdıktan sonra benim maiyetimde vali olarak bulunamazsın" demiştir.
Adiy b. Nadle ile Hz. Ömer arasında geçen ve Hz. Adiy'in azli ile sonuçlanan bu haber bize şu gerçeği hatırlatmaktadır:
Müslüman her zaman hareketlerini kontrol etmeli, kendisini küçük düşürmeye sebep olan, hakkında dedikoduyu mucip kılan davranışlardan sakınmalıdır. Hele idarî görevler üstlenenler bu hususa daha çok önem vermelidirler. Çünkü halkın ve toplumun bütün dikkatleri her zaman onların üzerindedir. Yaptığı günahı ve suçu görmezlikten gelerek veya nasıl olsa sorguya çekenim, ceza verenim yok diye keyfî olarak gönlüne göre yaşamak sonuçta telâfisi mümkün olmayan yaralar açar.
Hz. ÂİŞE (r.a.)
Resûlullah (s.a.)'ın hanımı ve Hz. Ebû Bekir'in kızı, hadîs ve fıkıh âlimi. Hz. Âişe'nin annesinin adı Ümmü Rûman'dır. Babası Kureyş'in Teymî koluna, annesi ise Kinâne kabilesine mensuptur. Bu güzîde kadın sahâbî, bugüne kadar Hz. Peygamber'in hanımı olmasından dolayı ümmü'l-mü'minîn (mü'minlerin annesi) ünvanı ile anılagelmiştir.
Hz. Âişe, hicretten sekiz yıl evvel, bir başka ifade ile nübüvvetin 4. yılında (M. 614) Mekke'de doğdu. O dünyaya geldiğinde Hz. Ebû Bekir, çoktan müslüman olmuştu. Bir başka ifade ile Hz. Aişe, müslüman bir anne ve babadan dünyaya gelmiştir. Babası Hz. Ebû Bekir'in, Resûlullah (s.a.)'ın en yakın arkadaşı olması, bu kadın sahâbînin İslâm terbiyesi ile çok mükemmel yetişmesine elbetteki etkili olan faktörlerdendir. Hz. Âişe, zekî, titiz, ilme kabiliyetli ve çok dikkatli birisiydi.
Hz. Âişe, Resûlullah (s.a.) ile çok küçük yaşta nikâhlandı. Bazı rivayetlere göre, Hz. Peygamber'in, Âişe ile evlenmesi vahy neticesinde olmuştur. (Bkz. Buhârî, Nikâh 6, 7, 9)
Resûlullah (s.a.)'ın evlendiği hanımlar içinde sadece Hz. Âişe bakire idi. Hz. Âişe, hayatı boyunca hep bunu iftihar vesilesi yapmıştır. (Bkz. Buhârî, Nikâh 9) Hz. Âişe, beyaz tenli, güzel yüzlü bir kadındı. Hz. Peygamber, Hz. Âişe'yi çok sever, O'na: "Sen benim dünya ve âhirette eşimsin." (Müstedrek, 4/11) derdi. Hatta Hz. Peygamber, gece yolculuğu yaparken bile Hz. Âişe ile beraber olmayı çok arzu ederdi. Resûlullah (s.a.) zaman zaman O'nunla yarış yapardı. Yaptıkları iki yarıştan birincisini Hz. Âişe, ikincisini Hz. Peygamber kazanmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ruhunu bu sevgili eşinin evinde teslim etmiştir. O'nun kucağında iken Hz. Peygamber son nefesinde: "Ya Rabbi, beni bağışla, beni esirge ve beni refîk-i âlâya yükselt" diye dilek ve temennide bulunmuştur. (Müslim)
Hz. Âişe, Resûlullah (s.a.) ile son derece sade ve mütevazi bir hayat sürmüştür. Hz. Âişe'nin, Mescid-i Nebevî'nin yanında kaldığı ev son derece küçüktü. Bu evin duvarları kerpiç, tavanı hurma yaprakları ile kaplıydı. Yüksekliği bir adam boyundaydı. Kapısı ardıç ağacındandı. Ev eşyası sadece yatacakları yatak ve yemek yiyecekleri birkaç kaptan ibaretti. Evlerinde fazla yiyecek bulundurmazlardı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) vefat ettiğinde Hz. Âişe'nin evinde sadece bir günlük yiyecek vardı. Bir defasında yanında iki küçük çocuğu ile bir şeyler istemeye gelen fakir bir kadına Hz. Âişe tek bir hurmadan başka verecek bir şey bulamamıştı.
Aslında Hz. Âişe de dahil, Peygamber (s.a.)'in hanımlarının hepsi lüks ve sefâhat içinde yaşayamazlardı. Başkaları için hoş görülecek bir hayat tarzı, bunlar için normal kaşılanmazdı. Onlar, maddî hayatın geçici zevklerini değil, ebedî saadeti elde etmek zorundaydılar. Ya dünyayı veya âhireti tercih edeceklerdi. Nitekim yüce Allah Hz. Peygamber'in eşleri hakkında: "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamber'ini, âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır." (Ahzâb, 33/28-29) buyurmuştur. Resûlullah (s.a.), bu âyetler nâzil olduktan sonra Hz. Âişe'ye babası ve annesi ile bu konuyu görüşmesini ve ona göre karar vermesini hatırlattığında O: "Ey Allah'ın elçisi, ben Allah'ı ve Resûlü'nü tercih ediyorum" demiştir.
Yukarıda da belirtiğimiz gibi, Hz. Âişe, Resûlullah (s.a.) ile son derece sâde bir hayat sürdürmüşlerdir. Hz. Peygamber, eşleri içinde en çok Hz. Âişe'yi severdi. Ancak İfk Olayı'nda aralarında geçici bir soğukluk oldu.
Bilindiği üzere, Hz. Peygamber, her sefere çıkışında yanına eşlerinden birisini alırdı. Hangi eşinin gideceği ise kur'a ile belirlenirdi. Benî Mustalik Gazvesi'nde kur'a, Hz. Âişe'ye çıkmıştı. Bu gazveden dönerken Hz. Âişe, emânet takındığı bir gerdanlığı yolda düşürmüştü. O, gerdanlığı aramaya başladı ve bu yüzden kervandan geride kaldı. Münâfıklar bunu fırsat bilerek Hz. Âişe'ye iftirada bulunmuşlardı. Bu olay, İslâm tarihinde İfk Olayı olarak bilinir. Hatta ortalıkta dolaşanlara Hz. Ali ve birkaç kişi inanır gibi olmuştu. Haliyle bu durum Resûlullah'ı çok üzmüştür. Nihayet bu konuda Hz. Âişe'nin suçsuzluğunu belirten âyetler indi. (Nûr, 24/11-20)
Hz. Âişe, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde hiçbir siyasî olaya katılmamıştır. O, bu iki halife zamanında evinde oturarak ev işleri ve hadîs rivayeti ile meşgul olmuştur. Hz. Âişe Hz. Osman'ın takip ettiği politikadan pek memnun değildi. Bilhassa bu üçüncü halifenin Emevî sülâlesinden olanları çeşitli devlet görevlerine getirmesini hoş karşılamıyordu. Hatta zaman zaman halifeye haber göndererek kaygılarını bildirdi.
Bilindiği üzere Hz. Osman'ın hilâfetinin sonuna doğru kamu düzeni bozulmuştu. Her tarafta anarşi vardı. Birlik ve beraberlik yok olmuştu. Sonunda bir grup insan, Hz. Osman'ın evini kuşattı. Bu sırada Hz. Âişe Medine'de değildi. O, hac için Mekke'de bulunuyordu. Hac görevini ifâ edip Medine'ye dönerken yolda Hz. Osman'ın âsîler tarafından şehid edildiği haberini aldı. Ayrıca Medine'nin âsîler tarafından işgal edildiği de gelen haberler arasında idi.
Aldığı bu acı haber üzerine Hz. Âişe, Medine'ye gitmeyerek Mekke'ye döndü. Bu arada Talha ile Zübeyr de Medine'den gelerek olup bitenleri, Hz. Âişe'ye anlattılar. Hz. Âişe, Hz. Osman'ın şehâdetine çok üzülmüştü. O, Halife Hz. Osman'ın katillerinin derhal yakalanarak cezalandırılmalarını istedi.
Ancak bu hususta Hz. Ali'nin çevresi yavaş davranıyordu. Hz. Âişe ile Hz. Ali'nin arasının, İfk Olayı'ndan dolayı açık olduğunu da burada belirtmeliyiz. İşte tam bu sırada içlerinde Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr'in de bulunduğu bir grup müslüman, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve cezalandırmak için Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali de kendi kuvvetleri ile bu şehre geldi. Burada İslâm tarihinde Cemel Savaşı diye bilinen ve fikrî ayrılıklara başlangıç teşkil eden savaş meydana geldi (10 Cemâziyelâhir 36/ 4 Aralık 656). Cemel Savaşı'nda içlerinde Talha ve Zübeyr'in de bulunduğu binin üzerinde müslüman şehid oldu. Savaşı Hz. Ali tarafı kazandı. Hz. Âişe esir edildi. Hz. Ali, Hz. Âişe'ye son derece iyi muamelede bulundu ve hatırını sordu. Daha sonra Basralı kırk hanımla birlikte O'nu Medine'ye gönderdi.
Hz. Âişe bu olaydan sonra devamlı Medine'de kalmış ve hiçbir olaya katılmamıştır. O, Cemel Savaşı'na katıldığına da son derece pişman olduğunu defalarca ifade etmiştir.
Hz. Âişe, Resûlullah (s.a.) döneminde olduğu gibi, daha sonra da son derece sade ve mütevazi bir hayat yaşamıştır. Hz. Âişe'ye, babası Hz. Ebû Bekir döneminde Resûlullah'ın Hayber'den tahsis ettiği gayrimenkulde yetişen bir miktar buğday ve arpa veriliyordu. Hz. Ömer zamanında bu tahsisat, nakit olarak ödendi.
Hz. Âişe, kendisine tahsis edilen paraların büyük bir kısmını fakirlere harcardı. Bir defasında Abdullah b. Zübeyr, Hz. Âişe'ye 100 dirhem para göndermişti. O, bu paraların tamamını bir gün içinde fakirlere sadaka olarak dağıtmıştı. Hizmetçisi kendisine: Akşama iftar için birşeyler bıraktın mı? diye sorduğunda: "Bunu önceden söyleseydin" demekle yetinmişti. Hz. Âişe, yanına yetim çocukları alıp büyütür ve evlendirirdi. Bunları kendisi için bir vazife telâkki ederdi. Ayrıca Hz. Âişe'nin 60 civarında köle âzad ettiği rivayet edilir.
Hz. Âişe'nin, hayatta aldığı en büyük zevklerden birisi de ibâdetlerdi. O, gerek Hz. Peygamber ve gerekse daha sonraki dönemlerde farz ibadetlerin yanında nâfilelere çok dikkat ederdi. Günlerinin çoğunu oruçlu geçirir, geceleri devamlı teheccüd namazı kılardı. O, bütün hayatını Kur'ân-ı Kerim ve sünnetin prensiblerini öğrenmek ve bunları uygulamakla geçirmiştir.
Hz. Âişe, İslâmî ilimler sahasında çok temâyüz etmiş bir kadın sahâbî idi. Resûlullah (s.a.)'ın hanımı ve Hz. Ebû Bekir'in kızı olması O'nun başkalarının bilemeyecekleri birçok şeyi öğrenmesine vesile olmuştur.
İlme son derece meraklı olan Hz. Âişe'nin evinin de Mescid-i Nebevî'ye bitişik olması, O'na bu mescidde konuşulanları dinleme imkânını vermiştir. Hz. Âişe, ayrıca bilemediği ve aklına takılan birçok konuyu bizzat Resûlullah (s.a.)'a sorarak öğreniyordu. Böylece Hz. Âişe, Resûlullah ile kaldığı zaman zarfında çok geniş Kur'ân-ı Kerim ve hadîs kültürüne sahip olmuştu.
O'nun ilmî seviyesini çok iyi anlayan İmam Zührî: "Bütün hanımların ilmi ile Peygamber'in diğer hanımlarının ilmi bir araya gelse Hz. Âişe'nin ilmi hepsine üstün gelir" demiştir.
Ebû Mûsa el-Eş'arî: "Biz Peygamber'in ashâbı, herhangi bir hadîs konusunda problemimiz olmuş ve onu Âişe'ye sormuşsak, muhakkak O'nda o hadîse dair bir bilgi bulmuşuzdur" (Tirmizî, Menâkıb) demiştir. Mesrûk da: "Ashâbın ileri gelen ilim sahibi yaşlılarının, Hz. Âişe'ye ferâiz ile ilgili sorular sorduğunu gördüm" demiştir. (İbn Sa'd, Tabakât, 7/66)
Hz. Âişe'nin yetiştirdiği Urve b. Zübeyr: "Helâl ve harama, ilme, şiire, tıbba ve tarihe Hz. Âişe kadar vâkıf birisini görmedim" demiştir. Bu rivayet, O'nun Kur'ân-ı Kerim ve hadîs ilmi yanında edebiyat ve tıb alanında da bilgili olduğunu gösterir.
Hz. Âişe'nin Medine'deki evi bir ilim merkezi halindeydi. Büyük-küçük, kadın-erkek birçok kişi O'nun sohbetine devam eder, bilmediklerini O'na sorup öğrenirlerdi.
Hz. Âişe, ilim dalları arasında özellikle hadîste kendisini göstermiştir. O, müksirûndan (çok hadîs rivayet eden sahâbî) idi. Toplam 2210 hadîs rivayet etmiştir. O'nun rivayet ettiği hadîslerden 194'ü hem Buhârî, hem de Müslim'in Sahîh'inde mevcuttur. Ayrıca 54 hadîs sadece Buhârî'nin Sahîh'inde, 68 hadîs de Müslim'in Sahîh'inde bulunmaktadır.
Hz. Âişe, hadîsleri daha çok doğrudan doğruya Resûlullah (s.a.)'tan nakletmiştir. Ayrıca O, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Fâtıma, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hamza b. Amr el-Eslemî'den de hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de sahâbe ve tâbiûndan toplam 200 civarında kişi hadîs almışlardır. Onlardan bazılarının adları şöyledir: Amr b. el-Âs, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Abbas, Sâib b. Yezid, Saîd b. Müseyyeb, Alkame b. Kays, Amr b. Meymûn, Mesrûk, Abdullah b. Şeddâd, Tâvûs, Atâ b. Yesâr, Atâ b. Ebû Rebâh.
Hz. Âişe, hadîslerden bir kısmını, kendisine çeşitli konularda sorular sorulduğunda rivayet etmiştir. Bu tür rivayet ettiği hadîse örnek: Hz. Peygamber âhirete irtihal ettiğinde, Resûlullah (s.a.)'ın diğer hanımları, Hz. Osman aracılığı ile Halife Hz. Ebû Bekir'e haber göndererek, Hz. Peygamber'in bıraktığı mirastan paylarını istemişlerdi. Hz. Âişe: Siz Resûlullah'ın: "Bizim terekemize vâris olunmaz. Bizim bıraktığımız mallar sadakadır" buyurduğunu bilmiyor musunuz? diyerek onların bu isteklerine karşı çıkmıştır. (Hadîs için bk. Müslim, Cihad, 16)
Mâlik b. Âmir ile Mesrûk, bir defasında Hz. Âişe'ye gelerek, ashâbdan İbn Mes'ûd'un iftarı öne alıp namazı sonra kıldığı, Ebû Mûsa'nın ise tersini yaptığını ve bu uygulamalardan hangisinin doğru olduğunu sorduklarında O, Resûlullah'ın tatbikatına İbn Mes'ûd'un yaptığının uyduğunu bildirmiştir. (Ebû Dâvud, Savm, 20)
Hz. Âişe, birçok konuda, sahâbe ve tâbiûndan bazılarının yaptıkları hataları düzeltmiştir. Meselâ: "Ölü, yakınlarının kendisine ağlaması yüzünden azab görür." (Muvatta, 1/234) hadîsini nakleden Hz. Ömer, Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Ömer'i, bu kadın sahâbî tenkid etmiştir.
O'nun Hz. Ömer'i nasıl tenkid ettiğini Abdullah b. Abbas şöyle anlatıyor: "Ömer vefat edince ben meseleyi Âişe'ye anlattım. O: Allah, Ömer'e rahmet etsin; vallahi Resûlullah, ölüye, mü'min bir kimsenin ağlaması sebebiyle azab eder demedi. Lâkin, ailesinin ağlaması sebebiyle Allah kâfirin azabını artırır, buyurdu dedi. Daha sonra Hz. Âişe: Size Kur'ân yeter. Allah: "Hiçbir günahkâr nefs başkasının günahını yüklenmez" (Fâtır, 35/18) buyuruyor diye ilâve etti." (Buhârî, 2/81)
Hz. Âişe, hayatı boyunca birçok sahâbîyi hadîs rivayetinde tenkid etmiştir. O'nun tenkid ettiği sahâbîler arasında Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Hz. Ali, Ebu'd-Derdâ, Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerin ileri gelenleri de vardı. Hz. Âişe'nin bu tenkidlerini İmam Zerkeşî (ö. 794/1392), el-İcâbe adlı eserinde toplamıştır. (Hz. Âişe hakkında bilgi için bk. Âşık, Nevzat, Hz. Âişe'nin Hadîsçiliği, İzmir, ts.)
Hz. Âişe, hicretin 58. yılında (M. 677) Medine'de vefat etti ve cenazesi Bakî' mezarlığına defnedildi.
AKÎL b. EBÎ BÜKEYR (r.a.)
Ebû Bükeyr lâkabıyla meşhur olan bu sahâbî, Bükeyr b. Abdi Yâleyl'in oğludur. M. 590 yılında Mekke'de doğmuştur. Kinâne kabilesinin Leysî koluna mensuptur.
Asıl adı Gâfil olup müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber adını Akîl olarak değiştirmiştir.
Resûl-i Ekrem, Mekke'de Erkam'ın evinde İslâm'ı tebliğe başladığı ilk günlerde Akîl b. Ebî Bükeyr, kardeşleri İyâs, Hâlid ve Amr ile birlikte Resûlullah'a gelerek müslüman olmuş ve Peygamberimize bîatta bulunmuştur.
Hicret sırasında üç kardeşi ile birlikte çoluk çocuklarını da yanlarına alarak Mekke'deki evlerinin kapısını kilitleyip hicret eden bu sahâbîler, Medine'ye geldiklerinde Ensâr'dan Rifâa b. Abdülmünzir'in evinde misafir olarak kalmışlardır.
Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine'de Ensâr ile Muhâcirler arasında maddî ve manevî kardeşlik bağlarını kurduğu sırada Akîl b. Bükeyr'i Mücezzer b. Ziyâd ile kardeş yapmıştır.
Akîl b. Ebî Bükeyr, hicretten sonra yapılan bütün seriyyelere katılmıştır. Bu güzîde sahâbî, katıldığı Bedir Savaşı'nda şehid düşmüştür (2/624).
AKÎL b. EBÎ TÂLİB (r.a.)
Hz. Ali'nin baba bir ana ayrı kardeşi olan bu sahâbînin adı Akîl, künyesi ise Ebû Yezid'dir. Annesinin adı Fâtıma olup, Hz. Ali'nin annesinin adı ile aynıdır. Hz. Ali'den yirmi yaş büyük olan Akîl b. Ebî Tâlib, tahminen M. 577-578 yıllarında Mekke'de doğdu.
Hz. Muhammed (s.a.)'in İslâm'ı tebliğ ile görevlendirildiği sırada Akîl b. Ebî Tâlib, İslâm daveti karşısında sessiz duruyor ve içinde gizlediği İslâm'a olan meylini müşriklerden korktuğu için açığa vuramıyordu. Nitekim Bedir Savaşı'nda müşriklerin safında gönülsüz ve isteksiz olarak bulundu, savaşta aktif bir rol de oynamamıştı. Savaş müslümanların zaferi ile sonuçlanınca Akîl, müslümanlara esir düştü. Savaştan sonra, durum değerlendirmesi yapan Resûlullah (s.a.), esirler arasında Nevfel, Abbas ve Akîl b. Ebî Tâlib'in de bulunduğunu öğrenince, onların serbest bırakılmalarını emir buyurdu.
Kaynaklar serbest bırakılma şeklini şöyle anlatmaktadırlar: Bedir'de içlerinde Abbas ve Akîl b. Ebî Tâlib'in bulunduğu yetmiş civarında esir ele geçirilmişti. Resûlullah: "Bunlara nasıl bir muamele yapalım?" şeklinde ashâb-ı kiram ile istişare etti. Hz. Ebû Bekir: "Ya Resûlallah, bunlar senin kavmindir, ehlindir. Cenâb-ı Hak belki bir gün bunlara hidâyet eder. Canlarına kıyma da kendilerinden müslümanları kâfirlere karşı güçlendirecek bir fidye (bedel) al." dedi. Hz. Ömer ise: "Bunlar seni yalanladılar, vatanından ettiler. Boyunlarını vur. Çünkü küfrün öncüleridir, bunlar. Onların vereceği fidyeye Allah'ın izni ile ihtiyacın yoktur. Akîl'i kardeşi Ali'ye, Abbas'ı, biraderi Hamza'ya, akrabamdan falanı bana teslim et de boyunlarını vuralım" dedi. Sa'd b. Muâz da aynı görüşü destekledi. Hz. Peygamber: "İsterseniz bunları katledin, isterseniz ileride her birine karşılık birer şehid vermek üzere kendilerinden fidye alınız" buyurdu. Ashâb-ı kiram, şehâdeti de nimet sayarak o gün için fidyeyi tercih ettiler.
Akîl b. Ebî Tâlib, takriben 7200 dirhem vermekle iktifa etti. İçlerinden okur-yazar olanların ashâbın çocuklarına okuma ve yazmayı öğrettikleri takdirde serbest bırakılacakları uygun görüldü. Kalanların her birinden servetlerine göre fidye alındı.
Bedir'de serbest bırakıldıktan sonra Mekke'ye dönen Akîl b. Ebî Tâlib burada Kureyşliler'in müslümanlara karşı gösterdikleri haksız ve zâlimane tavırları karşısında daha fazla tahammül edemeyeceğini anladı ve hicretin 8. yılında Medine-i Münevvere'ye gelerek Resûl-i Ekrem'e müslüman olduğunu bildirdi. Aynı yılın Eylül ayında Mûte Savaşı'na katıldı. Bu savaştan döndükten sonra ağır bir şekilde hastalandı. Bu yüzden Mekke fethine ve Tebük seferine katılamadı. Bazı kaynaklar Huneyn Gazvesi'ne katıldığını yazmaktadırlar. Nitekim şu olay bunu doğrulamaktadır:
Huneyn günü savaştan sonra Hz. Akîl, haremi, Şeybe b. Rebîa kızı Fâtıma'nın yanına geldiğinde: "Savaş meydanından geliyorsun, müşriklerden ne ganîmet aldınsa göster bakayım" dedi. Akîl de: "Bir iğne, elbiseni dikersin, al" diye cevap verdi. Derken Resûlullah'ın: "Ey insanlar, vallahi sizin ganimetinizden değil bir deve, bir deve tüyü ile bile ilgim yok. Aldığım beşte bir sehim de beytülmala ve fakirlerinize âittir. Şimdi emrediyorum. Yanında ganimet malı olanlar, iğneden ipliğe kadar iâde etsinler" şeklindeki ilanı üzerine Akîl, hanımından iğneyi alarak getirip ganimet malları arasına koydu.
Hz. Akîl b. Ebî Tâlib, Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında meydana gelen olaylarda, önce sessiz kalmış, daha sonra da Muâviye tarafında yer almıştı. Bu yüzden kardeşi Hz. Ali ile arası açılmıştı.
Hz. Akîl, maddî yönden oldukça zayıf idi. Medine'ye hicret ettikten sonra durumu daha da zayıfladı. Bu yüzden Hayber seferinden sonra kendisine maaş bağlandı. Medine'de bir müddet ikâmet ettikten sonra tekrar Mekke'ye döndü, özlediği ve doğup büyüdüğü memleketine kavuştu. Ancak her seferinde fırsat buldukça Resûlullah'ı ziyaret eder, O'na olan bağlılığını belirtmekten ve sevgisini arzetmekten büyük bir sevinç duyardı. Resûlullah da ona bazan "Amca" diye hitab eder, bazan da Hz. Akîl'i kastederek, "Amcamı çok severim" derdi.
Hz. Akîl, Cahiliye devri hakkındaki geniş bilgisiyle meşhurdu. Araplara has ensab ilminde de mâhir biriydi. Arapların özel günlerine âit destan ve hikâyeleri nakilde bilgi sahibi idi. Zaman zaman Cahiliye döneminin örf ve âdetlerine kendini kaptıran Akîl, İslâm esaslarına göre davranmaya itina gösterir ve etrafındakilere de hoş olmayan şeyleri terketmelerini salık verirdi.
Hz. Akîl'in hanımlarından birisi, Hz. Muâviye'nin kız kardeşi Küreybe bint Ebî Süfyân'dır. Bundan başka daha pek çok hanımla evlendiğini kaynaklar zikretmektedir. Çocukları içinde en meşhur olanı Müslim b. Akîl idi.
Hz. Hüseyin ile Yezid arasındaki mücadelede Hz. Hüseyin'in tarafını tutan Akîl b. Ebî Tâlib Hazretleri, 60/680 tarihinde Medine'de 100 yaşını aşkın uzun bir ömürden sonra vefat etti.
ALÂ b. HADRAMÎ (r.a.)
Asıl adı Abdullah olan bu sahâbî, Batn-ı Nahle seriyyesinde müslümanlar tarafından öldürülen Amr b. Hadramî'nin kardeşidir. Doğum tarihi ve ne zaman müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak rivayetler, Mekke fethinde İslâm'ı kabul ettiğini söylemektedir.
Alâ b. Hadramî, müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.) onu, hicretin 8. yılında Zilkâde ayında Bahreyn'e ilk önce Münzir b. Savâ nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Sonra Bahreyn hükümdarı Münzir'e bir mektup yazarak İslâm'a davet etti. Münzir, Resûlullah'a yazdığı cevâbî mektubunda: "Ya Resûlallah, yüce Kitab'ınızı Bahreyn halkına okudum. Bunlardan bir kısmı İslâm'a sevgi ile icâbet edip müslüman oldu. Bir kısmı ise müslüman olmayı hoş görmedi. Ülkemde mecûsî, yahudî tebaam da var. Bu durum hakkında emr-i Peygamberîlerini rica ederim" dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şu cevabı verdi:
"Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Peygamberi Muhammed'den Münzir b. Savâ'ya. Selâm sana. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah Teâlâ'ya senin adına hamd ü senâ ederim. Ve Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şehâdet ederim. Bu hamd ü senâ ve şehâdetten sonra, ey Melik, seni Aziz ve Celil olan Allah adına hayır ile yâd ve sana vasiyet ederim. Şüphesiz bir kimse bir mü'mine öğüt verirse, onun hayır ve sevabı ile müstefid olur. Her kim de elçilerimin nasıhatlarını kabul edip, emirlerine tâbi olursa bana itaat etmiş olur.
Ey Münzir, elçilerim seni övüp hayır ile andılar. Ben de kavmin hakkında huzurunuzda şefaat ederek derim ki, bunların müslüman olanlarını müslümanlıkta sebât ettikleri müddetçe kendi hallerinde bırak. Günahkâr olanların da günahları hususunda arzettikleri özürlerini kabul et. Ey Melik, sen kavmin hakkında nasihatçı oldukça şerefin artar, bir şey eksilmez. Yahudilerle mecûsîler kendi mezheplerinde durmak isterlerse serbest bırakır ve cizye alırsın."
Alâ b. Hadramî Hazretleri, Hz. Peygamber'in bu mektubunu alıp bu defa elçi olarak değil vali olarak Münzir b. Savâ'ya götürüp verdi.
Alâ b. Hadramî'ye bu mektupta verilen talimatta, yahudilere ve mecûsîlere dinlerinde ve inançlarında hür oldukları bildirilmiş, ancak kendilerinin mal, can ve müşterek vatan emniyeti hesabına muayyen bir vergi vermeleri istenmişti. Müslümanlar ise zekât farizasiyle mükellef bulunuyorlardı.
Hz. Alâ b. Hadramî, halkını müslüman yaptığı Bahreyn'de vali olarak bulunduğu süre içinde, örnek bir idareci, âdil bir yönetici olarak Hz. Peygamber vefat edinceye kadar kaldı. Bu süre zarfında Alâ b. Hadramî, Umman'ın kuzey batısından Basra Körfezi'ne kadar Kızıl Deniz'in bütün sahili boyunca devam eden bu geniş bölgenin zekât ile cizye gelirini topladı. Bu gelirlerin Medine'de çok sıkıntı içinde bulunan beytülmale (hazineye) büyük faydası oldu.
Resûl-i Ekrem'in vefat haberini alır almaz Medine'ye dönen Hz. Alâ b. Hadramî, kısa bir süre sonra Hz. Ebû Bekir tarafından tekrar Bahreyn'e vali olarak gönderildi. Yolda giderken kendisine, Benî Hanife kabilesinin bir koluna mensup Yemâme meliklerinden Sümâme b. Üsâl, askerleriyle birlikte katıldı. Hep birlikte dinden dönen insanlara karşı Cuvâsa mevkiinde yapmış oldukları savaşta galip gelerek onları tekrar İslâm'a döndürmeyi başardılar.
Hz. Alâ b. Hadramî, Hz. Ebû Bekir'in vefatına kadar Bahreyn'de vali olarak kaldı. Hz. Ömer halife seçilince Hz. Alâ b. Hadramî'ye bir mektup göndererek Basra'ya gitmesini istedi. Vefat tarihi olan 14/641'e kadar da burada kaldı.
Hz. ALİ b. EBÎ TÂLİB (r.a.)
Hz. Peygamber'in damadı ve dördüncü halife olan Hz. Ali (k.v.) Ebû Tâlib'in oğludur. Hz. Peygamber'in ise amcasının oğludur. Hiç puta tapmadığı için, "kerremellahu vecheh" ünvanını almıştır. Kadere olan rızasından dolayı, kendisine el-Murtazâ ünvanı da verilmiştir. Hz. Hatice'den sonra İslâm'ı ilk kabul edenlerden biridir. İslâm'ı kabul ettiğinde on iki, on üç yaşlarındaydı.
Hz. Ali'nin İslâm'a olan hizmeti, İslâm'ı kabul ettiği andan itibaren başlamış ve şehid düşünceye kadar devam etmiştir. Cennet'le müjdelenen on sahâbîden biridir.
Hz. Peygamber (s.a.) hicret ederken yatağına Hz. Ali'yi yatırmış ve ancak bundan sonra hicret etmiştir.
Bedir başta olmak üzere, Uhud ve Hendek savaşlarına katılmış. Hayber'de gösterdiği kahramanlık dillere destan olmuştur. Hudeybiye'de müslümanlar adına anlaşmayı yazmıştır. Tebük seferinde ise Hz. Peygamber, yerine Hz. Ali'yi vekil bırakmıştır. Bundan müteessir olan Hz. Ali'ye Resûlullah: "Mûsa'ya karşı Hârun nasıl ise sen de bana karşı öyle olmak istemez misin?" diyerek gönlünü almıştır.
Hz. Peygamber, O'nu Yemen'e İslâm'ı yaymak için göndermiş ve askerlikte olduğu kadar, İslâm davetçiliğinde de başarılı görevler yapmıştır (10/631-632). Hz. Peygamber'in vefatından sonra, O'nu yıkamış, techiz ve tekfininde bulunmuş, daha sonra da inzivaya çekilmiştir. Halifelik seçimine katılmamış, bu nedenle de Hz. Ebû Bekir'e ilk anda bîat edenler arasında bulunmamıştır. Ancak daha sonra Hz. Ebû Bekir'e gelerek bîat etmiştir.
Hz. Ömer döneminde, O'nun özel danışmanları arasında yer almış, ve Hz. Ömer, Kudüs'e gittiğinde O'nu yerine vekil bırakmıştır. Hz. Osman'ın şehadeti üzerine, yapılan ısrarlı teklifler karşısında halifelik görevini üstlenmek zorunda kalmıştır. 25 Zilhicce 35 (24 Haziran 656) Cuma günü, Peygamber Mescidi'nde kendisine bîat edildi. 36 (656)'da Medine'den ayrıldı ve bir daha buraya dönemedi.
Hz. Ali, fitnenin kaynadığı bir dönemde halife olmuş, Hz. Osman'ı şehid eden âsiler Medine'ye hâkim oldukları için onları cezalandırmada acele edememiş ve bu nedenle de bazı sahâbe tarafından adâleti geciktirmekle itham edilmiştir. Başta Hz. Âişe olmak üzere Talha ve Zübeyr grubu, Hz. Ali'ye karşı çıkmış ve meşhur Cemel olayı meydana gelmiştir (10 Cemâziyelâhir 36/ 4 Aralık 656). Daha sonra Muâviye ile Sıffîn Savaşı'nı yapmıştır (Zilhicce 36-Safer 37/Haziran-Ağustos 657). Bilindiği gibi, bu savaş Kur'ân yapraklarının mızrak ucuna takılmasıyla durmuş ve sonuç hakem heyetine havale edilmişti. Hakem heyeti de Amr b. Âs'ın kurnazlığı neticesinde halifeliği Muâviye'ye vermişti (Ramazan 37/Şubat 658). Böylece halifelikten ayrılan Hz. Ali, Abdurrahman b. Mülcem adında bir Haricî tarafından Kûfe'de, zehirli hançerle bıçaklandı (17 Ramazan 40/24 Ocak 661). Bundan üç gün sonra da vefat etti.
Hz. Ali 586 hadîs nakletmiştir. Bunların 20'sini hem Buhârî hem Müslim, 9 hadîsi yalnız Buhârî, 15 hadîsi de yalnız Müslim rivayet etmiştir. Bu hadîsleri nakledenler şunlardır: Oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye'den başka İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbas, Ebû Mûsa el-Eş'arî, Abdullah b. Câfer, Abdullah b. Zübeyr vs.
Hayatı ile ilgili kısa bilgi verdiğimiz Hz. Ali, Hz. Peygamber'in en küçük kızı Hz. Fâtıma ile evlenmiştir. Bu evlilikten, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Muhsin, Ümmü Külsüm ve Zeynep adında çocukları olmuştur. O'nun hakkında Abdullah b. Abbas şunları söylemektedir:
"Allah'a yemin ederim ki, hidayet sancağı idi. Takva denizi, akıl küpü ve zerafet âbidesiydi. En yüce hedefe çağırırdı. En eski metinleri bilirdi. Te'vil yapabilir ve öğüt verirdi. İslâm'ın insanlara gösterdiği emirlerine bağlı idi. Zulmü ve eziyeti sevmezdi. Şüpheli şeylerden uzak kalırdı. İman ve takva sahiplerinin en hayırlısı idi. Hz. Peygamber hariç, dünyanın en büyük hatibi idi."
Sa'd b. Ebî Vakkâs, kendisini kötüleyen Muâviye'ye karşı Hz. Ali'yi şöyle müdafaa etmişti:
"Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'ın Hz. Ali hakkında söylemiş olduğu şu üç sözden birini benim için söylemesini bütün dünya nimetlerine tercih ederdim: Tebük seferine çıkarken, Hz. Ali'yi vekil olarak bırakmak isteyince, Hz. Ali savaşa gitmek istediğini bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Benim yanımda Mûsa'ya nisbetle Hârun yerinde olmak istemez misin? Fakat şu var ki benden sonra peygamber gelmeyecek" demişti. Hayber'in fethinin uzaması üzerine: "Yarın sancağı Allah ve Resûlünü seven, Allah ve Resûlü'nün de kendisini sevdiği birine vereceğim. Yılmadan savaşan o şahsa Allah kalenin fethini müyesser kılacaktır" buyurmuştur. Bütün dünya nimetlerine tercih edeceğim üçüncü bir özelliği de Hz. Peygamber'e damat olmasıdır."
Hz. Ali, görevde iken çarşıda tek başına dolaşır, yolunu şaşıranlara yol gösterir, bir şey kaybedenin malını arar, zayıflara yardım ederdi. Şehid edilmeden önce kendisini korumaya gelenlere: "Herkesin yanında iki melek vardır. Kaderde olmayan hiçbir şeyi, korudukları kimseye yanaştırmazlar. Kader gelince melekler o kimseyi kaderiyle başbaşa bırakır" demişti. Bundan sonra da şehid edilmişti.
Hz. Ali ilim kapısıydı. O şöyle derdi:
"İnsanlar üç gruptur. Birinci grup kudretli âlimlerdir. İkinci grup ilim öğrenerek kurtuluş yoluna gidenlerdir. Üçüncü grup ise, kör kütük cahil kalabalıklardır. Bunlar, rüzgâr nereden eserse oraya dönerler. İlim nuruyla aydınlanmamış kimselerdir. Sağlam bir dayanakları da yoktur.
İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur, malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe artar, mal ise harcadıkça eksilir. Âlimi sevmek herkesin boynuna borçtur. İlim âlime, hayatında itibar kazandırır, ölümünden sonra da anılmasına vesile olur. Malın sağladığı itibar, malla birlikte kaybolur. Nice zenginler vardır ki, hayatta iken ölürler. Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar. Kendileri göçüp gitseler bile, eserleri ve isimleri gönüllerde yaşar. Ah, şuramdaki ilmi kendilerine nakledebileceğim lâyık kimseler bulabilsem. Bazı kimseler var ama, onlar ilmi, dünya menfaatine kullanıyorlar.
Size gerçek fakîhin kim olduğunu haber vereyim mi? Halkı Allah'ın rahmetinden ümit kesecek kadar dini zorlaştırmayan, günah işlemelerine fırsat verecek kadar da kolaylaştırmayan, Allah'ın azabına düçar olabileceklerine inandırabilen, başka şeylere rağbet ederek Kur'ân'ı terketmeyen kimsedir. Dinî bilgisi olmayan kimsenin ibadetinde, anlayışı olmayanın dinî bilgisinde ve düşünmeden Kur'ân'ı okumakta hayır yoktur.
Herkesin yolundan gitmekten sakının. Çünkü öyle kişiler var ki, Cennet ehlinin amelini işler, sonra takdir-i ilâhî icabı bu yoldan döner, Cehennem ehlinin amelini işleyerek ölür ve cehennemliklerden olur. Öyle kimseler vardır ki, cehennemliklerin amelini işler, takdir-i ilâhî icabı, bu yoldan döner ve Cennet ehlinin amelini işleyerek ölür. Böylece cennetliklerden olur. Mutlaka bir şey yapmanız gerekiyorsa, yapacağınız şeylerde hayattakileri değil, ölenleri örnek alın.
Ben, ihtiyacını karşılayabileceğimi yahut da benim vasıtamla işlerinin kolaylaştırılmasını umarak bana müracaat eden bir kimsenin ihtiyacını karşılamaktan daha büyük bir nimet bilmiyorum. Bir müslümanın ihtiyacını karşılamak, benim yeryüzü dolusu kadar altın ve gümüşüm olmasından daha iyidir."
Hz. Ali, adamın birisine bir elbise ile yüz de altın vermişti. Kendisine bunun sebebi sorulunca: "Resûlullah'ın; insanlara durumlarına göre muamele ediniz, buyurduğunu işittim. İşte bu adamın benim indimdeki mevkii budur" demişti. O'na göre, nimet şükürle, şükürde artışla orantılıdır. Şükürle artış aynı karında karındaştır. Kuldan şükür kesilmedikçe, Allah'tan nimetin artışı kesilmez.
Hz. Ali, Nahrevan'da ayaklanan Haricîler'i bastırdıktan sonra (9 Safer 38 / 17 Temmuz 658) Kûfe'ye dönmüş ve minbere çıkarak şu tarihî konuşmayı yapmıştı:
"Ey insanlar, amel etmeden âhirette Cennet'i umanlardan olmayın. Tûl-i emel yüzünden günahlarına tevbe etmeyi geciktirenlerden de olmayın. Zâhidler gibi konuşan, fakat hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlananlardan da olmayın. Dünya için çalışanlara ne kadar verilse doymazlar, verilmediği zaman da kanaatkâr olmazlar. Elindekilerin şükrünü ifa etmedikleri halde daha da isterler. Başkalarına emrederler, fakat kendileri yapmazlar. Başkalarına menettikleri şeylerden kendileri vazgeçmezler. Salih kimseleri severler, fakat yaptıklarını yapmazlar. Zalimlere buğzederler, fakat kendileri de onlardandır. Şüphe ettikleri şeylerde ona mağlûp olurlar. Zengin olurlarsa nefislerine uyarlar. Hastalanınca üzülürler. Fakat fakir düştükleri zaman umutlarını keserek gevşerler. Günahla, nimet arasında otlarlar. Sıhhatte oldukları zaman şükretmezler. Başlarına bir belâ geldiği zaman sabretmezler. Sanki başkaları ölüme karşı uyarılıyor; sanki tehdid edilenler, zorlananlar onlar değil de başkaları.
Allah'a muhalefetten sakınınız. Kulu kurtaracak olan, iman, cihad, samimiyet, dinin direği namaz, zekât, oruç, hac, akraba ziyareti, gizli sadaka ve her türlü iyiliktir. Allah'ı devamlı zikrediniz. Hz. Peygamber'in yolundan gidiniz. Dini iyi anlayın, Kur'ân okuyun."
Hz. Ali, oğlu Hz. Hasan'a şu tavsiyede bulunmuştu:
"En büyük servet akıldır. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık, kendini beğenmişliktir. En büyük fazilet de güzel ahlâktır. Ahmak ile arkadaşlık etmekten sakın. Çünkü o, sana faydalı olayım derken zararlı olur. Yalancıyla arkadaşlık etme, çünkü o, sana uzak olanı yaklaştırır; yakın olanı da uzaklaştırır. Cimrilerle arkadaşlık etme. Çünkü cimri olan, senin en çok muhtaç olduğun şeyi senden uzaklaştırır. Günahkârlarla arkadaşlık etmekten de sakın. Çünkü seni ucuza satar.
Yerinde ve zamanında yapılan iş, en hayırlı rehberdir. Yakınların en hayırlısı, güzel ahlâktır. Arkadaşların en hayırlısı akıldır. En hayırlı miras edeptir.
Söyleyene değil, söylediğine bak."
Ebû Râfi' anlatıyor:
"Hz. Ali ile beraber Hayber'de idim. Hz. Peygamber sancağı Hz. Ali'ye vermişti. Ali Hayber kalesine yaklaşınca, kale halkı, O'nu dışarıda karşıladı. Aralarında savaş başladı. Savaş sırasında bir yahudinin kılıç darbesiyle Hz. Ali'nin elinden kalkanı yere düştü. Bunun üzerine Hz. Ali, kale kapısını eline alıp kalkan olarak kullandı. Allah, Hayber'in fethini gerçekleştirinceye kadar Ali, kapıyı elinden bırakmadı. Fetih gerçekleşince kapıyı bir kenara attı. Sekiz kişi ile bu kapıyı ancak yerinden oynatabildik."
Ebû Erâke anlatıyor:
"Hz. Ali ile beraber sabah namazını kıldım. Namazı bitirdiği zaman sanki bir sıkıntısı varmış gibi dona kaldı. Güneş mescidin duvarından bir mızrak boyu yükselinceye kadar da kıpırdamadı. İki rekât namaz kıldı. Sonra elini açtı ve şöyle dedi:
— Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in ashâbını gördüm. Bugün onlara benzeyen hiçbir şey görmüyorum. Onlar sapsarı, perişan, tozlar içinde sabahlıyorlardı. Gözlerinin önündeki çizgiler, keçi yoluna benziyordu. Secdede ve ayakta, Allah'a yöneliyorlar, O'nun kitabını okuyorlar, hem Allah için secdeye kapanıyorlar, hem de Allah yolunda cihada gidiyorlardı. Uyandıkları zaman Allah'ı zikrediyorlar, bu esnada rüzgârlı bir günde sallanan ağaç gibi sallanıyorlardı. Gözleri yaşarıyor, gözyaşları elbiselerini ıslatıyordu. Allah'a yemin ederim ki, bugünkü müslümanlar gaflet içinde uyuyorlar.
Sonra Hz. Ali ayağa kalktı. Bundan sonra rahatça güler bir vaziyette görülmedi. Allah düşmanı fasık İbn Mülcem O'nu şehid edinceye kadar böyle devam etti."
Muâviye, Dırâr b. Damre'ye; bana Hz. Ali'yi anlat, demişti. Bunun üzerine O da Hz. Ali'yi şöyle anlatmıştı:
"Hz. Ali gayesi büyük, çok kabiliyetli birisi idi. Kesin konuşur, âdil hüküm verirdi. Serâpâ ilimdi. Bütün konuştukları hikmetti. Dünya ve dünya gösterişinden uzak yaşardı. Geceyi ve karanlığı dost edinirdi. Çok gözyaşı döker, derin derin düşünürdü. Önce kendisine nasihat ederdi. Sade giymek ve sade yemek hoşuna giderdi. O içimizden biri gibiydi. Yanına geldiğimiz zaman, bizi yakınına oturturdu. O'na sorduğumuz zaman cevap verirdi. Heybetinden dolayı O'nunla rahat konuşamazdık. Tebessüm ettiği zaman inci gibi dişleri görülürdü. Dindarlara hürmet eder, fakirleri severdi. Kuvvetli, hiçbir şeyin O'nu haktan ayırmayacağını bilirdi; zayıflar da adaletinden ümitsizliğe düşmezdi.
O, Ey Rabbimiz, Ey Rabbimiz diye Allah'a yalvarır, sonra da dünya için şunları söylerdi:
"Beni mi aldatacaksın? Bana mı göz diktin? Sen git başkasını aldat. Azık az, yolculuk uzun, yol kimsesiz."
Bunun üzerine Muâviye ağlamıştı. Dırâr'a sordu:
— Onu ne kadar seviyorsun? Dırâr da cevap verdi:
— Kucağındaki tek yavrusu boğazlandığında gözünün yaşı kesilmeyen, üzüntüsü dinmeyen bir ana gibi.
ALKAME b. MÜCEZZİZ (r.a.)
Ne zaman müslüman olduğu bilinmeyen bu sahâbî, Yermük ve Câbiye savaşlarına katıldı. Zaman zaman Resûlullah tarafından gönderilen seriyyelere komutan oldu. Müdlic kabilesindendir.
Hz. Peygamber (s.a.) Tebük seferine hareket edeceği bir sırada pek çok kimse mevsimin sıcaklığını ve yolda isyan ve ayrılığın çıkacağını bahane ederek savaşa gitmemek için izin istemeye başladılar. Bunların bir kısmı içlerinde gizledikleri nifakı ortaya açıkça koyamayan münafıklardı. Savaşa katılmamak için nifak meclisi bile kurmuşlardı. Fakat Allah Teâla: "Ey iman edenler, cihad, ister size hafif gel sin, ister ağır, hiçbiriniz cihaddan geri durmayın, el birliği olarak savaşa çıkın" (Tevbe, 9/41) meâlindeki âyeti indirince, hiç kimseye savaşa katılmama ruhsatını tanımadı. Münâfıklar işte o zaman gerçek yüzlerini gizleyemediler ve savaştan geri kaldılar.
Müslümanlar Tebük'e varınca Hz. Peygamber, Alkame b. Mücezziz'i Filistin üzerine, Hâlid b. Velid'i de Dûmetü'l-Cendel hükümdarına gönderdi.
Hz. Alkame b. Mücezziz, Hz. Ömer devrinde yapılan Filistin harekâtına da komutan olarak görevlendirildi. Mus'ab b. Zübeyr, bu savaşa Alkame'nin 300 süvarisi ile birlikte katıldığını zikretmektedir. Taberî ise, Hz. Ömer'in Alkame'yi, hicretin 20. yılında bir ordu ile deniz üzerinden Habeşistan'a gönderdiğini yazmaktadır.
ÂMİR b. EBÎ VAKKÂS (r.a.)
Asıl adı Âmir, babasının adı Ebû Vakkâs'dır. Annesi, Ebû Süfyân'ın kızı ve Ümmü Habibe'nin kız kardeşi Hamene'dir. Âmir b. Ebî Vakkâs, sahâbeden meşhur İran fatihi Hz. Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın kardeşi ve Hz. Muâviye'nin yeğeni idi.
Babası Ebû Vakkâs ve annesi Hamene'ye rağmen Âmir, İslâm'ın ilk günlerinde İslâm davetine icâbet ederek müslüman oldu. Böylece müslümanların sayıları ikiyüze ulaşmıştı. Bir rivayete göre de bu sahâbî ile müslümanların sayısı ona ulaşmıştı. Oğlunun müslüman olduğunu işiten annesi hırsından kendini yerlere atarak bu durumu şiddetle lânetleyip: "Âmir müslümanlıktan vazgeçmedikçe gölgede durmayacağım ve yemek de yemeyeceğim" diye yemin etti ve sinir krizleri geçirdi.
Hamene'nin yaptığı yeminden birkaç gün sonra diğer oğlu Sa'd b. Ebî Vakkâs da müslüman olmuştu. Bu duruma daha çok üzülen anne Hamene, oğlu Sa'd ile konuşup yeminini ona hatırlatmayı uygun buldu. Aksi halde yeminini devam ettireceğini de söyledi. Oğlu Sa'd: "Gölgede durmayacak ve yemek yemeyecek olsan da senin yerin Cehennem'dir" dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
"Biz insana, ana babasına itaat etmesini emrettik. Onun anası kendisini gebelik zahmeti, ağrı zahmeti, doğurma zahmeti çekerek meşakkat üstüne meşakkat ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana, ana ve babana şükret. Dönüşün ancak Banadır. Eğer onlar sence ilimde yeri olmadık herhangi bir şeyi Bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine itâat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy. Sonuçta dönüşünüz ancak Banadır. O vakit Ben de size ne yapıyordunuz haber veririm." (Lukmân, 31/14-15)
Annesinin aşırı hareketlerine ve zorlamalarına bir müddet dayanan Hz. Âmir b. Ebî Vakkâs, ikinci muhâcirler kafilesi ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Burada uzun süre ikâmet etti. Müslümanların Medine'ye hicret ettiklerini duyunca Hz. Câfer ile beraber Medine'ye geldi. Burada Uhud Savaşı'na katılarak düşmana karşı kılıcını şehâmetle kullandı. Hamâset ve şecâat örneği verdi. Bundan sonra Hendek, Mekke'nin fethi ve Huneyn gazvelerinde bulundu. Tebük seferinden sonra Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda haccına katıldı.
Hz. Âmir b. Ebî Vakkâs, Halife Hz. Ebû Bekir devrinde dinden dönenlere karşı yapılan savaşta görev aldıktan sonra Suriye taraflarına yapılan harekâta da katıldı. Hz. Ömer halife seçildiğinde Hz. Âmir, Suriye taraflarında bulunuyordu.
Şam'da vefat eden Hz. Âmir b. Ebî Vakkâs'ın vefat tarihi belli değildir. Ayrıca ailesi ve çocukları hakkında da kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır.
ÂMİR b. FÜHEYRE (r.a.)
Adı Âmir, künyesi Ebû Âmir olan bu sahâbî, babasının adı Füheyre olması sebebiyle Âmir b. Füheyre olarak meşhur olmuştur. Hz. Âişe (r.a.)'nin ana tarafından kardeşi olup Ezd kabilesine mensuptur. Sonraları, Tufeyl b. Abdullah'ın kölesi olarak Mekke'de çobanlık yaptı.
Âmir b. Füheyre, İslâm'a ilk gönül veren ve Hz. Peygamber'in davetine ilk icâbet eden sahâbeler arasında yer almıştır. Bundan dolayı en büyük felâketlere maruz kalmış, efendisi tarafından en ağır ve en şiddetli işkencelere uğratılmıştır. Suheyb, Bilâl-i Habeşî ve Fükeyhe gibi İslâm uğrunda en korkunç eziyetlere uğrayanlardan biri de bu sahâbîdir. Nahl sûresinin 110. âyeti bunlar hakkında nâzil olmuştur. Bu âyette yüce Allah, böyle kimsesiz ve mazlum müslümanlara zulmeden Kureyş'in azılı müşriklerinin, katı kalbli, hakkı görmekten, hak söz işitmekten gâfil olduklarını ve âhirette hüsrana maruz kalacaklarını beyan etmekte, Allah yolunda cihada ve her türlü şiddete sabreden bu erleri himaye edeceğini vaad etmektedir.
Hz. Ebû Bekir, Âmir b. Füheyre'yi efendisi zâlim Tufeyl b. Abdullah'tan satın alarak hürriyetine kavuşturmuş, böylece onu ezâ ve cefa çekmekten de kurtarmıştır.
Âmir b. Füheyre aynı zamanda İslâm tarihinde önemli bir görevi de deruhte etmiştir. Şöyle ki: Hz. Peygamber, Ebû Bekir es-Sıddık ile Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri sırada, Sevr mağarasına sığınıp orada üç gün kalmışlardı. Âmir b. Füheyre, bu süre zarfında Resûlullah (s.a.) ile Ebû Bekir (r.a.)'e yiyecek ve içecek yetiştirmek, etrafta olup bitenleri kendilerine bildirmek üzere görev almıştı. Arazi durumunu, çoban olması nedeniyle çok iyi bilen Âmir b. Füheyre, diğer çobanlar gibi koyunları otlatmakla meşgul olur, hiç kimseye sezdirmeden koyunları Resûlullah'ın bulunduğu mağara civarlarına getirir ve böylece de görevini yerine getirmiş olurdu.
Âmir b. Füheyre Resûlullah mağaradan ayrılıncaya kadar onları kollamış, daha sonra da arkalarından kendisi hicret etmiştir. Medine-i Münevvere'ye vardığında Hz. Sa'd b. Hayseme'nin evinde misafir olmuş, bilâhare Resûlullah (s.a.) misafirle ev sahibi arasında kardeşlik tesis etmişti.
Âmir b. Füheyre (r.a.) Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış ve bu savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Hz. Peygamber'in itimadına mazhar olan bu zât, İslâm dâvâsı uğrunda fedakâr biriydi. Cildi siyah olmasına rağmen, altın gibi parlak bir kalbe ve berrak bir imana sahipti.
Âmir b. Füheyre'nin vefat sebebi de çok hazindir. Hicretin 4. yılında Necid tarafından Benî Âmir kabilesinin reisi, kendilerine Kur'ân'ı öğretecek, İslâm'ı belletecek bir irşad ekibinin görevlendirilmesini Resûlullah'tan istemişti. Resûl-i Ekrem, ashâbdan yetmiş kurrâyı bu iş için görevlendirmişti. Hz. Âmir b. Füheyre bunlardan biriydi. İrşad ekibi Bi'ri Maûne denilen yere varınca, burada pusu kuran Âmir b. Tufeyl ve taraftarları, 70 sahâbîyi de şehid etmişlerdi. Âmir b. Füheyre Hazretleri burada ağır bir şekilde yara aldığında: "Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki mutluluğa nâil oldum" demişti.
ÂMİR b. REBÎA (r.a.)
Ebû Abdullah lâkabıyla da meşhur olan bu sahâbî İslâmiyet'i ilk kabul eden müslümanlardan biridir.
Hz. Ömer'in babası Hattâb, babasıyla olan dostluğu sebebiyle Âmir b. Rebîa'yı evlatlık olarak almış ve bu sebepten dolayı da kendisine "Hattâb'ın oğlu" anlamına gelen Âmir b. Hattâb da denilmiştir. "Evlatları babalarının ismiyle çağırınız" âyeti nâzil olunca, esas adını alarak Âmir b. Rebîa denilmeye başlanmıştır.
Mekke'de müslüman oldukları için çeşitli ezâ ve cefâlara maruz kalan ilk müslümanlar gibi Hz. Âmir b. Rebîa da aynı işkence ve sıkıntıları yaşamıştır. Bu yüzden mecburen hanımı Leyla bint Ebî Hayseme ile birlikte Habeşistan'a göçetmiştir. Uzun süre burada burada ikâmet eden Hz. Âmir b. Rebîa, Hicret-i Nebeviyye esnasında ailesiyle beraber Medine'ye hicret edenlerin en başında gelmektedir.
Bedir Gazvesi'ne katılan Âmir b. Rebîa hazretleri ashâb-ı Bedir'den olma sıfatını da kazanmıştır. Daha sonra Uhud, Hendek ve Benî Kureyza gazvelerine katılmıştır. Mekke fethine de katılan bu güzide sahâbî, Resûl-i Ekrem ile birlikte Veda haccında bulundu. Resûlullah (s.a.) vefat ettiğinde Hz. Âmir b. Rebîa Medine'de ikâmet etmekteydi.
Âmir b. Rebîa (r.a.), Hz. Ebû Bekir devrinde dinden dönenlerle yapılan savaşlara katılmış, Hz. Ömer zamanında Medine'de müşavere heyetinde zaman zaman bulunmuştur.
Hz. Âmir b. Rebîa, Hz. Ömer'in; yerden bir saman çöpünü kaldırıp: "Keşke ben bu saman çöpü olsaydım, keşke ben bir şey olmayaydım, keşke annem beni doğurmayaydı, keşke ben yok olup unutulup gitseydim" dediğini rivayet etmiştir.
Yahya b. Saîd el-Ensârî'nin bildirdiğine göre; Hz. Âmir b. Rebîa, Hz. Osman (r.a.)'a karşı fitne başgösterdiğinde, gece namazı kılmaktaydı. Bir ara uykuya daldı. Biri gelip: "Kalk, fitneden Allah'a sığın" dedi. Âmir b. Rebîa Hazretleri kalktı ve namaz kılıp fitneden korunması için Allah'a niyazda bulundu. Hz. Osman'ın cenaze namazının kılınmasına kadar da evden dışarı çıkmadı.
Hz. Âmir b. Rebîa'nın vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 32/652 veya 37/657 yılında vefat ettiği ve Bakî' mezarlığına defnedildiği söylenmekte ise de Vâkıdî, onun, Hz. Osman'ın şehadetinden sonra vefat ettiğini söylemiştir.
AMMÂR b. YÂSİR (r.a.)
Ebu'l-Yakazan olarak da tanınan bu sahâbî, aslen Yemenlidir. İbn Sa'd, Ammâr'ın soyunu Kahtânîler'e kadar götürmektedir.
Babası Yâsir, Hâris ve Mâlik ile birlikte kardeşlerini aramak için Yemen'den Mekke'ye kadar gelmişlerdi. Hâris ile Mâlik Yemen'e dönmüş, Yâsir ise Mekke'de kalıp Ebû Huzeyfe b. Muğîre'nin sözleşmeli hizmetçisi olmuştu. Ebû Huzeyfe onu, kadın kölesi Sümeyye bint Hubbât ile evlendirmişti. Sümeyye hatundan Ammâr doğunca, Ebû Huzeyfe Sümeyye'yi âzad etmişti. Yâsir ile Ammâr, ölünceye kadar Ebû Huzeyfe'nin yanından ayrılmadılar. Ona bağlılıklarını devam ettirdiler.
Ebû Huzeyfe vefat ettikten sonra Mekke'de İslâm daveti ortaya çıkınca baba, oğul ve ana üçü de ilk müslüman olma şerefine ermişlerdir. Ammâr, müslüman oluşunu şöyle anlatmaktadır:
"Dâru'l-Erkam'ın kapısı önünde Suheyb b. Sinan'a rastladım. O sırada Resûlullah içeride bulunuyordu. Suheyb'e ne yapmak istediğini sordum. O da bana: "Ya sen ne yapmak istiyorsun?" diye sordu. Ben de, Muhammed'in yanına girip sözlerini dinlemek istiyorum, dedim. Suheyb: "Ben de böyle yapmak istiyorum" deyince ikimiz de içeri girdik. Resûlullah (s.a.) bize İslâmiyet'i arz ve teklif etti. Hemen müslüman olduk. O gün akşam oluncaya kadar bekledikten sonra, oradan gizlice dışarı çıktık."
Ammâr b. Yâsir müslümanlığını ilk açıklayan yedi İslâm mücâhidinden birisi idi. Bu yüzden Ammâr ve ailesi Kureyş'in aşırı zulmüne ve işkencelerine maruz kalmışlardı. Hatta Sümeyye hatun, bu kahraman kadın, Mekkeliler tarafından çeşitli işkencelere uğratılmıştı. Daha sonra da Ebû Cehil tarafından mızraklanarak feci bir şekilde öldürülmüş ve müslümanların ilk şehidi olmuştur. Yâsir de aynı şekilde Kureyş'in azab ve işkencesi altında vefat etmiştir.
Kureyş zalimleri Ammâr müslüman oldu diye, onu öğlen sıcağında kızgın kumlara yatırarak bayılıncaya kadar döverlerdi. Görmüş olduğu işkence dillere destan olacak şekildedir. Ezâ ve cefâya, işkence ve hakarete uğramadığı gün yoktu.
Kureyşliler, kabileleri tarafından korunacaklarını bildikleri müslümanlara fazla işkence ve zulüm yapmaya cesaret edemeyip, fakir ve tarafı bulunmayan mü'minlere karşı son derece zulüm ve vahşet örneği sergilerlerdi. Gökten inen alevlerle cayır cayır yanan kumların üzerine çırılçıplak müslümanları yatırırlar, bunların ızdıraplarını, yürekler acısı feryatlarını seyre dalarlar; ya da kızgın kumlar üzerine yatırıp göğüslerine taşlar yığarak o halde bırakırlardı. Sonra da bayılıncaya kadar döverler, ayaklarına bir ip bağlayıp, çakıllar üzerinde sürüklerlerdi. Tek suçları Allah'a inanmak ve Resûlünü tasdik etmek olan bu müslümanların, çekmedikleri çile, görmedikleri işkence kalmamıştı.
İşte Ammâr b. Yâsir de bunlardan birisiydi. Bu güzide sahâbî, Suheyb, Bilâl, Fükeyhe, Âmir b. Füheyre (r.a.) ile birlikte tarifi mümkün olmayan işkencelere uğramışlardır. Nahl sûresinde, bu mazlum mü'minlere sırf müslüman oldukları için azab eden Kureyşliler'i Yüce Allah, katı kalpli, hakkı görmekten, hak söz işitmekten gâfil olduklarını ve âhirette hüsrana maruz kalacaklarını bildirdikten sonra, anılan sahâbe hakkında: "Elbette ki, Mekke'de işkenceye uğradıklarının arkasından Medine'ye hicret eden, sonra da cihad edip her türlü şiddete sabır gösteren bu erler için kahramanlıklarının sonunda Rabbinin bunlara mağfiret etmesi, her zaman himâye buyurması muhakkaktır" (Nahl, 16/110) denilmektedir.
Kureyş müşrikleri bir seferinde Hz. Ammâr'ı ateşle cezalandırıyorlardı. Resûlullah (s.a.) da oradan geçiyordu. Ammâr'ın başını eliyle okşayıp: "Ya Rab; bu ateşi İbrahim Peygamberi'ne rahatlık ve mutluluk yeri kıldığın gibi Ammâr'a da kıl" diye dua etti.
Bir defasında da Ammâr hazretlerine işkencede çok aşırı gitmişler ve putlarını hayır ile yâd etmedikçe bırakmayacaklarını söylemişlerdi. Ammâr da ellerinden kurtulmak için müşriklerin istediklerini yapmıştı. Onlardan kurtulduktan sonra doğru Resûl-i Ekrem'in yanına gelerek durumu haber verdi. Resûlullah (s.a.): "Onların istediklerini söylediğinde kalbini nasıl buluyordun?" diye sordu. Ammâr: "İman ile dolu ve Allah'a bağlıydı" diye cevap verdi. Bunun üzerine: "Kim Allah'a iman ettikten sonra küfrederse, bunlar Allah'ın gazabına uğrar, fakat kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre zorlanan kimse bu durumdan sorumlu olmayacaktır" (Nahl, 16/106) âyeti nâzil oldu.
Ammâr b. Yâsir (r.a.), iman ve İslâm için herşeyini feda etmiş, en zor şartlara ve işkencelere sabretmiş, bütün ashâba ibret nümunesi olmuştur. Çölün kızgın kumları ve kayaları sırtını ve göğsünü yaktığı, su içine kafası sokularak boğulmak istendiği zamanlarda bile imanı hiç sarsılmamış, bütün yapılanları derin bir sabır ile karşılamıştı.
Hz. Ammâr'ın Mekke'de gördüğü işkenceler karşısında daha fazla tahammül etmeyip Habeşistan'a hicret edenlerle birlikte göç ettiği söylenmektedir. Sonra tekrar Mekke'ye geri dönmüş ve Hicret-i Nebevî'de Medine'ye göç ederek Hz. Münzir b. Abdülmübeşşir'in misafiri olmuştur. Daha sonra Resûlullah (s.a.) onu Ensâr'dan Huzeyfe b. Yemân ile din kardeşi yapmıştır.
Hz. Ammâr, hicretten sonra Medine-i Münevvere'de ilk yapılan caminin inşasında bizzat çalışmıştı. "Biz müslümanlar mescidler yaparız" sözlerini sık sık dilinden düşürmemişti. Herkes birer taş getirirken, Hz. Ammâr ikişer taş getirirdi. Onun bu halini gören Resûlullah (s.a.): "Vah vah Ammâr, seni zalim ve azgın olan birileri öldürecek, sen onları Hakk'a çağıracaksın, onlar ise seni Cehennem'e çağıracaklar" buyurdu.
Hz. Ammâr b. Yâsir, Bedir'den Tebük Savaşı'na kadar bütün savaşlarda bulundu. Her savaşta gösterdiği cesaret ve kahramanlığı ile meşhur olan, tepeden tırnağa kadar iman dolu bu sahâbî bir an bile Resûlullah'ın yanından ayrılmamıştı.
Resûlullah'ın vefatından sonra da mücahidliği elden bırakmamış, Hz. Ebû Bekir devrinde de meydana gelen önemli savaşlara da katılmış, aynı cesaret ve kahramanlığı oralarda da göstermişti. Nitekim Yemâme Savaşı'nda yalancı peygamber Müseyleme'ye ve askerlerine karşı gösterdiği cesaretini İbn Ömer (r.a.) şöyle anlatmaktadır: "O gün Ammâr b. Yâsir bir kaya üzerine durmuştu. Kulağı kopup yere düşmüş oynuyordu. O: "Ey müslümanlar, Cennet'ten mi kaçıyorsunuz? Ben Ammâr b. Yâsir'im, Cennet'ten mi kaçıyorsunuz? Ben Ammâr b. Yâsir'im, gelin etrafıma toplanın" diye bağırırken, ben onun yerde oynayan kulak kepçesine bakıyordum."
Hz. Ömer devrinde Ammâr b. Yâsir Hazretleri 21/641 yılında Kûfe şehri valiliğine tayin olmuştu. Hz. Ömer onu tayin için yazdığı emirnâmede şu sözlere yer vermişti: "Ey Kûfeliler, size Ammâr b. Yâsir'i emir, Abdullah b. Mes'ûd'u öğretmen ve hazine bakanı olarak gönderdim. Bunların ikisi de Resûlullah'ın ashâbı içinde fazilet ve sadâkatlarıyla tebârüz etmiş kimselerdir. İkisi de Bedir ehlindendir. Onları dinleyiniz ve itâat ediniz. Abdullah b. Mes'ûd'u yanımda alıkoymayı istediğim halde sizi kendi nefsime tercih ettim, onu size gönderdim. Osman b. Huneyf'i Irak'a gönderdim. Bunların yevmiyeleri bir koyundur. Onun bir kısmını Ammâr'a verip gerisini diğer üçü arasında taksim ediniz."
Hz. Ammâr bir yıl dokuz ay kadar Kûfe'yi adâletle idare etmişti. Ancak, Basra ile Kûfe ileri gelenleri arasında meydana gelen arazi anlaşmazlığında Kûfeliler'in hakaret ve dedikodularına maruz kalan Hz. Ammâr, onların isteklerine boyun eğmemişti. Bu yüzden Utârid adında biri: "Seni kulağı kesik köle seni, biz niçin fetih ve istilâ ettiğimiz yerleri başkalarına bırakalım!" demişti. Hz. Ammâr da ona: "Sen benim en çok sevdiğim kulağıma sövdün" demişti. Kûfeliler'in Hz. Ömer'e sürekli şikâyetleri sonucunda Hz. Ömer, Hz. Ammâr'ı valilikten azletmiş, yerine de Hz. Ebû Mûsa el-Eşa'rî'yi atamıştı.
Hz. Ammâr, Hz. Osman devrinde fitne ve karışıklık başladığı zaman Hz. Osman tarafından fitnenin sebeplerini araştırmak üzere Mısır'a gönderilmişti. Diğer şehirlere gönderilen elçiler kısa zamanda geri döndükleri halde Hz. Ammâr dönmemişti. Bir süre sonra Mısır valisi Abdullah b. Serh yazdığı mektupta O'nun hakkında şunları söylemişti: "Ammâr b. Yâsir, Mısır'da Abdullah İbn Sebe', Hâlid b. Mülcem, Sudan b. Hamran ve Kinâne b. Bişr ile birleşerek bir kuvvet oluşturdukları meydana çıkarılmıştır."
Bilindiği üzere Abdullah İbn Sebe', yahudi asıllı bir dönmedir. San'a'dan Medine'ye, Basra'dan Şam'a varıncaya kadar dolaşarak İslâm birliğini bozmaya, müslümanlar arasında fitne ve fesat tohumlarını ekerek, Hz. Osman'a karşı büyük suikastın teşkilâtını kurmaya çalışmıştı. Bu arada pek çok samimi ve temiz ruhlu insanları da kendi tuzağına düşürmüştü. Hz. Ammâr'ın da bu müslüman görünümlü İslâm düşmanının gerçekten ağına düşüp düşmediğini geniş olarak anlatan tarihî bilgiye sahip değiliz. Ancak O, Hz. Osman'a başkaldıran ve bunda da başarılı olan Mısırlılar'a yardımda bulunmuş, fakat isyan başladığında kendini geri çekip, hareketinden pişmanlık duymuştur.
Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra yerine Hz. Ali seçilmiş ve Hz. Ammâr O'nun yanında yer alarak, en güvenilir adamlarından biri olmuştu. Hz. Osman'ı şehid edenlerin bulunup cezalandırılmalarını istemek üzere Hz. Âişe, Talha, Zübeyr (r.a.) Basra'ya gelip burayı ele geçirdikleri sırada Hz. Ali, Kûfe şehrini de elinden çıkarmamak için oğlu Hz. Hasan ile Hz. Ammâr b. Yâsir'i Kûfe'ye göndermişti. Hz. Ammâr, burada yapmış olduğu etkili konuşmalarla Kûfe halkını Hz. Ali tarafına çekmeyi başarmıştır.
Cemel olayında Hz. Ammâr, Hz. Ali'nin ordusunun sol tarafının kumandanlığını üstlenmişti. Sıffîn Savaşı'nda ise, yaşının ilerlemiş olmasına rağmen cansiperâne savaşmıştır. Savaşın devam ettiği günün akşamı yaklaştığında Ammâr: "Bana bu dünyadaki son rızkımı veriniz" diye bağırmıştı. Bunun üzerine O'na kırmızı bir halkası olan bir kadeh içinde bir miktar süt vermişlerdi. Sütü içtikten sonra Hz. Ammâr: "Bugün dostlara kavuşacağım, Muhammed ile arkadaşlarına varacağım" demiş, daha sonra da Muâviye'nin askerlerine karşı şiddetle hücum etmişti. Bu sırada İbn Câdiye adında biri onu yaralayarak yere düşürdü. Bu yara yüzünden de şehid düştü.
Hz. Ali, Ammâr'ın şehid olmasına çok üzüldü ve: "Cenâb-ı Hak Ammâr'a rahmet eylesin. Kendisi Resûlullah'ın etrafında çok az kimse bulunduğu sırada O'na inanmış ve ilâhî lutfa mazhar olmuştu. Hiç şüphesiz, o aff-ı ilâhîye mazhar olmuştur" dedi. Hicretin 37. yılında şehid olan Hz. Ammâr'ın namazı bizzat Hz. Ali tarafından kıldırılmıştır. Vasiyeti üzerine elbisesi ile defnedilmiştir. Vefat ettiğinde 97 yaşında olduğu söylenmektedir.
Ahlâkça yüksek, son derece dürüst ve güvenilir biri olan Hz. Ammâr, evini mescid edinip orada namaz kılan müslümanların ilki idi. Allah'ın azâbından korkar, rahmetini umardı. Gece gündüz ibadet ve tâatla meşgul olurdu. O'nun bu güzel hareketi Kur'ân-ı Kerim'de övülmüştür: "Yoksa o âhiret azabından korkarak, Rabbinin rahmetini umarak, gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde ibâdet ve tâatta bulunan kimse gibi midir?" (Zümer, 39/9)
Hz. Peygamber'i ziyarete gelip de içeri girmek için izin istediğinde Peygamberimiz O'nu, sesinden tanır, "Hoş geldin bütün kötülüklerden arınan, iyiliklere bezenen, hoşa giden zât, bırakın gelsin" diye ona iltifatta bulunurdu.
Ammâr (r.a.), 62 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. O'nun rivayet ettiği hadîslerden ikisinin meâli şöyledir:
"Şu üç güzel hasleti kendine toplayan kimse gerçek mü'mindir: (1) İçten gelen sevgi ve adalet, (2) Herkese karşı selâmı söylemek ve yaymak, (3) Kendisi fakir de olsa düşkünleri ve yoksulları gözetmek ve yardımda bulunmak."
Ebû Vâil anlatıyor:
"Hz. Ammâr bir gün bize son derece güzel ve veciz bir hutbe okudu. Minberden indiğinde ona: Ey Ammâr, çok özlü ve veciz bir hutbe okudun. Biraz daha uzatsaydın olmaz mı? diye sorduk. Bize şöyle cevap verdi: Resûlullah'ın : "Bir adamın namazında uzunluk, hutbesinde kısalık onun dinî yönden âlim olduğuna delâlet eder. Onun için namazı uzatınız, hutbeleri kısaltınız. Sözün veciz, edebî ve açık olması dinleyenleri büyüler" buyurduğunu duydum."
Hz. Ammâr'ın, Muhammed b. Ammâr ile Ümmü'l-Hakem adlarında iki çocuğu olduğunu kaynaklar yazmaktadır.
AMMÂRE b. HAZM (r.a.)
Neccâroğulları'ndan olan Ammâre b. Hazm, meşhur sahâbîlerden Amr b. Hazm'ın kardeşidir. Annesinin adı Hâlide idi. Doğumu ve İslâmiyet'e giriş tarihi hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Ancak onun İkinci Akabe bîatında Ensâr'dan 70 kişi ile birlikte Resûlullah'a bîat ettiğini ve müslüman olduğunu görüyoruz.
Hz. Ammâre b. Hazm, Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında bulundu. Bedir ehlinden olma şerefine nâil oldu. Benî Mustalik, Benî Kureyza ve Hayber savaşlarına katıldı. Çok büyük yararlılıklar gösterdi. Hicretin 8. yılında Mekke'nin fethinde bulundu. Bu sırada Benî Mâlik b. Neccâr'ın bayrağını taşıdı. Bundan sonra Huneyn Gazvesi'ne katıldı. Hicretin 9. yılında Tebük seferine katıldıktan sonra 10/632 yılında Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda haccında bulundu.
Hz. Ebû Bekir devrinde baş gösteren dinden dönme olaylarına karşı cihadda Hz. Hâlid b. Velid ordusunda görev alarak bizzat savaştı ve Yemâme Savaşı'nda şehid düştü.
Hz. Ammâre b. Hazm'ın hanımının kim olduğu hakkında kaynaklar bilgi vermemektedir. Ancak, Mâlik adında bir oğlu olduğu zikredilmektedir. Hz. Ammâr'ın en büyük hobisinin çalı çırpı yakmak olduğunu kaynaklar nakletmektedir. Onun bu halini görenler büyücülüğe özendiğini sanarak Resûlullah'a, büyü yapıyor diye şikâyette bulunmuşlardı. Ancak Ammâre b. Hazm yaptığı işin büyü olmadığını, Allah'a şirk (ortak) koşmakla bir ilgisinin bulunmadığını, bu işi sadece bir hobi olarak yaptığını Hz. Peygamber'e anlattı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) Ammâre'ye izin verdi.
AMR b. ABESE (r.a.)
Künyesi Ebû Nuceyh olan bu sahâbî, meşhur Ebû Zer Gıfârî'nin baba ayrı, anne bir kardeşidir. Annesi Benî Huzam kabilesine mensup Remle bint Vekîa'dır. Doğum tarihi bilinmeyen bu sahâbînin ne zaman, nerede ve hangi halife devrinde vefat ettiği de kesin olarak bilinmemektedir.
Amr b. Abese, henüz İslâm daveti gelmeden önce Mekke'de Hanîf akîdesine mensup bir zât idi. Bütün Araplar putperest iken herşeyin üstünde ilâhî bir kudretin varlığına inanan Amr b. Abese; halim selim biri idi. Her zaman etrafındakilere, putlara tapmanın anlamsız bir davranış olduğunu gayet nâzik bir şekilde anlatmaya çalışırdı.
Amr b. Abese, Resûl-i Ekrem'in peygamberliğini duyar duymaz Mekke'ye gelip Hz. Peygamber'le görüşmek istedi. O sıralarda Hz. Muhammed (s.a.), Kureyş müşriklerinin zulüm ve baskısı altında bulunuyordu. Bir yolunu bulup gizlice Hz. Peygamber'in huzuruna çıkan Amr b. Abese, İslâmiyet hakkında Resûlullah'tan bilgi aldı. Allah'ın birliği, peygamberlik, akrabayı ziyaret, köle ile kabile reisinin Allah katında farklı olmadığı gibi, insan hakları ve toplumun huzur ve sükûnu ile alâkalı birtakım bilgileri öğrendikten sonra kalbi ve gönlü İslâm'a bağlandı. Kelime-i şahâdet getirerek müslüman oldu.
O'nun müslüman olmasına Hz. Peygamber çok sevindi. Müşriklerin tecavüzünden ve zulmünden korumak için de Mekke'de kalmamasını isteyerek şöyle dedi: "Müşrikler bize her fırsatta saldırıyorlar. Seni de burada rahat bırakmazlar. En iyisi sen memleketine geri dön. Orada Allah yolunda çalış, benim açığa çıktığımı haber alınca gelirsin."
Resûl-i Ekrem'in emirleri gereği memleketine dönen Hz. Amr b. Abese, memleketinde kabilesine mensup insanlara Mekke'deki durumu ve müslümanların iyi hallerini dirâyet ve cesaretle haber vermeye gayret etti. Bu arada İslâm'ın inanç ve esaslarını da etrafına gizlice anlatmaya başladı. Bunun sonucunda birkaç kişi müslüman oldu.
Hz. Amr b. Abese'nin bulunduğu yer Benî Selîme yurdu olarak biliniyor, Mekke ve Medine'ye olan uzaklığı sebebiyle de buralardaki hâdiseleri öğrenmek oldukça zor oluyordu. Hayber gazvesinden sonra tesâdüfen Medine tarafından birkaç kişi, Benî Selîme yurduna gelmişti. Amr b. Abese Hazretleri, onlara Medine'de olup bitenleri sordu. Resûlullah'ın yedi yıl önce Medine'ye hicret ettiğini, müşriklerle müslümanların savaşa hazırlandıklarını öğrendi.
Bunun üzerine Hz. Amr, hemen yola çıkarak doğru Medine'ye geldi. Resûlullah'ın huzuruna çıkarak kendini tanıttı. Dinî bilgilerini artırmak amacıyla geldiğini arzeyledi ve Medine'ye yerleşti.
Amr b. Abese Hazretleri, Medine'ye geldikten sonra Ebû Rehm ve Mekke'nin fethi gazvesine katıldı. Tâif Kuşatması sırasında Hz. Peygamber: "Her kim Allah yolunda bir ok atıp, isabet ettirirse Cenâb-ı Hak Cennet'ten bir kapı açar" buyurduğu zaman, Amr b. Abese Hazretleri yaşlı haliyle 16 ok atarak rızâ-i Bârî'yi (Allah'ın isteği) kazanmak için gayret sarfetti.
Hz. Amr b. Abese, Hz. Peygamber'in huzuru saâdetlerinden istifade etmeye pek vakit bulamamasına rağmen, Medine'ye her gelişinde Resûl-i Ekrem'in huzuruna çıkarak: "Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret" derdi. Resûl-i Ekrem de O'na dua eder ve gereken şeyleri öğretirdi. O'nun Resûlullah (s.a.)'tan rivayet ettiği hadîslerin sayısı 48'dir.
Ebû Nuaym O'nun hakkında şu rivayeti nakletmektedir: "Bir gün Mikdâd b. Esved, Amr b. Abese ve Şâfi b. Hubeyb el-Hezlî (r.a.) ile birlikte yolculuğa çıktık. Bir ara Amr b. Abese bizden ayrılıp kayboldu. Öğle vaktinde idik. O'nu aramaya çıktım ve bir yerde yatarken buldum. Üzerinde bir bulut parçası O'nu gölgeliyor ve hiç ayrılmıyordu. O'nu uyandırdım; bana: "Bu gördüğün şeyi herhangi bir kimseye söylersen aramız bozulur" dedi. Allah'a yemin ederim ki, ben de, O ölünceye kadar kimseye söylemedim."
Hz. Amr b. Abese'nin vefatının Hz. Osman'ın son devirlerine rastladığını zikreden kaynaklar mevcuttur. Medine ve Şam taraflarında vefat ettiği söylenmektedir. Âilesi ve çocukları hakkında kaynaklarda açık bir bilgi mevcut değildir.
AMR b. ÂS (r.a.)
Dehâsı ve zekâsı darb-ı mesel haline gelen, ileri görüşlülüğü, siyasî ve askerî kişiliği ile meşhur olan Amr b. Âs büyük bir Arap dâhisidir. Babası, Cahiliye döneminin ileri gelenlerinden Âs b. Vâil'dir. Annesi ise, Nâbiğa bint Harmele'dir.
Amr b. Âs, Kureyş kabilesinin Sehmoğulları koluna mensuptur. Sehmoğulları'nın kabile içinde ayrı bir imtiyazı vardı. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.) İslâm'ı yaymaya başladığı zaman, O'na ilk karşı çıkanlar arasında bu kabile mensupları, özellikle Amr b. Âs vardı. Sahip oldukları imtiyazı ellerinden bırakmak istemiyorlardı. Bunun için de İslâm'ı daha doğmadan öldürmek istiyorlardı. Nitekim Habeşistan'a hicret eden müslümanları, orada da İslâmiyet'i yaymamaları için geri getirmek isteyenlerin başında Amr b. Âs da vardı.
İslâm'a olan düşmanlığı Hendek Savaşı'na kadar sürdü. Bu savaştan sonra kalbi İslâm'a ısınmaya başladı. Her geçen gün İslâm'a olan ilgisi ve sempatisi de arttı. Nihayet, Mekke'nin fethinden önce Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha ile birlikte Medine'ye gelerek müslüman oldu.
Amr b. Âs, müslümanlıktan önceki hayatı için büyük bir pişmanlık duymuş, suçluluk psikolojisi içinde Hz. Peygamber'e affedilip edilmeyeceğini sormuştu. Hz. Peygamber'in, "Müslüman olanların daha önceki günahlarının affedileceğini" söylemesi üzerine Amr, rahatlamış ve İslâm'a büyük bir şevkle sarılmıştı.
Amr b. Âs ve Hâlid b. Velid'in müslüman olmasıyla İslâm, iki büyük komutan kazanmıştı. Hz. Peygamber, Amr'ın askerî ve siyasî kişiliğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle O'nu hemen, gönderdiği seriyyelere komutan olarak atamıştı. Zâtüsselâsil ve Suva' seriyyeleri O'nun komutanlığı altında yapılmıştı. Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber, O'nun siyasî kişiliğinden istifade etmek istedi ve Umman'a elçi olarak gönderdi. Daha sonra da buraya vali yaptı.
Amr b. Âs, Hz. Ebû Bekir döneminde de Umman valisiydi. Fakat O'nun bu sırada gözü valilikte değil, askerlikte idi. Bu nedenle Hz. Ebû Bekir'den kendisini valilikten alarak, askerî bir göreve getirmesini istedi. Hz. Ebû Bekir O'nun bu isteğini kabul ederek, kendisine Filistin'de askerî bir görev verdi. Ecnâdeyn Savaşı'ndan sonra da ordu komutanı oldu.
Bundan sonraki hayatı, hep askerî ve siyasî alanlarda geçti. Amr b. Âs, Şam'ın fethinde ve Yermük Savaşı'nda bulundu. Filistin ve Kudüs'ün alınmasında büyük yararlılıkları oldu. O'nun en büyük askerî zaferi, Mısır'ın alınmasıdır. Mısır'ın alınmasında, O'nun zekâsının ve dehâsının büyük rolü olmuştur. İskenderiye'nin fethindeki başarısı ise, en az Mısır'ın alınışındaki başarısı kadar büyük olmuştur. Kuzey Afrika'nın da fethine başlayan Amr b. Âs, Trablusgarb'ı ve Siyre'yi de almıştı. Bu fetihlerden sonra Hz. Ömer, O'nu Mısır'a vali tayin etti.
Hz. Osman'ın hilâfetinin ilk yıllarında da Mısır valisi olarak, görevine devam eden Amr b. Âs, 26/647 yılında bu görevden alındı. O'nun bu görevden alınmasıyla ilgili olarak çok şey söylenmiştir. Bunları burada zikretmek istemiyoruz. Ancak bu azil olayı, Amr b. Âs'ı çok üzmüş ve Hz. Osman'a da gücenmişti. Medine'ye gelince Hz. Osman'dan azlin sebebini sormuş, O da Mısır'ı iyi idare edemediğini ve bu nedenle görevden alındığını söylemişti. Fakat daha sonra Amr'ı, müşavere heyetine alarak gönlünü kazanmak istemişti.
Amr b. Âs, Hz. Osman şehid oluncaya kadar inzivaya çekildi. Cemel Olayı’ndan sonra tekrar siyasî hayata döndü. İlk olarak Muâviye ile sıkı bir pazarlığa girişti ve Mısır valiliğine karşılık kendisine bîat etti. Böylece Amr ikinci kez Mısır valisi oldu. Amr siyasî dehasını Hakem Olayı'nda Muâviye'nin temsilcisi olarak göstermiştir.
Bilindiği gibi, Hz. Ali ile Muâviye arasında meydana gelen Sıffîn Savaşı'nda, Muâviye'nin ordusu tam mağlup olacağı sırada, mızrakların ucuna Kur'ân sayfaları taktırılmış ve netice hakeme havale edilmişti. Amr b. Âs, Muâviye'nin temsilcisi, Ebû Mûsa el-Eş'arî ise Hz. Ali'nin temsilcisi olarak hakem heyetine katılmışlardı. Yapılan uzun görüşmelerden sonra hakem heyeti, hem Hz. Ali'yi hem de Muâviye'yi azletmeye ve hilâfet makamına herkesin kabul edeceği bir kişinin seçilmesine karar vermişti.
İki taraf bir araya gelince, Amr b. Âs, siyasî kurnazlığını göstererek, önce kendisinden yaşça daha büyük olduğunu ileri sürerek, Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin konuşmasını istemiş, kendini sona bırakmıştır. Ebû Musâ da kararlaştırıldığı üzere; hem Hz. Ali'yi hem de Muâviye'yi hilâfetten azleylediğini söylemişti. Sıra kendisine gelince Amr b. Âs: O, Hz. Ali ve Muâviye'yi azlettiyse, ben de Hz. Ali'yi ve Muâviye'yi azlettim ve Muâviye'yi halifeliğe nasbeyledim, demişti. Böylece Muâviye'yi halife seçmişti.
O'nun bu siyasî çözümü, savaşı durdurmuş ise de, dinî birlik ve beraberliği parçalayan yeni fitnelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Haricîlik gibi bir mezhebin ortaya çıkmasına sebep olduğu gibi, Şiîliğin de ilk nüvesini oluşturmuştur.
Amr b. Âs, Hakem olayından sonra Mısır'a gitmiş, fakat o sırada buranın valisi olan Muhammed b. Ebû Bekir, Hz. Ali tarafından atandığı için, Amr'a karşı çıkmıştı. Ancak bu karşı çıkış, bir sonuç vermedi ve Amr, Mısır'a hakim oldu. Böylece Amr b. Âs ikinci kez Mısır valisi oluyordu. Amr, bu görevinde iken, Haricîler tarafından düzenlenen bir suikasttan tesadüfen kurtuldu ve farklı rivayetlere göre 43, 47 veya 51 yılında vefat etti.
Amr b. Âs, ölüm döşeğinde iken ağlamış, bunun üzerine oğlu: "Niçin ağlıyorsun? Ölümden mi korkuyorsun?" demişti. Amr da: "Hayır ölümden değil, ben asıl ölümden sonraki hayattan korkuyorum" cevabını vermişti. Oğlu Abdullah: "Sen iyi bir insansın" diyerek, babasına Resûlullah (s .a.) ile olan arkadaşlığını ve Şam fatihi olduğunu hatırlattı. Bunun üzerine Amr: "Halbuki sen, bütün bunlardan daha değerli olan, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim, düsturunu bırakıyorsun. Ben öldüğüm zaman arkamdan kimse ağlamasın. Kimse beni methetmesin. Kefenimi üzerime çekin. Zira ben hesaba çekileceğim. Üzerime toprak serpin. Zira benim sağ yanım, toprağa sol yanımdan daha lâyık değildir. Kabrime tahta ve taş dikmeyin" dedi. Sonra yüzünü duvara doğru çevirerek: "Allah'ım, Sen emrettin biz isyan ettik. Sen nehyettin biz tersini yaptık. Affına sığınıyorum. Allah'ım; gücüm yok, yardım et, suçluyum, özrümü kabul et, senden af diliyorum" şeklinde dua etmiş ve ruhunu teslim etmişti. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/260)
Bu sözler, O'nun İslâm öncesi yaptıklarından bir nedâmet midir? Yoksa İslâm sonrasında yaptıklarından bir pişmanlık mıdır? Bunu kesin olarak kestirmek güç. Ancak bir vicdan azabı duyduğu da kesin. O, büyük bir komutandı, büyük bir siyaset adamıydı. Sahâbe arasında bu iki özelliği ile sivrilmişti. Yaradılışı buna müsaitti. Fıtrat, ne kadar zorlansa değişmezdi. Nitekim oğlu Abdullah da babasının tam aksi, zühd ve takvaya düşkündü. O da fıtratını değiştiremedi. Bu nedenle Amr b. Âs, fıtratının gereği olan siyasetçiliği, kendi kuralları içinde yapmış ve bunda da başarılı olmuştu. Fakat bu başarı, görünürde olmuş, aslında birçok fitne ve hastalıkları da beraberinde getirmişti.
Amr b. Âs, şöyle anlatmıştır:
İslâm ordusu benim komutamda yola çıkmış, İskenderiye'de konaklamıştı. İskenderiye valisi: Bana içinizden, birini gönderin, onunla konuşacağım, diye haber salmıştı. Bunun üzerine: Onunla ben konuşacağım, dedim ve yanıma bir tercüman alarak yanına gittim. Onun da yanında bir tercüman vardı. Karşılıklı iki kürsü kuruldu.
Vali:
— Siz kimsiniz? dedi. Ben de şöyle cevapladım:
— Biz Araplarız, çalı çırpıdan başka şey bitmeyen bir çöl halkıyız. Beytullah'ın sakinleriyiz. Arazimiz dar, geçimimiz dardı. Yoksulluktan dolayı murdar ölü hayvanları yerdik. Birbirimize saldırırdık. Çok sıkıntılı bir hayatımız vardı. Nihayet aramızdan biri çıktı. Bizler gibi, orta halli bir aileye mensuptu, bizden daha zengin değildi. Bize, Allah'ın elçisi olduğunu söyleyerek, bilmediğimiz şeyleri emrediyor, atalarımızdan itibaren yapageldiğimiz şeylerden bizi nehyediyordu. O'na kızdık, yalanladık. Sözlerine itibar etmedik. Fakat bizden başkaları, (Medineliler) gelerek O'na: Seni biz takdir edeceğiz, sana biz iman edeceğiz, sana biz tâbi olacağız, düşmanlarına karşı seninle beraber biz savaşacağız, dediler. Bunun üzerine onların diyarına hicret etti. Kendisine karşı çıktık, savaş açtık, bizi perişan ederek hezimete uğrattı. Sonra komşu memleketlere yönelip onlarla savaştı ve onları yenilgiye uğrattı. Eğer geride kalan askerlerimiz, sizin bu kadar servet ve saadet içinde yaşadığınızı bilseler, hepsi buraya gelirler, size ortak olurlar.
Bunun üzerine vali güldü ve şöyle dedi:
— Peygamberiniz çok doğru söylemiş. Bize de peygamberler, sizinkinin getirdikleri gibi hak din getirmişlerdi. O din üzerinde yürüyorduk ki, aramızdan hevâ ve heveslerine uyan krallar ortaya çıktı. Peygamberlerin emirlerini terkettiler. Bizi keyiflerine göre idare ettiler. Eğer siz, Peygamberinizin emirlerine itaat ederseniz, hiçbir düşman kuvveti sizi mağlup edemez. Şayet bizler gibi, Peygamberinizin emirlerini terkeder, hevâ ve nefsinize uyarsanız, O, yardımını üzerinizden kaldırır, sizle bizi başbaşa bırakır. Bizden daha çok ve kuvvetli olmadığınızı da takdir edersiniz.
Amr b. Âs; böylesine mertçe konuşan birini daha görmedim, demişti.
Hz. Peygamber, Amr b. Âs'ı bir seriyye komutanı olarak tayin etmiş ve: "Allah, ganimetlerini artırsın" demişti. Amr da: Ben mal için müslüman olmadım. Ben İslâm'a ve Resûlullah'a olan bağlılığımdan dolayı müslüman oldum, demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Güzel mal, salih kişi içindir" buyurmuştu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/197)
Şam'da vebâ salgını başgösterince Amr b. Âs: "Bu kötü bir hastalıktır. Bundan korunmak için, vadilere ve yaylalara gidin" diye tavsiyede bulunmuştu.
O, siyasî ve askerî bir kişiliğe sahip olduğu için, ilimle fazla meşgul olamamış ve bu alanda kendini gösterememiştir. Bununla birlikte, bazı içtihadlarda bulunmuştur:
Zâtüsselâsil seriyyesi sırasında, bir gece gusül abdesti alması icab etmişti. Hava çok soğuk olduğu için, soğuk su ile yıkanmanın hastalık yapması ihtimali vardı. Gusül abdesti olmadan da namaz kılınamayacağına göre, teyemmüm gerekliydi. O zaman Amr b. Âs, namaz abdestine kıyasen, gusül abdestinde de teyemmümün câiz olduğuna hükmetti ve teyemmüm abdesti ile namaz kıldırdı. Daha sonra döndüğü zaman bu olayı Hz. Peygamber'e nakletti. Peygamber de: "Sen cünüp iken namaz mı kıldırdın?" dedi. Bunun üzerine Amr b. Âs: Ey Allah'ın Resûlü, çok soğuk vardı, su ile yıkanmak pek tehlikeliydi. Bu, ölümüme sebep olabilirdi. Ben Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyeti hatırladım: "Kendinizi öldürmeyiniz, Allah size rahmet edendir." (Nisâ, 4/29) ve teyemmüm ettim. Bu sözleri dinleyen Hz. Peygamber, gülümsedi ve başka bir şey söylemedi.
O'ndan nakledilen bir hadîsin meâli şöyledir:
Bir savaştan döndüğümde, Hz. Peygamber'in huzuruna çıktım ve: Ey Allah'ın Elçisi, ashâb içinde size en sevimli kimdir? diye sordum. Resûlullah (s.a.) da: "Âişe'dir" buyurdu. Ben: Erkeklerden kimdir? diye sordum. O da: "Âişe'nin babasıdır" buyurdu. Ben: Sonra kimdir? diye sordum. "Ömer b. Hattâb'dır" dedi. Sonra Resûlullah, birtakım insanların adını saydı. Amr b. Âs der ki: Resûlullah, beni en sonraya bırakır korkusuyla sustum ve artık başkalarını sormadım. (Tecrid Tercemesi, 9/335)
Amr'dan nakledilen bir diğer hadîste ise Resûlullah şöyle buyurmuştur:
"Bir hâkim, hükmedeceği zaman, ictihad yani hakkı arayıp hükmeder de, sonra bu hükmünde isabet ederse, o hâkime iki ecir ve sevap vardır. (Hakkı aramak ve hakka isabet etmek sevabları.) Eğer hükmedeceği zaman, hakkı arar, fakat hata ederse, bu hâkime de bir ecir vardır. (Hakkı arama sevabı)." (Tecrid Tercemesi, 12/411)
Hz. Ömer, Amr b. Âs'ın siyasetini övmüştür. Düşüncesiz ve tedbirsiz birini görünce: "Allah'ım, Amr b. Âs'ı da sen yarattın, bunu da sen yarattın" demişti.
AMR b. AVF el-ENSÂRÎ (r.a.)
İsmi Amr, künyesi Ebû Abdullah'tır. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kaynaklarda kesin bilgi mevcut değildir. Ancak Mekke'de doğduğu ve Hz. Muâviye zamanında Medine'de vefat ettiği bilinmektedir.
Amr b. Avf, İslâm'ın ilk günlerinde müslüman oldu. Mekke döneminde Hz. Peygamber'in yanından ayrılmadı. O'nun Resûlullah'a olan bağlılığı hicrette de kendini gösterdi. Resûl-i Ekrem ile birlikte Medine'ye hicret etti.
Medine-i Münevvere'de Hz. Peygamber'in yapmış olduğu bütün gazvelere katıldı. Önce Ebvâ Gazvesi'ne, daha sonra diğer gazvelere katıldı. Hendek Savaşı'na da katıldığı bazı rivayetlerde zikredilmektedir.
Hz. Amr b. Avf, fakir olması sebebiyle Tebük Seferi'ne katılmada büyük zorluk çekti. Çünkü, bu sırada Arabistan'da yiyecek sıkıntısı başgöstermişti. Ashâbın büyük bir çoğunluğu Tebük Seferi'ne katılmak için erzak temininde sıkıntı çekiyordu. Mâli durumu iyi olan, servet sahibi sahâbîler bu sefere katılabiliyorlardı.
İmanları kuvvetli, yürekleri şecaatli ve cesur, fakat maddî imkânları düşük olan sahâbîler, içlerinde Amr b. Avf da olmak üzere Resûl-i Ekrem'in huzuruna gelerek durumlarını arzedip kendilerinin de cihada katılmak istediklerini söylediler. Resûllullah (s.a.) bu işleri tanzim etmekle görevlendirdiği Hz. Ömer'e haber göndererek, fakir ashâbının da cihada katılma saadetinden mahrum bırakılmamasını istedi. Ancak, maddî durumu çok düşük olan veya hiç imkânı olmayanlar cihaddan muaf bırakılmışlardı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
"Bir de şunlara günah ve mesûliyet yoktur ki, kendilerini bindirip sevketmen için ne zaman sana geldilerse, 'size bir binek bulamıyorum' dedin ve bu uğurda kendileri harcayacak bir şey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler." (Tevbe, 9/92)
Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Hz. Amr b. Avf da diğer sahâbe-i kiram gibi Tebük Seferi'ne katılma mutluluğuna erişti.
Allah rızasını herşeyin üstünde tutan, varıyla, yoğuyla, canla başla cihad eden bu sahâbî, Hz. Ebû Bekir devrinde dinden dönme olayları başgösterince, bunları önlemek üzere harekete geçen orduya katılarak savaştı. Bundan başka Suriye taraflarına giden orduya da katılarak İslâm'ın oralara kadar uzanmasına katkıda bulundu. Hz. Ömer zamanında aynı kahramanlık ve fedakârlığı gösterdi.
Ömrünün son yıllarını Hz. Muâviye devrinde Medine'de geçirdi. Zaman zaman sahâbe arasında meydana gelen kanlı olaylarda ve müslümanlar arasında fitne ortaya çıktığında, tarafsızlığını ve sessizliğini muhafaza etti. Kur'ân ve sünnetten ayrılmadan İslâm'ı yaşadı. Medine'de vefat etti. Bakî' kabristanına defnedildi.
AMR b. CEMÛH (r.a.)
Medine'de Benî Seleme'nin efendilerinden ve eşrafından olan Amr b. Cemûh, kavmi içinde küfürde kendi dini üzere kalan ihtiyarlardan biriydi.
Oğlu Muâz b. Amr, Akabe'de hazır bulunup Resûlullah'a orada bîat etmişti. Amr b. Cemûh, oldukça yaşlıydı. Aynı zamanda yürürken aksayarak yürürdü.
Cahiliye devrinde Medine'deki puthanenin mütevellisi idi. Medine eşrafının yaptıkları gibi o da putu ilâh edinmişti. Ona hürmet ediyor ve onun temizliğiyle meşgul oluyordu.
Bir gece, oğlu Muâz b. Amr b. Cemûh ile Benî Seleme'nin müslüman gençlerinden Muâz b. Cebel ve Akabe'de hazır bulunanlar, Amr b. Cemûh'un putunun yanına girdiler, onu alarak Benî Seleme'nin çöplüklerinden birinin içine atıp kaçtılar. Sabah olunca Amr b. Cemûh: "Yazıklar olsun, bu gece bizim ilâhımıza kim tecavüz etti?" diyerek feryad etti. Putunu arayıp bulduktan sonra onu yıkayıp üzerine güzel kokular sürdü. Sonra da şöyle dedi: "Vallahi bunu sana yapanı bir bilsem onu rezil ederim." Ertesi gün aynı olay tekrar edildi. Bu hal birkaç kere tekrarlandı.
Nihayet bir gün onu attıkları çöplükten çıkarttı, yıkadı, pislikleri gidererek temizledi ve üzerine güzel kokular sürdü. Sonra da kılıcını getirip üzerine astı ve şöyle dedi: "Ben vallahi sana bunu yapanı bilmiyorum. Eğer sende bir hayır varsa kendi kendini koru. Bu kılıç senin yanında işte."
Akşam olup ve Amr b. Cemûh uyuduğu zaman, putun başına bu sefer daha değişik bir musibet geldi. Ölü bir köpeği alarak onu putla birlikte bağlayarak bir kuyuya attılar.
Amr, putunu, ölü köpekle birlikte bağlanmış olarak bulunca onu kendi eliyle parça parça ederek Ensâr'ın sonuncularından olarak müslüman olma şerefine nâil oldu. Kendisini sapıklıktan kurtaran Allah Teâlâ'ya şükrederek şu şiiri söyledi:
Vallahi sen bir ilâh olsaydın, bir köpekle bir kuyunun dibinde olmazdın.
Zelil bir ilâh olarak senin atıldığın yerden tiksiniyorum.
Şimdi sefihliğin, kötülüğün yüzünden seni derin derin düşündük.
Dinleri gönderen bağışlayıcı, bol rızıklar verici, lütuflar sahibi Yüce Allah'a hamd olsun ki;
O bağından kurtuluş olmayan kabir karanlığına girmeden önce,
Hidâyet olunmuş Peygamber Ahmed ile beni kurtardı.
Hz. Amr b. Cemûh, şehid olmayı çok arzu ediyordu. Bu isteğini Resûlullah'ın yanına bizzat giderek: "Ya Resûlallah, Cenab-ı Hak'tan tek dileğim var, o da küffâr ile savaşarak şehid olmak ve Cennet'e girmektir. Şu yaşlı halimde beni Cennet yolundan mahrum etmeyin" diye yalvardı. Onun bu samimi halini gören Resûlullah, çok etkilendi ve çocuklarını çağırarak: "Fazla ısrar etmeyin, belki de ona şehitlik ve Cennet nasib olmuştur" buyurdu.
Hz. Amr b. Cemûh'un, şehid olmak için Cenab-ı Hakk'a yapmış olduğu samimi duası kabul oldu. Çünkü oğulları ile birlikte Uhud Savaşı'nda şehid düştü. Resûl-i Ekrem O'nun şehid olduğunu görünce: "Amr ile oğulları beraber olarak işte şimdi Cennet'e ayak bastı" dedi.
Uhud Savaşı'nda şehid düşen ashâb hakkında Resûlullah (s.a.): "Bütün şehidler bir araya defnedilsin" buyurduğundan Hz. Amr b. Cemûh da oğlu Amr b. Harâm ile aynı kabre kondu.
Hz. Amr b. Cemûh, esmer tenli, uzun boylu ve uzun saçlı bir sahâbî idi. En büyük özelliği cömert olmasıydı. Peygamberimiz onun hakkında: "Eli açık ve cömerttir" demişti. Bu yüzden de O'nu Benî Seleme'ye serdâr tayin etmişti. Açık sözlü, doğrudan, iyiden ve güzelden yana idi. Peygamber aşkını ve sevgisini gönülden tutuşturmuş, iman ve samimiyet O'nun ayrılmaz bir parçası olmuştu.
Muâz, Hallâd ve Abdullah adında üç oğlu ve Hind adında bir kızı vardı. Hanımının adı ise, Hz. Câbir b. Abdillah b. Amr'in halası olan Hind bint Amr b. Harâm'dır.
AMR b. HÂRİS (r.a.)
Hz. Peygamber'in hanımlarından Hz. Cüveyriye bint Hâris'in erkek kardeşi ve Resûlullah'ın kayınbiraderidir. Ne zaman ve nerede doğduğu hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır.
Kardeşi Abdullah b. Hâris, Benî Mustalik esirlerini kurtarmak için fidye vermek üzere Medine'ye geldiğinde Zeyd adındaki siyah kadını (kölesini) yolun bir kenarına saklamıştı. Resûlullah (s.a.) ile esirleri kurtarma konusunda görüşürken Hz. Peygamber, Abdullah b. Hâris'e kölelerinden ve sakladığı yerden sözedince hemen şehâdet getirerek müslüman oldu. Daha sonra Benî Müstalik kabilesinin oturduğu Müreysî mevkiine giderek durumu kardeşi Amr b. Hâris'e anlattı ve onun da müslüman olmasına vesile oldu.
Hz. Amr b. Hâris, Mekke fethine ve Huneyn Savaşı'na katıldı. Tebük Savaşı'na da katıldıktan sonra Hz. Peygamber ile Veda haccında bulundu. Zaman zaman Medine'ye gelerek az da olsa hadîs öğrendi ve rivayet etti. Hz. Ebû Bekir devrinde dinden dönenlerle yapılan savaşlara katıldı.
Resûlullah (s.a.) vefat ettiğinde Amr b. Hâris O'nun hakkında: "Bindiği beyaz katırından, silahından ve yolculara sadaka olarak vakfettiği araziden başka, geriye altın, gümüş bırakmadı" demişti.
AMR b. HAZM (r.a.)
Ebû Dahhâk lâkabıyla da bilinen bu sahâbî, Milâdî 613 yılında Medine'de dünyaya geldi. Hicret-i Nebeviyye zamanında âilesi ile birlikte müslüman oldu.
Yaşının küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. 15 yaşında Hendek Savaşı'na, bundan sonra da bütün savaşlara katıldı. Hicrî 8. yılda Mekke'nin fethinde, arkasından da Huneyn Gazvesi'nde bulundu.
Yemen'in Necran bölgesinde oturan Benî Hâris b. Kâ'b Oğullarının elçileri, hicretin 10. yılında Şevval ayının son günlerinde yurtlarına dönüp gittikten sonra, Hz. Peygamber onlara İslâm dinini güzelce anlatmak, İslâm'ın emirlerini öğretmek; zekât ve sadakalarını da teslim almak üzere Amr b. Hazm Hazretlerini görevlendirmişti. Kendisine idarî işlerin nasıl yapılacağını, insanlara nasıl davranacağını, İslâm şeriatını, farzlarını ve ceza hükümlerini onlara yani Yemenlilere nasıl tebliğ edeceğini de bu yazılı emirde bildirmişti.
Zikredilen yazıda Resûlullah (s.a.) şöyle demişti:
"Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah ve Resûlü tarafından bir açıklamadır, bir emân ve garantidir. Ey iman edenler, akidleri yerine getiriniz. Bu, Allah'ın Resûlü Peygamber Muhammed tarafından, Yemen'e gönderdiği sırada Amr b. Hazm'e yazılan bir sözleşmedir. Bütün işlerde Allah'tan korkması için kendisine talimat verdim. Çünkü Allah, hiç şüphesiz kendisinden korkanların ve daima iyilik edenlerin yanındadır. Onun yapacağı birtakım işler arasında ganimetlerden, Allah'ın belirlediği beşte biri ve meyvalardan zekât olarak mü'minlerin üzerine farz kılınanları alma işini, Allah'ın, Resûlüne emrettiği gibi hakkı tutması, gözetmesi, halkı hayırla müjdelemesi ve onlara iyiliği, güzelliği emretmesi için emir verildi.
O aynı zamanda, halka Kur'ân'ı öğretecek ve Kur'ân'da olanları, onlara iyice anlatacaktır. İnsanlara, lehlerinde ve aleyhlerinde olanları bildirecek, doğru dürüst olan insanlara yumuşak, zâlim ve haksız olanlara karşı da, sert ve katı davranacaktır. Çünkü Allah zulümden, haksızlıktan hoşlanmaz ve ondan meneder. Kur'ân: "Haberiniz olsun ki: Allah'ın lâneti, zâlimlerin üzerinedir" (Hûd, 11/18) buyuruyor. Amr b. Hazm insanları, Cennet'le ve Cennet amelleriyle müjdeleyecek, Cehennem'le ve Cehennem amelleriyle de korkutacaklardır. Dini iyice anlamalarına kadar halka yakınlık gösterecek, hac amellerini, haccın sünnet ve farzlarını, Allah'ın bu hususta emir ettiği şeyleri ve umreyi öğretecek, halkı, tek ve küçük örtü içinde namaz kılmaktan menedecektir. İnsanların arasında meydana gelecek savaşlarda kabile ve aşîretler adına yapılacak dualar yasaklanacak, onlar, bir olan, eşi benzeri olmayan Yüce Allah'a dua edinceye kadar kılıçla savaşılacaktır.
Abdest alırken, yüzlerini, dirseklerine kadar ellerini, bileklerine kadar ayaklarını yıkamayı, başlarını meshetmeyi, namazı vaktinde kılmayı, rükû, sücûd ve hûşûu tam yapmayı, sabah namazını, Güneş batıdan doğuya doğru eğilmeye başlayınca öğle namazını, öğle vakti çıkıp Güneş arkasını arza çevirdiği zaman ikindi namazını, gece gelince yıldızların gökte görünme zamanına kadar geciktirilmeksizin akşam namazını, gecenin ilk kısmında da yatsı namazını kılmayı halka emredecek, cuma namazı için ezan okunduğunda namaza koşmayı ve camiye gitmeden önce cuma için yıkanmayı, ganimetlerden Allah'ın tayin ettiği beşte biri, ürünlerden mü'minler üzerine zekât olarak farz kılınanları, kaynakların ve yağmurun suladığı arazi ürünlerinden de onda bir ve kova ile sulanan arazi ürünlerinden de yirmide bir almayı emredecek. Her on devede iki koyun, her yirmi devede dört koyun, her kırk sığırda bir sığır ve her otuz sığırda bir yaşını tamamlamamış bir dana veya üç yaşına girmemiş erkek veya dişi bir sığır, merada yayılan koyunlardan, her kırk koyunda bir koyun vermek gerekir. Bu, Allah tarafından, mü'minlere farz kılınan zekâttır.
Kim hayrını artırırsa, o hayrı kendisi için artırmış olur. Yahudilerden veya nasrânîlerden gerçekten müslüman olup, İslâm dininin emirlerini yerine getiren kimse müslümandır. Müslümanların sahip oldukları haklara o da aynen sahip, onların sorumlu bulundukları vazifelerle o da mükellef olur. Hıristiyanlığında ve yahudiliğinde kalmak isteyen kimse de bundan menedilmeyecektir. Erginlik çağına giren her gayrimüslim erkek veya kadın hür veya köle tam bir dinar veya onun karşılığı bir elbise ödemekle sorumludur. Kim bunu öderse Allah'ın ve Resûlü'nün himayesi altındadır. Kim de bunu ödemekten kaçınırsa, o, Allah'ın, Resûlü'nün ve bütün mü'minlerin düşmanı olur. Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi Muhammed'in üzerine olsun." (İbn Hişâm, es-Sîre, 4/242-243)
Hz. Peygamber bundan başka Necranlılara verilmek üzere Hz. Amr b. Hazm'a bir yazı vererek onlara göndermiştir. Yazıda, yukarda Amr b. Hazm Hazretlerine verilen öğütler özetlenmiştir. Ayrıca orada bulunmayan maddeler de bulunmaktaydı ki biz onlardan bir kısmını burada zikretmek istiyoruz:
"Necran ve çevresi, insanların malları, canları, dinleri, orada hazır bulunmayanları, bulunanları, aşiretleri, kiliseleri, az veya çok ellerinde bulunan herşeyleri Allah ve Resûlü'nün himayesindedir. Ne din adamının dini, ne papazın papazlığı, ne kâhinin kâhinliği değiştirilecektir. Onların üzerinde, ne fâiz alacağı, ne de Cahiliye devrinden kalma kan davası vardır. Onlar, ne bir zarara, ne güçlüğe uğratılacaklar, ne de yurtlarına ordu ayak basacaktır. Şeref sahibi kişilerden her kim fâiz alır, yerse himaye taahhüdüm ondan uzaktır.
Onlar, haksızlık edip akidlerini bozmadıkları, öğüt dinledikleri ve hallerini düzelttikleri müddetçe, Allah'ın takdiri gelinceye kadar bu yazıda yazılı olduğu üzere, temelli olarak Allah'ın ve Resûlullah Muhammed Peygamber'in himayesindedirler."
Resûlullah (s.a.)'in güvenine mazhar olan Hz. Amr b. Hazm, gerek fıkıhta gerek Kur'ân öğretiminde, gerekse İslâmî ilimleri bilmede ve anlatmada mâhir ve âlim bir zât idi. Hadîs râvilerinin pek çoğu kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir.
Hz. Amr b. Hazm, Sıffîn Savaşı'nda gerek Amr b. Âs ve gerekse Hz. Muâviye'ye bilmedikleri bazı hadîs-i şerifleri okumuş ve öğretmiştir. Bir defasında Hz. Muâviye'nin yüzüne: "Resûl-i Ekrem'den duydum" diyerek: "Halkın işleri Kıyamet gününde idarecilerden sorulacaktır" meâlindeki hadîsi söylemiştir. Hz. Muâviye, emirlik için oğlu Yezid'e bîat ettirmeye çalışırken, Amr b. Hazm Hazretleri buna şiddetle karşı çıkmış ve aralarında tartışma meydana gelmiştir.
Doğruyu ve gerçeği söylemekten çekinmeyen bu fazilet örneği sahâbî, 51/671 tarihinde 59 yaşlarında iken vefat etmiştir.
AMR b. MA'DÎKERB (r.a.)
Ebû Sevr lâkabıyla meşhur olan bu sahâbî, Cahiliye devrinde cesareti ve şâirliği ile meşhur biri idi. Hicretin 10. yılında on kişi ile birlikte Medine'ye gelerek müslüman oldu. Medine'de birkaç gün kaldıktan sonra Hz. Peygamber'den izin alarak ülkesine döndü. Resûlullah'ın vefatına kadar da ülkesinde kaldı.
Hz. Amr b. Ma'dîkerb, Ebû Ubeyd b. Mes'ûd es-Sakafî'nin ordusunda çarpıştı. Daha sonra Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte Yermük Savaşı'nda bulundu. Bu savaşta gösterdiği kahramanlığı dillere destan oldu. İbn Âiz, el-Megâzî adlı eserinde Mâlik b. Abdullah el-Has'amî'nin şöyle söylediğini naklediyor:
"Ömrümde Yermük Savaşı'nda gördüğüm bir adamdan daha yiğit bir kimse görmedim. Ortaya çıkıp İran askerlerini teker teker vuruşmaya davet etti. Bir İranlı O'nun karşısına çıktı, onu öldürdü, sonra bir başkası çıktı onu da öldürdü, sonra bir başkası çıktı onu da öldürdü. Bundan sonra İranlılar bozguna uğrayıp kaçtılar. O da peşlerinden kovaladı. Daha sonra dönüp çadırın içine girdi. Büyük bir çanak içinde O'na yemek getirdiler. O da yanında bulunan herkesi yemeğe çağırdı. Bu adam kimdir? diye sordum. Amr b. Ma'dîkerb'dir, dediler."
Hz. Ömer, Kâdisiye Savaşı'nda kumandan olarak bulunan Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın yardımına Hz. Amr b. Ma'dîkerb'i gönderdi ve Amr bu savaşta pek çok kahramanlıklar gösterdi. Hicretin 15. yılında yapılan Kâdisiye Savaşı'nda Hz. Amr b. Ma'dîkerb'in gösterdiği cesareti Vâkıdî şöyle nakletmektedir:
"Kâdisiye günü Amr b. Ma'dîkerb (r.a.) tek başına düşman saflarına hücum edip onlarla savaşmaya başladı. Düşman askerleri bir ara O'nu çember içine aldılar. Fakat müslümanların topyekün hücumu üzerine düşmanlar dağıldılar."
Hz. Amr b. Ma'dîkerb, hicretin 21. yılında yapılan Nihâvend Savaşı'nda Numan b. Mukarrîn'in yardımcısı olarak görev yapıyordu. Savaşta Numan b. Mukarrîn şehid düşünce müslümanlar bozguna uğradılar. Fakat Hz. Amr b. Ma'dîkerb'in sebat ve cesareti neticesinde müslümanlar tekrar toparlandılar ve Allah'ın yardımı ile zaferi tekrar lehlerine çevirdiler. Ne var ki Hz. Amr b. Ma'dîkerb bu savaşta ağır bir şekilde yaralandı. Yaralı olarak getirildiği Rûze köyünde 21/642 yılında vefat etti.
AMR b. SÂBİT (r.a.)
Amr b. Akyeş olarak da bilinen bu sahâbînin ne zaman doğduğu bilinmemektedir. Annesi Huzeyfe b. el-Yemân'ın kız kardeşi Bintü'l-Yemân'dır. Ayrıca bu sahâbî Usaram olarak da bilinir.
Amr b. Sâbit'in müslüman oluşunu hadîs kitapları şöyle anlatmaktadır: Berâ (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: Uhud Savaşı'nda Resûlullah (s.a.)'a demir zırhı ile yüzü örtülü bir kişi geldi ve: "Ya Resûlallah, hemen savaşa gireyim de sonra mı müslüman olayım, yoksa müslüman olup da mı savaşa gireyim?" diye sordu. Resûlullah: "Müslüman ol, sonra savaş" buyurdu, o da hemen müslüman oldu, sonra çarpışmaya girişti. Sonunda şehid edildi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Az işledi, fakat çok kazandı" dedi.
Bu aziz şehidin bu durumu sahâbe arasında, özellikle Ebû Hüreyre tarafından bir bilmece şekline sokularak: "Haydi bana bir kişi bildiriniz ki o, bir kere olsun namaz kılmadan Cennet'e girmiş olsun" diye sorarmış, bilemeyince de: "İşte O, Amr b. Sâbit'tir" dermiş ve mübarek şehidin Uhud Savaşı'nda gösterdiği hamâset ve şecâat örneğini anlatırmış.
Hz. Peygamber'in; önce müslüman ol, sonra da gazâ et, buyurmaları, şehidin şehâdet rütbesine erişmesi ve bu suretle Allah'ın ihsan ve keremiyle bir saatte Cennet gibi ebedî bir saâdete erebilmesi, onun İslâm toplumuna girmiş olduğunu göstermektedir.
Buhârî, yukarıda zikredilen Berâ hadîsinin akabinden Saf sûresinin 2-4. âyetlerini zikretmektedir ki bu âyetlerin meâlleri şöyledir: "Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyi niçin yaparız dersiniz? Allah yanında en büyük günah sizin yapamayacağınız bir şeyi yaparız demenizdir. Allah, kendi yolunda taşları birbirine kurşunla kenetlemiş, yalçın duvarlar gibi saf bağlayarak çarpışan erleri sever."
Son âyet-i kerimede en mükemmel bir üslupla terbiyenin ve uyumlu savaş düzeninin gereği ve böyle bir disiplin ile cihadın Allah katında sevildiği ve makbul olduğu bildiriliyor. Askerde düzensizlik özellikle bozgunculuk, Kur'ân-ı Kerîm'in şiddetle yasakladığı en menfûr bir harekettir. Bu askerin dış düzenidir. Onun bir de dâhilî, vicdanî ve manevî yönü vardır ki, o da her erin kalbi Allah'a bağlı, sağlam bir kale olmaktır. Her er böyle olmakla beraber, ordunun bütün mensupları, iman, vatan, bayrak ve namus uğrunda birbirine kenetlenmiş bir duvar halinde bulunmaktadır.
Şu husus iyi bilinmelidir ki ashâb-ı kirâmdan, Allah'ın rızasına ve O'nun sevgili habibi Hz. Muhammed (s.a.)'in sevgisine ve şefaatına mazhar olanların hemen hepsi, Allah uğrunda, vatan uğrunda saf bir iman ve temiz bir vicdan ile çarpışan, gönülleri çelikten bir kale olmuş kimselerdi. Bunlar kuvvet yerine hakkı, menfaat yerine fazileti ve Allah'ın rızasını gözetirlerdi. Anlamsız ve hissî mücadele yerine yardımlaşmayı, ayrılık yerine birliği, kargaşa yerine dirliği, cehalet yerine ilmi, kötülük yerine iyiliği, göçebe yerine vatanı ve vatanda bütünlüğü esas almış kimselerdi. Paraya, mala, mevkiye ve şöhrete değer vermezlerdi. İlim öğrenmek ve insanları bununla aydınlatmak onlar için en başta gelen gaye idi. Halka hizmet ve halkın rızasını almak yolunda yürürlerdi. Dinlerinin, ülkelerinin ve bayraklarının bekası için aralarında meşrep, mezhep, tarikat ve metod ayrılıkları ihtilâfa sebep olmazdı. Çünkü bu Allah'ın emridir.
Kur'ân-ı Kerîm sürekli olarak mü'minleri birlik ve beraberliğe davet ediyor, ayrılık gayrılık, senlik benlik davasına düşmekten menediyor. Geçmişten ibret almaya davet ediyor. Birbirlerine düşman olan fertlerin din ve iman birliği sayesinde kardeş olduklarını, birleştiklerini ve barıştıklarını bildiriyor. Bir Allah'a imanın, O'na kul olmak için yanyana durup camilerde ve mescidlerde saf saf olmanın hikmetini, kin ve ihtiraslardan arınıp bütünleşmek, bir olmak, birde buluşmak olduğunu teyid ediyor. Ayrılığa düşmüş milletlerin ateşten bir uçurumun kenarında bulunduklarını açık bir şekilde anlatıyor.
Tarihen sabittir ki milletleri ayakta tutan sosyal kuvvet birliktir. Uhud Savaşı'nda başkomutan Hz. Muhammed'in emrini dinlemeyen askerler, emre itâatten ayrıldıkları için zaferi elden kaçırmışlardır. Bu durum gösteriyor ki hazarda ve seferde en küçük erden en büyük rütbelisine kadar verilen emri uygulamada tereddüt göstermeden yerine getirmelidir. Emirde birlik, tatbikde birlik, sonuçta da birliğe ve dirliğe götürecektir.
AMR b. SAÎD b. ÂS (r.a.)
Ebû Ukbe lâkabıyla da bilinen bu sahâbî, Hz. Hâlid b. Velid'in halasının oğludur. Annesinin ismi Safiyye'dir.
Amr b. Saîd, Ümeyyeoğulları içinde kardeşi Hâlid b. Saîd ile müslümanlığı kabul edenlerin ilki olmuştu. Üçüncü kardeşleri Ebân b. Saîd ise, iki kardeşinin de müslüman olmalarına çok üzülmüştü. Hatta kardeşlerinin müslüman olması, Ebân b. Saîd'in İslâm'a olan kinini daha da artırmıştı. Ayrıca iki kardeşinin de müslüman olması, kendi kabileleri olan Benî Ümeyye'de de büyük rahatsızlıklara neden olmuştu. Bu iki müslüman kardeş, baskı, zulüm, hakaret, ezâ ve cefâ gibi çeşitli işkencelere maruz kalmışlardı.
İşte bu yüzden Amr b. Saîd, kardeşi Hâlid'in hicretinden iki sene sonra ikinci muhâcir kafilesi ile birlikte yanına hanıma Fâtıma'yı da alarak Habeşistan'a hicret etti. Böylece Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulabildi.
Hz. Amr b. Saîd, Hayber seferi esnasında Medine'ye gelerek Resûl-i Ekrem'e kavuşabildi. Medine'ye geldikten sonra Mekke'nin fethinde bulundu. Sonra Huneyn, Tâif, Tebük ve diğer savaşların hepsine de katıldı.
Hz. Peygamber'in sevgisini kazanan Amr b. Saîd, Hayber, Fedek ve Tebük bölgelerine Resûlullah (s.a.) tarafından vali olarak atandı. Hz. Amr, her yıl bu bölgeden toplamış olduğu zekâtı, Medine'ye getirerek hazineye teslim etti. Resûlullah (s.a.)'ın vefatına kadar bu vazifeye devam eden Hz. Amr b. Saîd, Hz. Ebû Bekir halife seçildikten sonra tekrar bu göreve lâyık görüldü. Ve Hz. Ebû Bekir: "Bu hizmete senden daha lâyık kimse yoktur" diyerek kendisini taltif etti.
Hz. Amr b. Saîd, bu göreve Suriye harekâtı başlayıncaya kadar devam etti. Şam fütuhâtına katıldı. 13/634 yılında meydana gelen Ecnâdeyn Savaşı'na katıldı. Ve bu savaşta çok büyük yararlılıklar gösterdi. Bizans ordusunun içine dalma cesaretini gösterdi. Fakat çok miktarda yara aldı ve savaş meydanında şehadet şerbetini içti. Bu kahraman sahâbînin vefatından sonra vücudundaki yaraların otuzdan fazla olduğu görülmüştü.
Hz. Peygamber, kaşında, "Muhammedün Resûlullah" yazılı mühür yüzüğünü, Amr b. Saîd'den almış, hükümdarlara gönderdiği mektupları işte bu yüzükle mühürlenmişti.
AMR b. SÜRÂKA (r.a.)
Kureyş kabîlesine mensuptur. Abdullah b. Sürâka'nın kardeşidir. Her ikisinin de annesi Kudâme bint Abdullah'tır.
Amr b. Sürâka, İslâm davetine ilk icabet edenlerdendir. Bu yüzden müşriklerin çeşitli zulümlerine maruz kalmıştır. İslâm uğrunda canını feda edercesine gayret sarfetmiştir. Bunun için de memleketi olan Mekke'yi terkedip, diğer müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etmiştir. Burada bazı müslümanlarla birlikte Rifâa b. Abdülmünzir'in misafiri olmuştur.
Medine'de bütün savaşlara katılan Hz. Amr b. Sürâka, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında önemli yararlılıklar göstermiştir. Maddî durumunun zayıf olmasına rağmen, her türlü mahrumiyetlere göğüs gererek cihaddan geri kalmamıştır.
Hz. Âmir b. Rebîa anlatıyor:
"Resûlullah bizi bir seriyyeye göndermişti. Amr b. Sürâka da birlikteydi. Yolda aç susuz kaldık. Amr, zayıf, ince vücutlu biriydi. Yürümeye tâkatı kalmamıştı. Yerden enli bir taş alarak Amr'ın karnına bağladık. Böylece bir Arap köyüne gelip karnımızı doyuruncaya kadar yürüdük."
Hz. Amr b. Sürâka'nın âilesi ve çocukları hakkında kaynaklar bilgi vermemektedirler. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında vefat etmiştir.
AMR b. ÜMEYYE (r.a.)
Künyesi, Ebû Ümeyye. İsmi ve nesebi: Amr b. Ümeyye b. Hüveylid b. Abdullah b. İyâs ed-Damrî.
Bedir ve Uhud savaşlarında müşriklerin safında yer aldı. Uhud dönüşü müslüman oldu ve Medine'ye hicret etti.
Gözü pek ve cesur biriydi. Müslüman olmadan önce ondan bundan haraç alarak geçimini sürdürürdü. Müslüman olunca kısa sürede Kur'ân'ı öğrendi ve büyük bir ilmî ilerleme kaydetti. Bu yüzden Resûlullah (s.a.), cesaret ve kurnazlık gerektiren işlerde onu görevlendirmişti.
İlmî bilgisi sebebiyle, İslâm'ı öğretmek için gönderilen Bi'r-i Maûne heyetinde bulundu. Bu hâdiseden sağ kurtulan iki kişiden biridir. Bu olay şöyle cereyan etmişti:
Benî Âmir kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek, kabilesine, İslâm'ı öğretecek bir heyet gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Necid tarafı tehlikelidir, ashâbımın başına bir iş gelmesinden korkarım" dedi. Berâ, gelenlerin kendi garanti ve himayesi altında olacaklarına dair teminat verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Münzir b. Amr başkanlığında ilmî yönden temâyüz etmiş 70 kişilik seçkin bir muallimler heyetini adı geçen kabileye gönderdi. Bunların arasında Amr b. Ümeyye (r.a.) de vardı.
Heyet yol üzerinde Maûne kuyusu yanında konakladıklarında bu heyeti davet eden ve garanti veren Âmir b. Mâlik'in yeğeni Âmir b. Tufeyl, kabilesine müslümanlara saldırmaları için emir verdi. Fakat onlar, reislerinin garantisi bulunduğunu söyleyerek bu emre uymadılar. Bunun üzerine Âmir b. Tufeyl çevre kabilelerden topladığı adamlarla müslümanlara saldırıp hepsini kılıçtan geçirdi. Bu sırada develerini otlatmaya giden Kâ'b b. Zeyd (r.a.) ve Amr b. Ümeyye (r.a.) katliamdan kurtuldular. Fakat Amr esir düştü. Âmir b. Tufeyl onu serbest bıraktı. Amr (r.a.) yolda Âmir b. Tufeyl'in kabilesinden müslüman olan iki kişiyi müslüman olduklarını bilmediğinden öç almak için öldürdü. Medine'ye dönünce bunların diyetini ödedi.
Hicretin 6. yılında Hudeybiye barışından sonra Resûlullah (s.a.) Amr b. Ümeyye'yi (r.a.) İslâm'a davet mektubuyla, elçi olarak Necâşi'ye gönderdi ve Ebû Süfyân'ın kızı Ümmü Habîbe'yi (r.a.) kendine nikâhlamak üzere vekil olarak görevlendirdi. Nikâh kıyıldı. Necâşi, Müslümanlığı kabul ettiğini bildiren bir mektubu Amr (r.a.) ile Hz. Peygamber'e gönderdi. (Bk. Ümmü Habîbe)
Hz. Amr'ın, Necâşi'nin huzuruna girişi çok enteresan oldu. Necâşi'nin odasının kapısı çok küçüktü. Huzuruna girenlerin eğilerek girmeye mecbur kalmaları için böyle yapılmıştı. Amr ise eğilmemek için geri geri yürüyerek girdi. Necâşi'nin adamları ona haddini bildirmek istediler. Necâşi onları durdurdu ve; niye böyle yaptığını sordu. Amr (r.a.): "Biz bunu Peygamberimize bile yapmayız, sana mı yapacağız?" dedi. Necâşi: Bırakın, ona dokunmayın, dedi.
Daha sonra Hz. Peygamber (a.s.), Amr ile Seleme b. Eslem'i (r.a.) Ebû Süfyân'ı öldürmek üzere Mekke’ye gönderdi. Bu bir misilleme idi. Çünkü Ebû Süfyân Hz. Peygamber'i (a.s.) öldürmek için bir bedevi göndermiş, bedevi mescidde hançeriyle birlikte yakalanmıştı. Amr Mekke'ye gitti. Tavaf ederken Ebû Süfyân onları tanıdı ve şüphelendi. Bunun üzerine görevi yerine getiremeden Mekke'den kaçtılar. Yolda müşriklerden iki kişiyi öldürdüler. Daha sonra kendilerini arayan iki Kureyşliden birini esir alıp diğerini öldürdüler ve Medine'ye döndüler.
Yine Hz. Peygamber başka bir seferinde Amr'ı (r.a.) Mekke müşriklerine hediyeler dağıtarak kalplerini İslâm'a ısındırmakla görevlendirmişti. Ebû Süfyân'ın: "Muhammed'den iyi kim olabilir, biz onunla savaşıyoruz, O bize iyilik ediyor" dediği nakledilir.
Hz. Amr (r.a.) hemen hemen bütün savaşlara katıldı. Ömrünün son günlerini Medine'de hadîs dersleri vererek geçirdi. Öğrencileri arasında meşhur hadîsçiler vardı.
Hadîs kitaplarında ondan nakledilen 20 kadar hadîs vardır. Hz. Muâviye'nin halifeliği döneminde Medine'de vefat etti.
ÂSIM b. ADİY (r.a.)
Künyesi: Ebû Amr veya Ebû Abdullah. İsmi ve nesebi: Âsım b. Adiy b. el-Cedd b. Aclân b. Hârise el-Aclânî el-Ensârî.
Aclânoğulları kabilesinin eşrâfından olup, İkinci Akabe Bîatı'na katılan kardeşi Ma'n b. Adiy vasıtasıyla müslümanlığı tanımıştır.
Bedir Savaşı'na gidildiğinde, Resûlullah (a.s.) tarafından Kuba ve çevresindeki bölgelere vekil olarak bırakıldığından, kendisine savaş ganimetinden pay verilmiştir. Bu yüzden Bedir ashâbından sayılır. Uhud ve daha sonraki bütün savaşlara Hz. Peygamber (a.s.) ile birlikte katıldı.
Hz. Peygamber'in emriyle Mâlik b. Duhşum'la birlikte Medine'de yapılmış olan Mescid-i Dırâr'ı yıkmışlardır. Bu mescid, birtakım münafıklar tarafından İslâm cemaatını parçalamak gayesiyle inşa edilmişti.
Hz. Âsım, Tebük Savaşı'na çıkılırken 90 vesk (yaklaşık 1800 kg) hurma bağışlamıştır.
Dört halife devrinde, yaşlandığından savaşlara katılmadı ise de müşavir olarak fikirleriyle devlet idaresine yardımcı oldu.
Hicri 45 yılında 115 veya 120 yaşında iken vefat etti. Oğlu Kaddah kendisinden birkaç hadîs rivayet etmiştir.
ÂSIM b. SÂBİT (r.a.)
Künyesi: Ebû Süleyman. İsmi ve soyu: Âsım b. Sâbit b. Ebu'l-Eflân (veya Eklah) Kays b. İsmet b. Numan el-Ensârî. Ensâr'dandır. Hicretten önce müslüman olmuştu. Abdullah b. Cahş ile din kardeşi idi.
Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Bedir Savaşı'ndan önce (bir rivayete göre Akabe gecesi) Hz. Peygamber (s.a.) ashâbına: "Nasıl savaşırsınız?" diye sordu. Hz. Âsım kalkıp: "Düşmana ikiyüz zira' kadar yaklaşınca (yaklaşık: 1,2 km) ok atarım, mızrak boyu yaklaşınca mızrakla savaşırım, daha da yaklaşınca kılıçla hamle ederim" dedi. Bunu üzerine Hz. Peygamber: "Hepiniz Âsım'ın savaştığı gibi savaşın" buyurdu.
Âsım (r.a.) çok cesur ve kahramandı. Bedir Savaşı'nda Kureyş'in meşhur silahşörlerinden Ukbe b. Muayt'ı, Uhud Savaşı'nda da Talha b. Ebû Talha'nın iki oğlu Hâris ve Müsâfi'i öldürdü. Kureyş'in sancaktarı olan bu iki kardeşin annesi Sülâfe bint Sa'd, Âsım'ın (r.a.) kafatasından şarap içmeye ahdetti ve kafatasını getirene yüz deve vaad etti.
Hz. Âsım yine Uhud Savaşı'nda Ebû Gurre el-Cumahî'yi yakalayıp Hz. Peygamber'in (a.s.) huzuruna getirdi. Hz. Peygamber (a.s.) Âsım'a, esirine karşı dilediği muameleyi yapmasını söyleyince boynunu vurdu.
Hicretin 3. senesi Safer ayında Hz. Peygamber bir seriyye (küçük bir askerî birlik) hazırladı ve başına Âsım'ı (r.a.) kumandan tayin etti. Bazı kaynaklar bu seriyyenin keşif için gönderildiğini söylerken, İbn Sa'd bunların Benî Lihyân ve Huzeyl kabilelerine Kur'ân öğretmek için gönderildiğini kaydeder. Kafile Usfan ve Mekke arasında Reci' suyu civarında iken Huzeyl ve Benî Lihyân'dan 200 müşrik tarafından kuşatıldı. Teslim olurlarsa kendilerine dokunulmayacağını söylediler. Âsım (r.a.): Ben kâfirlere teslim olmam, diyerek bu teklifi reddetti. Âsım'la birlikte 6 kişiyi şehid ettiler. Üçünü esir alıp bağladılar daha sonra onlardan birini de öldürdüler. Geriye kalan Hubeyb b. Adiy ve Zeyd b. Desinne'yi götürüp esir olarak sattılar. Hubeyb'i Bedir'de öldürdüğü Hâris b. Âmir'in oğulları satın aldılar ve idam ettiler. Zeyd'i de Ebû Süfyân öldürdü.
Hz. Âsım'ın kafatasını bulup kafatasına verilen mükâfatı almak için yanına geldiklerinde, arıların cesedi koruduklarını gördüler. Bir türlü yaklaşamadılar. Gece olup arılar dağılınca geliriz, diyerek ayrıldılar. Gece şiddetli bir yağmur yağdı ve gelen sel Âsım (r.a.)'ın cesedini yok etti. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Âsım (r.a.) şehid olmadan önce: "Ya Rabbi, ilk günlerde ben Senin dinini korudum, son günümde Sen de benim bedenimi koru" diye dua etmişti. Allah bu duasını kabul etti ve cesedini müşriklerin eline düşürmedi.
Hz. Âsım'ın kız kardeşi Cemile, Hz. Ömer'le evlenmişti. Hz. Ömer'in oğlu Âsım b. Ömer b. Hattâb bu kadından doğmuştur. Meşhur Arap şairlerinden Ahvas, Âsım b. Sâbit'in torunudur.
ÂTİKE bint ZEYD (r.a.)
İsmi ve soyu: Âtike bint Zeyd b. Amr b. Nüfeyl el-Adeviyye. Babası Zeyd, hanîflerden (İslâm'dan önce tevhid inancına bağlı olanlar) idi. Aşere-i mübeşşereden Saîd b. Zeyd'in kız kardeşidir.
Mekke döneminde müslüman olmuştu. Önce Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah'la evlendi. Çok güzel ve çekici bir kadındı. Abdullah, hanımına o kadar düşkündü ki cihad görevini ihmal ediyordu. Bu yüzden Hz. Ebû Bekir oğluna hanımı Âtike'yi zorla boşattı. Fakat Abdul lah'ın hasretten eriyip zayıfladığını ve tükendiğini görünce tekrar evlenmesine izin verdi.
Abdullah (r.a.), Tâif Kuşatması esnasında yaralandı ve bir süre sonra da vefat etti. Âtike ona çok içli bir mersiye (ağıt) söyledi. Abdullah sağlığında Âtike'ye, kendinden sonra evlenmemek şartıyla bir bahçe vermişti.
Dul kalan Âtike'yi Hz. Ömer istedi. O da, kocasına mal karşılığı evlenmeme sözü verdiğini belirtti. Hz. Ömer bu meseleyi bir âlime danışmasını tavsiye etti. O da Hz. Ali'ye sordu. Hz. Ali: "Bahçeyi kocanın mirasçılarına verip evlenebilirsin" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer'le evlendi. Hz. Ömer şehid olunca da Zübeyr b. Avvâm'la evlendi. Daha sonra da Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin ile evlendiği de nakledilir.
Hz. Ali ile Hz. Muâviye'nin de Âtike'ye evlenme teklif ettikleri, fakat bu tekliflerini kabul etmediği kaydedilir.
Âtike (r.a.) Hz. Ömer'le evlenirken kendini dövmemesini ve mescide gitmesine engel olmamasını şart koşmuştu. O'nun mescide sık sık gidip gelmesine Hz. Ömer'in gönlü razı olmamakla birlikte engel olmazdı.
Hz. Âtike şair bir kadındı. Kendisinden birkaç hadîs rivayet edilmiştir.
ATTÂB b. ESÎD (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdurrahman veya Ebû Muhammed. İsmi ve soyu: Attâb b. Esîd b. Ebu'l-Îs b. Ümeyye el-Emevî. Annesi Ervâ bint Amr b. Ümeyye'dir.
Mekke'nin fethi günü müslüman oldu. O zaman henüz yirmi küsur yaşlarında idi. Mekke hicrî 8. yılda fethedildiğine göre doğum tarihinin milâdî 610 yılları civarında olması gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.) Huneyn Savaşı'na giderken Attâb'ı Mekke'ye vali tayin etti ve halka namaz kıldırmasını emretti. Hz. Peygamber (s.a.), birçok tecrübeli kişi varken genç bir delikanlıyı vali yapmakla, kabiliyetli gençleri yetiştirme gibi bazı hikmetleri gözönünde bulundurmuş olmalıdır. Tabiidir ki bu davranışının başka hikmetleri de vardı. Hz. Peygamber (s.a.) onu vali tayin ederken: "Seni kimlere vali yapıyorum biliyor musun?" diye sordu O: "Allah ve Resûlü en iyisini bilir" deyince, "Allah'ın ahalisi (Allah'ın evinin sakinleri) üzerine" buyurdu. Böylece O'nun görevinin önemine dikkat çekti.
Huneyn Gazâsı'nda müslümanlar bir ara dağılınca Mekke'ye, Muhammed (a.s.) öldü diye haber gitmiş ve Mekke halkının bir kısmında dinden dönme emareleri belirmişti. Attâb yaptığı bir konuşma ile düzeni tekrar sağladı ve bu göreve liyâkatını ispatladı.
Attâb (r.a.) Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer döneminde de Mekke valisi olarak kaldı. H. 22 veya 23 yılında Hz. Ömer'in halifeliğinin son dönemlerinde 30 küsur yaşlarında iken vefat etti.
Attâb çok disiplinli bir valiydi; mü'minlere yumuşak, İslâm'da ihmalkâr davrananlara çok sertti. Cemaatle namaza katılmayanlara: "Cemaate katılmayanın boynunu vururum. Çünkü cemaatı münâfık ihmal eder" derdi. Mekkeliler bir ara Hz. Peygamber'e (a.s.): "Başımıza kaba bir köylüyü vali yaptın" diye şikâyet ettiklerinde, şöyle buyurmuştu: "Ben rüyamda Attâb'ı gördüm, Cennet'in kapısını çalıyordu. Nihayet kapı açıldı ve içeriye girdi."
AVF b. HÂRİS (r.a.)
Medineli bir sahâbî olan Avf'ın adı bazı kaynaklarda annesi Afrâ'ya nisbet edilerek, Avf b. Afrâ şeklinde de söylenmektedir.
Avf, Kardeşi Muâz ile birlikte Akabe bîatlarında bulundu. İbn Sa'd'da göre ise, sadece İkinci Akabe bîatında bulunmuştur.
Bedir Savaşı öncesinde Mekkeli müşrikler karşısına ilk çıkan kişiler arasında Avf da bulunuyordu. Mekkelilerden, Rebîa'nın iki oğlu Şeybe ve Utbe ile Utbe'nin oğlu Velid'in karşısına kardeşleri Muâz ve Muavviz ile birlikte çıkmıştı. Utbe, Avf ile kardeşlerinin Ensâr'dan olduklarını öğrenince, gençliklerini ve Medineli oluşlarını ileri sürerek onlarla çarpışmayı kabul etmedi. Karşılarına Kureyş'ten olanların çıkmalarını istedi.
Bu arada Hz. Peygamber de çarpışmaya ilk başlayacak kişilerin Kureyşlilerden ve kendi amcası oğullarından olmasını istediği için Avf ile kardeşlerine dua ederek saftaki yerlerine dönmelerini emretti. Onların yerine Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Hâris'in çıkmalarını söyledi ve bu üç müslüman ortaya çıkıp üç Mekkeliyi öldürdüler.
Daha sonra savaşın kızıştığı bir sırada Avf, Hz. Peygamber'in yanına gelerek, "Allah'ın rızasını kazanmanın yolu nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber'den; "Savaşırken elinden kalkanı düşse bile savaşa devam etmenin Allah'ı hoşnut edeceğini" öğrenince, hemen kalkanını bir yana fırlatıp savaşa daldı. Kardeşi Muavviz ile Birlikte Ebû Cehil'i bulup hücum ettiler ve onu yaraladılar. Fakat Ebû Cehil, oğlu İkrime'nin yardımıyla Avf ile kardeşini şehid etti.
Savaşın sonunda Hz. Peygamber Efendimiz, Avf ile kardeşi Muavviz'in şehid düştüğü yere gelerek, onların bu ümmetin Firavun'u ve kâfirlerin elebaşısı olan Ebû Cehil'in öldürülmesinde payları bulunduğunu belirtti ve kendilerine dua etti.
Avf b. Hâris, şehid düştüğü sırada 35-40 yaşlarında bulunuyordu. Kardeşi Muâz b. Hâris ise Hz. Ali dönemine kadar yaşadı ve o devirde vefat etti.
AVF b. MÂLİK el-EŞCAÎ (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdurrahman, Ebû Muhammed veya Ebû Amr'dır. İsmi ve soyu: Avf b. Mâlik b. Ebî Avf el-Eşcaî'dir.
Bir rivayete göre Mekke'nin fethedildiği yıl, (H. 8. yıl) başka bir rivayete göre ise Hayber'in fethedildiği yıl (H. 7) müslüman olmuştur. Hz. Peygamber (a.s.) onu Ebu'd-Derdâ (r.a.) ile kardeş yapmıştır.
Mûte Savaşı'na katıldı. Resûlullah (a.s.), Avf (r.a.)'tan, yedi veya sekiz arkadaşıyla birlikte; "Allah'a ibadet edip şirk koşmayacakları, beş vakit namazı kılacakları, itaat edecekleri ve insanlardan bir şey istemeyeceklerine" dair bîat almıştı. Bu olayı nakleden râvî diyor ki: "Bu gruptan bazı kişileri gördüm, bineğinin üzerindeyken kırbaçları düşse başkalarından istemez, iner kendileri alırlardı."
Resûlullah'ın (a.s.) irtihalinden sonra Şam'a yerleşti. H. 73 yılında Abdülmelik'in halifeliği döneminde vefat etti.
Bir rivayete göre İstanbul'un fethi için yapılan seferlerden birine katılmış, Ramazanı ve kışı İstanbul yakınlarında bir kalede geçirmişlerdi.
Avf b. Mâlik anlatıyor: Bir adama Kur'ân öğretmiştim. O da bana bir yay hediye etmişti. Bunu Resûlullah'a (a.s.) aktardığımda şöyle buyurdular: "Ey Avf, iki omuzun arasında Cehennem'den bir ateş parçası olduğu halde Rabbine kavuşmak ister misin?" (Mecmau'z-Zevâid, 4/96)
Avf b. Mâlik her halükârda hakkı söylemekten çekinmezdi. Bir gün bir grup kişi Hz. Ömer'e: "Vallahi senden daha âdil ve münafıklara karşı şiddetli olan birini görmedik. Sen Resûlullah'tan (a.s.) sonra insanların en hayırlısısın" dediler. Bunun üzerine Avf b. Mâlik kalktı ve: "Vallahi yalan söylediniz, biz Ömer'den daha hayırlısını gördük" dedi. Hz. Ömer: "O kimdir?" diye sorunca: "Ebû Bekir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Avf doğru söylüyor. Ebû Bekir (r.a.) miskten daha güzeldi. O müslüman iken ben müşriktim" diyerek kendisini doğruladı.
Hz. Peygamber (a.s.) bir gün buyurdu ki: "Ey Avf, Kıyametten önce şu altı şeyi say: (1) Benim ölümüm, (2) Kudüs'ün fethi, (3) Koyun sürüsünü kırıp geçiren salgın hastalık gibi öldürücü salgın hastalıkların yayılması, (4) Malın bollaşması ve refah. Öyle ki bir adama yüz dinar verirsin de az gördüğü için öfkelenir. (5) Sonra öyle bir fitne olur ki her Arabın evine girer. (6) Sonra Benû Asfarla (sarı insanlarla) bir sulh yaparsınız. Onlar o sulhu bozarlar. Her bayrağın altında oniki bin kişi olmak üzere 80 bayrakla (her biri onikibin kişilik seksen bölükle) üzerinize saldırırlar." (Buhârî, 6/198, Kitâbu'l-Cihâd, Babu ma yuhzeru minel gadr)
AYYÂŞ b. EBÛ REBÎA (r.a.)
Künyesi; Ebû Abdurrahman, lâkabı: Zu'r-Rumhayn (İki mızraklı). İsmi ve soyu: Ayyâş b. Ebû Rebîa b. Muğîre b. Abdullah el-Mahzûmî. Asıl adının Amr olduğunu söyleyenler de vardır. Annesi Esmâ bint Muharrebe'dir.
Meşhur sahâbî Hâlid b. Velîd'in amcasının oğludur. Aynı zamanda Ebû Cehil'in anne bir kardeşi olur.
Ayyâş, ilk müslümanlardandır. Hz. Peygamber (a.s.) Erkam (r.a.)'ın evinde insanları gizli olarak İslâm'a davet etmeye başlama dan önce müslüman oldu ve dayanılmaz işkencelere maruz kaldı. İkinci muhacir kafilesi ile Habeşistan'a hicret etti. Oğlu Abdullah b. Ayyâş orada dünyaya geldi. Hicretten önce Mekke'ye geldi. Oradan Hz. Ömer'le birlikte Medine'ye hicret ettiler.
O'nun hicreti ailesini çılgına döndürmüştü. Medine'ye vardıklarında ana bir kardeşleri Ebû Cehil ile Hâris b. Hişâm onu buldular. Annesinin, hasretine dayanamadığını, kendisini görmek istediğini, oğlunu görünceye kadar başına tarak vurmayacağına, gölgede gölgelenmeyeceğine yemin ettiğini söyleyerek onu kandırdılar ve Mekke'ye götürdüler. Oraya varınca da hapse attılar. İslâm'dan dönünceye kadar hapisten çıkarmayacaklarını söylediler.
Buhârî ve Müslim'in kaydettiklerine göre, Hz. Peygamber (a.s.) namazda Kunut dualarında Ayyâş ve hapisteki diğer müslümanların kurtulması için dua etti. Bu arada Resûlullah (a.s.) hapisteki müslümanları kurtarmak üzere iki kişi gönderdi. Bunlar uzun çabalardan sonra hapisteki müslümanları ve Ayyâş'ı kurtardılar. Ayyâş (r.a.) Hz. Peygamber'in (a.s.) irtihâline kadar Medine'de kaldı.
Resûlullah'la birlikte Bedir dışında bütün gazalara katıldı. Resûlullah'ın (a.s.) irtihalinden sonra Hz. Ömer devrinde Şam seferine katıldı. Sonra Mekke'ye yerleşti ve ölünceye kadar orada kaldı. H.15 yılda Hz. Ömer'in halifeliği döneminde vefat etti. Yemâme veya Yermük Savaşı'nda şehid olduğunu söyleyenler de vardır. Bu son rivayete göre; adı geçen savaşta Hâris b. Hişâm, İkrime b. Ebî Cehil ve Ayyâş b. Rebîa ağır yaralanmışlardı. Habib b. Ebû Sâbit yaralılar arasında dolaşırken Hâris'in su içmek istediğini işitti. Hâris tam Habib'in verdiği suyu içerken İkrime'nin suya baktığını gördü; "Suyu ona ver" diye işaret etti. Suyu ona götürürken, Ayyâş su istedi. Bunun üzerine İkrime suyu içmedi, Ayyâş'a götür diye işaret etti. Su kendine ulaşmadan Ayyâş ruhunu teslim etti. Hâris, hemen diğer ikisine suyu yetiştireyim diye koştuysa da onların da ruhlarını teslim ettiklerini gördü.
Sahâbîlerin hayatlarında, bunun gibi daha pek çok fedakârlık örnekleri mevcuttur.
BÂKÛM er-RÛMÎ (r.a.)
Bâkûm'un asıl adı Bakom'dur. Hz. Peygamber için minber yaptıkları rivayet edilen yedi kişiden biri olup Rum asıllı bir sahâbîdir.
Adının Bâkûl veya Belkûk olduğu da nakledilen bu sahâbî, Ümeyyeoğulları'nın kölesiydi. Medine'ye hicret ettikten sonra Ensâr'dan bir hanımın hizmetinde bulundu. Resûlullah (s.a.) bu hanımdan, marangoz olan kölesine, halka hitap ederken üzerine çıkabileceği bir minber yaptırılmasını istedi. Bâkûm da ılgın ağacından, üç basamaklı bir minber yaptı.
Bâkûm'un, Kâbe'nin yeniden inşasıyla de ilgisi vardır. Hz. Peygamber 35 yaşında iken Kureyşliler Kâbe'yi yeniden inşa ettirmek istemişlerdi. Rivayetlere göre bu sırada hem mimar hem de tüccar olan Bâkûm'a ait tahta, kereste, aktaş ve demir yüklü bir gemi fırtınaya yakalanarak parçalanmış ve Cidde'nin Şuaybiye limanı önlerinde karaya vurmuştu. Bunun üzerine Mekkeliler Cidde'ye giderek geminin enkazını ve inşaata elverişli yüklerini satın almışlar, Kâbe'yi yeniden inşa işinde çalışması üzere Bâkûm ile de anlaşmışlar. Bu sırada Hz. Peygamber Efendimizin de diğer Kureyşlilerle birlikte inşaat işinde bizzat çalıştığı ve omuzuyla taş taşıdığı bilinmektedir. Yine Peygamberimizin, Hacerü'l-Esved'in yerine konulması sırasında çıkan anlaşmazlığı çözmedeki hakemliği de meşhur bir olaydır.
İşte, Mescid-i Nebevî'ye minber yapan Bâkûm ile Kâbe'yi yeniden inşa işinde çalışan kişinin aynı zat olması mümkündür. Bazı kaynaklarda, Bâkûm'un Kâbe inşaatında sadece mimarlık yaptığı, marangozluk işlerini ise Mekke'de bulunan bir kıptînin üstlendiği rivayeti de vardır.
Mescid-i Nebevî'deki minberi hicretin 6 (627/628), 7 veya 9. yılında yaptığı kaydedilen Bâkûm'un nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.
BERÂ b. ÂZİB (r.a.)
Künyesi: Ebû Umâre veya Ebû Amr. İsmi ve soyu: Berâ b. Âzib b. Hâris b. Adiy b. Cüşem el-Hârisî el-Ensârî. Annesi Habibe bint Ebî Habibe b. Hubâb'tır. Babası Âzib de sahâbîdir.
Hicretten önce Medine'ye gelen İslâm davetçileri vasıtasıyla müslüman oldu. Medine'ye ilk gelen Mus'ab b. Umeyr ve İbn Ümmü Mektûm'dan Kur'ân öğrendi.
Kendi ifadesine göre yaşı küçük olduğu için Hz. Peygamber (s.a.) onun Bedir Savaşı'na katılmasına izin vermemiş, ertesi yıl 15 yaşına geldiğinden Hendek Savaşı'na katılmıştır. Hendek Savaşı H. 5. yılda cereyan etmiştir. O zaman 15 yaşında olduğuna göre, doğum tarihi hicretten 10 yıl önceye yani milâdî 612 yılına rastlar. Hz. Berâ, Uhud Savaşı dahil Resûlullah'la birlikte 15 savaşa ve bazı seriyyelere katılmıştır. Bütün savaşlarda son derece kahramanlığı sebebiyle Hz. Peygamber'in (s.a.) özel iltifatına mazhar olmuştur.
Resûlullah'ın sağlığında Hz. Hâlid ve Hz. Ali ile birlikte Yemen'de İslâm'a davet faaliyetlerini yürüttü. Hayatı boyunca hemen hemen bütün gazâlara katılan bu mücahid ruhlu sahâbî Hz. Ebû Bekir döneminde dinden dönenlere karşı savaşmış, Hz. Ömer devrinde Ebû Mûsa el-Eş'arî ile Tuster fethine, Hz. Osman devrinde de birçok gazâlara katılmıştır. Cemel ve Sıffîn savaşlarında ve Haricîlere karşı yapılan savaşlarda Hz. Ali'nin saflarında çarpışmıştır.
Hz. Ali devrinde Kûfe'ye yerleşmiş, Hz. 72 yılında Mus'ab b. Umeyr'in Kûfe valiliği döneminde takriben 82 yaşında vefat etmiştir.
Yezid, Ubeyd, Yunus, Âzib, Yahya adlarında beş oğlu olduğu bilinmektedir. Oğlu Yezid, bir ara Umman valiliği yapmıştır.
Berâ (r.a.) orta boylu yakışıklı bir zattı. Hz Peygamber'in (s.a.) kendisine hediye ettiği altın bir yüzük takar, niçin altın kullandığını soranlara: "Resûlullah bunu bana parmağında taşı diye verdi" derdi. (Müsned, 4/294; Fethu'l-Bârî, 10/368)
Hz. Berâ (r.a.) ömür boyu gazâdan gazâya koşarak İslâm'ın hâkimiyeti yolunda ömrünü tüketmiştir. Gerçek İslâm aktivitesi konusunda örnek olmuştur. Ayrıca ilmî faaliyetleri de ihmal etmemiş, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadîslerini neşretme konusunda da önemli hizmetler vermiştir.
Hadîs rivayeti konusunda çok titiz idi. Birçok tâbiûn âlimine hocalık yapmıştır. Onlara hadîs, tefsir ve fıkıh dersleri vermiştir. Sadece kendi duyduğu hadîsleri rivayet etmekle yetinmemiş, başka sahâbîlerden öğrendiği hadîsleri de nakletmiştir. Hadîs kitaplarında 305 civarında hadîsi yer alır. Buhârî ve Müslim'in birlikte kitaplarına aldıkları hadîslerin sayısı 22'dir.
Hz. Berâ'ya soruldu:
"Kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 2/195) âyetinden maksat; kendinizi bile bile ölüme atmayın demek midir? Müşriklere hamle yapan bir kişi kendini tehlikeye atmış olur mu? Şöyle cevap verdi: "Allah Teâlâ Kur'ân'da; Allah yolunda savaşın buyuruyor. Biz Allah yolunda cihadla emrolunduk. Âyetteki ellerimizle tehlikeye atılmaktan maksat para harcama konusundadır. Yani Allah yolunda mal harcama konusunda cimrilik yapmaktır. Hz. Berâ'nın da ifade ettikleri gibi bu âyet İslâm uğruna harcama yapmaktan kaçınanlar hakkında inmiştir.
Ebû İmrân anlatıyor: Kostantiniyye seferinde Rum ordularına karşı saf tutmuştuk. Müslümanlardan biri ileri atılıp kılıcıyla Rum saflarına daldı. İçimizden biri: "Bu adam kendini tehlikeye attı" dedi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî (Eyüp Sultan Hazretleri) şöyle dedi: "Bu âyeti yanlış anlıyorsunuz. Âyetin iniş sebebi şöyledir: Biz Ensârın kılıcıyla artık Allah'ın dini aziz oldu. Yardım edenler çoğaldı. İslâm uğruna faaliyetten dolayı mallarımızı ihmal ettik. Artık malımızla mülkümüzle uğraşsak, dedik. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi: "Allah yolunda harcayın. Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." Burada kendini tehlikeye atmaktan maksat, cihadı terkedip dünyalığa, mala mülke dalmaktır."
İşte bu anlayış sonucu Berâ b. Âzib, Ebû Eyyûb el-Ensârî gibi pek çok sahâbî bütün ömürlerini gazâ ve İslâm'ı tebliğ ile geçirmişlerdir. Pek çok sahâbînin kabirleri Afrika'dan Orta Asya'ya kadar çok geniş bir coğrafyaya dağılmış vaziyettedir.
Hz. Berâ, Peygamberimizi (s.a.) çok severdi. Onun hâtıralarını yâdederken coşar; gözlerinden yaşlar boşanırdı. Hz. Peygamber'in (s.a.) iltifatına mazhar olmak, onun için dünyada en büyük mazhariyetti. Ayrıca Resûlullah'a (s.a.) karşı son derece saygılı idi.
Şöyle anlatıyor: "Resûlullah'a (s.a.) bir mesele sormak istedim. Fakat heybet ve azametinden çekindiğim için iki sene soramadım."
Hz. Berâ, Peygamberimizin (s.a.) sünnetine uymada da çok titizdi. Bir gün Ebu Dâvûd'un elini sıkmış ve gülümsemişti. Niçin gülümsediği sorulduğunda: "Bir gün Resûlullah'a rastladım. Elimi eline aldı ve gülümsedi. Niçin güldüğünü sorduğumda, "İki müslüman karşılaşınca sırf Allah rızası için birbirlerinin elini sıkarlarsa birbirlerinden ayrılmadan Allah onları mağfiret eder" buyurdu. O gülümseyerek musafaha ettiğinden ben de öyle yapıyorum" demişti.
"Kur'ân'ı sesinizle süsleyiniz" (Müsned, 4/304) hadîsi Hz. Berâ'nın naklettiği hadîslerdendir.
BERÂ b. MÂLİK (r.a.)
İsmi ve soyu: Berâ b. Mâlik b. Nadr b. Damdam b. Zeyd el-Ensârî en-Neccârî. Meşhur sahâbî Enes b. Mâlik'in baba bir, anne ayrı kardeşidir. İbn İshâk, Suffa ehlinden olduğunu söyler.
Hicretten bir süre sonra müslüman olmuştu. Ensâr'dandır. Hayatını savaş meydanlarında geçirmiş mücahid ve bahadır bir kahramandı. Bedir Savaşı hariç Hz. Peygamber (s.a.) dönemindeki bütün savaşlara katıldı. Hz. Ebû Bekir ve Ömer döneminde de önemli gazâlara katılmış, büyük kahramanlık örnekleri sunmuştur.
Hz. Ebû Bekir döneminde yalancı peygamber Müseyleme'ye karşı yapılan Yemâme Savaşı'nın kazanılmasında önemli ölçüde tesiri olmuştur. Çok gür ve güzel sesi vardı. Savaş meydanlarında bir yandan çevresine ölüm saçarken diğer yandan attığı naralar ve yaptığı cesaretli konuşmalarla müslümanları galeyana getirirdi. Yemâme Savaşı'nın şiddetlendiği bir anda komutan Hâlid b. Velid: "Davran ey Berâ" dedi. Bunun üzerine Hz. Berâ: "Ey Medineliler, bugün artık Medine yok, Medine'yi unutun, bugün sadece Allah ve Cennet var" diye bağırdı ve düşman saflarının arasına daldı. Bir ara yalancı peygamber Müseyleme ve çevresindekiler etrafı duvarlarla çevrili bir bahçeye sığındılar. Berâ (r.a.), beni duvarın üzerine çıkarın dedi, içeri atlayıp kahramanca savaştı ve kapıyı müslümanlara açtı, müslümanlar içeri daldılar ve Müseyleme o esnada öldürüldü.
Savaş bittiğinde Berâ'nın vücudunda 80 ok yarası olduğu görüldü. Bineğine bindirilip götürüldü. Hz. Hâlid onun yaralarını bir ay süreyle tedavi ettirdi ve iyileşti. Yemâme'nin bütün yükünü çeken anlamına, "Hımâru'l-Yemâme" (=Yemâme'nin merkebi) lâkabı takıldı.
Irak'taki bir kale kuşatmasına Hz. Berâ, kardeşi Enes ile birlikte katılmıştı. Kaleden aşağı kızdırılmış halkalar sarkıtıyorlar, bilmeden onlara tutunanları yukarı çekip öldürüyorlardı. Bir ara Hz. Enes de bu tuzağa yakalandı, Berâ hemen atıldı eliyle kızgın halkaya tutundu ve halkanın ipini kesti. Aşağı atladığında elinin eti yanmış, kemikleri görünüyordu. Böylece Enes b. Mâlik kurtuldu.
Hz. Enes, anlatıyor: Bir gün kardeşim Berâ'nın yanına gittim. Eline yayını almış kirişiyle ritm tutarak kahramanlık şarkıları terennüm ediyordu. "Ey kardeşim, ne zamana kadar böyle yapacaksın, Kur'ân yerine bunları mı okuyorsun?" deyince şöyle karşılık verdi: "Benim yatağımda öleceğimi mi sanıyorsun, savaşlarda teke tek yaptığım mücadelelerde şimdiye kadar yüz kişi öldürdüm. Savaş meydanlarında öldürdüklerim hariç"
Tirmizî'deki bir hadîse göre Hz. Peygamber (s.a.): "Nice saçları dağınık, üzeri eski, toz toprak içinde, kimsenin önemsemediği kişiler vardır ki, yemin etseler Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ b. Mâlik onlardandır" buyurmuştur. İran'daki Tuster şehrine yapılan gazâ esnasında bir ara müslümanlar dağılınca yukarıdaki hadîsi bilen sahâbîler: "Ey Berâ, Rabbine yemin et" dediler. Berâ: "Ey Rabbim, sana yemin ediyorum ki onlara galip geleceğiz ve beni de Peygamberine kavuşturacaksın" dedi ve düşman saflarına daldı, karşısına çıkan Fars silahşörü Merzuban ile teke tek döğüştü ve öldürdü. Bu savaşta düşman yenildi, Berâ da şehid oldu. Böylece her iki yemini de yerine geldi. Şehadeti hicretin 20. yılına rastlar.
Bir defasında Hz. Ömer, Cezîre tarafına sefer düşündüğünü söyleyince çevresindekiler susmuştu. Hz. Berâ atıldı ve: "Neden susuyorsunuz, karılar gibi evlerinizde mi oturacaksınız?" dedi. Bu sözler tesirini gösterdi ve herkes büyük bir şevkle hemen savaş hazırlıklarına başladı.
Hz. Berâ (r.a.) Peygamberimiz'den (s.a.) pek çok hadîs duymuş olmasına rağmen, gazâdan gazâya koşmaktan bunları nakletmeye fırsat bulamamıştır. Bu yüzden onun naklettiği hadîslerin sayısı azdır.
BERÂ b. MA'RUR (r.a.)
Künyesi: Ebû Bişr. İsmi ve soyu: Berâ b. Ma'rur b. Sahr b. Hansâ b. Sinan el-Hazrecî el-Ensârî. Annesi Rebâb bint Numan'dır. Meşhur sahâbîlerden Sa'd b. Muâz'ın halasının oğludur. Hazrec kabilesinin Selemeoğlları kolunun eşrâfından ve liderlerindendir.
İlk Akabe bîatına katılmıştır. Müslüman oluşu bu bîat öncesine rastlar. Bu bîata katılan sahâbîler, müşrik hacı kafilesiyle Medine'den yola çıktılar, yolda Berâ: "Ben namazda Kâbe'ye arkamı dönmeyi içime sindiremiyorum. Kâbe'ye doğru namaz kılacağım" dedi. O zaman müslümanların kıblesi Kudüs'tü. Arkadaşları yine Kudüs'e doğru kıldılar. Mekke'ye varınca; yaptığım doğru mu değil mi diye şüpheye kapıldı ve durumu Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu. O da, Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmasını söyledi.
Akabe bîatının yapıldığı gece Hz. Peygamber (s.a.), bîata katılan 73 kişi (ikisi kadın) arasından 12 temsilci seçilmesini istemişti. Bu 12 kişiden, Hz. Peygamber'e ilk bîat eden oydu. Bîat esnasında: "Seni hak peygamber olarak gönderene yemin olsun ki kadınlarımızı koruduğunuz gibi seni koruyacağız. Biz savaş ve silah adamlarıyız. Bu özellikler ecdadımızdan miras kalmıştır" dedi. Daha sonra Peygamberimize (s.a.) sordu:
"Ey Allah'ın Resûlü, yahudilerle aramızda bir antlaşma var. Bu durumda onu bozmuş oluyoruz. Bu sana karşı verdiğimiz bütün sözleri yerine getirirsek, Allah da seni muzaffer ederse bizi bırakıp kavmine dönmek istemezsin değil mi?" Hz. Peygamber gülümsedi ve: "Kanımın son damlasına kadar sizinle beraberim; ben sizdenim siz de bendensiniz. Düşmanlarınızla savaşır, dostlarınızla dost olurum" buyurdu.
Berâ (r.a.) gelecek yıl hac mevsiminde, Mekke'ye geleceğini vaad etti.
Bîat dönüşü Medine'de hastalandı. Öleceğini anlayınca iki vasiyette bulundu:
"1- Malımın üçte birini çocuklarıma verin, üçte birini Hz. Peygamber'e verin, üçte birini de Allah yolunda sarfedin.
2- Muhammed'e (s.a.) gelecek yıl hacca Mekke'ye geleceğimi vaad etmiştim. Herhalde ömrüm vefa etmeyecek. Ben ölünce naşımı Mekke'ye doğru çevirin."
Hz. Berâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretinden bir ay önce, Safer ayında vefat etti. Kâbe'ye döndürülme vasiyeti yerine getirildi. Böylece Hz. Berâ, müslümanların kıblesi olmadan önce sağlığında da, ölümünden sonra da Kâbe'ye yönelen ilk müslüman kişi oldu. Sanki O, müslümanların müstakbel kıblesinin Kâbe olacağını hissetmişti.
Hz. Peygamber Medine'ye gelince malının üçte birini vermek istediler. O, bunları, Berâ'nın (r.a.) çocuklarına bağışladı ve ashâbıyla birlikte kabrinin yanına giderek cenaze namazını kıldırdı. "Allah'ım, Berâ b. Ma'rur 'a rahmet et. Kıyamet günü cemalini görmekten mahrum etme. Cennet'ine sok. Zaten öyle de yaptın" diye dua etti.
Böylece Hz. Berâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) kabri üzerinde cenaze namazı kıldığı ilk kişi oldu. Allah ona birçok fazilette ilk olma şerefini bahşetti.
BEŞİR b. el-HASÂSİYYE (r.a.)
İsmi ve soyu: Beşir b. Ma'bed (veya Nezir veya Mürsid veya Bedir) b. Şurahil b. Sübey' es-Sedûsî.
Hasâsiyye ninesinin ismidir. Bu yüzden Hasâsiyye'nin oğlu diye meşhur olmuştur. Asıl ismi Zahm idi. Hz. Peygamber (s.a.) ismini Beşir olarak değiştirmiştir.
Suffa ahsâbındandır.
Müslüman oluşunu kendi şöyle anlatıyor:
Müslüman olup bîat etmek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna geldim ve: "Bana hangi konularda bîat ettireceksin ey Allah'ın Resûlü?" dedim. "Şeriki olmayan Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Peygamberi olduğuna şehadet getirmen, beş vakit namazı vaktinde kılman, farz olan zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, hac etmen ve Allah yolunda cihad etmen üzere bîat alacağım" buyurdu. Bunun üzerine ben: "Bunların hepsine gücüm yeter, ancak ikisi hariç: Biri zekâttır. Benim on civarında devem var. Bunlarla ailemin süt ve binek ihtiyacını karşılıyorum. Diğeri ise cihaddır. Ben korkak bir adamım. Savaş meydanında nefsimi sevmem ağır basar da kaçabilirim. O zaman da Allah'ın gazabına uğrarım. Dolayısıyla bu iki hususta benden söz alma" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) yumruklarını sıkıp elini hareket ettirerek şöyle dedi: "Beşir; zekât yok, cihad yok. Ne ile Cennet'e gireceksin?"
O zaman ben: "Elini uzat ey Allah'ın Resûlü, bîat edeceğim" dedim ve bîat ettim.
Yine kendi ifadesine göre Hz. Peygamber: "Adın nedir?" diye sormuş. "Nezir" (Korkutucu) deyince: "Senin adın bundan sonra Beşir (Müjdeleyici) olsun" demiş ve onu Suffa'ya yerleştirmiştir. "Hz. Peygamber'e bir hediye veya sadaka gelince bize verirdi" demektedir.
Hz. Beşir'in İslâm'a girmesine Efendimiz çok sevinmiş ve: "Seni Rebîatu'l-Kaş'am oymağı içinden çekip getiren ve Peygamber'in huzurunda İslâm'ı bahşeden Allah'a hamdederim" demiştir. Beşir: "Ey Allah'ın Resûlu; dua et, Allah canımı seninkinden önce alsın" dediğinde: "Bu duayı hiç kimse için yapmam" buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bîat esnasında haccı şart koşmasından anlıyoruz ki Beşir'in (r.a.) müslümanlığı haccın farz kılınmasından sonraki döneme rastlar. Hac hicrî 9. yılda farz kılındığına göre onun bu yılda veya daha sonra müslüman olduğu sonucuna varırız.
Hz. Beşir, Resûl-i Ekrem'i çok severdi. Resûlullah'la ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor: "Bir gece Peygamberimiz dışarı çıktı. Ben de onu izledim. Bakî' denilen Medine'nin mezarlığına gitti ve oradakileri şöyle selâmladı: "Ey mü'minlerin yurdundakiler, selâm sizlere. Biz de sizlere katılacağız. Hepimiz Allah'ın kullarıyız ve yine O'na döneceğiz. Vallahi sizler bol hayırlara kavuştunuz. Uzun bir şerri arkada bıraktınız." Sonra arkasına dönerek bana sordu:
— Sen kimsin?
— Beşir.
— Kendileri olmasa yeryüzü altüst olacağını zanneden, kendilerini beğenmiş Farslı Rebîa kabilesi arasından Allah'ın seni seçerek İslâm'a yöneltmiş olmasından hoşnut değil misin?
— Hoşnutum ey Allah'ın Resûlü.
— Peki, neden peşimden geldin?
— Sana herhangi bir şeyin zarar vermesinden korktum.
Hz. Beşir'in Hz. Ebû Bekir devrinde dinden dönenlerle yapılan savaşlara katıldığı nakledilir.
Hayatı ve aile fertleri konusunda kaynaklarda daha fazla bilgi yoktur.
BEŞİR b. SA'D (r.a.)
Künyesi: Ebû Numan. İsmi veya soyu: Beşir b. Sa'd b. Sa'labe b. Culas (veya Hallas) b. Zeyd el-Hazrecî el-Ensârî. Ensâr'dandır. Meşhur sahâbî Simâk b. Sa'd'ın kardeşidir. Kız kardeşi Abdullah b. Revâha ile evliydi. Sahâbîlerden Numan b. Beşir'in babasıdır.
İkinci Akabe bîatında bulunmuş ve o zaman İslâm ile müşerref olmuştur. Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kureyza, Mekke fethi, Huneyn, Tebük seferlerine Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte katılmıştı.
Hz. Peygamber (s.a.) tarafından H. 7. yılın Şaban ayında 300 kişilik bir seriyye ile Fedek'teki Benî Mürre üzerine gönderildi. Orada şiddetli bir çatışma cereyan etti. Beşir'in askerlerinden pek çok kişi şehid oldu. Bir kısmı da savaştan kaçtı. Beşir savaşa devam etti. Topuğundan yaralandı. Öldü zannederek bırakıp kaçtılar. Akşam olunca sürünerek Fedek'e gitti ve birkaç gün orada bir yahudinin yanına sığındı. Sonra Medine'ye döndü.
Aynı yılın Şevval ayında Hz. Peygamber (s.a.) onu yine 300 kişiyle Fedek ile Vadilkurâ arasında Yumn ve Cubar'da Uyeyne b. Hısn komutasında müslümanlara karşı savaş hazırlığı yapan Gatafanlılar üzerine sefere yolladı. Beşir onları mağlup etti. Uyeyne ve askerleri kaçtı.
Hz. Peygamber'in irtihâlinden sonra Sâideoğulları sofasında yapılan halife seçimi esnasında tartışmaların uzayacağını hisseden Beşir (r.a.) Hz. Ebû Bekir'e ilk defa bîat etmiş ve yaptığı konuşma ile meselenin kısa yoldan sükunetle halledilmesinde etkili olmuştur.
Bir rivayete göre Hz. Ebû Bekir döneminde H. 12. yılda Hz. Hâlid b. Velid komutasında yapılan Aynüttemr seferinde şehid olmuş, başka bir rivayete göre ise H. 13 yılda Yemâme Savaşı'ndan döndükten sonra vefat etmiştir.
Hz. Beşir, hak bildiğini söylemekten çekinmeyen bir karaktere sahipti. Hz. Ömer, halifeliği döneminde Ensâr ve Muhâcirlerden bir grupla otururken, "Bazı konularda ihmalkâr davrandığımı görseniz ne yaparsınız?" diye sordu. Cevap veren çıkmayınca Hz. Ömer sorusunu üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Beşir b. Sâ'd: "Oku dümdüz yaptığımız gibi seni de düzeltiriz" dedi. Buna karşı Hz. Ömer: "İşte o zaman vazifenizi yapmış olursunuz" diye cevap verdi.
BİLÂL-İ HABEŞÎ (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. İsmi ve soyu: Bilâl b. Rebâh el-Habeşî. Annesinin ismi Hamâme'dir.
Aslen Habeşli bir zencidir. Mekke'de doğmuştur. Benî Cumah'ın kölesiydi. Sülalesinin köle veya cariye olarak Mekke'ye getirildiği anlaşılıyor.
İlk müslüman olan altı kişiden biriydi. Bunlar: Hz. Ebû Bekir, Ammâr, Sümeyye, Bilâl, Suheyb ve Mikdâd idi.
Hz. Peygamber'in (s.a.) ve Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) ailesi Mekke'nin ileri gelenlerinden olduğu için Mekke müşrikleri ikisine pek bir şey yapamıyorlar, fakat İslâm'a karşı bütün hınçlarını geriye kalan beş kişiden çıkarıyorlardı. Bu beş kişi, ilk müslümanlardan olmaları sebebiyle Mekkelilerin ilk hedefleri oldular. Çünkü zayıf ve kimsesiz kişilerdi. Himaye edenleri de yoktu.
Hz. Bilâl'in efendisi Ümeyye b. Halef onu her gün öğle sıcağında kumlar üzerinde yatırır, göğsünün üzerine altından kalkamayacağı kadar büyük bir kaya koydurur, "Ya Muhammed'in dinine küfredersin veya bu vaziyette ölürsün" derdi. Sırtı ve göğsü yanar, kayanın altında zor nefes aldığı halde sürekli olarak: "Ahad, Ahad=Allah birdir, Allah birdir" derdi. Bu işkence her gün tekrar edilirdi. Sırtına demir zırhlar giydirerek kızgın güneş altında yatırdıkları, güneşte kızan zırhın bütün vücudunu yaktığı şeklinde rivayetler de vardı. Daha sonra bir iple bağlayıp çocuklara verip Mekke sokaklarında dolaştırır, böylece müslümanlara psikolojik baskı yaparlardı. O, Mekke sokaklarında dolaşırken de sürekli "Ahad, Ahad" sözlerini tekrarlardı.
Yine böyle bir işkence esnasında oradan geçen Hz. Ebû Bekir, Ümeyye'ye: "Bu zavallılara yaptıklarınızdan dolayı Allah'tan korkmuyor musunuz?" dedi. Ümeyye: "Onu ifsad eden ve bizden uzaklaştıran sensin. Şimdi de böyle mi söylüyorsun?" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Benim bundan daha güçlü bir kölem var, onunla Bilâl'i değişelim" dedi. Ümeyye bu teklifi kabul etti.
Hz. Ebû Bekir, müslüman olan köleleri satın alır ve âzad ederdi. Hz. Bilâl, bu şekilde âzad ettiği yedinci kişiydi. Hz. Ömer: "Hz. Ebû Bekir bizim efendimiz ve efendimizin (yani Hz. Bilâl'in) efendisidir" derdi. Bu suretle Hz. Ebû Bekir'in şahsiyetinin ulviliğini dile getirirdi.
Hz. Bilâl'ı, Hz. Ebû Bekir'in aracılığı ile Peygamberimizin amcası Abbas'ın satın alıp Hz. Ebû Bekir'e verdiği, onun da âzad ettiği şeklinde rivayet de vardır. Hz. Bilâl bütün bu işkencelere rağmen en ufak bir sarsıntı geçirmedi. Habeşistan'a hicret edip bu eziyetlerden kurtulabilirdi. Resûlullah'ın yanında kalmayı tercih etti ve bu hicrete katılmadı. Gerçi Habeşistan'a hicret eden ashâb zorluktan rahata kaçmamışlardı. İslâm'ın kökleşebileceği bir zemin arama ve orada devlet olma imkânları arayarak Arap yarımadasını kontrol altına alma gayesi güden uzun vadeli stratejik bir planı gerçekleştirmek için gönderilmişlerdi. Hz. Bilâl Peygamberimizle Medine'ye hicret etti. O'nunla birlikte bütün savaşlara katıldı.
Bilâl-i Habeşî aynı zamanda, Hz. Peygamber'in (s.a.) ev ihtiyaçlarını karşılayan vekilharcıydı.
Hz. Bilâl'in en meşhur yönü İslâm'ın ilk müezzini olmasıdır. Çok gür ve yanık bir sesi vardı. Önceleri müslümanlar namaz vakti girince "es-Salât, es-Salât = Haydin namaza, haydin namaza" diye seslenilerek namaza çağırılırlardı. Peygamberimize (s.a.) bazı müslümanlar gelip "Çan çalsak" dediler. "O Hıristiyan âdetidir" diyerek reddetti. "O zaman boru üfleyelim" dediler. "O da yahudi âdetidir" diyerek kabul etmedi. Bu arayış içindeyken Abdullah b. Zeyd'e rüyasında ezan öğretildi. Gelip durumu Resûlullah'a (s.a.) anlattı. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu gerçek bir rüyadır. Rüyada gördüğün ezanı Bilâl'e öğret. Onun sesi senden daha gürdür" buyurdu. Bilâl ezanı okuyunca Hz. Ömer koşarak Resûlullah'ın huzuruna geldi ve: "Vallahi ey Allah'ın Resûlü, Bilâl'in okuduğu şeyler rüyada bana da öğretilmişti" dedi. Rüyanın iki kişi tarafından görülmesini sadık rüya olduğuna delil kabul eden Hz. Peygamber (s.a.) Allah'a hamdetti. (Bk. Abdullah b. Zeyd)
Bu tarihten itibaren Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatına kadar müezzinliğini Hz. Bilâl yaptı. Hz. Bilâl Medine'den ayrılınca ezanı İbn Ümmi Mektûm okurdu. Ayrıca sabahları iki ezan okunurdu. Hz. Bilâl ikaz ezanı olarak ezanı biraz erken okur, daha sonra İbn Ümmi Mektûm ezan okurdu. Bu ikinci ezan ile halk namaz kılmak üzere mescide gelirdi. Hz. Bilâl ezandan sonra Resûl-i Ekrem'in (s.a.) hücresinin önüne gelir: "es-Salât ya Resûlallah (=Namaza ey Allah'ın Resûlü)" diyerek Hz. Peygamber'e (s.a.) seslenir ve kâmet etmek üzere yerini alırdı.
Bir sabah Hz. Peygamber'in (s.a.) uykuya daldığını ve namaza çıkmadığını farkedince hücresine dönerek: "es-Salâtu hayrun minennevm= Namaz uykudan hayırlıdır" diye seslendi. Bu söz Hz. Peygamber'in (s.a.) hoşuna gitti ve: "Ey Bilâl, bu ne güzel söz. Sabah namazlarında ezan okurken bunu iki defa söyle" buyurdu. O günden beri asırlardır sabah namazlarında tekrar edilen ve milyarlarca müslümanı ikaz eden bu cümleler Hz. Bilâl'in bize bıraktığı çok kıymetli bir yadigârdır.
Hz. Bilâl Bedir Savaşı'nda eski efendisi Ümeyye'yi: "İşte küfrün başı burada!" diye seslenerek müslümanlara göstermiş, birkaç kişi onun üzerine çullanarak öldürmüşlerdi. Mekke fethi esnasında da Hz. Peygamber (s.a.) Kâbe'deki putları temizleyip orada namaz kılarken Hz. Bilâl O'nunla birlikte içeri girmiş, Kâbe'nin damına çıkıp ezan okuyarak bütün Mekke vadisine Allah'ın hükümranlığını ilân etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.) irtihal edince Hz. Bilâl'e Medine dar gelmeye başladı. Hz. Ebû Bekir'e müracaat edip Şam taraflarına gideceğini, oradaki gazâlara katılacağını söyleyerek izin istedi. Hz. Ebû Bekir: "Ben yaşlandım, zayıfladım, yanımda kal" dedi. Bir rivayete göre o vefat edinceye kadar Medine'de kaldı. Başka bir rivayete göre: "Beni nefsin için âzad ettiysen kalayım. Yok Allah için âzad ettiysen izin ver" diyerek isteğinde ısrar etti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir izin verdi.
Hz. Ömer döneminde de Şam'da kaldı. Hz. Ömer Şam'a geldiğinde onu yolda karşıladı. Hz. Ömer müslümanların ricasıyla Bilâl'den ezan okumasını istedi. Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra onun hatırasına saygısından hiç ezan okumazdı. Şam'da halifenin ricasıyla okuduğu ezan Resûlullah (s.a.) dönemini hatırlattı ve herkes kendinden geçip ağlamaya başladı.
Kudüs fethine Hz. Ömer'le birlikte katıldığı da söylenir. Şam'da Ebu'd-Derdâ'nın akrabalarından bir hanımla evlendi. Âzadlı bir kölenin Arab'ın eşrafından bir kadınla evlenmesi, kadın tarafından da bu evliliğin gönül rızasıyla ve memnuniyetle onaylanması, İslâm'ın, gönüllerdeki soya dayalı şeref anlayışı yerine takvâya dayalı şeref anlayışını yerleştirdiğinin en bariz nümunesidir.
Hz. Bilâl Şam'da iken bir ara rüyasında Hz. Peygamber (a.s.)'i gördü. "Beni ziyaret etmiyecek misin?" diyordu. Hemen hazırlıklarını tamamlayıp Medine'ye gitti. Resûlullah'ın (s.a.) kabri başına vardı. Yüzünü sürerek uzun uzun ağladı. O esnada oraya gelen Hz. Hasan ve Hüseyin'le kucaklaştılar. Onlar: "Ezanını özledik; bize bir ezan oku" diye ricada bulundular. O ezan okumaya başlayınca bütün Medineliler sokaklara döküldüler. Herkes Resûlullah döneminin hatıralarıyla hüngür hüngür ağlıyordu. Bütün Medine sanki yas tutuyordu. Hz. Bilâl ezanı bitiremedi. Çünkü o da kendini tutamamış, ağlamaya başlamıştı.
Resûlullah'tan sonra ömrü gazâdan gazâya koşmakla geçen Hz. Bilâl H. 20. veya 21. yılında Şam'da Hakk'ın rahmetine kavuştu. Ölüm yatağında iken: "Yarın ahbâblara, Muhammed'e ve O'nun dostlarına kavuşacağım" diye seviniyordu. Hanımı, "Vah başımıza gelenlere" deyince: "Ne mutlu bir an" diye karşılık verdi.
Hz. Bilâl hakkında Peygamberimizin (s.a.) birçok takdirkâr ifadeleri vardır: "Bilâl, İslâmiyet'te Habeşlilerin öncüsüdür, kavimlere göre öncüler dörttür: İslâm'da ben Arab'ın ilkiyim. Selmân İranlıların ilki, Bilâl Habeşlilerin ilki, Suheyb de Rumların ilkidir" buyurmuşlardır. Başka bir hadîslerinde de: "Cennet üç kişiye müştaktır: Ali, Ammâr ve Bilâl" buyurmuşlardır.
Buhârî'deki bir hadîs, Hz. Bilâl'in faziletini ortaya koyması açısından önemlidir: Hz. Peygamber (s.a.) Bilâl'e (r.a.) bir sabah namazında: "Ey Bilâl, senin müslüman olduktan sonra yaptığın en önemli amelin nedir? Ben Cennet'te senin ayakkabılarının sesini önümde işittim" diye sordu. Hz. Bilâl şöyle cevap verdi: "Gece olsun gündüz olsun abdest aldığımda bir miktar namaz kılarım. Bundan başka, bu mazhariyete lâyık olmama vesile olacak bir amelimi hatırlamıyorum."
Peygamberimizin (s.a.) vekilharcı olan Hz. Bilâl'in, O'nun nasıl cömert olduğunu, bu cömertliği yüzünden ne derece mahrumiyetlere düştüğünü ifade eden hâtıraları çok dikkat çekicidir:
Abdullah el-Hevzenî anlatıyor: Bir gün Hz. Bilâl'e Peygamberimizin geçim seviyesi nasıldı? diye sordum. Dedi ki: "O kendinin mâlî işleriyle ilgilenmezdi. Ben O'nun adına bu işleri yürütürdüm. Elbise veya yiyecek ihtiyacı olan bir müslüman görse bana emreder, ben de Resûlullah (s.a.) adına ödünç para temin eder, giyecek veya yiyecek satın alır, muhtaç olan kişiye Hz. Peygamber (s.a.) adına verirdim."
Yine bir gün Hz. Peygamber (s.a.) Bilâl'in yanına girdi. Orada bir hurma yığını vardı. "Bu nedir ey Bilâl?" diye sordu. Bilâl (r.a.): "Ey Allah'ın Resûlü, bunu senin evinin ve misafirlerinin ihtiyacı için ayırdım" diye cevap verdi. Buna karşı Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Bu hurmaların Kıyamet günü ateşten bir tasma olmasından korkmuyor musun? Bunları dağıt ey Bilâl. Arş'ın sahibinin insanların rızkını vermeyeceğinden korkma."
Hz. Peygamber (s.a.), Bilâl'e başka bir vesileyle şöyle tavsiyede bulunmuştu: "Ey Bilâl, fakir olarak öl. Zengin olarak değil." "Bunu nasıl yapabilirim ey Allah'ın Resûlü?" diye sorunca: "Rızkını depolama, senden isteneni vermemezlik etme" buyurdu. Bilâl sordu:
— Bunu yapabilir miyim, ey Allah'ın Resûlü?
— Ya yaparsın ya da Cehennem'e gidersin.
Hz. Bilâl, Resûlullah'ın (s.a.) dünya eşyasına ve zevklerine mahkûm olmamasını yakinen bilen bir kişi olarak O'nun örnek hayatına benzer bir hayat yaşadı. Bu dünyayı sadece âhiretin tarlası olarak gördü. Bunun ötesinde bir değer vermedi. Köle doğdu, dünyaya rağbet etmeyen bir zâhid olarak yaşadı ve öyle ayrıldı.
BİŞR b. AKRABE (r.a.)
Künyesi: Ebu'l-Yemân. İsmi ve soyu: Bişr b. Akrabe el-Cühenî. İsminin Beşir olduğunu da söyleyenler vardır. Babası Akrabe de sahâbîdir. Bişr'in (r.a.) babası Akrabe Resûlullah'la (s.a.) birlikte katıldığı savaşlardan birinde şehid oldu. Bişr (r.a.) bu olaydan dolayı ağlıyordu. Hz. Peygamber onu gördü ve şöyle buyurdu: "Sus ağlama; ben baban olayım, Âişe de annen olsun razı değil misin?" Hz. Bişr: "Razıyım ey Allah'ın Resûlü" diye cevap verdi.
Bişr (r.a.) Resûlullah'la (s.a.) ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
Babamla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna çıktık. Beni göstererek:
— Bu yanındaki kimdir ey Akrabe? diye sordu. Babam:
— Oğlum Bahir, diye cevap verdi. Bana:
— Yanıma yaklaş, dedi. Yaklaştım. Beni sağ tarafına oturttu, eliyle başını okşadı ve:
— Senin ismin nedir? diye sordu.
— Bahir, dedim.
— Hayır, senin ismin Beşir, buyurdu.
Hz. Bişr, Peygamberimizin (s.a.) kendisi ile ilgili iki mucizesini anlatırken şunları söylüyor:
"Dilimde tutukluk vardı. Hz. Peygamber (s.a.) ağzıma üfledi, bu tutukluk çözüldü. Artık saçım tamamen ağardı, ama Resûlullah'ın (s.a.) elini koyduğu yer ağarmadı."
Hayatı ve şahsiyeti hakkında daha fazla bilgi yoktur.
BİŞR b. BERÂ (r.a.)
İsmi ve soyu: Bişr b. Berâ b. Ma'rur b. Sahr b. Hasnâ (veya Sâbık) b. Sinan el-Ensârî el-Hazrecî. Hanımı Küteybe bint Sayfî'dir.
Sahâbîlerden Berâ b. Ma'rur'un oğludur. Babası ile İkinci Akabe bîatına katılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.), Bişr'i Vâkıd b. Abdullah et-Temîmî ile hicretten sonra kardeş ilan etmiştir.
Hz. Bişr, ok atmada çok mahirdi. Bedir Savaşı'ndan Hayber'in fethine kadar bütün gazâlara Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte katıldı. Hudeybiye seferine de katıldığından Rıdvan Bîatı ehlinden olma şerefine erdi.
Hayber zaferinden sonra bir yahudi kadının Hz. Peygamber (s.a.) ve ashâbına ikram ettiği zehirli koyun etinden bir lokma aldığından vefat etti. Bu zehirin tesiriyle bir yıl hasta olarak yattıktan sona öldüğü şeklinde rivayetler de vardır.
Hz. Peygamber (s.a.) Bişr'i (r.a.) çok severdi. Bir gün onun kabilesinden bir gruba:
— Ey Nadlaoğulları, sizin efendiniz kimdir? diye sordu.
— Cedd b. Kays'tır, dediler.
— Onu niçin efendiniz sayıyorsunuz?
— O içimizde en zenginimizdir. Fakat biraz cimridir.
— Cimrilikten daha kötü hastalık mı olur? Sizin efendiniz kıvırcık saçlı, beyaz yüzlü, Bişr b. Berâ'dır.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu ifadesi Hz. Bişr'i çok sevdiğinin ve takdir ettiğinin delilidir.
Genç yaşta vefat ettiğinden kendisinden hadîs nakledilmemiştir.
BÜCEYR b. ZÜHEYR (r.a.)
Büceyr b. Züheyr b. Ebû Selmâ el-Müzenî.
"Kaside-i Bürde" diye meşhur olmuş, Peygamberimiz'i (s.a.) öven kasidenin şairi sahâbî Kâ'b b. Züheyr'in kardeşidir.
Hayatı hakkında fazla birşey bilinemiyor. Kendisinin nasıl müslüman olduğunu ve kardeşinin müslüman oluşundaki rolünü kaynaklar şöyle anlatmaktadır:
Kâ'b ile Büceyr koyunlarını otlatırken Medine yakınlarına kadar geldiler. Büceyr kardeşine: "Sen koyunların yanında dur. Ben şu adamın (Hz. Peygamber'in) yanına gidip konuştuklarını dinleyeyim" dedi. Büceyr, gelip Hz. Peygamber'le (s.a.) konuşunca müslüman oldu. Bu olayın H. 7. yılda olması mümkündür.
Kâ'b, kardeşinin müslüman olmasına başlangıçta üzüldü.
Hz. Peygamber (a.s.), Kâ'b'ın bir şiirinden dolayı onun öldürülmesini emretmişti. Büceyr durumu kardeşine bir mektupla iletti ve ancak müslüman olursa kurtulabileceğini söyledi.
Kâ'b da kardeşinin mektubunu alıp müslüman olduğu takdirde Resûlullah'ın (s.a.) kendisini affedeceğini öğrenince Medine'ye geldi. Hz. Peygamber'i (a.s.) öven Kaside-i Bürde"sini Resûlullah'ın huzurunda okudu ve müslümanlığını bildirdi. Resûl-i Ekrem (a.s.) de ona hediye olarak kendi hırkasını giydirdi.
Bu yüzden bu kaside: "Kaside-i Bürde" (=Hırka Kasidesi) diye meşhur oldu. (Bk. Kâ'b b. Züheyr)
BÜDEYL b. VERKÂ (r.a.)
Nesebi: Büdeyl b. Verkâ b. Amr b. Rebîa b. Abdüluzzâ el-Huzâî. İbn Sa'd'a göre nesebi şöyledir: Büdeyl b. Verkâ b. Abdüluzzâ b. Rebîa b. Cüzey b. Amr.
Büdeyl (r.a.)'in mensup olduğu Huzâa kabilesi, Mekke'nin kuzey tarafında otururlardı. Bunlar komşuları Bekiroğulları kabilesi ile sürekli savaş ve rekabet içindeydiler. Bekiroğulları kabilesinin Mekke'de çok miktarda müttefiki vardı. Huzâa kabilesinin ise müttefiki yoktu. Huzâalılar Bekiroğulları'na yakınlık gösteren Mekkelileri sevmezlerdi.
Hicretten sonra Hz. Peygamber (a.s.), Mekke yakınlarındaki Huzâa kabilesinin kendisi için stratejik açıdan çok önemli konumundan istifade etmek istedi. Bu kabilenin, rakipleri olan Bekiroğulları ile Mekkeliler arasındaki ittifaktan rahatsız olduklarını ve kendilerine müttefik aradıklarını biliyordu. Bu yüzden onlarla ittifak antlaşması imzaladı.
Böylece Huzâalılar; rakiplerinin hâmisi Mekkelilerin düşmanı olan müslümanlarla yaptıkları bu antlaşmayla, Bekiroğulları karşısındaki dezavantajlı durumdan kurtulmuşlardı. Hz. Peygamber de (a.s.) Mekkelilerin burnunun dibinde bir müttefike sahip olmanın avantajını yakalamıştı. Huzâalılar Mekkelilerin faaliyetlerini adım adım takip ederek Peygamberimize (s.a.) gizlice ulaştırıyorlardı. Büdeyl (r.a.) de Hz. Peygamber'in en önemli ajanlarından biriydi.
Peygamber'in (a.s.) müslüman olmayan bir kabilenin mensuplarından kendisine çok sadık istihbarat elemanları edinmesi onun politik dehasını gösterir. Ayrıca bu kabile Mekkeliler açısından da bir tehdit unsuru oluyordu.
Hz. Büdeyl, Hudeybiye barışında aktif bir rol aldı ve tarihî hizmetler verdi. Hz. Peygamber (a.s.) haccetmek niyetiyle Mekke'ye doğru yol alırken Hudeybiye denilen yerde konakladığında Büdeyl b. Verkâ birkaç arkadaşıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna gelerek müşriklerin savaş hazırlıkları yaptıklarını ve müslümanları Mekke'ye sokmamaya kararlı olduklarını haber verdi. Hz. Peygamber (a.s.) onlara şöyle dedi:
"Biz savaş için değil Umre için geldik. Bedir ve Uhud yenilgileri Kureyş'i zaafa uğrattı. İsterlerse barış antlaşması yapalım, diğer insanlarla benim aramdan çekilsinler. Ben galip gelirsem diğer insanlarla birlikte benim dinime girerler. Yok eğer başaramazsam o zaman benimle mücadele külfetinden kurtulurlar. Barış teklifimi kabul etmezlerse canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki tek başıma kalıncaya ve son nefesimi verinceye kadar onlarla savaşırım. Allah muhakkak vaadini yerine getirecek ve biz kazanacağız."
Büdeyl, Hz. Peygamber'in (a.s.) söylediklerini Kureyşlilere iletti. Kureyşliler Hakîm b. Hizâm ile Ebû Süfyân b. Harb'ı söylentileri araştırmak ve Hz. Peygamber'le (a.s.) görüşmek üzere göndermişlerdi. Bunlar yolda Büdeyl'e (r.a.) rastladılar. Hep birlikte Hz. Abbas'ın aracılığı ile Peygamberimizin (a.s.) huzuruna çıktılar. Hakîm ve Büdeyl bu esnada müslüman oldular.
Hz. Büdeyl'in daha önce müslüman olduğu şeklinde rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin doğru olması da mümkündür. Çünkü Büdeyl'in, Hz. Peygamber (a.s.) hesabına Mekkeliler arasında casusluk yaptığından, müslümanlığını gizleyip Hudeybiye Barışı esnasında müslümanlığını açığa çıkarmış olması ihtimali de vardır.
Hz. Büdeyl, müslüman saflarında Mekke fethine katıldı. Daha sonra Huneyn Savaşı'na da katıldı. Resûlullah (a.s.) Huneyn'den Ci'râne'ye dönerken, Hevâzin esirlerinin muhafazasını Hz. Büdeyl'e verdi. Hz. Peygamber (a.s.) Tebük Savaşı'na hazırlanırken çevre kabilelere elçiler göndererek yardım istedi.
Büdeyl (r.a.)'i de iki arkadaşıyla birlikte Kâ'b b. Âmir kabilesine göndermişti. Tebük Savaşı'na da katılan Hz. Büdeyl'in vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bazı kaynaklar Peygamberimizden (a.s.) önce vefat ettiğini, bazıları da daha sonra vefat ettiğini kaydetmektedirler.
Oğlu Nâfi b. Büdeyl de sahâbîdir ve babasından önce müslüman olmuştur. Nâfi, Bi'r-i Maûne olayında şehid düşen İslâm davetçilerindendi. Diğer oğlu Abdullah'ın ise Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali'nin saflarında çarpışırken şehid olduğu bilinmektedir.
BÜREYDE b. HUSAYB (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. İsmi ve soyu: Büreyde b. Husayb b. Abdullah b. Hâris b. A'rec el-Eslemî.
Asıl ismi Âmir idi. Büreyde, lâkabıdır.
Resûlullah (a.s.) Mekke'den Medine'ye hicret ederken Gamîm denilen yere geldiklerinde Büreyde (r.a.) ile karşılaştılar. Resûlullah'ın İslâm'a davetini kabul etti. O mevkide seksen kadar hane vardı. Bunlar da müslüman oldular. Hz Peygamber (a.s.) onlara imam olarak yatsı namazı kıldırdı. O gece Hz. Peygamber (a.s.), Büreyde'ye (r.a.) Meryem sûresinin baş tarafını öğretti.
Hz. Büreyde Uhud Savaşı'ndan sonra Medine'ye hicret etti. Meryem sûresinin geri kalan kısmını da Medine'de bizzat Resûlullah'ın mübarek ağzından öğrendi.
Hudeybiye seferine katıldı ve "Bîatu'r-Rıdvan" ehlinden olma şerefine erdi. Bu seferden sonraki Resûlullah'ın (a.s.) bütün seferlerine katıldı. Mekke fethi esnasında müslümanların iki sancağından birini Hz. Büreyde, diğerini de Nâciye b. Acem taşımışlardır.
Hz. Peygamber (a.s.) bir ara onu Eslem ve Gıfar kabilelerine zekât memuru olarak tayin etti. Tebük Gazvesi için çevreden asker toplarken Büreyde'yi de kendi kabilesi Eslem'e asker toplamak için göndermiştir. Asr-ı Saadet'te katıldığı gazâların sayısı 16'dır. Bu arada bazı seriyyelere de katılmıştır.
Hz. Ali komutasında bir seriyyeye katılmıştı. Dönüşte Hz. Peygamber: "Arkadaşınız Ali'den memnun musunuz?" diye sordu. Büreyde diyor ki: Ben miydim başkası mıydı tam olarak hatırlamıyorum, birimiz Hz. Ali hakkında şikâyette bulunduk. Baktım Hz. Peygamber (a.s.) bu tavrımıza kızmış, öfkeden yüzü kızarmıştı. Buyurdu ki:
"— Ben kimin efendisi isem Ali de onun efendisidir."
Bunun üzerine ben durumu telâfi için:
— Ey Allah'ın Resûlü, bundan sonra Hz. Ali hakkında kötü düşünmeyeceğim ve seni üzmeyeceğim, dedim.
Hz. Büreyde, büyük sahâbîlere, özellikle fitnelere adı karışan ashâba hayatı boyunca saygılı kalmış, olaylara karışmamış, tarafsızlığını korumuştur. Bir kişi Sicistan'da Hz. Büreyde'nin fikrini almak için, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha'nın aleyhinde konuşmuştu. Bunun üzerine Hz. Büreyde kıbleye dönerek: "Allah'ım, Ali'ye mağfiret et, Osman'a mağfiret et, Zübeyr'e mağfiret et, Talha'ya mağfiret et" diye dua etmiş ve adama dönerek: "Babasız kalasıca, beni öldürecek misin?" demişti. Adam: "Hayır, öldürmeye falan niyetim yok. Sadece bu konuda fikrini öğrenmek istedim" deyince şunları söylemişti: "Onlar kendileri için takdir edileni yaşadılar, geçip gittiler. Onların durumu Allah'a aittir, (bize değil)."
Hz. Büreyde Hz. Peygamber'in hazırladığı son ordu olan Üsâme (r.a.) ordusunda da bizzat Resûl-i Ekrem (a.s.) tarafından sancaktar olarak görevlendirilmişti. Hz. Peygamber (a.s.) hastalanınca ordunun yola çıkması tehir edilmişti. Hz. Peygamber (a.s.) vefat edince Hz. Büreyde, Peygamberimiz'in kendisine vermiş olduğu sancağı getirip mescidin önüne dikmiştir. Daha sonra sefere çıkan bu ordunun sancaktarlığını yapmıştır.
Hz. Büreyde, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde Basra bölgesinin fethedilip Basra şehrinin kurulmasına kadar Medine'de kalmış daha sonra Basra'ya yerleşmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde dinden dönenlere karşı yapılan savaşlarda yer almış, daha sonraki dönemde de Horasan fetihlerine katılmıştır.
Hz. Büreyde, ömrü boyunca gönlünde yanan cihad ateşinin tesiriyle gazâdan gazâya koşarak İslâm'ın neşri için çalışmıştı. Belh nehrinin ötelerinde savaşırken yanındakilere: "At sırtında geçmeyen hayat, hayat değildir" dediği nakledilir. Bu söz O'nun hayat anlayışının dikkat çekici bir tezahürüdür.
Yezid b. Muâviye'nin halifeliği döneminde H. 63 yılında Merv'de vefat etmiştir.
Çocuklarından bir kısımının Bağdat'a yerleşip orada vefat ettikleri kaydedilir.
Resûlullah'ın (a.s.) huzurunda ve sohbetinde bulunmayı büyük bir nimet bildiğinden çok miktarda hadîs öğrenmiş ve birçok kişiye bunları nakletmiştir. İbn Hacer'in Tehzîb'inde kaydettiğine göre, rivayet ettiği hadîslerin sayısı 167'dir
CÂBİR b. ABDULLAH (r.a.)
Câbir b. Abdullah'ın soyu: Câbir b. Abdullah b. Amr b. Harâm b. Kâ'b b. Ganem b. Kâ'b b. Seleme el-Ensârî. Künyesi Ebû Abdullah idi. Bu sahâbînin annesinin ismi Nüseybe bint Ukbe b. Adiy'dir.
Câbir b. Abdullah'ın babası İkinci Akabe Bîatı'nda bulunarak İslâm'a girmiştir. Câbir bu sırada henüz 18-19 yaşlarındaydı. Câbir b. Abdullah, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmak istediği halde babası O'na mani olmuştur. Câbir'in babası Abdullah, Uhud Savaşı'nda şehid düştü.
Câbir, babasının şehid edilmesi ve O'nun defni konusunda şunları nakletmiştir:
"Babam Uhud'da şehid edildi. Kız kardeşim bana bir deve vererek: Git babanı bu deve ile taşı, onu Selemeoğulları'nın kabristanına defnet, dedi. Ben birkaç kişi ile savaş meydanına gittim. Benim oraya varış haberim Resûlullah'a (s.a.) ulaşınca, beni yanına çağırttı. Resûlullah o anda Uhud'da bulunuyordu. Beni huzuruna çağırdı ve şunları söyledi: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Abdullah da ancak kardeşleri (Uhud şehidleri) ile birlikte gömülecektir. Bunun üzerine babam, arkadaşları ile birlikte Uhud'a defnedildi." (İbn Hanbel, Müsned, 3/396)
Câbir'e, babası Abdullah'tan bir hayli borç kalmıştı. Alacaklıları Câbir'i babasının borcu için biraz sıkıştırdılar. Câbir, borçların hepsini o anda birden ödeyecek güçte değildi. Nihayet Resûlullah'a (s.a.) gelerek durumunu arzetti. Hz. Peygamber, bu kıymetli sahâbîye babasının borçlarını ödemede maddî ve manevî yardımda bulunmuştur.
Câbir b. Abdullah, Bedir ve Uhud'un dışında, Resûlullah'ın katıldığı bütün savaşlarda bulunmuştur. Hz. Câbir bu konuda şunları söylüyor: "Resûlullah ile birlikte 19 gazveye katıldım. Bedir ve Uhud'da bulunamadım. Çünkü babam bunlara katılmama mani olmuştu. Babam Uhud'da şehid olduktan sonra Resûlullah'ın katıldığı hiçbir şavaştan geri kalmadım." (İbn Hanbel, Müsned, 3/329)
Câbir, ilk olarak hicretin 5. yılında vuku bulan Zâtürrikâ Gazve'sinde hazır bulunmuştur. Hz. Câbir, Uhud'dan sonra ilk büyük savaş olan Hendek Savaşı'na katılmış ve bu savaşta çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. Câbir b. Abdullah, bu savaşla alâkalı bazı hatıralarını daha sonra anlatmıştır. Müslümanlar bu savaşta bir ara çok büyük sıkıntıya düşmüşlerdi. Hz. Câbir'in anlattığına göre Resûlullah (s.a.), şimdi Hendek Mescidi'nin yapıldığı yere gelerek hırkasını çıkarıp müşriklere iki kere beddua etmiştir. (Hayâtü's-Sahâbe)
Müslümanlar, Hendek Savaşı'nda maddî ve manevî yönden çok büyük sıkıntı çektiler. Yiyecek ve içecek maddeleri de dahil birçok zarurî şeylerin temininde çok büyük güçlüklerle karşı karşıya geldiler. Ayrıca hendeği kazmada da bir ara iyice zorlanmışlardı.
Hendek kazılması ânında Resûlullah ve diğerlerinin çektiği sıkıntıları Hz. Câbir şöyle anlatıyor:
Hendek Savaşı'nda, biz hendek kazarken önümüze sert ve büyük bir kaya parçası çıktı. Ashâb, Resûlullah (s.a.)'a gelip: Hendekte büyük ve sert bir kaya parçası var, dediler. Hz. Peygamber: "Ben ineyim" buyurdu. Sonra kalktı. Karnında bir taş bağlıydı. Çünkü biz üç gündür bir şey yememiştik. Balyozu aldı ve kayaya vurdu. Kaya tuzla buz oldu. Ben: Ya Resûlallah, izin ver de eve gideyim, dedim. Sonra eve gittim ve hanımıma: Resûlullah (s.a.)'in hiç kimsenin tahammül edemiyeceği derecede aç olduğunu gördüm. Yiyecek bir şeyler var mı? diye sordum. Biraz arpa ve bir oğlak var, dedi. Oğlağı kestim. Tencerede et pişinceye kadar da arpa ununu yoğurduk. Hamur ekşimek ve et de ocakta pişmek üzereydi. Resûlullah'a geldim ve: Ya Resûlallah, biraz yemeğim var, sen ve bir iki kişi daha buyurun, dedim. Resûlullah (s.a.): "Yemek ne kadar?" diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine: "İyi, çokmuş" dedi. Sonra da: "Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ocaktan indirmesin, ekmeği de tandırdan çıkarmasın" dedi. Daha sonra ashâba dönerek: "Haydi buyurun" dedi. Muhâcirler ve Ensâr kalktılar. Ben eve geldim ve hanımıma: Eyvah, Resûlullah (s.a.) Muhâcirler ve daha birçokları geliyorlar, dedim. Hanımım ise: Resûlullah sana yemeğin miktarını sordu mu? dedi. Evet, dedim. Onlar eve gelince Resûlullah (s.a.): "Gürültü yapmadan girin" dedi. Resûlullah, ekmeği bölüyor, üzerine tencereden et koyuyor, tencerenin ve fırının kapağını kapıyor, sonra götürüp ashâba veriyordu. Herkes doyuncaya kadar bu şekilde yaptı. Hepsi de doyduktan sonra bir miktar da arttı. Resûlullah, hanımıma: "Bu artanı yiyin ve başkalarına da verin. Çünkü kıtlık var" buyurdu. (Buhârî)
Câbir b. Abdullah, Hendek'ten sonra hicretin 6. yılında vuku bulan Benî Mustalik Gazve'e'sine katılmıştır. Hicretin 7. yılında Hayber'in fethine de katılmıştır. Hz. Câbir Hayber kalesinin alınışını şöyle anlatıyor: "Hayber Savaşı'nda Hz. Ali kale kapısını merdiven gibi tuttu. Diğer müslümanlar da kapının üzerinden tırmanarak kolayca girdiler. Böylece fetih gerçekleşti..." (Hayâtü's-Sahâbe)
Câbir b. Abdullah daha sonra sırasıyla Huneyn ve Tebük savaşlarına katılmış ve Veda haccında hazır bulunmuştur.
Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra genelde ilimle uğraşan Câbir b. Abdullah, Hz. Ali ile Muâviye arasında hicretin 37. yılında meydana gelen ihtilâfta Hz. Ali'nin yanında yer almıştır.
Resûlullah vefat ettikten bir süre sonra Bahreyn'den bir miktar mal gelmişti. Hz. Ebû Bekir, bu mal gelince: Resûlullah'ın, kime borcu veya vaadi varsa gelip alsın, diye ilân ettirdi. Bunun üzerine Câbir kalkarak: "Resûlullah, eğer Bahreyn'den mal gelirse sana şöyle şöyle vereceğim" demişti, diyerek bunu üç kere tekrarlardı. Hz. Ebû Bekir, gelen maldan O'na bir miktar verdi. (Hayâtü's-Sahâbe)
Hz. Câbir, Benî Seleme'ye mensup Süheyle bint Mes'ûd adında bir kadınla evlendi. Bu evlilikten Abdurrahman, Akîl, Muhammed, Humeyde, Meymûne ve Ümmü Habib adlarında çocukları oldu.
Câbir b. Abdullah, Kitab ve sünneti çok iyi anlayan ve hükümlerini yaşamaya çalışan birisiydi. O, diğer müslümanlara karşı son derece merhametliydi. Kitab ve sünnetin herkese eşit olarak uygulanmasına, diğer bir ifade ile adâlete çok önem verirdi. O'nun doğruluğu ve dürüstlüğü Araplar arasında darb-ı mesel olmuştu.
Hz. Câbir'de Resûlullah sevgisi sonusuzdu. O'nun Peygamber sevgisini gösteren birçok menkıbe vardır. O, Resûlullah'ı sadece sözleriyle sevmemiş, davranışları ile de bunu göstermiştir. Câbir, özellikle ibâdetlerini Hz. Peygamber gibi yerine getirmeye çalışırdı. Nitekim Resûlullah'ın (s.a.) nasıl namaz kıldığını öğrenmek isteyenler Câbir'e gelirlerdi. O da kendisine bu konuda müracaatta bulunanlara Hz. Peygamber'in nasıl namaz kıldığını tarif ederdi.
Hz. Câbir, özellikle ömrünün sonlarına doğru kendisine müslümanların içinde bulundukları durum anlatıldıkça ağlardı. Bir defasında komşularından birisi Câbir'e gelerek, müslümanlar arasında o dönemde meydana gelen nâhoş olayları anlattığında olanlara çok üzülerek ağlamış ve arkasından şu hadîsi rivayet etmiştir: "İnsanlar İslâm'a bölük bölük girdiler, aynı şekilde ondan bölük bölük çıkacaklar." (İbn Hanbel, Müsned, 3/343)
Câbir b. Abdullah'ın evi Medine'de Mescid-i Nebevî'ye çok uzak olmasına rağmen namazlara muntazaman bu camiye gelirdi. O, son derece sade bir hayat yaşardı. Dostlarını ve hastaları sık sık ziyaret ederdi.
Hz. Câbir'in fizikî yapısı da ahlâkı ve karakteri gibi mükemmeldi. Ömrünün sonlarına doğru beyazlaşan sakalını ve bıyığını boyardı.
Hz. Câbir b. Abdullah, uzun süre Allah Resûlü ile birlikte olma şerefine sahip olan müslümanlardan birisiydi. O, bu yüzden birçok şeyi bizzat Resûlullah'tan öğrenme bahtiyarlığına ulaşmıştır. Câbir, Hz. Peygamber'den bizzat aldığı hadîslerin dışında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Ubeyde, Talha, Muâz b. Cebel ve Ebû Hüreyre'den de hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de oğulları, Abdurrahman, Akîl ve Muhammed ile Saîd b. Müseyyeb, Muhammed b. Münkedir, Şa'bî ve daha pek çok kişi hadîs nakletmişlerdir.
Câbir b. Abdullah, müksirûndan (çok hadîs rivayet eden sahâbî) olup toplam 1540 hadîs rivayet etmiştir.
Hz. Câbir aynı zamanda fakîh bir kişi idi. O'nun, Mescid-i Nebevî'de herkesin etrafında toplandığı bir tedris halkası vardı. Câbir'in ömrünün uzun oluşu, kendisinden müslümanların çok yararlanmasına imkân vermişti. O, yukarıda da belirttiğimiz gibi ilme çok meraklıydı. Bir hadîsi öğrenebilmek için maddî ve manevî hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Bir defasında tek bir hadîsi öğrenebilmek için Medine'den kalkıp Şam'a gitmişti. Bunu kendisi şöyle anlatıyor:
Şam'daki birinin Resûlullah'tan (s.a) bir hadîs rivayet ettiğini haber alınca hemen bir deve satın alarak yola koyuldum. Bir ay yolculuktan sonra Şam'a geldim. Meğer bu adam Abdullah b. Üneys imiş. Hemen evine gelerek kapıcıya: Câbir, sizinle görüşmek istiyor diye söyle, dedim. Adam: Abdullah'ın oğlu Câbir mi? diye sordu. Evet, dedim. Biraz sonra Abdullah dışarı çıktı. Kendisi ile sarılıp kucaklaştıktan sonra: Kısas hakkında senin Resûlullah'tan (s.a.) bir hadîs işittiğini öğrendim. Onu öğrenmeden öleceğimden yahut da senin öleceğinden korktuğum için çıkıp geldim, dedim. Bana Resûlullah'tan (s.a.) işittiği hadîsi nakletti.
Bu hadîsin meâli şöyledir: "Allah, Kıyamet günü insanları çıplak, sünnetsiz ve eli boş olarak haşreder. Sonra onlara yakın ve uzakta olanların işitebileceği bir sesle: Hesap görücü Benim, tek hâkim Benim, Cehennem'e gireceklerden hiçbir kimse Cennetlik birisindeki hakkını almadan Cehennem'e girmeyecektir. Cennet'e gireceklerden hiçbir kimse de, Cehennemlik birisinin kendisinde alacağı varsa -bir tekme bile olsa- onu kendisinden almadan Cennet'e giremeyecektir. Herkesin hakkını alacağım, diye nidâ edecek. Biz: Ey Allah'ın Resûlü, biz oraya çıplak, sünnetsiz ve eli boş olarak mı geleceğiz, nasıl olur bu? dedik. Resûlullah (s.a.): "Çünkü kısas, mükâfat ve ceza verilerek yapılacaktır" buyurdu." (İbn Hanbel, Müsned)
Hz. Câbir b. Abdullah, hicretin 74. yılında vefat etmiştir.
CÂBİR b. ABDULLAH b. RİÂB (r.a.)
İsmi ve soyu: Câbir b. Abdullah b. Riâb b. Numan b. Sinan es-Selemî el-Ensârî. Annesi, Ümmü Câbir bint Zübeyr'dir.
Ensâr'dan ve Seleme kabilesinden iki Câbir b. Abdullah vardır. Öbür Câbir'in dedesinin adı Amr'dır. Müksirûndan, yani çok hadîs nakleden sahâbedendir. Burada hayatı anlatılan Câbir'in dedesinin ismi ise görüldüğü gibi Riâb'dır. Bu iki Câbir ismi birbirine karıştırılmaktadır, buna dikkat etmek gerekir. Genellikle hadîs kitaplarında Câbir b. Abdullah denilince, yukarıda anlatılan Amr'ın torunu Câbir kastedilir. Burada anlatılan, Riâb'ın torunu olan Câbir'den de hadîsler nakledilmiştir, ama sayıları fazla değildir.
Riâb'ın torunu Câbir (r.a.) hicretten önce Hz. Peygamber'in (a.s.) peygamberliğinin 11. yılında yapılan Akabe Bîatı'na katılmıştır. Medine'den Mekke'ye giden Câbir b. Abdullah b. Riâb, Es'ad b. Zürâre, Kutbe b. Amr, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Avf b. Mâlik; Akabe denilen yerde Hz. Peygamber'e (a.s.) rastladılar. Hz. Peygamber onlara İslâm'ı tebliğ edince müslüman oldular. İlk müslüman olan ve bîat eden Medineliler bu altı kişidir.
Hz. Câbir Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştır. Hayatının bundan sonraki kısmı, nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.
Amr'ın torunu olan Câbir, Bedir ve Hendek savaşlarına katılamadığından; bu iki savaşa ait olayları nakleden hadîslerin râvisi olan Câbir, Riâb'ın torunu olan Câbir'dir.
CÂBİR b. EBÛ SA'SA'A (r.a.)
İsmi ve soyu: Câbir b. Ebû Sa'sa'a Amr b. Zeyd b. Avf el-Ensârî el-Mâzinî. Ensâr'dandır.
Akabe bîatları ile Bedir Savaşı'na katılan Kays b. Ebû Sa'sa'a isimli sahâbînin kardeşidir.
Hz. Câbir, Uhud ve daha sonraki savaşlara katılmış ve Mûte Savaşı'nda şehid düşmüştür.
Hayatı hakkında daha fazla bilgi yoktur. Kaynaklarda onun tarafından rivayet edilen hadîse rastlanmamıştır.
CÂBİR b. SEMÜRE (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah veya Ebû Hâlid. İsmi ve soyu: Câbir b. Semüre b. Cünâde b. Cündüb el-Âmirî es-Süvâî.
Annesi meşhur sahâbî Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın kardeşi Hâlide bint Ebî Vakkâs'dır.
Babası Semüre de sahâbîdir. Hz. Câbir kendi ifadesine göre en az yüz defa Hz. Peygamber'in (a.s.) sohbetinde bulunmuş, O'nun arkasında en az iki bin defa namaz kılmıştır.
Özellikle Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadîs kitabında hadîsleri mevcuttur. Rivayet ettiği hadîslerin sayısının 146 olduğu kaydedilmektedir. Pek çok hadîsçi ondan hadîs nakletmiştir.
Kûfe'ye yerleşti. Abdülmelik b. Mervan'ın halifeliği döneminde Bişr b. Mervan'ın Kûfe valiliği esnasında H. 74'de vefat etmiştir. Hâlid, Talha, Sâlim isimli üç oğlu olduğu bilinmektedir.
Hz. Câbir, Peygamberimiz'in (a.s.) çok az konuştuğunu kaydediyor. Diyor ki:
"Hz. Peygamber (a.s.) güneş doğuncaya kadar sabah namazını kıldığı yerden kalkmazdı. Ashâb birbirlerine Cahiliye döneminde yaptıklarını anlatır ve gülerlerdi. Hz. Peygamber ise ekseriya onları dinler, tebessüm ederdi."
Hz. Câbir'in naklettiği hadîslerden biri şöyledir:
"Resûl-i Ekrem bir gün yanımıza geldi ve;
— Allah'ın huzurunda meleklerin saf durduğu gibi saf tutmayacak mısınız? buyurdu. Biz;
— Ey Allah'ın Resûlü, melekler Rablerinin huzurunda nasıl saf tutarlar? dedik.
— İlk safları tamamlarlar ve saflarını sıkıştırırlar, buyurdu." (Müslim-Ebû Dâvûd-Nesaî-İbn Mâce)
CÂFER b. EBÛ TÂLİB (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. İsmi ve soyu: Câfer b. Ebû Tâlib b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenâf b. Kusay el-Kureşî. Annesi: Fâtıma bint Esed b. Hâşim'dir.
Hz. Peygamber'in (a.s.) amcası Ebû Tâlib'in oğlu ve Hz. Ali'nin (r.a.) kardeşidir. Hz. Ali'den on yaş büyüktür. Hicretten sonra Hz. Peygamber tarafından Muâz b. Cebel ile din kardeşi ilân edilmiştir.
İlk müslümanlardandır. Hz. Peygamber'in (a.s.) Erkam'ın evinde İslâm'a davete başlamasından önce müslüman olmuştur. İslâmiyete ilk girenler arasında 25. sidir. 31. olduğunu söyleyenler de vardır.
Hz. Ali'yi, Hz. Peygamber (a.s.) ile birlikte secde ederken görmüş, ne yaptığını sormuş, Hz. Ali, tek Allah'a ibadet ettiklerini söyleyince o da İslâmiyet'e girmiştir.
Resûl-i Ekrem'in Mekke döneminin ilk yıllarında, müslümanlara, tahammül edilmez baskılar, işkenceler ve yıldırma taktikleri uygulanmıştır. Müşrikler İslâmiyet'i Mekke'de yok etmek istiyorlardı. Resûl-i Ekrem (a.s.) buna karşı İslâm'ın kök salabileceği ve faaliyet merkezi olabilecek başka beldeler aramaya başladı. Bu meyanda hac için Mekke'ye gelen değişik Arap kabilelerine, kendisini ülkelerine götürüp himayelerine almalarını teklif etti. Bu arada Habeşistan hükümdarının, Hıristiyanlığın bozulmamış şekline yakın bir inanca sahip olan âdil bir hükümdar olduğunu tesbit ederek bazı aktif sahâbîleri Habeşistan'a muhâcir olarak gönderdi. Bu kafilenin reisi Câfer b. Ebû Tâlib idi.
Habeşistan muhâcirleri fakir, güçsüz kişiler değil, Mekke'nin ileri gelen ailelerine mensup, eşrâftan kişilerdi. Güçsüz ve kimsesiz pek çok kişi yine Mekke'de kalmıştı. Bu durum, Habeşistan hicretinin işkenceden kaçış değil, İslâmiyet'in kökleşebileceği merkezler arayışı olduğunun delilidir. Mekke'de müslümanlara karşı topyekûn bir imha hareketi ihtimaline karşı, İslâmiyet'i neşir davasını müstakil olarak omuzlayabilecek seçkin sahâbîleri ihtiyatî tedbir olarak Mekke'den uzaklaştırıp güvenli bir zemine yerleştirme taktiği de sözkonusuydu.
Şayet İslâmiyet Habeşistan'da kök salabilirse orası, Arap yarımadası için çok önemli bir tehdit unsuru olabilecek stratejik bir konuma sahipti.
Habeşistan hicretinin, İslâmiyet'in ilk döneminin tarihi hakkında çok önemli ipuçları ve mesajlar veren çok uzun bir hikâyesi vardır. Biz burada muhâcirlerin, dolayısıyla kafile reisi Câfer'in (r.a.) başından geçenleri kısaca özetlemeye çalışacağız:
Müşrikler tarafından müslümanlara yapılan baskılara Hz. Peygamber (a.a.) engel olamıyordu. Her ne kadar kendisi Ebû Tâlib'in himayesinde olması sebebiyle şahsen bu işkencelere hedef olmuyorsa da müslümünlara yapılanlar onu içten içe eritiyordu. Bir gün ashâbına: "Habeş ülkesinde, katında kimseye zulüm olunmayan bir hükümdar vardır. Orası doğruluk yurdudur. Allah bir kapı açıncaya kadar oraya gitseniz" buyurarak hicret mesajını verdi. Erkek kadın ve çocuklardan müteşekkil 83 kişi birkaç kafile halinde Habeş ülkesine göç ettiler. Hz. Peygamber'in (a.s.) bu kafilenin reisi Câfer b. Ebû Tâlib vasıtasıyla Necâşi'ye bir mektup gönderdiği bazı kaynaklarda kaydedilir. Necâşi müslüman muhâcirlere çok iyi davrandı. Orada rahat ve güven içinde yaşamaya başladılar.
Bunu haber alan Mekke müşrikleri Buhayra (Abdullah) b. Ebî Rebîa ve Amr b. Âs'ı, müslümanları kendisine teslim etmesi için Necâşi'ye gönderdiler. Necâşi'ye ve çevresindeki ileri gelen idareci ve rahiplere rüşvet olarak verilmek üzere çok kıymetli Mekke derileri gönderdiler. Bu iki elçi Necâşi'nin huzuruna çıkıp secde ettikten sonra hediyelerini takdim ettiler ve: "Bizim aramızdan bazı beyinsizler atalarımızın dininden ayrıldılar, sizin dininize de girmediler. Yakınları, onları bize teslim etmeniz için elçi olarak gönderdiler" dediler. Etraftaki patrikler: "Bunlar doğru söylüyor. Kavimleri onların kusurlarını daha iyi bilir" dediler. Kendilerine daha önceden hediye edilen kıymetli deriler böyle konuşmalarına sebep olmuştu. Necâşi buna kızdı ve: "Bir kavim benim beldeme sığınır ve bana komşu olurlar da ben onları nasıl ülkemden atarım? Onlarla konuşacağım" dedi.
Hz. Câfer ve bir grup müslüman Necâşi'nin huzuruna çıktılar. Secde etmediler. Sebebini sorunca: "Biz, dinimize göre Allah dışında kimseye secde etmeyiz" dediler. Sonra Hz. Câfer kısaca Cahiliye dönemi âdetlerini ve İslâmiyet'in genel ilkelerini özetledi. Kâf sûresinin baş tarafından bazı âyetler okudu. Necâşi dinlerken öyle ağladı ki sakalı ıslandı. Hz. Câfer'in konuşması bitince Necâşi'nin dudaklarından şu cümleler döküldü:
"Vallahi Mûsa'nın getirdikleri ve bu Peygamber'in getirdikleri aynı kaynaktandır." Sonra müşrik elçilerine dönerek: "Kalkın gidin, onları katiyyen teslim etmem" dedi. Hediyelerini de geri verdi.
Bu iki elçi işin peşini bırakmadılar ve tekrar Necâşi'nin huzuruna çıkarak müslümanların Hz. İsa hakkında kötü sözler sarfettiklerini söylediler. Necâşi tekrar müslümanları çağırttı ve: "Hz. İsa hakkında ne diyorsunuz?" diye sordu. Hz. Câfer, Kur'ân'dan iktibas ile: "İsa Allah'ın kulu ve Resûlüdür, ruhudur, kelimesidir. Onu iffetli Meryem'e ilkâ etmiştir" dedi. Çevredeki patrikler homurdandılar. Necâşi, Hz. Câfer'in Hz. İsa hakkında sözlerinin çok doğru olduğunu ifade etti ve Kureyş elçilerine müslümanları teslim etmeyeceğini tekrarladı. Bu sırada; sen bizim dinimizi terkettin diye Habeşliler Necâşi'ye isyan ettiler. Bu olay, Necâşi'nin o sırada müslüman olduğu görüşüne kuvvet kazandırıyor.
Necâşi, Habeşistan'daki müslümanları bir gemiye bindirdi ve: "Limanda bekleyin. Ben yenilirsem ülkenize dönersiniz, galip gelirsem burada kalırsınız" dedi. Sonra isyancılarla konuştu ve isyanı bastırdı.
Hz. Câfer, hicretin 7. yılına kadar Habeşistan'da kaldı. Oraya giderken hanımı Esmâ bint Ümeys'i de birlikte götürmüştü. Abdullah, Muhammed ve Avf isimli üç oğlu orada dünyaya geldiler. Nesli, oğlu Abdullah ile devam etmiştir.
Hz. Câfer H. 7. yılda Hayber fethi esnasında Medine'ye döndü. Hz. Peygamber (a.s.) onu kucakladı, alnından öptü ve: "Câfer'in gelişi beni Hayber'in fethinden daha fazla sevindirmiştir" buyurdu. Resûlullah (a.s.) Habeşistan'dan dönenlere, savaşa katılmadıkları halde ganimetten pay vermiştir.
Ebû Mûsa el-Eş'arî ve arkadaşları, Yemen'den deniz yoluyla Medine'ye gelirlerken, çıkan bir fırtına gemilerini Habeş kıyılarına atmış ve orada Hz. Câfer (r.a.) ile buluşmuşlardı. Bir müddet orada kaldıktan sonra Medine'ye birlikte dönmüşlerdi. Ebû Mûsa o zaman Habeşistan'daki müslümanların 52 kişi kadar olduklarını söylüyor. Bu durumda muhâcirlerin geri kalan kısmının daha önce Habeşistan'dan döndükleri anlaşılıyor.
Bir gün Hz. Ömer, Hz. Câfer'in hanımı Esmâ'ya: "Biz hicrette sizin önünüze geçtik. Resûlullah (a.s.) yanındaki hakkımız ve değerimiz daha fazladır" demişti. Hz. Esmâ buna çok üzüldü ve kendilerinin gurbette katlandıkları pek çok sıkıntıya sırf Allah ve Resûlü için katlandıklarını ifade etti. Daha sonra Hz. Ömer'in sözlerini Peygamberimize iletti. Resûl-i Ekrem (a.s.):
"Onların daha fazla hakları yoktur. Ömer ile arkadaşlarının bir hicreti vardır, sizin ise iki hicretiniz vardır. (Biri Habeşistan'a diğeri Medine'ye)" buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bu sözleri Habeş muhâcirlerini çok duygulandırdı. Böylece onların manevî derecelerinin yüksekliği bizzat Resûl-i Ekrem'in (a.s.) mübarek ağzıyla ifade edilmiş oluyordu.
Ertesi yıl, hicretin 8. yılının Cemaziyelevvel ayında Hz. Peygamber, Mûte'ye bir ordu gönderdi. Şam'a gönderdiği elçilerin öldürülmeleri üzerine bu sefere karar vermişti. Sancağı Zeyd b. Hârise'ye vererek komutan tayin etti. Sonra dedi ki: "Zeyd şehid olursa sancağı Câfer alsın, o da şehid olursa sancağı Abdullah b. Revâha alsın."
Müslümanlar, Şam taraflarında Maan denilen yere vardıklarında Herakliyus'un 100 bin kişilik bir ordu ile geldiğini haber aldılar. Bazıları: "Durumu ve karşımızdaki ordunun sayısını Hz. Peygamber'e haber verelim. O, ya bize destek kuvvetleri gönderir veya ne yapacağımızı bildirir" dediler. Bu tereddüdü gören Abdullah b. Revâha şunları söyledi:
"Ey kavmim, hoşlanmadığınız şey şehâdettir. Biz insanlarla ne sayı, ne kuvvet, ne de çokluk ile savaşmıyoruz. Yürüyünüz. Bu yürüyüşünüzle ya galip geleceksiniz veya şehid olacaksınız." Bunun üzerine: "Revâha'nın oğlu doğru söylüyor" dediler ve ilerlediler.
İki ordu Mûte'de karşılaştı. Sancaktar ve komutan Zeyd b. Hârise şehid oldu. Sancağı Câfer aldı. Çok kahramanca savaştı. Mûte'de bulunan Abbâd, Hz. Câfer'in savaş kızışınca kızıl atından atlayıp atının ayaklarını kestiğini ve savaşa piyade devam ettiğini ifade ediyor. Yine başka bir rivayete göre Câfer sancağı sağ elinde tutarak savaşıyordu. Savaşta o eli kesildi. Sancağı sol eline aldı, o da kesildi. Bunun üzerine iki kolunun pazularını göğsüne kavuşturarak sancağı tuttu ve yere düşürmedi. O vaziyette şehid edildi. Yine başka bir râvî Câfer'in (r.a.), vücuduna bir mızrak saplayan düşman askerini o haliyle hamle ederek öldürdüğünü kaydeder. Bütün bu hadiselerin çok kısa bir sürede cereyan ettiği ve Hz. Câfer'in bir süre de yaralı olarak savaştığı, son anında da sancağı yere düşürmemek için çabaladığı anlaşılmaktadır.
Sancağı Abdullah b. Revâha aldı. Bir an tereddüt geçirdi. Sonra bu tereddüdünün muhasebesini yapan bir şiir okudu. O anda yemekte olduğu etli kemiği fırlattı. Atından indi ve saldırdı. O da şehid oldu. Sancağı Hâlid b. Velid'e verdiler. Hz. Hâlid, orduyu ustaca geri çekerek yenilgiden kurtardı.
Savaştan sonra Câfer'in cesedini ikiye bölünmüş bir vaziyette buldular. Sadece cesedinin ön tarafında 70 küsur (bir rivayete göre 90 küsur) kılıç ve mızrak darbesi tesbit ettiler. Şehid olduğunda 30 küsur yaşındaydı.
Bu olaylar cereyan ederken Hz. Peygamber (a.s.) Mûte'de olanları ashâbına haber veriyor ve Medine'de olduğu halde: "Şu anda Zeyd şehid oldu, sancağı Câfer aldı, o da şehid oldu, Abdullah aldı, o şehid oldu, Hâlid aldı. Allah'ım; Hâlid senin kılıçlarından bir kılıçtır. O'nu muvaffak eyle" diyordu. Resûlullah'ı (a.s.) dinleyen sahâbe mateme boğulmuştu.
Hz. Peygamber (a.s.) Câfer'in şehâdet haberini alan ailesini şöyle teselli etti: "Câfer için mahzun olmayın. Cebrâil bana haber verdi ki; Allah, O'nun iki eline mukabil iki kanat verdi, meleklerle birlikte Cennet'e uçtu" buyurdu. Bundan sonra Câfer'e, sahâbe arasında "Zü'l-Cenâheyn" (iki kanatlı) lâkabı takıldı. Hz. Ömer, bu olaydan sonra Câfer'in oğluna selâm verirken: "Ey iki kanatlının oğlu" diye selâm verirdi.
Hz. Câfer, çok güzel ahlâklı bir İslâm fedâisiydi. Hz. Peygamber (a.s.) ona: "Senin şeklin de, ahlâkın da bana benziyor" buyurmuştu. Çok cömertti. Fakirlerle haşir neşir olur, onlara iltifat eder, sohbet eder, elinde ne varsa dağıtırdı. Hz. Peygamber (a.s.) ona "Fakirlerin babası" lâkabını takmıştı. Ebû Hüreyre diyor ki: "Câfer Suffa ehlini evine götürür, ne varsa yedirirdi." (Buhârî)
Ebû Hüreyre: "Resûlullah'tan sonra ayakkabı ve elbise giyen ve bineğe binenler arasında (yani insanlar arasında) Câfer'den daha faziletlisi yoktu" derdi.
Hanımı Esmâ bint Ümeys: "Araplar arasında Câfer'den daha hayırlı bir genç, Ebû Bekir'den daha hayırlı bir yetişkin görmedim" derdi.
Hz. Câfer'in şehâdetini duyan Resûlullah: "Allah'ım; Câfer'in ailesini, onun yerine sen himâyene al" diye dua buyurmuştur.
CEBBÂR b. SAHR (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. İsmi ve soyu: Cebbâr b. Sahr b. Ümeyye b. Hansâ b. Sinan b. Ubeyd el-Ensârî es-Selemî. Annesi: Âtike bint Hareşe'dir.
Ensâr'dandır. İkinci Akabe Bîatı'na katılmıştır. Dolayısıyla bîattan önce müslüman olduğu söylenebilir.
Hicretten sonra Hz. Peygamber (a.s.) Cebbâr'ı, Mikdâd b. Esved ile din kardeşi ilan etmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.)'in bütün gazalarına katılmıştır. Bedir Savaşı'na katıldığında 32 yaşında olduğu kaydedilmektedir. Bedir Savaşı H. 2. yılda olduğuna göre Hz. Cebbâr'ın Milâdî 591'de doğmuş olması gerekir. Bedir Savaşı'ndan sonraki diğer savaşlara da katılmıştır.
Abdullah b. Revâha, Hayber'in zekâtını toplardı. O Mûte'de şehid olunca Hz. Peygamber (a.s.) Cebbâr'ı Hayber'in zekât memuru olarak görevlendirdi. Çok iyi hesap bilirdi.
Gerek Asr-ı Saadet'te ve gerekse Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde zekât toplama ve hesaplarını tutma görevini yürütmüştür. Hz. Ebû Bekir döneminde mürtedlere karşı yapılan savaşlara da katılmıştır. H. 30. yılda Hz. Osman döneminde 62 yaşında vefat etmiştir.
Hadîs kitaplarında birkaç hadîsi mevcuttur.
CEBBÂR b. SÜLMÂ (r.a.)
Cebbâr b. Sülmâ (veya Selmâ) b. Mâlik b. Câfer b. Kilâb b. Rebîa b. Âmir b. Sa'sa'a el-Kilâbî.
Cebbâr, Hz. Peygamber'in İslâmiyet'i ve Kur'ân'ı öğretmek için gönderdiği sahâbîleri Bi'r-i Maûne'de kılıçtan geçiren müşriklerdendi. Bu olayda Harâm b. Milhân'ı (başka bir rivayete göre Âmir b. Füheyre'yi) şehid etti. Mızrağını sapladığı zaman yaraladığı sahâbî: "Vallahi kazandım" dedi. Buna kafası takıldı. Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî'ye; öldürdüğü sahâbînin niçin böyle dediğini sordu. "O bu sözüyle Cennetlik olduğunu kasdetti" deyince, müslüman olmaya karar verdi. Medine'ye gelip Hz. Peygamber'in (a.s.) huzurunda İslâmiyet'i kabul etti ve tekrar kabilesine dündü.
Hayatı hakkında daha fazla bilgi yoktur.
CEBR b. ATÎK (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. İsim ve soyu: Cebr b. Atîk b. Kays b. Heyse b. Hâris b. Ümeyye el-Ensârî. İsminin Câbir olduğunu söyleyenler varsa da bu hatalıdır. Kardeşi Câbir'le karıştırılmaktadır. Câbir, Cebr ve Abdullah isimlerinde üç kardeştiler. Cebr, Bedir Savaşı'na ve diğer savaşlara katıldı.
Bedir'e katılan sahâbîlerden Hâris b. Kays, Cebr'in amcası olur.
Habbâb b. Eret ile din kardeşi idi.
Mekke'nin fethi esnasında kabilesinin sancağını taşımıştı. H. 61 (veya 71)'de 91 yaşında vefat etti.
CEBR (Abdüddaroğulları'nın kölesi) (r.a.)
Yahudi asıllı bir köleydi. Mekke dönemindeyken Hz. Peygamber'in (a.s.) Yûsuf sûresini okuduğunu işitti ve müslüman oldu. Efendilerinin korkusundan müslüman olduğunu gizledi. Fakat efendileri müslümanlığını farkettiler ve kendisini çok ağır işkencelere tâbi tuttular. Bu işkenceler karşısında dışından İslâmiyet'ten çıkmış gibi göründü.
Şu âyetin, o ve onun gibiler hakkında indiği kaydedilir: "Kalbi iman ile huzur bulduğu halde (küfre) zorlananlar hariç, kim Allah'a küfrederse onlara şiddetli bir azab vardır." (Nahl, 16/106)
Mekke fethi esnasında durumunu Hz. Peygamber'e (a.s.) şikâyet etti. Resûl-i Ekrem (a.s.) bedeli kadar para bağışladı. Bunu efendilerine vererek kendini âzad ettirdi ve hürriyetine kavuştu. Daha sonra Âmiroğulları'ndan soylu bir hanımla evlendi. Hayatı hakkında daha fazla bilgiye rastlanmamıştır.
CEHM b. KAYS (r.a.)
Künyesi: Ebû Huzeyme. İsmi ve soyu: Cehm b. Kays b. Abdüşşurahil b. Hâşim b. Abdimenâf b. Abdüddâr el-Abderî. İsminin Cüheym olduğunu söyleyenler de vardır.
Annesi Rüheyme'dir. Sahâbîlerden Cüheym b. Salt'ın anne bir kardeşidir.
İlk müslümanlardandır. Mekke'deki işkenceler üzerine hanımı Hüreymile bint Abdülesed ve iki oğlu Ömer ve Huzeyme ile birlikte ikinci kafileyle Habeşistan'a hicret etti. Hanımı Hüreymile, Habeşistan'da vefat etti ve oraya defnedildi.
Cehm daha sonra Medine'ye döndü. Hayatı hakkında başka bir bilgi yoktur.
CERÎR b. ABDULLAH el-BECELÎ (r.a.)
Künyesi: Ebû Amr veya Ebû Abdullah. İsmi ve soyu: Cerîr b. Abdullah b. Câbir b. Mâlik b. Nadra b. Sa'lebe el-Becelî.
Aslen Yemenlidir. Ne zaman müslüman olduğu konusunda farklı rivayetler vardır. Hz. Peygamber'in (a.s.) irtihalinden dört gün önce müslüman olduğunu söyleyenler olduğu gibi, H. 10. yılda kavminden bir heyetle gelip müslüman olduğunu belirtenler de vardır. Buhârî ve Müslim'deki rivayetlere göre Veda haccına katılmıştır. İbn Hacer, İsâbe'de, Hz. Cerîr'den nakledilen: "Kardeşiniz Necâşi vefat etti" hadîsine dayanarak, Cerîr'in (r.a.) İslâm'a girişinin 10. yıldan önce olduğu kanaatine varmaktadır. Çünkü Necâşî 10. yıldan önce vefat etmiştir.
Cerîr (r.a.), kavminin ileri gelenlerindendi. Resûlullah (a.s.) ona çok iltifat ederdi. "Hz. Peygamber (a.s.), müslüman olduğum günden beri her gördüğünde bana gülümserdi" demiştir. Hz. Cerîr, Peygamberimiz (a.s.) mescidde hutbe okurken içeri girmiş, cemaat ona yer açmamışlar, bunun üzerine Efendimiz: "Size bir toplumun ileri gelenlerinden biri gelirse ikram edin" buyurmuştur. Cerîr'in Medine'ye, kavminden bir grupla ilk gelişinde, Hz. Peygamber (a.s.) onlar gelmeden önce: "Şimdi size Yemen'in en hayırlı kişisi gelecek, ona ikram edin" buyurmuştur. Bir süre sonra Cerîr kavminden bir grupla birlikte içeri girmiş ve müslüman olmuşlardır.
Hz. Cerîr uzun boylu, çok yakışıklı bir zattı. Hz. Peygamber ona: "Allah seni çok yakışıklı yarattı, sen de ahlâkını güzelleştir" buyurmuştur. Hz. Ömer: "Cerîr bu ümmetin Yûsuf'udur" derdi. Hz. Peygamber (a.s.) Cerîr (r.a.)'den: "Bütün müslümanlara nasihat etmek ve içten sevmek" üzere bîat almıştır. Medine'ye bir heyet gelince Hz. Peygamber, Cerîr'e haber gönderir, o da güzel elbiselerini giyerek gelir, elçilerin karşılanmasında teşrifatçılık yapardı.
Hz. Peygamber'in kabile ve cemaatlerin ileri gelenlerine izzet ve ikramda bulunması ve ashâbına bunu tavsiye etmesi, O'nun İslâ-miyet'i tebliğde insan psikolojisine ne kadar değer verdiğini göstermesi açısından çok dikkat çekicidir. Lider pozisyonundaki kişilere iltifat edildiğinde gururları okşanarak kalpleri ısındırılmaktadır. Ayrıca bir kavmin fertleriyle ayrı ayrı uğraşmak yerine, liderleri İslâm'a kazanılarak kısa yoldan kavminin de İslâm'a kazanılması hedeflenmektedir. Bir Arap atasözünde: "İnsanlar hükümdarlarının dini üzerindedirler" denilir. Nitekim bu taktiğin İslâm tarihinde çok büyük faydaları görülmüş, liderleri müslüman olan pek çok kabile toptan müslüman olmakta tereddüt etmemişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber'in çok yakışıklı bir zat olan Cerîr'e (r.a.) güzel elbiseler giydirerek elçilere karşı teşrifatçılık yaptırması da psikolojik bir taktiktir. Hz. Peygamber (a.s.) elçilerini yakışıklı kişilerden seçer, ümmetine de böyle yapmalarını emrederdi. Elçiler bir kavmin temsilcileri olarak edindikleri intibalarla kavimlerini etkilemektedirler. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (a.s.) İslâm'ı tebliğ ve neşrederken ne kadar akılcı davrandığını, ustaca siyasî taktiklerle hedefine ulaştığını gösteren birkaç örnektir.
Hz. Peygamber (a.s.) Cerîr'i (r.a.) Yemen'de, Kâbe'ye rekabet için inşa edilen Zü'l-Halâsa mabedini yıkmak üzere görevlendirdi. O da verilen görevi yerine getirdi ve Hz. Peygamber (a.s.)'e durumu bildirdi. Bir kavmin mabedini kendi içlerinden birine yıktırması da Hz. Peygamber'in dikkat çekici bir uygulamasıdır. Hz. Cerîr, Veda haccına katıldı. Hz. Peygamber irtihal edince memleketi Yemen'e döndü.
Hz. Cerîr, Hz. Ömer döneminde İran'a karşı yapılan Kâdisiye Savaşı'nda Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın komutasındaki ordunun sağ cenah komutanlığını yapmıştı. Yine bu dönemde dağınık olan kabilesini toplamakla görevlendirildi. Hz. Ömer tarafından kabile reisi tayin edildi.
Hz. Osman döneminde ondan pek sözedilmiyor. Hz. Ali devrinde ise yine siyaset sahnesine çıkıyor. Bu dönemde önce gelip Kûfe'ye yerleşiyor. Hz. Ali onu, bîat almak üzere elçi olarak Hz. Muâviye'ye gönderiyor. Fakat ileride çıkacak fitneyi seziyor olmalı ki, her iki gruptan da irtibatını keserek Kırkîsiyye'ye (Habur nehri kıyısında bir yer) çekiliyor ve vefat edinceye kadar orada kalıyor. Bir ara oradayken Hz. Ali selâm gönderip kendilerine katılmasını istiyor. Elçi olan zat: "Seni Resûlullah'ın kavmine temsilci olarak gönderdiği gibi emirü'l-mü'minîn de kendi temsilcisi yapmak istiyor" deyince: "Resûlullah (a.s.) beni insanlarla Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar savaşmak için göndermişti. Bu sözü söyleyince onlara dokunmamı haram kıldı. Siz ise benim kelime-i tevhidi söyleyenlere kılıç çekmemi istiyorsunuz" dedi ve bu teklifi reddetti.
Hz. Cerîr, 57 veya 54 yılında Dahhâk b. Kays'ın Kûfe valiliği döneminde Şerat (veya Serat) denilen yerde vefat etti. Dört oğlunun ismi biliniyor: Münzir, Abdullah, İbrahim, Eyyûb.
Hz. Cerîr, 100 civarında hadis nakletmiştir. Buhârî ve Müslim'in birlikte ondan naklettikleri hadîs sayısı 8'dir. Kendisinden dört oğlu ile birlikte Şa'bî, Hemmâm b. Hâris ve torunu Ebû Zür'a b. Amr gibi ileri gelen birçok muhaddis hadîs nakletmiştir.
Hz. Peygamber, "Cerîr benim Ehl-i Beyt'imdendir" buyurarak O'nun kadrinin ve kıymetinin yüceliğine işaret etmiştir.
CÜBEYR b. MUT'İM (r.a.)
Künyesi: Ebû Muhammed veya Ebû Adiy. İsmi ve soyu: Cübeyr b. Mut'im b. Adiy b. Nevfel b Abdimenâf b. Kusay en-Nevfelî el-Kureyşî. Annesinin ismi hakkında ihtilâf vardır.
Hz. Peygamber'in amcasının oğludur. Kureyş'in eşrafındandır. Okuma yazma bilen nadir kişilerdendi ve soy bilginiydi. Halim selim ve görüşüne başvurulan bir kişiydi. Bedir Savaşı'nda müslümanlara karşı savaştı ve esir düştü. Fidye karşılığı serbest bırakıldı.
Mekke döneminde müşrikler Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'e, yeğenini İslâm davasından vazgeçirmesi için baskı yaptılar. Ebû Tâlib Resûlullah'la (a.s.) konuştu. İkna edemeyince: "Senin doğru söylediğni ve dininin yeryüzündeki dinlerin en hayırlısı olduğunu biliyorum. Beni öldürmedikçe sana zarar veremezler" dedi. Bunun üzerine Ebû Cehil Kureyş'in diğer boylarını ikna ederek Resûl-i Ekrem'in oymağı Hâşimoğulları'na karşı; kız alıp vermemek, mal alıp satmamak ve konuşmamak üzere boykot ilan ettirdi. Bunu da bir belgeye yazarak imzaladılar. Hâşimîler'i aç bıraktılar. Bu boykot üç yıl sürdü. İşte Hz. Cübeyr'in babası Mut'im b. Adiy, bu boykotun iptali için uğraşan ve bu boykot süresince gizlice müslümanlara yardım edenlerdendir. Cübeyr de babası gibi kavmi içinde sözü dinlenenlerdendi.
Hz. Cübeyr, Bedir Savaşı'nda esir olarak Hz. Peygamber'in (a.s.) huzuruna getirildiğinde Hz. Peygamber, Mut'im'in bu iyiliklerini hatırladı ve: "Baban sağ olsaydı da bunlar hakkında şefaatçi olsaydı hepsini bırakırdım" diyerek vefakârlığını dile getirdi.
Hz. Cübeyr'in Bedir esareti esnasında müslüman olduğu fakat müslümanlığını gizlediğini söyleyenler olduğu gibi, daha sonra müslüman olduğunu belirtenler de vardır. Buhârî ikinci görüşü kabul eder.
Hz. Cübeyr de babası gibi soy bilginiydi. "Nesep ilmini Hz. Ebû Bekir'den öğrendim" demektedir.
Hz. Cübeyr, Müellefe-i Kulûb'tan biriydi. Yani Hz. Peygamber'in, kalplerini İslâm'a ısındırmak için zekât gelirlerinden bağışta bulunduğu kişilerdendi. Hz. Peygamber ona yüz deve vermişti.
Hz. Ömer devrinde Kûfe valiliği yaptı. Yine onun döneminde askerlerin ve maaş alanların nesepleri konusunda kütükler yazmak üzere görevlendirilen kişilerden biri Cübeyr b. Mut'im idi. Hz. Muâviye döneminde vefat etti. Medine'de Bakî' kabristanında medfun olduğu söylenir.
Hz. Cübeyr'den, iki oğlu Muhammed ve Nâfi (bunların her ikisi de fıkıh âlimidir) Saîd b. Müseyyeb, Süleyman b. Surad gibi meşhur âlimler hadîs nakletmişlerdir. Kendisinden 60 hadîs rivayet edilmiştir.
Hz. Hamza'yı şehid eden Vahşi, müslüman olmadan önce Cübeyr'in kölesiydi. Cübeyr ona: "Hamza'yı öldürürsen seni âzad ederim" demişti. Vahşi, Uhud Savaşı'nda pusu kurup Hz. Hamza'yı şehid ederek hürriyetine kavuşmuştu. Hz. Peygamber, Cübeyr'i ve Vahşi'yi, müslüman olduklarında affederek büyük âlicenaplık göstermişti.
CÜLEYBİB (r.a.)
Ensâr'dandır. Soyu bilinmemektedir. Bir savaşta şehid olmuştur. Hz. Peygamber savaştan sonra: "Kimleri kaybettik?" diye sorunca: "Kayıp yok" dediler. "Fakat ben Cüleybib'i göremiyorum, onu arayın" dedi. Şehid olduğunu Hz. Peygamber'e bildirdiler. "Savaşı kazandık ama Cüleybib'i kaybettik" buyurarak ona olan sevgisini ve kaybından duyduğu teessürü ifade etti.
Bu savaşta yedi kişiyi öldürdüğü ve kahramanca savaştığı kaydedilir. Resûl-i Ekrem (s.a.) Cüleybib'i çok severdi: "Ya Rabbi, onun üzerinden hayrı eksik etme, onu koru" diye dua etmişti.
Hz. Peygamber'in Cüleybib için Ensâr'dan birinin kızına dünürlük yapması meşhurdur. Ana babası vermek istememişler fakat kız: "Allah Resûlünü mü kırıyorsunuz? O benim hiçbir zaman kötülüğümü istemez. Beni Cüleybib'e veriniz" demiş ve böylece kızın nikâhı Cüleybib'e kıyılmıştı.
CÜVEYRİYE (r.a.)
Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımıdır. İsmi ve soyu: Cüveyriye bint Hâris b. Ebî Dırâr b. Hubeyb b. Aziz el-Huzâiyye. Mustalikoğulları kabilesinin reisi Hâris'in kızıdır.
H.5. yılda yapılan Müreysî gazası esnasında esir edilmişti. Mustalikoğulları kabilesinin reisi Hâris b. Dırâr'ın, çevre kabilelerden adam toplayarak Hz. Peygamber'le savaşmak üzere hazırlık yaptığı haber alındı. Resûl-i Ekrem (s.a.), Eslemoğulları'ndan Büreyde b. Husayb'ı haberin doğru olup olmadığını araştırmak üzere görevlendirdi. Haberin doğruluğu kesinleşince Hz. Peygamber (s.a.) Medine'de, yerine âzadlı kölesi Zeyd b. Hârise'yi bırakarak 2000 kişiyle yola çıktı ve Müreysî suyu başında Hâris'in kuvvetlerini ansızın bastırdı. İçlerinden 20 kişi öldürüldü, geri kalanların tamamı esir edildi.
Esirlerin taksiminde kabile reisi Hâris'in kızı Cüveyriye, Sâbit b. Kays'ın hissesine düştü. Cüveyriye, Sâbit'le, kendisini para karşılığı serbest bırakması üzerine anlaştı. Fakat gerekli meblağı temin edemedi. Yardım istemek üzere Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna geldi. Hz. Âişe, onun çok güzel ve çekici bir kadın olduğunu görünce, kıskandığını ve Resûlullah'la görüşmesinden rahatsız olduğunu belirtmiştir.
Cüveyriye Resûlullah'a: "Ben kabilemizin reisi Hâris'in kızı Cüveyriye'yim. Bedelimi ödeyecek para bulamadım. Bana yardım edin" diye ricada bulundu. Hz. Peygamber: "Daha hayırlı birşey istemez misin?" diye sordu. "Nedir o?" deyince: "Senin bedelini ödeyerek âzad edeyim, sonra da kendime nikâhlayayım" buyurdu. Cüveyriye bu teklifi kabul etti.
Hz. Peygamber'in Cüveyriye ile evlendiğini duyan müslümanlar: "Hz. Peygamber'in akrabalarını esir olarak tutmak edebe aykırıdır, bize yakışmaz" diyerek bütün Mustalikoğulları esirlerini serbest bıraktılar.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Cüveyriye'nin (r.a.) mehri olarak esirleri serbest bıraktığı şeklinde rivayet de mevcuttur. Bunun üzerine bütün Mustalikoğulları müslüman oldular.
Hz. Peygamber'in Cüveyriye ile evlenmesi çok zekice düşünülmüş diplomatik bir taktikti. Medenileşmemiş topluluklarda akrabalık bağları çok güçlüdür. Bu tür toplumlardaki evliliklerde, sevgi ve cinsî câzibeden ziyade sosyal ve ailevî menfaatlar daha ağır basar. Bu husus sosyolojinin tesbit ettiği bir gerçektir. Hz. Peygamber bu evliliği cinsî bir câzibenin etkisiyle değil, İslâm'ın yayılışında bir araç olması için yapmıştır. Çünkü o sırada Hz. Peygamber 58 yaşındaydı. Gençlik çağını, yani 25 yaşı ile 50 küsur yaşı arasındaki devreyi tek hanımla (Hz. Hatice ile) geçiren Hz. Peygamber'in bu yaştan sonra, hele nikâhında birden çok hanım varken, böyle bir evliliği sadece cinsî câzibeden dolayı yaptığı söylenemez. Hz. Âişe gibi Resûlullah'ı çok kıskanan bir kişinin sözleri kadınlık duygularıyla söylenmiş sözlerdir. Bu evliliğin gerekçesinin ifadesi değildir. Nitekim Hz. Peygamber diğer bazı evliliklerini de sırf önemli kişi ve kabilelerle akrabalık bağları kurma gayesiyle yapmıştır.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu taktiği kısa sürede tesirini gösterdi. Hem Mustalikoğulları'nın, Resûlullah'a (s.a.) akrabalığı, hem de müslümanların esirleri toptan serbest bırakması, görüldüğü gibi kabilenin toptan müslüman olmasına vesile oldu.
Hz. Cüveyriye'nin ismi Berre idi. Hz. Peygamber (s.a.) Cüveyriye olarak değiştirmiştir. Hz. Cüveyriye (r.a.) müslüman olmadan önce amcasının oğlu Müsafi' b. Safvân'la evliydi. Kocası, Müreysî Savaşı'nda ölmüştü. Hz. Cüveyriye Peygamberimizle evlendiğinde 20 yaşında olduğunu kendisi belirtiyor. Bu durumda doğum tarihinin milâdî 607 olması gerekir.
Daha sonra Cüveyriye'nin babası Medine'ye gelerek Resûlullah'ın ödediği meblağı vererek kızını götürmek istedi. Hz. Resûlullah (s.a.) Cüveyriye validemizi gidip gitmemekte serbest bıraktı. O: "Allah ve Resûlünü tercih ediyorum" diyerek babasıyla gitmedi. Babasının da o esnada müslüman olduğu belirtilir.
Hz. Cüveyriye H. 56. yılda Hz. Muâviye döneminde vefat etti.
Hz. Cüveyriye'den 7 hadîs nakledilmiştir. Kendisinden hadîs rivayet edenler arasında İbn Abbas, Küreyb, Mücâhid, Ebû Eyyûb el-Ezdî gibi kişiler vardır.
Kendisinden nakledilen bir hadîs şöyledir:
«Bir sabah ben Allah'ı tesbîh ederken, Resûlullah (s.a.) odama geldi. Sonra bir iş için dışarı çıktı. Öğle üzeri yeniden geldi. "Hâlâ oturup tesbîh mi çekiyorsun?" diye sordu. Ben de: "Evet" diye cevap verdim. O zaman Resûlullah (s.a.): "Sana, bunların, yani sabahtan şimdiye kadar yaptığın tesbîhlerin hepsine eşit sevaba vesile olacak bir tesbîh öğreteyim: (Üç defa) Allah'ı, yarattıkları adedince tesbîh ederim; (üç defa) Arş'ının ağırlığınca tesbîh ederim; (üç defa) rızası için tesbîh ederim; (üç defa) Allah'ın kelimelerinin mürekkebi kadar tesbîh ederim, de" buyurdu.» (Müslim)
DAHHÂK b. KAYS (r.a.)
Künyesi hakkında farklı rivayetler vardır: Ebû Ümeyye, Ebû Üneys, Ebû Abdurrahman, Ebû Saîd. İsmi ve soyu: Dahhâk b. Kays b. Hâlid b. Vehb b. Sa'lebe b. Vâsile, el-Fihrî, el-Kureşî. Sahâbî Üsâme b. Zeyd'in hanımı Fâtıma bint Kays, Hz. Dahhâk'ın kız kardeşidir.
Resûl-i Ekrem (s.a.) irtihal ettiğinde Hz. Dahhâk henüz bülûğa ermemiş, 8 yaşları civarında bir çocuktu. O'nun Bedir Savaşı'na katıldığı şeklindeki rivayetlerin doğru olmadığı İsâbe'de belirtilir.
Yaşı küçük olmasına rağmen Hz. Dahhâk Hz. Peygamber'den bazı hadîsler dinlemiş ve nakletmiştir. Kendisinden Hz. Muâviye, Saîd b. Cübeyr, Şa'bî, Simâk b. Harb, Muhammed b. Süveyb el-Fihrî gibi meşhurlar hadîs nakletmişlerdir. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Şam tarafına yapılan seferlere katıldı. Şam'ın fethinden sonra oraya yerleşti.
Hz. Osman dönemindeki faaliyetleri hakkında bilgi yoktur. O dönemde de Şam'da bulunduğu biliniyor.
Hz. Ali-Muâviye ihtilâfında Hz. Muâviye tarafında yer aldı. 53 yılında Kûfe vâlisi Ziyâd b. Ebîhi vefat edince Hz. Muâviye tarafından Kûfe valiliğine tayin edildi. Oradan Şam valiliğine nakledildi. Hz. Muâviye'nin halifeliği süresince, daha sonra da oğlu Yezid'in ölümüne kadar Şam valisi olarak kaldı.
Yezid ölünce Abdullah b. Zübeyr'e bîat etti ve halkı onu desteklemeye çağırdı. Muâviye b. Yezid tahta geçince onu destekledi. Ubeydullah b. Ziyad: "Sen Kureyş'in ileri gelenlerindensin, niçin başkasına bîat ediyorsun, kendi halifeliğini ilan etsen" diye fikrini çelince kendisi hilâfet davasına kalkıştı ve ordu topladı. Bu arada İbn Ziyâd tahtan çekilmiş yerine Mervan b. Hakem geçmişti. Mervan bir ara İbn Zübeyr'e bîata niyetlenmişti. Ubeydullah b. Ziyâd onu da: "Sen Kureyş'in eşrafındansın, niçin İbn Zübeyr'e bîat ediyorsun?" diye bu fikrinden vazgeçirdi. Mervan, Dahhâk'ın üzerine yürüdü. Mercürâhıt denilen yerde Dahhâk yenildi ve öldürüldü (H. 64). Dahhâk'ın başı Mervan'a getirilince çok üzüldü ve: "İşte şimdi ihtiyarladım, ecelim yaklaştı. (Müslüman) orduları birbirine kırdırdım" diye hayıflandı.
Hz. Dahhâk, çok cömert bir zattı.
Hz. Peygamber'den (s.a.) naklettiği hadîslerden biri şöyledir:
"Kıyametten önce duman parçaları gibi fitneler ortaya çıkar. O bulutlar insanın bedeniyle birlikte kalbini de öldürür."
DIHYE b. HALÎFE el-KELBÎ (r.a.)
Dıhye b. Halîfe b. Ferve b. Fedâle b. Zeyd b. İmriulkays b. Hazrec el-Kelbî. Ne zaman müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte Hendek Savaşı'na katıldığı kesindir. Uhud'da bulunduğunu söyleyenler de vardır. Bu durumda Hendek Savaşı'ndan önce müslüman olduğunu kesinlikle belirtebiliriz.
Dıhye (r.a.) çok yakışıklıydı. Yakışıklılığı darbımesel haline gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.) Cebrâil (s.a.)'in insan suretinde geldiğinde, Dıhye'nin (r.a.) suretine girdiğini ifade etmiştir. Bu hususta çeşitli sağlam rivayetler mevcuttur. Hz. Peygamber (s.a.) elçilerini genellikle yakışıklı kişilerden seçer, ümmetine de böyle yapmalarını emrederdi. Çünkü elçilerin bıraktığı iyi intiba, temsil ettikleri devletin hanesine kaydedilir ve çok ehemmiyetli bir diplomatik kazanç olur.
Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) H. 5. yılın sonu veya 6. yılın başında komşu ülke hükümdarlarını İslâm'a daveti meyânında Hz. Dıhye'yi de o zamanın süper devleti olan Bizans Kayseri'ne İslâm'a davet mektubu ile birlikte elçi olarak göndermiştir. Dıhye (r.a.) mektubu Busra hükümdarına vermiş, o da Kayser'e ulaştırmıştır.
Dıhye (r.a.), elçilik görevini yerine getirip dönünce Peygamberimiz ona beyaz bir Mısır kumaşı hediye etti ve: "Yarısını kendine gömlek yap, yarısını da hanımın başörtüsü yapsın. Yalnız hanımına söyle, kumaşın alt tarafını göstermemesi için astar diksin" buyurdu.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) devirlerinde bazı seferlere katıldı. Ayrıca meşhur Yermük Savaşı'nda da bulundu. Hz. Ali-Muâviye ihtilafında Hz. Muâviye tarafında yer aldı.
Şam'ın fethinden sonra oraya yerleşti ve ömrünün sonuna kadar orada kaldı. Hz. Muâviye döneminde vefat etti.
İsâbe müelifi, kendisinden altı hadîs rivayet edildiğini nakletmektedir.
DIMÂD b. SA'LEBE el-EZDÎ (r.a.)
Dımâd, müslüman olmadan önce umre yapmak için Mekke'ye gelmişti.
Müşriklerin: "Muhammed delirdi, cin çarptı" veya "kendisine sihir yapıldı" gibi sözlerini işitince, "gidip şu adamı tedavi edeyim" dedi.
Dımâd b. Sa'lebe, ruh hekimiydi. Peygamberimiz'e (s.a.): "Ey Muhammed, ben ruh hastalıklarını tedavi ederim, istersen seni tedavi edeyim, belki Allah şifa verir" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) şehadet getirdi ve Allah'a hamdettikten sonra Dımâd'a İslâm'ı anlattı. Bu sözler onu çok etkiledi ve Hz. Peygamber'den (s.a.) söylediklerini tekrarlamasını istedi. Resûlullah (s.a.) söylediklerini tekrarladı. Çok dikkatlice dinledikten sonra: "Ben kâhinleri, sihirbazları ve şâirleri çok dinledim, bunun gibi bir söz hiç duymadım. Bunlar okyanusun dibi gibi derinlerden geliyor" dedi ve şehadet getirip müslüman oldu.
Kavmi adına Hz. Peygamber'e (s.a.) bağlılık yemini yaptıktan sonra ülkesine döndü.
Daha sonraki yıllarda yani Medine devrinde Hz. Peygamber, Hz. Ali komutasında bir seriyye göndermişti. Dımâd'ın kabilesinin bulunduğu yere gelince askerler yirmi kadar deveye el koydular ve Hz. Ali'ye getirdiler. Hz. Ali, bu hayvanların Dımâd'ın kabilesine ait olduğunu öğrenince geri verilmesini emretti.
Hayatı hakkında daha fazla bilgi yoktur.
EBÂN b. OSMAN (ra.)
Hz. Osman'ın (r.a.) oğludur. Annesinin adı: Ümmü Amr bint Cündüb b. Amr ed-Devsiyye idi.
Medine'nin meşhur fakîhlerinden biridir.
Halife Abdülmelik b. Mervân tarafından Medine valisi tayin edilmiş ve bu görevde yedi yıl kalmıştır. Daha sonra ise azledilmiş ve yerine Hişâm b. İsmail getirilmiştir.
Ebân b. Osman'ın hadîs konusundaki rivayetleri önemlidir. Babasından ve Zeyd b. Sâbit'ten hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de oğlu Abdurrahman'dan başka Zührî ve Ebu'z-Zinâd rivayette bulunmuşlardır.
Yezid b. Abdülmelik'in halifeliği zamanında Medine'de, H. 105 (753/754)'te vefat etmiştir.
EBÂN b. SAÎD b. ÂS (r.a.)
Künyesi: Ebu'l-Velid. İsmi ve soyu: Ebân b. Saîd b. Âs b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenâf el-Emevî el-Kureyşî.
Ebû Cehil'in halasının oğludur. Babası Kureyş eşrafındandı. Kardeşlerinden Hâlid ve Amr ilk müslümanlardan ve Habeşistan muhâcirlerindendiler. Ebân bu iki kardeşinin müslüman olmasına çok kızmış ve şu beyti söylemişti:
Keşke Zaribe'de yapılan savaşta ölseydim de,
Amr ve Hâlid'in (atalarımızın) dinine iftira ettiklerini görmeseydim.
Ebân, ticaretle uğraşırdı. Müslüman olmadan önce daha Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'de olduğu sıralarda ticaret için Şam tarafına sefere çıkmıştı. Orada bir rahiple karşılaştı. Rahip ona Kureyş'ten bir peygamber çıkacağını, Mûsa ve İsa'nın (a.s.) yollarını takip edeceğini, dünyaya hâkim olacağını, bunların eski semâvî kitaplarda yazılı olduğunu söylemiş ve: "O zata benden selâm söyle" demişti. Ebân seferden dönünce başından geçenleri Mekkeliler'e aynen anlattı.
Diğer iki müşrik kardeşi Âs ve Ubeyde ile birlikte Bedir Savaşı'nda müslümanlara karşı savaşmıştır. Kardeşleri bu savaşta öldü, kendisi kurtuldu. Hudeybiye barışında Hz. Peygamber, Hz. Osman'ı Mekkeliler'le görüşmek üzere gönderdiğinde, Hz. Osman'ı Ebân, himayesine aldı ve misafir etti. Hz. Osman'ı çok severdi. Onu şu beyitle karşıladı:
Buyur gel, hiç kimseden korkma.
Saîdoğulları (kendi ailesi) Harem'in en azizidirler.
Kardeşleri Amr ve Hâlid, Habeşistan'dan Medine'ye döndüklerinde Ebân'a haber gönderip müslüman olmasını istediler. Kardeşlerinin bu isteğine olumlu cevap verdi ve Medine'ye geldi. Hep birlikte Hayber seferi öncesi Resûl-i Ekrem'in (s.a.) huzuruna çıktılar ve müslüman oldu.
Hz. Peygamber (s.a.) onu bir seriyyeye komutan tayin edip Necid taraflarına gönderdi. 9. yılda ise Bahreyn'e vali tayin etti. Hz. Peygamber (s.a.) irtihal ettiğinde hâlâ bu görevdeydi. İbn İshâk, Ebân'ın Mekke döneminde müslüman olduğunu ve hanımı Fâtıma bint Safvân ile birlikte Habeşistan'a hicret ettiğini yazmaktadır ki bu rivayet doğru değildir. Ebân, Hz. Ebû Bekir'e, gecikerek bîat etti. Onun döneminde Şam tarafına yapılan sefere katıldı.
Ölüm tarihi ve yeri hakkında farklı rivayetler mevcuttur. H.13 yılında Ecnâdeyn Savaşı'nda öldüğünü söyleyenler olduğu gibi, Yermük Savaşı'nda şehid olduğunu söyleyenler de vardır. Ayrıca Hz. Osman döneminde Kur'ân yazmakla görevlendirildiği ve o dönemde öldüğü şeklinde rivayetler de mevcuttur. Bu son rivayetlerde kardeşinin oğlu Saîd b. Âs b. Saîd'le karıştırılmıştır. Kur'ân'ı yazmakla görevlendirilen Saîd'dir. Ölüm tarihi hakkındaki rivayetlerden doğru olma ihtimali en fazla olanı Hz. Ebû Bekir döneminde H. 13'de Ecnâdeyn'de şehid olduğudur.
EBÛ ABS (Abis) (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Abdurrahman b. Cebr (veya Câbir) b. Amr b. Zeyd b. Cüşem b. Hârise el-Evsî el-Ensârî.
Ensâr'dandır. Cahiliyye döneminde ismi Abdüluzzâ (Uzzâ putunun kölesi manasına) veya Ma'bed imiş. Hz. Peygamber (s.a.) müslüman olunca Abdurrahman olarak değiştirmiştir. Sahâbeden Muhammed b. Mesleme'nin kız kardeşi Ümmü İsa bint Mesleme b. Seleme ile evliydi ve bu hanımından Muhammed ve Mahmud isminde iki oğlu vardı. Ümmü'l-Hâris bint Muhammed b. Mesleme isimli hanımından ise Ubeydullah isminde bir oğlu olmuştur. Zeyd ve Humeyde isimli iki oğlu daha vardır ki bunların annelerinin ismi bilinmemektedir.
Ebû Abs cahiliyye döneminde okuma yazma bilenlerdendi. Müslüman olmadan önce Ebû Bürde b. Niyâr ile birlikte Hârisoğulları putunun muhafızlığını yaparlardı. Hicretten önce müslüman oldu.
Hicretten sonra Peygamberimiz tarafından Peygamberimizin hanımı, Hz. Ömer'in kızı Hafsa'nın (r.a.) ilk kocası Huneys b. Huzâfe es-Sehmî ile kardeş ilan edildi. Ebû Abs, Bedir'den itibaren Resûlullah'ın bütün seferlerine katıldı.
Bedir Savaşı'nda 48 yaşındaydı. Bu yaşına rağmen daha sonraki hiçbir gazadan geri kalmamış olması gönlünde yatan cihad ateşini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Nadîroğulları'ndan Kâ'b b. Eşref isimli şair bir yahudi vardı. Sürekli olarak Peygamberimizin ve müslümanların aleyhinde faaliyetlerde bulunur, şiirleri ile hicveder, halkı kışkırtırdı. Fitneci ve çıban başıydı. Resûl-i Ekrem (s.a.), Ebû Abs'ın da içlerinde bulunduğu bir grup fedai göndererek Kâ'b'ı öldürttü.
Hz. Ömer ve Osman'ın halifeliği dönemlerinde zekât toplama işiyle görevlendirildi.
H. 34 yılında Medine'de 70 yaşında vefat etti. Cenaze namazını bizzat Halife Hz. Osman kıldırdı. Bakî' kabristanına defnedildi.
Kendisinden oğlu Zeyd, torunu Ebû Abs b. Muhammed b. Ebû Abs, Abaye b. Rifâa hadîs nakletmişlerdir. Hadîs kitaplarına geçen rivayet ettiği hadîs sayısı beştir.
EBÛ AHMED b. CAHŞ (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. Asıl isminin Abd olduğu söylenir.
İsmi ve soyu: Ebû Ahmed b. Cahş b. Riâb b. Ya'mer b. Sabire el-Esedî. Annesi, Peygamberimizin halası Ümeyye bint Abdülmuttalib'tir. Hz. Peygamber'in hanımı Zeyneb bint Cahş'ın ve meşhur sahâbî Abdullah b. Cahş'ın kardeşidir.
Mekke döneminde, Hz. Peygamber (s.a.), Erkam'ın evinde İslâm'a davete başlamadan önce, kardeşleri Abdullah ve Ubeydullah ile birlikte müslüman olmuşlar, böylece üç kardeş: "Sâbikûn-i Evvelîn" diye anılan ilk müslümanlardan olma şerefine ermişlerdir.
Habeşistan seferine katılıp katılmadığı hususunda ihtilâf vardır. Kardeşi Ubeydullah muhacir olarak gittiği Habeşistan'da hıristiyan olmuş ve hanımı Ümmü Habibe bint Ebî Süfyân ortada kalınca Peygamberimiz (s.a.) onunla nikâhlanmıştır.
Diğer kardeşi Abdullah ve ailesiyle birlikte Medine'ye ilk hicret edenlerdendi. Medine'de Mübeşşir b. Abdülmünzir'in evinde kalmışlardı.
Mekke'deki evine, hicretten sonra Ebû Süfyân el koymuştu. Mekke fethi günü evini geri almak istedi. Hz. Peygamber: "Evine karşılık sana Cennet'te bir köşk verilecektir" buyurdu. Bundan sonra hayatı boyunca bir daha evinden hiç bahsetmedi. Hz. Osman'ın vakfettiği bir ev kendisine tahsis edildi.
Ölüm tarihi kesin belli değildir. Buhârî ve Müslim'deki bir rivayete göre, ölümü üzerine kardeşi Zeyneb bint Cahş üç gün yas tutmuş, üç günden sonra koku sürünmüştür. Bu rivayet onun, Validemiz Zeyneb bint Cahş'tan önce öldüğünü gösterir. Hz. Zeyneb H. 20. yılda vefat ettiğine göre Ebû Ahmed (r.a.)'in bu tarihten önce vefat ettiği anlaşılır. Çocuğu olmamıştır.
EBU'L-ÂS b. REBÎ' (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. Asıl ismi Lakît'tir. (Yâsir, Heysem veya Mihşem olduğunu söyleyenler de vardır.)
Soyu: Ebu'l-Âs b. Rebî' b. Abdüluzzâ b. Abdüşşems b. Abdimenâf el-Absemî el-Kureşî. Cahiliye döneminde lâkabı Emin idi.
Hatice validemizin kız kardeşinin oğludur. Peygamberimizin kızı Zeyneb'in kocasıdır. Annesinin ismi Hâle bint Huveylid'dir. Kureyş'in ileri gelen tücarlarındandı.
Ebu'l-Âs, Bedir Savaşı'nda esir düştü ve hanımı Hz. Zeyneb'in ricası üzerine serbest bırakıldı. Bu esnada Hz. Peygamber ona, kendi müslüman olmadıkça müslüman olan hanımı Zeyneb'le evliliklerini sürdüremeyeceğini, dolayısıyla kızını Medine'ye yollamasını istedi. Peygamberimiz'in bu isteğini yerine getirdi.
Bir ara Ebu'l-Âs ticaret için Medine yakınından geçerken müslümanlar onu öldürüp malına el koymak istediler. Zeyneb kocasını çok severdi. Bu haberi duyunca Hz. Peygamber'e gitti ve: "Bir müslümanın verdiği emân (himaye garantisi) geçerli midir?" diye sordu. Evet cevabını alınca: "O zaman ben Ebu'l-Âs'a garanti veriyorum" dedi. Zaten Bedir Savaşı'nda esir edilen Ebu'l-Âs Hz. Zeyneb'in, annesi Hatice'nin hediye ettiği bir gerdanlığı göndererek fidye olarak vermesi sonucu esaretten kurtulmuştu. Hz. Zeyneb'in garantisini duyunca müslümanlar Ebu'l-Âs ile görüştüler. Müslüman olmasını, yanındaki müşriklerin mallarını da ganimet olarak müslümanlara vermesini teklif ettiler. Ebu'l-Âs: "Dinimi hainlik üzerine mi kurmamı istiyorsunuz? Ne kötü bir teklifte bulundunuz" dedi. Mekke'ye gitti, herkesin malını teslim etti ve müslüman olduğunu ilan etti. Sonra Medine'ye hicret etti.
Müslüman oluşu Hudeybiye barışından beş ay önceye rastlar. Medine'ye geldiğinde tekrar Hz. Peygamber onu kızı Zeyneb ile eski nikâhı üzerine evlendirdi. Yeniden nikâh kıydığı ve mehir aldığı şeklinde rivayetler de mevcuttur.
Onun bu olaydan sonra Mekke'ye dönüp Mekke fethinden kısa bir süre önce tekrar Medine'ye geldiği ve yerleştiği bilinmektedir. Resûlullah'la (s.a.) birlikte herhangi bir sefere katılmamıştır. Hz. Ali Yemen seferine çıkarken yanında Ebu'l-Âs da vardı. Hatta dönerken yerine onu bıraktığı kaydedilir. Hz. Ebû Bekir'e bîat edilirken Ebu'l-Âs Hz. Ali'nin yanındaydı. Hz. 12'de Hz. Ebû Bekir'in halifeliği döneminde vefat etti.
Ebu'l-Âs, İslâm'dan önce de çok dürüst biri idi. Bedir Savaşı'ndan sonra esirlikten kurtulup Mekke'ye dönerken Hz. Zeyneb'i Medine'ye yollayacağına söz vermiş ve sözünde durmuştur. Hz. Peygamber onun hakkında: "Bize söz verdi ve sözünü tuttu" diyerek takdirlerini ifade etmiştir. Kendisinden hadîs rivayet edilmemiştir.
EBÛ BASÎR (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Utbe b. Esîd b. Câriye b. Esîd b. Abdullah b. Gayera es-Sakafî.
Tâif'teki Benî Sakîf kabilesine mensuptu. Zühreoğulları kabilesinin himayesinde Mekke'de kalırdı.
Müslüman olunca onu hapsettiler. Şiddetli işkencelere tâbi tuttular. Bir ara fırsatını bulup kaçtı ve Medine'ye sığındı. Ne var ki bir süre önce müslümanlarla müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması imzalanmıştı ve bu antlaşmanın hükümlerinden biri de müslüman olarak velilerinden izinsiz Medine'ye iltica eden Kureyşliler'in iadesini öngörüyordu. Ebû Basîr'in peşinden Mekkeliler'den Ezher b. Abdi Avf ve Ahnes b. Şerîk, Resûlullah'a bir mektup ve elçi göndererek Ebû Basîr'i antlaşma gereği istediler. Elçi Benî Âmir'den bir adamdı. Yanında kölesi de vardı.
Hz. Peygamber (s.a.) Ebû Basîr'i çağırdı ve: "Biz bildiğin gibi o kavme söz verdik. Dinimize göre sözümüzde durmak zorundayız. Allah sana ve seninle birlikte olan müstaz'aflara (güçsüz ve kimsesiz mazlumlara) muhakkak bir çıkış yolu gösterecektir. Kavmine git" buyurdu. Ebû Basîr:
— Ey Allah'ın Resûlü, beni dinimden saptırmaları için mi müşriklere veriyorsun? diye sitem etti. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ebû Basîr; git, Allah senin gibilere bir kurtuluş vesilesi ihsan edecektir" diye tekrar etti. Kureyş'in elçisi ile yola çıktılar.
Zü'l-Huleyfe'ye vardıkları sırada elçiye: "Kılıcın ne güzelmiş, bakabilir miyim?" dedi. Kılıcı eline alınca bir hamlede adamı öldürdü. Bunu gören köle dehşete kapılıp kaçtı ve Medine'ye geldi. Olayı anlattı. Peşinden Ebû Basîr de geldi. Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna çıkıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Sen vaadini yerine getirdin, beni kavmimin eline teslim ettin. Allah beni dinimden sapmaktan korudu" dedi. Bu ara Hz. Peygamber (s.a.): "Onunla birlikte başka adamlar olsaydı savaşı ateşlendirirdi" diyerek Ebû Basîr'e üstü kapalı ve rumuzlu bir şekilde kendi durumunda olan mazlumlarla birlikte Kureyş'e karşı cephe almaları mesajını verdi.
Ebû Basîr sahile yakın "Îs" denilen kervan yolları üzerindeki bir bölgeye konakladı. Hz. Peygamber'in rumuzlu mesajını işiten Mekke'deki mazlumlar da Ebû Basîr'in yanına gittiler. Sayıları 70'i buldu. Kureyş kervanlarını gasbediyor, Kureyşli yolcuları öldürüyorlardı. Kureyşliler Hz. Peygamber'e, bunlara engel olmasını, anlaşmanın ilgili maddesinin kaldırılmasını rica ettiler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) Ebû Basîr ve yanındakileri Medine'ye çağıran bir mektup gönderdi. Mektup Îs'e vardığında Ebû Basîr ölüm döşeğindeydi. Hz. Peygamber'in (s.a.) mektubu elinde can verdi. Ebû Basîr grubun başkanıydı. Namazları o kıldırırdı. Ebû Cendel onu vefat ettiği yere defnetti ve Medine'ye döndüler. Ebû Basîr'in vefatı hicretin 7. yılına rastlar.
Hz. EBÛ BEKİR (r.a.)
Asıl adı Abdullah, künyesi Ebû Bekir, lâkabı ise Sıddîk ve Atîk'dir. Babasının adı Osman, künyesi ise Ebû Kuhâfe'dir. Annesinin adı Selmâ olup Ümmü'l-Hayr olarak da tanınır. Hem ana hem baba tarafından soyu Mürreoğulları'na kadar varır ve Hz. Peygamber'in nesebi ile birleşir.
Hz. Ebû Bekir, Mekke'nin ileri gelenlerinden olup, doğruluğu, dürüstlüğü kendisine şiar edinmiş, ahlâken mazbut, iffetli, şahsiyet sahibi biriydi. Kavmi arasında sevilir ve sayılırdı. Hiç içki kullanmazdı. Kureyş'in kan davalarını o hallederdi. Verdiği hüküm, takdir ettiği diyet her zaman uygun ve yerinde görülürdü. Kureyşliler'in soylarını, soplarını, iyiliklerini ve kötülüklerini en iyi bilenlerdendi. Kavminin ileri gelenleri, kendisinin bilgi ve tecrübesinden, öğüt ve sohbetlerinden faydalanmak için yanına gelirler, ona danışmadan önemli işlerini yapmazlardı. Mekke'nin güvenilir manifatura tüccarlarından biri olarak önemli bir sermayeye sahipti. Zenginliği, insanları sevmeye, yardım etmeye mani değildi. Üstelik herkese karşı merhametli, alçakgönüllü biriydi.
Hz. Ebû Bekir, Cahiliye devrinde bile putlara tapmamış, anlamsız inançlara âlet olmamıştır.
Hz. Peygamber'in, peygamberliğini ilk önce duyurmak istediği insanların başında Hz. Ebû Bekir gelir. Nitekim Resûl-i Ekrem'e erkeklerden ilk inanan zât, Hz. Ebû Bekir'dir. Küçüklüğünden beri candan sevip saydığı, gerçek dost kabul ettiği kimse Resûlullah (s.a.) idi. Bunun için de Hz. Muhammed (s.a.)'in İslâm'a davetine tereddüt etmeden iman etti. Kaynaklar O'nun müslüman oluşu hakkında çeşitli rivayetler naklederler. Biz onlardan birini, İbn İshâk'tan gelen rivayeti nakletmekle yetineceğiz.
İbn İshâk bildiriyor: Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah (s.a.)'a rastgelip: "Ya Muhammed, Kureyşliler'in 'Muhammed, tanrılarımızı terketmiş; bize akılsız, atalarımıza kâfir ve dinsiz diyor' diye senin hakkında söyledikleri doğru mudur?" demişti. Resûlullah (s.a.): "Evet, ben Allah'ın elçisi ve peygamberiyim, Allah beni emrini halka bildirmek üzere görevlendirmiştir ve ben seni Allah'a imana davet ediyorum. Allah'a yemin ederim ki, benim bu davam haktır. Ey Ebû Bekir, ben seni, Allah'a kul olmaya, O'na eş ve ortak koşmamaya, O'ndan başkasına tapmamaya ve Allah'a itâat etmeyi sağlamak yolunda bana yardımcı olmaya davet ediyorum" demiş ve O'na Kur'ân âyetlerini okumuştu. Resûlullah sözlerini bitirir bitirmez de Hz. Ebû Bekir orada müslüman olmuştu.
Bu duruma Resûlullah (s.a.) o kadar sevindi ki Mekke'nin iki dağı arasında oturanlardan hiçbir kimse o kadar sevinçli değildi. Zaten Resûlullah O'nun dürüst, doğru ve emin bir insan olduğunu, sahip olduğu üstün meziyetin ve şahsiyetin insanlara iftira etmesine mâni iken Allah'a iftira etmesine daha fazla mâni olduğunu biliyordu. Bunun için de ona "Sıddîk" lâkabını verdi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) daha önce rüyasında, bir Ay'ın Mekke'ye indiğini, sonra ikiye ayrılarak Mekke'nin bütün evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü. Bu durumu Ehl-i Kitâb âlimlerinden bazılarına anlatınca onlar, geleceği beklenen peygamberin yakında Mekke'den çıkacağını, kendisinin de ona îman edip mutlu insanlardan olacağını söylemişlerdi.
Hz. Ebû Bekir, kendisi müslüman olmakla kalmamış; Osman b. Affân, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve Sa'd b. Ebî Vakkâs, Osman b. Maz'ûn, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve Erkam gibi pek çok sahâbîyi müslümanlığa davet etmiş ve onlar da müslüman olmuşlardır.
Bununla da kalmayan Hz. Ebû Bekir (r.a.), kadın erkek, zayıf ve kimsesiz bazı köle müslümanları, efendilerinden büyük meblağlar karşılığında satın alıp, hepsini işkencelerden kurtararak hürriyetlerine kavuştururdu. Müslüman olduğu zaman kırk bin dirhemi vardı. Bu büyük insan, servetini Allah ve Resûlünün yolunda fedâ etmiş, müslümanlara maddî ve manevî en büyük desteği sağlamıştı.
Kâbe'de müşrikler Resûlullah'a yaklaşıp hepsi birden üzerine çullandıkları ve öldüresiye vurmaya başladıkları sırada Hz. Ebû Bekir Resûlullah'ın imdadına yetişti, Mekkelilerin elinden O'nu kurtardı. Saldırganlara karşı Hz. Ebû Bekir şöyle bağırdı: "Rabbim Allah'tır dediği için, bir insanın kanına mı girilir?" İslâm davasını müşriklere karşı savunmada canla başla çalışan Hz. Ebû Bekir, bu uğurda Mekkeli müşriklerin zulmüne ve saldırılarına da uğrardı.
Kaynakların yazdığına göre Hz. Peygamber bir gün Erkam'ın Safâ tepesindeki evinde, içinde Hz. Ebû Bekir'in de bulunduğu ilk müslümanlarla birlikte otururken, Ebû Bekir Hazretleri, müşriklere İslâm'ı açıklamak ve Allah'tan başka yaratıcı ve ilâh olmadığını açıkça savunmak istediklerini, bunları gerçekleştirmek için de kendilerine izin verilmesini, Peygamberimiz'den istediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ebû Bekir, biz henüz bu işe yetmeyiz" dediyse de, Hz. Ebû Bekir ve arkadaşlarını kıramadı. İster istemez gidip Mescid-i Harâm'ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu bir halde oturuyorlardı.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ayağa kalktı, putlara yüz çevirip Allah'a ve Resûlüne inanmanın, bağlanmanın gerekliliğini anlatmaya başladı. Bunu duyan müşrikler topluca Hz. Ebû Bekir'e ve arkadaşlarına saldırdılar. Tokat, yumruk ve tekmelerle vurdular, Hz. Ebû Bekir'i yere düşürüp fena halde dövdüler. Utbe b. Rebîa demirli ayakkabılarını Hz. Ebû Bekir'in yüzüne vura vura O'nu kanlar içinde bıraktı, tanınmaz hale getirdi. Hz. Ebû Bekir'in mensup olduğu Teymoğulları gelip yetişinceye kadar bu Allah'ın ve Resûlünün sevgilisi hırpalandı. Bu durumda bile Hz. Ebû Bekir Resûlullah'ı düşünmekte ve O'na bir şey olur endişesini taşımakta idi. Kendisine geldiğinde: "Vallahi Resûlullah'ı gidip görmedikçe ne yerim ne de bir şey içerim" dedi. Ortalık tenhalaşınca Hz. Ebû Bekir (r.a.) annesi Ümmü'l-Hayr Selmâ ile Ümmü Cemîl'e dayanarak yavaş yavaş Resûlullah'ın yanına vardı. O'na sarıldı, öptü, müslümanlarla kucaklaştı.
Hz. Ebû Bekir'in bu hali Peygamberimizi son derece üzdü. Bunu gören Hz. Ebû Bekir: "Ya Resûlallah, babam anam sana feda olsun, o azgın, sapkın adamın, yüzümü gözümü yaralayıp tanınmaz hale getirmesinden başka benim bir üzüntüm yok" dedi. "Şu yanımdaki annem Selmâ'dır. Dua buyur da hidâyete ersin. Belki Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine nâil olur" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, annesi Ümmü'l-Hayr Selmâ'nın müslüman olması için Allah'a yalvardı. Resûlullah'ın (s.a.) duası kabul olunmuştu. Ümmü'l-Hayr hidâyete erdi ve ilk müslümanlardan oldu.
Hz Âişe'den rivayet edildiğine göre, Ebû Bekir'e Mekke dar geldiği, eziyetlere ve sıkıntılara maruz kaldığı, Resûl-i Ekrem'e ve ashâbına karşı yapılan zulümleri gördüğü zaman Hz. Peygamber'den hicret için izin istedi. O da kendisine izin verdi. Bunun üzerine Ebû Bekir muhacir olarak yola çıktı. Ve Mekke'den bir iki günlük bir mesafe öteye gittiği zaman yolda İbn Dügünne'ye rastladı. İbn Dügünne O'na: "Sen sözün doğrusunu söyler, yoksullara yardım edersin. Sen benim kefâletim, ahdim ve emânımdasın" dedi.
Mekke'ye döndüklerinde İbn Dügünne kalktı ve şunları söyledi: "Ey Kureyş topluluğu, şüphesiz ben Ebû Kuhâfe'nin oğluna kefil olmuşumdur. O halde ona hiçbir kimse iyilikten başka hiçbir şekilde dokunmasın." Hz. Âişe (r.a.): "Bunun üzerine Kureyşliler babamdan uzak durdular" diyor.
Hz. Ebû Bekir'in açıktan Kur'ân okumamak ve namaz kılmamak şartıyla Mekke'de kalabileceğini söyleyen ve bu şartla İbn Dügünne'nin kefâletini kabul eden müşrikler, çok geçmeden buna da itiraz ederek onun evinin içindeki mescidde yaptığı ibadete ve okuduğu Kur'ân'a tahammülsüzlük gösterdiler. Kefâletin kalkması için İbn Dügünne'ye müracaat ederek: "Ey İbn Dügünne, sen bu adamı bize eziyet vermesi için teminat altına almadın ya, o öyle bir adamdır ki, namaz kıldığı, Muhammed'e gelen şeyi okuduğu zaman rikkate geliyor ve ağlıyor. Onun acayip bir görünümü vardır. Biz onun, çocuklarımızı, kadınlarımızı ve aklı zayıf kimselerimizi saptırmasından korkuyoruz. Gel de ona emret, bunlardan vazgeçsin, evinde kimseye göstermeden ne yaparsa yapsın" dediler.
Bunun üzerine İbn Dügünne Hz. Ebû Bekir'e gitti ve ona şöyle dedi: "Ben seni kavmine eziyet vermen için himayeme almadım. Kureyşliler senin bulunduğun durumdan hoşlanmıyorlar. Senden zarar görüyorlar." Hz. Ebû Bekir: "Ben senin kefâletini reddedip Allah'ın kefâletine teslim oldum" dedi.
Mekke'de kalmak, İslâm'ı yaşamak, Allah'a kul olmak o kadar zorlaşmıştı ki, artık sabretmenin, tahammülün mümkün olmadığı bir vaziyet, bir ortam mevcuttu. Bunu çoktandır bilen ve yaşayan Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), Resûlullah'tan hicret için izin istediğinde Hz. Peygamber ona: "Acele etme, umlulur ki Allah senin için bir arkadaş verir" dediği zaman, bununla kendisini kasdettiğini anlamıştı. Bunun için iki binek devesi satın almış ve onları bu iş için hazırlık olsun diye evinde besliyordu.
Resûlullah'ın kavminin arasından hicrete ve Mekke'den çıkmaya izin verildiği günü Hz. Âişe şöyle anlatıyor: "O gün Resûlullah (s.a.) bize şimdiye kadar gelmediği bir saatte geldi. Babam Ebû Bekir (r.a.), O'nu gördüğü zaman: "Resûlullah (s.a.) ancak yeni bir işten dolayı gelmiştir" dedi. Resûlullah içeri girince babam divanını oturması için O'na verdi. Resûlullah da oturdu. Odada ben ve kız kardeşim Esmâ'dan başka kimse yoktu. Resûlullah dedi ki: "Âişe ile Esmâ'yı dışarı çıkart." Bunun üzerine babam: "Ey Allah'ın Resûlü, onlar benim kızlarımdır, ne zararları olacak ki?" Bunun üzerine Resûlullah şöyle dedi: "Allah Teâlâ hicret etmem için bana izin verdi." Bu haberi duyan babamı hiç böyle sevinçli görmemiştim, sevincinden ağlıyordu. Sonra da: Ey Allah'ın Resûlü, işte iki binek devesi, onları bu hizmet için hazırladım, dedi."
Hz. Peygamber, perşembe günü geceleyin Hz. Ebû Bekir'in yanına geldi, birlikte Mekke'den ayrılıp Sevr dağındaki mağaraya gittiler. Burada üç gün kaldılar. Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah, babasından aldığı direktif üzerine, gündüzleri Mekkeliler'le birlikte bulunur, onların Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir hakkında söyledikleri ve müşâvere ettikleri şeylerden işitebildiklerini, karanlık basınca, Sevr mağarasına gelip anlatır, geceyi Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'le birlikte geçirdikten sonra, tan yeri ağarırken Mekke'ye döner, geceyi Mekke'de geçirmiş gibi müşriklerle sabahlardı.
Âmir b. Füheyre de, onun gelip gittiği yol üzerinde koyunlarını sürerek izini belirsiz ederdi. Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ ise, geceleri yiyecek getirirdi. Hz. Ebû Bekir'in âzadlı kölesi Âmir b. Füheyre; Hz. Ebû Bekir'in koyunlarını, Mekkelilerin koyunlarıyla birlikte otlatır, aldığı direktife göre karanlık basınca, Hz. Ebû Bekir'inkini mağaranın önüne getirip bırakırdı. Peygamberimizle Hz. Ebû Bekir de onlardan bir kaba süt sağar, güneşin hararetinden ısınmış temiz taşları içine koyarak sütü ısıtır ve içerlerdi. Âmir b. Füheyre, gecenin sonuna doğru gelip koyunlara seslenir, onları da önüne katarak yaymaya götürürdü.
Böylece üç gün geçti. Halkın, Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki arama taramaları sonuçsuz kalıp, ortalık sakinleşince kılavuz olarak tutulan Abdullah b. Ureykıt, kendisine emanet edilen iki deve ile birlikte kendi devesini de yanına alarak pazartesi günü Sevr dağının eteğine seher vakti geldi. Resûlullah ve Hz. Ebû Bekir develere binerek Medine'ye doğru hareket ettiler.
Medine'ye vardıkları zaman Resûlullah (s.a) ashâbı arasında kardeşlik bağını tesis etmek, Muhâcirler arasındaki gurbet ve yalnızlık duygularını gidermek, âile ve akrabalardan ayrılığın ızdırabını dindirmek, Ensâr ile Muhâcirler arasında ünsiyet peyda etmek üzere, fert fert her birini kardeş yaptığında Hz. Ebû Bekir'i de Ensâr'dan Hârice b. Züheyr ile kardeş yapmıştı. İslâm davetini göğüslemede, birbirleriyle dost olmada, sevmede, Muhâcir ve Ensâr kardeş olmuşlardı. Yüce Allah: "Mü'minler ancak kardeştir." (Hucurât, 49/10) âyeti ile bu kardeşliğin meşrûluğunu ve doğruluğunu bildiriyordu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Medine'de bulunduğu sırada, İslâm davasının öncülüğünü yapmış, Resûlullah (s.a.)'ın yanıbaşından hiç ayrılmamıştı. Mekkeliler, müslümanlardan öç almak ve Medine'de bulunan müslüman toplumunu ortadan kaldırmak için kalabalık bir ordu ile yola çıkmışlardı. Bunu duyan Hz. Peygamber (s.a.), durumun ciddiyetini ashâbıyla istişâre ettiğinde başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere şunları söylediler: "Ya Resûlallah, Allah'ın sana gösterdiği şey için yürü, devam et, biz seninle beraberiz. Vallahi biz, İsrailoğulları'nın Mûsa'ya: "Sen ve Rabbin gidiniz ve savaşınız, biz işte burada oturucularız" (Mâide, 5/24) dediği gibi demiyoruz. Biz seninle beraber savaşacağımızı söylüyoruz. Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederiz ki sen bizi, dünyanın ucuna da götürsen elbette seninle birlikte sonuna kadar savaşırız."
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Bedir, Uhud, Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi, Huneyn ve Tebük olmak üzere bütün savaşlara katıldı, hepsinde de Resûlullah'ın yanından ayrılmadı. O'nun en yakınında bulunup Resûlullah'ı (s.a.) canla başla koruyanlardan oldu.
Kaynaklar, Hz. Ebû Bekir'e Medîne-i Münevvere'de "Sıddîk" lâkabının verilmesi olayını da şöyle anlatmaktadırlar:
Resûlullah (s.a.): "Beytü'l-Makdis bana gösterildi, ben de ona baktım" dedi ve bu hali Hz. Ebû Bekir'e anlatmaya başladı. Hz. Ebû Bekir de: "Doğru söyledin, şahâdet ederim ki sen Allah Resûlü'sün" dedi. Resûlullah, Beytü'l-Makdis'te gördüklerini anlattıkça Hz. Ebû Bekir: "Doğru söyledin, şahadet ederim ki sen Allah'ın Resûlü'sün" dedi. Konuşmanın sonuna geldiğinde Hz. Ebû Bekir'e şöyle dedi: "Ey Ebû Bekir, sen sıddîksın" (yürekten ve içten bütün samimiyetiyle tasdik eden) dedi. O günden sonra "Sıddîk" ismi Hz. Bekir'e söylenmeye devam edildi.
Kâinatın Efendisi Yüce Peygamber hastalanıp da namaza gidemeyecek ve imamlık yapamayacak bir durumda olduğunu anlayınca, Hz. Âişe'ye, namaz kıldırmak üzere imam olması için Hz. Ebû Bekir'e bildirmesini emretti. Hz. Âişe de babasının çok yumuşak kalpli olduğunu, Kur'ân okurken ağladığını, Resûlullah'ın makamında duramayacağını söyledi. Fakat Hz. Peygamber: "Ebû Bekir cemaate namaz kıldırsın" emrini tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk, 17 vakit namaz kıldırdı.
Resûlullah'ın vefat haberini alan Hz. Ebû Bekir, koşarak Resûl-i Ekrem'in yattığı odaya girdi. Mübarek yüzünü açıp alnından öptü, gözlerinden yaşlar boşandı ve: "Sana herşey feda olsun. Allah adına yemin ederim ki sen iki kere ölmeyeceksin. Her nefsin tadacağı ölümü işte şimdi tattın. Bundan sonra ölmeyeceksin" dedi.
Daha sonra dışarıya çıkıp üzüntüden feryat eden ashâba teselli verdi. Halkı sükûnete ve sabırlı olmaya davet etti. Herkes ne yapacağını şaşırmış, perişan bir vaziyette idi. Bu sırada Hz. Ömer (r.a.), kılıcını sıyırmış, Resûlullah'ın öldüğünü söyleyenlerin kellesini vuracağını ilan etmişti. Hz. Ebû Bekir onu susturdu. Sonra minbere çıktı, Allah'a hamd ve senâ edip Peygamberine salâtü selâm getirdikten sonra şu tarihî konuşmayı yaptı:
"Ey insanlar! Muhammed'e tapanlar bilsin ki o ölmüştür. Allah'a tapanlar ise O'nun varlığını ve sonsuz olduğunu bilirler. Cenâb-ı Hak: "Muhammed ancak ve ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse siz geri mi döneceksiniz? Kim iki ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse elbette Allah'a hiçbir şey ile zarar vermiş olmaz. Allah, şükür ve sebat edenlere karşılık verecektir." (Âl-i İmrân, 3/144) buyurmamış mıdır? Öyleyse kim Allah'a ibadet ediyorsa bilsin ki Allah diridir ve O'nun için ölüm yoktur. Kim Muhammed'e ibadet ediyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür." Bu sözler cemaati teskin etti, herkese tesellî verdi.
Ashâb-ı kirâm'ın söz birliği ile halîfe seçilen Hz. Ebû Bekir, müslümanlıktan müşrikliğe dönenler ve peygamber olduklarını söyleyerek câhil halkı aldatan Müseylemetü'l-Kezzâb gibi din düşmanları ile ayrı ayrı yaptığı savaşta hepsini mağlup ederek, ortadan kaldırdı. Hîre ve Enbar şehirlerini fetheyledi.
Hz. Peygamber tarafından hazırlanan Üsâme b. Zeyd ordusunun vakit geçirmeden Şam'a doğru hareket etmesini sağladı. Müslüman şehidlerin masum kanını döken zâlimlere karşı hazırlanan bu orduyu Hz. Üsâme ile birlikte Medine'den çıkartırken askerlerin karargâhına gelip hareket emrini verdikten sonra askerlerle birlikte yaya olarak yürüyordü. Üsâme hazretleri: "Ey Resûlullah'ın halifesi, ben binmişim, sen yürüyorsun. Ya sen de bineceksin veyahut ben de ineceğim" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Vallahi ne sen inersin, ne de ben binerim. Ben de Allah yolunda bir saat yürüyüp ayaklarımı tozlandırsam ne olur? Zira Allah yolunda gaza eden bir kimsenin attığı her adım başına Cenâb-ı Allah yediyüz hasene yazar, yediyüz derece verir ve yediyüz günahını siler" dedi.
Hz. Üsâme b. Zeyd'in kumanda ettiği ve Hz. Ömer'in yardımcı komutan olarak görev aldığı bu orduya Hz. Ebû Bekir (r.a.), tarihe altın sayfalarla yazılacak şu talimatı vermiştir: "Hıyânet etmeyiniz. Kimseye haksız yere zulmetmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin âzâsını kesmeyiniz. Çocukları, yaşlıları, kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Meyve veren bir ağaca dokunmayınız. Koyun, inek, deve gibi hayvanları gıdadan başka bir amaç için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rastgeleceksiniz, onları kendi hallerine bırakınız."
Hz. Ebû Bekir'in halifeliği esnasında gerçekleştirdiği en önemli hizmetlerden biri de Kur'ân-ı Kerîm'i mushaf haline getirmesidir. Resûlullah zamanında yazılan ve korunan Kur'ân âyetleri, vahy-i ilâhînin devam etmesi sebebiyle bir kitap haline getirilmemişti. Ancak Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra vahy-i ilahî bir cild haline getirildi, buna da "Mushaf" adı verildi. Hz. Ebû Bekir'in toplattığı Kur'ân nüshası, Hz. Ömer'e intikal etmiş, ondan sonra da Hz. Hafsa'ya teslim edilmişti. Daha sonra Hz. Osman işte bu nüshadan Kur'ân'ı çoğalttırarak çeşitli İslâm ülkelerine göndermiştir.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk, İslâm birliğini kısa zamanda tesis etti. Bütün müslümanlar onun etrafında birleştiler. İslâm dinini bütün dünyaya duyurdu. Doğuda ve batıda dünyanın büyük bir kısmında İslâm inkılâbını o gerçekleştirdi. Zamanın en güçlü devletlerinden olan İran ve Bizans gibi devletleri mağlup ederek İslâm sancağını yüceltip, Irak ve Suriye kalelerine sancağı dikmeyi başardı. Onun orduları savaş meydanlarında hamâset, şecâat ve kahramanlıklar gösterdikleri gibi, çiftçilere güven, vicdanlara hürriyet, canlara, mallara dokunmama hususunda görülmemiş manzaralar meydana getirdiler.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk, hicretin 13. yılında Cemâziyelâhir ayının başında hastalandı. Gün geçtikçe hastalığı arttı. Bu sırada imamlık görevini Hz. Ömer'e bırakmıştı. İbn Asâkir'in naklettiğine göre, Hz. Ebû Bekir hasta iken, birisinin kendisini omuzlayıp minbere çıkarmasını emretti. Minbere çıktıktan sonra toplanan müslümanlara şunları söyledi:
"Ey insanlar, dünyadan sakının ve ona güvenmeyin. Âhireti dünyadan üstün tutun. Ve yalnız âhireti sevin. Zira dünya ile âhiretten birisi sevildiği zaman diğeri sevilmemiş olur. Şunu da bilin ki bizim için çok önemli olan bu hilâfet görevi eğer başta ehil bir kimseye verilmezse işlenen hatayı sonradan tamire imkân bulunmaz. Öyleyse içinizde en güçlü ve iradesine en hâkim olan, şiddet göstermek gerektiği zaman şiddet gösteren ve yumuşak davranmak gerekince de yumuşak davranan, iyi ve yararlı görüşlerden istifade etmesini bilen, gereksiz şeylerle ilgilenmeyen, evham ve hayallare kapılıp üzülmeyen, bilmediği şeyleri öğrenmekten utanç duymayan, âni ve olağanüstü durumlarda şaşkına dönmeyen, devletin mallarını iyi koruyarak hiyânet ve yolsuzluklara meydan vermeyen, halden ziyade geleceği düşünen, şiârı takva ve tâat olan adam kim ise ona verin. İşte o da Hattâb oğlu Ömer'dir."
Görevini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle bitiren bu yüce insan, vefatından az önce, Hz. Âişe'ye Resûl-i Ekrem'in yanına defnedilmesini, iki kat elbisesini yıkayıp onunla defnetmelerini, buna sebep olarak da yaşayanların yeniye daha muhtaç olduklarını söyledi. Gasil ve tekfîninin ise hanımı Esmâ bint Umeyr tarafından yapılmasını, oğlu Abdurrahman'ın annesine yardımcı olmasını vasiyet etti. Sonra da şahsî servetine ait vasiyetini yazdı. Beytülmalden aldığı maaşların tümünün kendi malından alınarak iade edilmesini emretti.
Cemaziyelâhir ayının sonlarında bir pazartesi günü akşamı rahmet-i Rahmân'a kavuşan Hz. Ebû Bekir'in tüm vasiyetleri yerine getirildi. Hz. Talha, Hz. Osman ve oğlu Hz. Abdurrahman ile birlikte Hz. Ömer tarafından Resûlullah'ın yanı başında kazılan mezara defnedilerek, hayattaki rehberi ve aziz arkadaşına kavuştu.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk, Hz. Peygamber'in en sevgili dostu idi. Allah'tan en çok korkanı, insanların en adâletlisi, üzerine aldığı vazîfeleri en iyi şekilde yerine getireni idi.
Hz. Peygamber (s.a.), vefatına yakın bir sırada onun hakkında şunları söyledi: "Dostluğu ve yardımı sebebiyle kendisine en çok minnettar olduğum arkadaş Ebû Bekir'dir. Rabbimden başka bir dost edinsem Ebû Bekir'i dost edinirdim. Onunla benim aramda İslâmiyet kardeşliği ve sevgisi vardı. Mescidin bütün kapıları kapansın, yalnız Ebû Bekir'in kapısı açık kalsın." (Buhârî, 6/ 191)
EBÛ BEKRE es-SAKAFÎ (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Nufey' b. Mesrûh es-Sakafî. Ziyâd b. Ebîhi'nin ana bir kardeşidir. (Mesrûh veya Hâris olduğunu söyleyenler de vardır.) Annesinin ismi Sümeyye'dir. Sümeyye, İranlı bir köleydi. Önce Ebû Süfyân'a, sonra da Tâifli Hâris b. Kelede'ye satıldı.
Ebû Bekre Hz. Peygamber'in âzadlı kölesiydi. Tâif kuşatması esnasında Hz. Peygamber (s.a.) Tâiflilere: "Hür olanlardan aşağı inip bize teslim olanlara dokunulmayacak, köleler ise hürriyetine kavuşacak" diye ilân ettirdi. Bunun üzerine Ebû Bekre makaraya taktığı bir iple aşağı sarktı. O makara ile daha birçok Tâifli köle kaleden inerek iltica ettiler. Resûlullah bunların hepsini âzad etti. "Makara babası" mânasına gelen "Ebû Bekre" künyesi, bu olay üzerine kendisine verilmiştir. Hâris b. Kelede'nin oğlu olduğunu kabul etmez, "Ben Resûlullah'ın âzadlısıyım, illâ nesebimin ne olduğunu sorarsanız, Mesrûh oğlu Nufey" derdi. Ölürken oğluna: Bana, Habeşli Mesrûh'un oğlu diye telkin verin, çünkü o sâlih biriydi, demişti. Tâif'ten bir adam Peygamberimize gelip: "Ebû Bekre bizim kölemizdi. Onu bize verin" deyince Hz. Peygamber (s.a.): "O Allah'ın ve Resûlünün âzadlısıdır" diyerek adamın bu isteğini reddetti.
Ebû Bekre sahâbenin fakîhlerindendi. Suffa'da kendini yetiştirdi ve ilmî yönden sahâbe arasında temâyüz etti. Doğruları söylemekten çekinmezdi. Her riske rağmen hak bildiği yoldan ayrılmayan Ebû Bekre (r.a.) yeri geldikçe idarecilere karşı yaptığı ikazlarla şimşekleri üzerine çekmişti. Onların aralarındaki fitnelere katılmamış, âlet olmamış, hayatı boyunca kötülüklerle mücadele etmiştir.
Muğîre b. Şu'be'nin zina yaptığına dair Nâfi b. Hâris veya Hureys ve Şibl ile birlikte Hz. Ömer'in huzurunda şahitlik etmişlerdi. Halbuki zina cezasının uygulanabilmesi için dört şahit gerekiyordu. Şahit sayısı dördü bulmadığından dolayı Hz. Ömer, şahitlerin iftira (Kazf) cezasına uğramamaları için tevbe etmelerini, Muğîre'nin zina yaptığına dair iddialarından vazgeçmelerini teklif etti. Nâfi ile Şibl tevbe ettiler. Ebû Bekre ise; ben iftira etmedim ki tevbe edeyim. Onun zinasına şahit oldum. İftira ile şâhitlik ayrı şeylerdir, düşüncesinden hareketle tevbe etmedi. Bunun üzerine iftira cezasına çarptırıldı. Bu ceza uygulanırken yediği sopa darbelerinden vücudu yaralanmıştı. Ümmü Külsüm b. Utbe bir koyun kestirip derisini vücuduna sararak tedavi etti. Ebû Bekre bu olaydan sonra şahitlik etmesi için kendisine başvuranlara: "Beni fâsık (şahitliği kabul edilmez) ilân ettiler" derdi. Hz. Ömer'in bu uygulaması şu âyete dayanıyordu: "İffetli müslüman kadınlara zina iftira edip de (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun, bunların şahitliklerini de ebediyen kabul etmeyin. Bunlar fâsıklardır." (Nûr, 24/4)
Görüldüğü gibi Ebû Bekre ile Hz. Ömer arasındaki bu hâdise Kur'ân âyetinin anlaşılması ve yorumundaki farklılıktan kaynaklanmaktaydı.
Ziyâd b. Ebîhi, Muâviye tarafından kendisine katılmak üzere davet edilince, Ebû Bekre, kardeşi Ziyâd'a bu davete icabet etmemesini tavsiye etmiş, Ziyâd bu tavsiyeye uymayınca ölünceye kadar onunla konuşmamıştır.
Ziyâd, bir kereste tüccarının kerestesini gasbederek Basra mescidine gölgelik yaptırmıştı. Ebû Bekre, gölgelik sökülünceye kadar o mescitte namaz kılmadı.
Ahmed b. Kays anlatıyor: Hz. Ali'ye bîat etmiştim. Ebû Bekre beni kılıç kuşanmış vaziyette görünce: "Bu ne hal?" diye sordu. Ben de: "Peygamber'in amca oğlu Ali'ye bîat ettim" dedim. Bana: "Geri dön, ben Hz. Peygamber'in: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelseler ikisi de Cehennem'dedir..." buyurduğunu işittim" dedi.
Ziyâd b. Ebîhi, Enes'i, Ebû Bekre'ye sitem etmesi için göndermişti. Enes yanına vardığında o hasta yatağındaydı. Ziyâd'ın, oğullarına önemli devlet görevleri verdiğinden bahsedince Ebû Bekre: "Onları Cehennem'e soktuğunu da söyledi mi?" dedi. Enes, o, yaptıklarını ictihadı gereği yapıyor deyince: "Harûrâlılar (yani Haricîler) da ictihad ettiler. Hata mı ettiler isabet mi ettiler, söyle bakalım?" diye karşılık verdi.
Ebû Osman el-Hindî'ye bir gün şöyle demiştir: "Ben onları (idarecileri) dünya meselesinden dolayı mı itham ediyorum sanıyorsunuz. Onlar oğullarımdan falana falana önemli devlet görevleri verdiler. Bundan iyi dünyalık mı olur? Ben onları, küfürlerinden dolayı (İslâm'ın ruhundan saptıklarından) suçluyorum."
H. 51 veya 52 yılında Hz. Muâviye'nin halifeliği döneminde yerleşmiş olduğu Basra'da vefat etti. Cenaze namazını sahâbîlerden Ebû Berze el-Eslemî kıldırdı.
Hasan Basrî: "Basra'ya yerleşenler arasında Ebû Bekre ve İmrân b. Husayn'dan daha faziletli bir kimse yoktur" derdi.
Kendisinden oğulları Ubeydullah, Abdurrahman, Abdülaziz başta olmak üzere Müslim, Hasan Basrî, Ebû Sîrîn, Rebî' b. Hirâş hadîs nakletmiştir.
EBÛ BERZE el-ESLEMÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhurdur. İsmi ve soyu: Nadle b. Ubeyd (Abdullah, Amr veya Âiz şeklinde de rivayetler vardır) b. Hâris b. Hıbâl b. Rebîa el-Eslemî.
Asıl ismi Nadle idi. Hz. Peygamber tarafından Abdullah olarak değiştirildi. Ebû Bekre ile din kardeşi ilân edilmiştir. Suffa ashâbındandı.
Doğum tarihi ve ne zaman müslüman olduğu bilinmemekle birlikte, İslâm'ın ilk dönemlerinde müslüman olduğu kaydedilir. Hayber'den itibaren Resûlullah (s.a.) ile beraber bütün gazâlara katılmıştır.
Mekke fethi esnasında Abdüluzzâ (Abdullah) b. Hatal'ı öldürdü. İbn Hatal, önce müslüman olmuş ve Abdullah olarak ismi değiştirilmişti. Bu arada kölesini öldürmüş, kısas uygulanacağını anlayınca irtidâd etmişti. (İslâmiyet'ten çıkmıştı). Mekke fethi günü Hz. Peygamber (s.a.), müslümanlara silah çekmeyenlere ve Kâbe'nin örtüsü altına sığınanlara dokunulmayacağını ilân etti. İbn Hatal da Kâbe'nin altına sığınanlardandı. Hem dinden çıktığından hem de üzerinde kul hakkı ve kısas bulunduğundan affı mümkün değildi. Hz. Peygamber (s.a.) İbn Hatal'ın öldürülmesini emretti. Ebû Berze bu görevi yerine getirdi.
Mekke fethinden sonra Huneyn Savaşı'na katıldı.
Hz. Ali döneminde onunla birlikte Nahrevan'da Haricîlerle savaştı. Sıffîn Savaşı'na katıldığı da söylenir. Daha sonra Hz. Muâviye döneminde Horasan seferine katılmıştır.
Resûlullah'ın (s.a.) irtihâlinden sonra bir süre Medine'de yaşadı. Sonra bir ev yaptırıp Basra'ya yerleşti. Horasan seferinden sonra, Merv'e yerleştiği, bir süre sonra tekrar Basra'ya döndüğü nakledilir.
Nerede ve hangi tarihte vefat ettiği konusunda ihtilâf vardır. Vefat yeri konusunda Basra, Horasan, Mezâfe (Herat'la Sicistan arasında bir yer) şeklinde farklı rivayetler vardır. Ölüm tarihi konusunda 60, 64, 65 şeklinde üç rivayet mevcuttur. İbn Hacer, İsâbe'de 65 tarihinin daha doğru ve gerçeklere uygun olduğunu belirtmektedir.
Hz. Peygamber'den (s.a.) doğrudan veya Hz. Ebû Bekir kanalıyla 46 hadîs nakletmiştir. Kendisinden hadîs nakledenler arasında oğlu Muğîre, torunu Müneyye bint Ubeyd, Ebû Osman en-Nehdî, Ebu'l-Minhâl, Kinâne b. Nuaym, Ebu'l-Vazi, Ebu'l-Vadi, Ebu'l-Âliye, Abbâd b. Nuseyb gibi kişiler vardır.
Zahid, cömert, mütevazi ve fazilet timsali bir zattı. Örnek bir hayat yaşadı. Her gün fakirlere sabah akşam tirid yemeği yedirirdi. Basit ve sade elbiseler giyerdi. Binek olarak atı değil merkebi tercih ederdi. Hiç kimsenin aleyhine konuşmazdı. Birisi, Âiz b. Amr'la onun arasında söz getirip götürmek niyetiyle: "Kardeşin Âiz ipek elbiseler giyiyor, ata biniyor, senin elbisen ve bineğin konusunda aleyhte konuşuyor" dedi. Adama: "Sana yazıklar olsun, Âiz gibi iyi adam var mıdır?" dedi. Aynı adam, Âiz'e gitti ve: "Ebû Berze senin giyeceklerini ve bineğini lüks görüyor" dedi. Âiz de: "Ebû Berze gibisi var mı!" diyerek aralarını açma planını boşa çıkardı.
Geceleri teheccüd namazı kılarak ihya eder, aile fertlerini de namaza kaldırırdı. Bu namazlarda 60-100 arası âyet okurdu.
Emeviler döneminde Mervan, Abdullah b. Zübeyr ve Kurrâlar arasındaki mücadeleler hakkında fikrini soran birine: "Ey Araplar, Allah sizi Muhammed (s.a.) vasıtasıyla cahillik, dalâlet (sapıklık) ve zayıflıktan kurtardı. Bugün olanları görüyorsunuz. Şu dünya aranıza fesat soktu. Şam'dakiler de (Emeviler) Mekkeliler de, Kurrâlar da dünya için savaşıyorlar." "Bu durumda bize ne tavsiye edersin?" diye sorulunca: "Bugün bana göre insanların en hayırlıları kaba elbiseler giyenler, başkalarının mallarıyla karınlarını doldurmayanlar ve başkalarının kanının günahını sırtlarına yüklenmeyenlerdir" dedi.
"Allah'ı zikreden, evinde dinarları olup da onları dağıtanlardan daha üstündür" derdi.
Ebû Berze bir savaş esnasında başından geçen enteresan bir hatırasını anlatıyor: "Bir savaşta Rasûl-i Ekrem'e (s.a.) üç tane kâfir başı getirdim. "Hepsini sen mi öldürdün?" diye sordu. Ben: İkisini ben öldürdüm, diğerini ise beyaz elbiseli, yakışıklı bir adam öldürdü, deyince: "O falan melektir" buyurdu." (İbn Hanbel, Müsned)
EBÛ BÜRDE el-EŞ'ARÎ (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Âmir b. Kays el-Eş'arî. Meşhur sahâbîlerden Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin kardeşidir. Yemenli'dir.
Yemen'den Medine'ye gitmek üzere 52 veya 53 kişiyle birlikte bir gemiye binip Kızıldeniz'e açıldılar.Yanında diğer iki kardeşi, Ebû Mûsa ve Ebû Rühm de vardı. Gemi fırtınaya yakalanınca Habeşistan kıyılarına yanaştı, yolcular oraya çıktılar. Medine'ye giden bu grup, Habeşistan'da bulunan müslüman muhâcirlerle buluştular. Bu elli küsur kişinin daha önce müslüman olup hicret niyetiyle yola çıktıkları bilinmektedir. Habeşistan'da bir müddet kaldıktan sonra oradaki muhâcirlerle birlikte Medine'ye gittiler. Medine'ye vardıklarında Hz. Peygamber (s.a.) Hayber Gazâsı'nda idi. Savaşa katılmadıkları halde Yemen'den ve Habeşistan'dan gelenlere de ganimetten pay verildi. (Bk. Câfer b. Ebû Tâlib)
Ebû Bürde daha sonraki seferlere Peygamberimiz'le (s.a.) birlikte katıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in irtihalinden sonra Kûfe'ye yerleşti. Hayatının bu dönemi hakkında fazla bilgiyle sahip değiliz.
Kadı Şureyh'ten sonra Kûfe kadılığı yaptığına dair rivayetler vardır. Kendisinden birkaç hadîs nakledilmiştir.
H. 104 yılında vefat etti.
EBÛ BÜRDE b. NİYÂR (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Hâni (veya Hâris) b. Niyâr b. Amr b. Ubeyd b. Amr b. Kilâb el-Belevî el-Kudâî, el-Ensarî.
Künyesiyle meşhur olan iki Ebû Bürde vardır. Burada hayatı anlatılan Ebû Bürde, Ensâr'dandır. Aslen Medineli olup Evs kabilesine mensuptur. Öbür Ebû Bürde, bir önceki maddede belirtildiği gibi aslen Yemenlidir. İsimler farklıdır. İkisi birbirine karıştırılmamalıdır.
Ebû Bürde b. Niyâr, sahâbeden Berâ b. Âzib'in dayısıdır.
Akabe bîatlarına, Bedir Savaşı'na ve daha sonra Peygamberimizin yaptığı bütün seferlere katılmıştır. Meşhur nişancılardandı.
Hz. Ali zamanında onun tarafında savaşmıştır.
Kendisinden kız kardeşinin oğlu Berâ, Câbir b. Abdullah, Beşir b. Yesâr vs. hadîs nakletmişlerdir. Hadîsleri Kütüb-i Sitte'de yer almıştır.
H. 43'de vefat etmiştir.
EBÛ CENDEL (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. Soyu: Ebû Cendel b. Süheyl b. Amr b. Abdüşşems b. Abdüvüdd el-Âmirî el-Kureşî'dir. Asıl isminin Âs olduğu söylenir.
Ebû Cendel İslâmiyet'in ilk yıllarında müslüman olmuştu. Babası Süheyl onu hapsetmiş ve dayanılmaz işkencelere maruz bırakmıştı.
Ebû Cendel'in Abdullah isminde bir kardeşi vardı. O da müslüman olmuş fakat müslümanlığını gizlemişti. Bedir Savaşı'na müşrikler safında katılmış, savaş başlayınca müslümanlar tarafına geçmişti. Abdullah, Asr-ı Saadet'teki diğer savaşlara da katılmış, Hz. Ebû Bekir devrinde yalancı peygamber Müseyleme'ye karşı yapılan Yemâme Savaşı'nda 38 yaşında şehid olmuştu.
Ebû Cendel ise Hudeybiye barışı arafesinde hapisten kaçmış, ayaklarındaki zincirleri sürüyerek müslümanlara iltica etmişti. Bu sırada Ebû Cendel'in babası Süheyl b. Amr, müşrikler adına anlaşma imzalamak üzere oradaydı. Oğlu teslim edilmezse anlaşmayı imzalamayacağını söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Ebû Cendel'i mecburen babasına teslim etti. Süheyl, bu gibi ilticaları önlemek için anlaşmaya, Mekke'den müslüman olanların Medine'ye kabul edilmeyeceğine dair madde koydurdu. Fakat Ebû Cendel tekrar kaçarak Ebû Basîr'in "Îs" denilen mevkideki grubuna katıldı. Bunlar, Mekke'den kaçan müslümanlarla birlikte Kureyş'in kervan yollarını vuruyorlardı. Daha sonra müşrikler Hz. Peygamber (s.a.)'e rica ederek, "Mekkeliler'in Medine'ye kabul edilmeyeceğine" dair kendi koydukları maddeyi kaldırttılar.
Ebû Cendel, Peygamberimiz'den (s.a.) sonra Şam seferine katıldı. H. 18. yılda Ürdün'de çıkan ve pek çok sahâbînin ölümüne sebep olan ve "Amevas" diye bilinen veba salgınında vefat etti.
EBÛ CUHAYFE (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Vehb b. Abdullah b. Müslim b. Cünâde es-Suavî.
Hz. Peygamber'le (s.a.), irtihaline yakın görüşmüş olan yaşı küçük sahâbîlerdendir. Bu görüşme esnasında henüz büluğa ermediği belirtilir. Peygamberimiz ona: "Hayırlı Vehb" diye hitap etmiştir.
Hz. Ali'nin çok yakın dostuydu. Onun halifeliği döneminde Kûfe şehrinin güvenlik kuvvetleri başkanlığını yapmıştır. Hz. Ali hutbe okurken aşağıda minberin altında ayakta bekler ve bizzat halifeyi korurdu.
Ölüm tarihi hakkında ihtilâf vardır. En güvenilir olanı H. 74'dür. Resûlullah'la çok az bir süre görüşmüş olduğundan doğrudan değil, Hz. Ali ve Berâ b. Âzib vasıtasıyla hadîs nakletmiştir. Kendisinden hadîs rivayet edenler arasında Ali b. Akmer (Erkam), Hakem b. Utbe, Seleme b. Küheyb, oğlu Avn b. Ebî Cuhayfe, İsmail b. Ebû Hâlid, Şa'bî gibi zatlar vardır.
Ebû Cuhayfe'nin 45 hadîs rivayet ettiği tesbit edilmiştir. Hadîsleri Kütüb-i Sitte denilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır.
Ebû Cuhayfe anlatıyor: "Bir gün yağlı etten yapılmış tirid yedikten sonra Resûl-i Ekrem'in (s.a.) huzuruna gitmiştim. Birkaç defa geğirince Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ebû Cuhayfe, git uzakta geğir. Dünyada tıka basa karnını doyuran, âhirette uzun zaman aç kalacaktır" buyurdu." Bu olaydan sonra Ebû Cuhayfe günde bir öğünden fazla yemek yemedi. Sabah yerse akşam yemez, akşam yerse sabah yemezdi.
EBU'D-DERDÂ (r .a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Uveymir b. Zeyd (veya Âmir) b. Kays b. Ümeyye b. Âmir b. Adiy el-Hazrecî. Annesi Mehabbe bint Vâkıd'dır. Medine'nin Hazrec kabilesindendi. Ensâr'dan ve Suffa ashâbındandır. Selmân-ı Fârisî ile din kardeşidir.
Ebu'd-Derdâ, kabilesi içinde en son İslâm'a giren kişiydi. Rivayete göre İslâm'dan önce çok yakın dostu olan Abdullah b. Revâha müslüman olmuş ve Ebu'd-Derdâ'nın taptığı putun yanında kudüm çalarak: "Allah dışında, herşey bâtıldır" mealinde bir şiir okumuştu. Hanımı, Ebu'd-Derdâ'ya olayı anlatınca: "Bu putun bir gücü olsa idi buna engel olurdu" diye düşünerek gusletti, güzel elbiselerini giydi, Abdullah ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in huzuruna gitti ve müslüman oldu. Müslümanlığının gecikmesini, onun, araştırmacı bir ruha sahip olduğu ve İslâmiyet'i yakından tanımak için İslâm'a girişini ertelediği şeklinde yorumlamak mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.)'in onun hakkında: "Ebu'd-Derdâ bu ümmetin hakîmidir" demesi onun bu özelliğinin bir delilidir.
Müslüman olmadan önce ticaretle uğraşırdı. Müslüman olunca ticareti bırakmıştır. Bunun sebebini şöyle açıklamıştır: "Müslüman olunca ticaretle ibadeti birlikte yürütmek istedim; fakat bir arada yürütemedim, bunun üzerine ticareti bıraktım, ibadete yöneldim."
Bedir Savaşı'ndan sonra müslüman olduğundan, bu savaşa katılmamıştır. Uhud Savaşı'ndan itibaren Resûlullah'la (s.a.) birlikte bütün savaşlara katılmıştır. Uhud Savaşı'nda çok büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterdiği için Peygamberimiz (s.a.): "Uveymir ne güzel bir süvaridir" buyurdu. Bedir'e katılmadığı halde Hz. Ömer ona Bedir'e katılanlara verdiği tahsisatı verdi.
Ebu'd-Derdâ ilim düşkünüydü. Bizzat Hz. Peygamber'den Kur'ân öğrendi. Resûlullah'ın sağlığında Kur'ân'ın tamamını toplayan altı kişiden biriydi. Resûlullah'ın hadîslerini öğrenme konusunda da çok büyük bir isteği vardı. Bizzat kendi duyduğu hadîsler dışında Zeyd b. Sâbit, Âişe, Ebû Ümâme, Fudâle gibi sahâbîlerden de hadîs nakletmiştir. Naklettiği hadîslerin sayısı 179'dur. Kendisinden Enes b. Mâlik, İbn Abbas, Ebû Ümâme, Abdullah b. Amr gibi sahabîler; Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Yesâr, Ebû İdris Havlânî, Alkame b. Kays gibi meşhur hadîsçiler ve hanımı Ümmü'd-Derdâ hadîs nakletmiştir.
Bütün ömrünü Kur'ân, tefsîr, hadîs ve fıkıh öğretmeye vakfetti.
Hz. Ömer'in halifeliği zamanında, Şam'a yerleşip orada Resûl-i Ekrem'den aldığı ilmi ve feyzi, neşir faaliyetlerinde bulunmak istediğini bildirerek Medine'den ayrılmak için izin istedi. Hz. Ömer: "Orada devlet görevi kabul etmezsen izin vermem" dedi. Devlet görevi kabul edemeyeceğini, fahrî olarak çalışmak istediğini bildirdi ve isteğinde direndi. Bunun üzerine Hz. Ömer izin verdi. Şam'da uzun yıllar ders okuttu. O'nun ilim halkasında bir anda 1600 öğrenci toplandığı kaydedilir. Daha sonra onun öğrencileri aynı camide ayrı ayrı ilim halkaları kurmuşlardı. Ebu'd-Derdâ bunları koordine eder ve bu halkalardan gelen soruları cevaplardı. Ayrıca kendisine gelen fıkhî problemlere de fetva verirdi.
Pek çok sahâbe ve tâbiûn, onun, ilimde ashâbın önde gelenlerinden olduğunu ifade etmişlerdir. "Kur'ân'dan bir âyeti unutsam, Yemen'de onu bilen biri var deseler sormak için Şam'dan Yemen'e giderdim" demiştir.
O'na, farzdan sonra hangi ibadetin daha efdal olduğunu sormuşlar, "Tefekkür" diye cevap vermiştir.
Hanımına: En çok yaptığı amel hangisiydi? diye sormuşlar, "Tefekkür" diye cevap vermişti.
O'nun şu sözleri ilme ve ilimle amel etmeye verdiği değeri gösterir: "Yazıklar olsun bilmeyene. İsteseydi Allah ona (bilmediğini) öğretirdi. Yine yazıklar olsun bilip de bildiğiyle amel etmeyene." Bu sözleri bir defasında yedi defa tekrar ettiği rivayet edilir.
"İnsan âlim olmadıkça müttakî olamaz, amel olunmadıkça da ilim güzel değildir" derdi.
O'nun şu sözleri de çok düşündürücüdür:
"Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğim gün en korktuğum şey: İlminle niçin amel etmedin? diye sorulmasıdır."
"Cahile bir defa yazıklar olsun, bildiğiyle amel etmeyene ise yedi defa yazıklar olsun."
"Kıyamet gününde Allah katında insanların en şerlisi ilminden istifade edilmeyenlerdir."
"Hayır, mal ve evladı artırmakta değil, ilmi ve ameli artırmaktadır."
"Kıyamet günü Allah katında insanların en şerlisi ilminden fayda görmeyen âlimdir."
Ebu'd-Derdâ (r.a.), bu dünyanın geçici nimetlerine hiç değer vermez, dünyanın, âhirete tarla olacak ve ebedî hayatla sonsuz mutluluğa vesile olacak yönüne değer verirdi. O'nun zâhidâne hayatını yansıtan pek çok sözü ve davranışı bize kadar ulaşmıştır.
Hz. Ömer bir gece O'nu Şam'da ziyaret etmiştir. Evinde üzerinde oturduğu bir keçeden başka eşyası ve yakacak kandili olmadığını, kapısında da kilit bulunmadığını, her "girebilir miyim" diyene kim olduğunu sormadan "buyur" dediğini gördü ve çok duygulandı.
"Aslında her gün üçyüz dinar kazanıp Allah yolunda harcamayı arzu ederim, fakat ticaret kalbimi Allah'tan uzaklaştırır diye korkuyorum, bunun için ticaret yapmıyorum" dediği nakledilir.
O'nun hayat anlayışını aksettiren -bir kısmı Resûlullah (s.a.)'ın hadîslerinden iktibas edilmiş- hikmetli vecizelerinden birkaçı şunlardır:
"Sade bir hayat yaşaması, kişinin fıkhının (dini iyi anladığının) alâmetidir."
"Âlimlerle haşir neşir olması kişinin fıkhını gösterir."
"Allah'ı görüyor gibi kulluk edin. Kendinizi ölülerden sayın. Sizi başkasına el açmaktan kurtaran az mal, meşgul edip oyalayan çok maldan hayırlıdır. İyilik eskimez. Günahlarsa unutulmaz."
"Üç şey olmasaydı dünyada kalmak istemezdim: Rabbimin huzurunda secde, sıcak günlerde oruç ve ilim ehliyle oturmak."
"Öğrenen ve öğreten dışındaki insanlarda hayır yoktur."
"Ölümden sonra göreceklerinizi bilseydiniz, yediğinizden, içtiğinizden zevk alamaz, gölgelerde oturamaz; sahralara çıkar, ağlayarak göğsünüzü yumruklar ve; keşke kesilen ağaç, yenilen ot olsaydım derdiniz."
"İmanın zirvesi Allah'ın hükmüne ve kaderine razı olmak, sadece Allah'a güvenmek ve dayanmak, O'na teslim olmaktır."
"Ölümü çok hatırlayanın sevinci de hasedi de azalır."
"İnsanların sevmediği üç şeyi severim: Rabbime kavuşmayı arzuladığım için ölümü severim. Rabbime karşı mütevazi olmak için fakirliği severim. Günahlarıma keffaret olacağını umduğum için hastalığı severim."
Şamlılar'a şöyle derdi: "Utanmıyor musunuz, yiyemeyeceğiniz malları biriktiriyorsunuz, oturamayacağınız binalar yapıyorsunuz, ulaşamayacağınız şeyleri arzu ediyorsunuz? Sizden öncekiler de biriktirirlerdi. Çok uzun emelleri vardı. Sağlam binalar yaparlardı. Biriktirdikleri dağıldı, arzuları hayal oldu, evleri mezar oldu. İşte Âd kavmi. Aden ile Amman arasını mal ve evlatlarıyla doldurmuşlardı. Onların geride bıraktıklarını iki dirheme alacak var mı? Sizin için korktuğum şey midelerinizin tok olup ilim yönünden aç olmanızdır."
Güzel sözlerinden bazısı şöyledir:
"Sizin en hayırlınız arkadaşına: Haydi, ölüm gelip çatmadan oruç tutalım, diyendir. En şerliniz ise, arkadaşına: Haydi, ölüm gelmeden yiyip içelim, eğlenelim diyendir."
"Helâl kazan helâl ye, evine helâl olmayanı sokma, rızkını günübirlik iste. Sabah kalktığında öldüğünü ve ölülere karıştığını düşün. Malını Allah rızası için bağışla. Sana kötü söz söyleyene veya seninle kavga edene dua et. Günah işlediğinde hemen istiğfar et."
"Başına gelen belâdan şikâyet etme. Hastalığını söyleme, dilinle kendini övme."
"Mesrur olduğunda (sevinçli anında) Allah'a dua et, umulur ki darda kaldığında duana icâbet eder."
Dualarından birkaçı şöyledir:
"Allah'ım, kalp dağınıklığından Sana sığınırım." Kalp dağınıklığı nedir? diye sordular. "Her vadide malım olmasıdır" dedi.
"Allah'ım, beni iyilerle birlikte öldür, şerlilerle birlikte yaşatma."
"Allah'ım, beni kötü adam dedirtecek kötü amellere mübtelâ kılma."
"Allah'ım, âlimlerin benden hoşlanmamasından sana sığınırım."
"Allah'ım, Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine ulaştaracak amellere muvaffak olmayı niyaz ediyorum. Seni, nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha çok sevmeyi nasip et."
Bazı dostları Ebu'd-Derdâ'ya misafir olmuşlardı. Bir kısmı evindeki keçenin üzerinde yattı, bir kısmı da elbiselerin üzerinde yattılar. Hanımı bir gün: "Niçin misafirlerini, başkalarının misafirlerini ağırladıkları gibi ağırlamıyorsun?" diye sorunca dedi ki: "Ben Resûlullah'ın: "Önünüzde çok zor bir yokuş vardır. Yükü ağır olanlar o yokuşu aşamazlar" dediğini işittim."
Din kardeşi Selmân'a (r.a.) şöyle bir mektup yazmıştı:
"Kardeşim, insanların engel olamayacağı belâlar gelmeden sıhhatini ve boş vaktini ganimet bil. Belâları da ganimet bil. Çünkü o esnada dualar kabul olur. Mescid evin olsun. Resûlullah (s.a.): "Mescidler her müttakînin evidir" buyurmuştu. Allah Teâlâ, mescidleri ev edinenlere Sırât'ı geçmeyi, rızasını kazanmayı ve huzura ermeyi garantilemiştir. Yetime acı, onu yanına al, yediğinden yedir. Bir gün Resûlullah'ın huzuruna birisi gelip kalbinin katılığından şikâyet etmişti. "Kalbinin yumuşamasını istiyor musun?" diye sordu. Adam; evet, deyince: "Yetime yaklaş, başını okşa, yediğinden yedir. Bu kalbini yumuşatır, ihtiyaçlarını karşılar" buyurmuştu. Şükrünü edâ edemeyeceğin malları toplama. Resûlullah'tan işittim, şöyle buyurdu: "Kıyamet günü Allah'a itaat etmiş olan dünyalık sahibi, Allah'ın huzuruna getirilir. Malı arkasındadır. Sırât'tan geçerken malı: Hadi geç, üzerimdeki hakkı ödedin, der. Allah'a itaatte kusurlu olan, malı sırtında olarak getirilir, Sırât'ta ayağı kayar. Malı: Allah'a itaat edeydin ya. Yazıklar olsun, der." Kardeşim, duydum ki kendine hizmetçi satın almışsın. Resûlullah'tan (s.a.) işittim. Kişinin hizmetçisinin hesabını vereceğini söylüyordu. Hanımım Ümmü'd-Derdâ benden bir hizmetçi istemişti. Alma imkânım da vardı. Hesabını veremeyeceğimden korktuğumdan almadım. Kardeşim, sen ve ben niçin Kıyamet gününe, hesaptan korkmayarak varmaya uğraşmıyoruz? Kardeşim, Resûlullah'ın (s.a.) ashâbıyız diye aldanma. Biz O'ndan sonra çok uzun süre yaşadık, O'ndan sonra ne hallere düştüğümüzü Allah bilir."
Ebu'd-Derdâ (r.a.) H. 32'de Hz. Osman'ın halifeliği döneminde vefat etti. Ölüm yatağına düşünce: "Halka Ebu'd-Derdâ vefat ediyor diye ilan edin" dedi. Söyleneni yaptılar. Evinin önünde büyük bir kalabalık toplandı. İki kişinin koltuğuna girerek dışarı çıktı, onlara Resûl-i Ekrem'den işittiği bir hadîsi okudu. İçeri girdikten bir süre sonra da vefat etti.
Bu hâdise O'nun ilme ne kadar önem verdiğini, son nefesinde bile ilim öğretmekle meşgul olduğunu gösteren emsalsiz bir davranıştır. Vefatını vesile ederek birçok kişiye son nefesinden önce bile Hz. Peygamber'in bir hadîsini tebliğ etme gayreti içendeydi.
Bilâl, Yezid, Derdâ ve Nesîbe isimlerinde dört çocuğu olduğu bilinmektedir. Oğlu Bilâl, halife Yezid döneminde Şam kadılığı yaptı.
EBÛ DÜCÂNE (r.a.)
Künyesiyle meşhurdur. İsmi ve soyu: Simâk b. Hareşe b. Levzan b. Abdi Ved es-Sâidî el-Ensârî. Annesi, Hazme bint Harmele'dir. Medine'nin Hazrec kabilesinin Sâideoğulları koluna mensuptur. Ensâr'dandır.
Hicretten önce müslüman olmuştur. Hicretten sonra Utbe b. Gazvân'la din kardeşi ilân edilmiştir. Bedir Savaşı'ndan itibaren bütün savaşlara katılmıştır. Uhud Savaşı'nda büyük kahramanlık göstermiştir.
Uhud günü Peygamberimiz eline bir kılıç alıp: "Bunu kim almak ister?" diye sorunca, herkes elini uzatıp: Ben, diye seslendi. Bu sefer kılıcı tekrar gösterip: "Bunun hakkını kim verecekse o alsın" buyurdu. Ebû Dücâne öne atılıp: "Onun hakkını ben veririm" dedi. Kılıcı alıp müşriklerin arasına daldı. O gün savaş esnasında elinde birkaç kılıç kırılmıştır. Savaşın ikinci döneminde Resûlullah'ın (s.a.) arka taraftaki tepeye yerleştirdiği okçuların, savaşın müslümanlarca kazanıldığını görünce yerlerini terketmeleri sonucu İslâm ordusu arkadan kuşatılmıştı. Müşrikler Peygamberimiz'i öldürmek için etrafını çevirdiler. Hatta bir ara Resûlullah'a benzeyen Mus'ab b. Umeyr'i öldüren müşrikler "Muhammed'i öldürdük" diye bağırınca bazı sahâbîler donakalmış, "Bu durumda ne için çarpışacağız. İslâm davası burada biter" diyerek savaşı terketmeye başlamışlardı. Bazı sahâbîler de, Resûlullah (s.a.) olmasa da İslâm galip gelmeli diye düşünerek savaşa devam etmişlerdi. Ebû Dücâne bunlardandı. Bir süre sonra Hz. Peygamber'in hayatta olduğu anlaşıldı. O esnada birtakım sahâbîler Resûl-i Ekrem'in (s.a.) etrafında vücudlarıyla bir siper meydana getirmişler, ok ve kılıç darbelerine karşı bedenlerini kalkan yapma fedakârlığını göstermişlerdi. Bu eşsiz serdengeçtiler, o günkü can pazarında Resûlullah'a (s.a.) herhangi bir zarar gelmemesi için fani varlıklarını feda etmekten çekinmemişlerdi. İşte Ebû Dücâne Hazretleri de Resûl-i Ekrem'in (s.a.) etrafında cansiperâne çarpışan fedâilerdendi.
H. 12'de Hz. Ebû Bekir döneminde yalancı peygamber Müseyleme'ye karşı yapılan Yemâme Savaşı'na katıldı. Müseyleme'nin sığındığı kalede öldürülmesinde rol oynadı ve bu savaşta şehid düştü.
Resûlullah (s.a.) hayatta iken her müşkili O çözüyordu. Sahâ-benin O'ndan aldıkları ilmi başkalarına aktarması, O'nun irtihalinden sonra ortaya çıkmıştır. Resûlullah'ın hayatında veya O'nun irtihalinden kısa süre sonra vefat eden sahâbîler hadîs nakletmeye fırsat bulamadıklarından kendilerinden fazla hadîs rivayet edilmemiştir. Ebû Dücâne de, bu yüzden kendisinden hadîs rivayet edilmemiş sahâbîlerdendir.
EBÛ EYYÛB el-ENSÂRÎ (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.)'in Mekke'den Medine'ye hicretinden sonra yedi ay evinde misafir olarak kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî şecaat, sabır ve takva sahibi ve cihad sevdalısı bir sahâbîdir.
Asıl adı Hâlid'dir. Ebû Eyyûb el-Ensârî diye meşhur olmuştur. Babasının adı ise, Zeyd b. Küleyb'dir.
Hazrec kabilesinin Neccâroğulları koluna mensuptur. Annesinin adı ise Hind'dir. Hicretten iki yıl önce Akabe'de Hz. Peygamber'le görüşerek İslâm'ı kabul etmiştir. Hz. Peygamber'in vahiy kâtipleri arasında yer almaktadır.
Ebû Eyyûb'ün sahâbe arasında en meşhur olan yönü hiç şüphesiz, O'nun Hz. Peygamber'e olan ev sahipliğidir. Hz. Peygamber, Medine'ye gelince herkes O'nu misafir etmek istemiş, fakat Peygamberimiz: "Devemi kendi haline bırakınız, o beni nereye götürürse, ben o evin misafiriyim" diyerek yapılan bütün teklifleri geri çevirmişti. Kusvâ adındaki devesi, nihayet Hâlid b. Zeyd'in evine yakın bir yere çöktü. Böylece Hz. Peygamber, O'nun misafiri oldu. Bu misafirlik yedi ay sürdü.
Hz. Peygamber, önce iki katlı evin birinci katında kaldıysa da Hâlid'in ısrarı üzerine ikinci kata taşındı. Bu ev sahipliği daha sonra yerini arkadaşlığa ve koruyuculuğa terketti. Nitekim, "Allah seni insanların vereceği zararlardan koruyacaktır" (Mâide, 5/67) âyeti gelinceye kadar, Hz. Peygamber'in savunmasında görev alan yedi sahâbîden biri oldu. Hazarda ve seferde daima O'nun yanındaydı.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, kardeşlik anlaşmasında Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi oldu. Bütün savaşlara katıldı ve cihad etti. Başta Bedir olmak üzere, Uhud, Hendek savaşlarına katıldı. Rıdvan bîatında bulundu ve diğer savaşlara katıldı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra, yapılan savaşlara da katılan Ebû Eyyûb, Hz. Ali döneminde O'nunla birlikte oldu ve Haricîlere karşı savaştı. Hz. Ali'nin itimad ettiği bir sahâbî idi. Hz. Ali Kûfe'ye gidip orasını hükümet merkezi yapınca, Medine'ye O'nu kaymakam olarak tayin etmişti. Muâviye'nin halifeliği döneminde ise, Mısır'a gitmiş ve orada savaşmak istemişti. Mısır valisi Ukbe b. Âmir'le olan konuşması ünlüdür.
O, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine çok bağlıydı. Bu konuda en küçük bir tavize bile tahammülü yoktu. Muâviye'nin ihtişamlı hayatını görünce, Resûlullah'ın bu konudaki hadîsini O'na hatırlatmış ve: Görüyorum ki sünnetin yerini bid'atlar almış, diye konuşmuştu.
Vahiy kâtipleri arasında yer alan Ebû Eyyûb, Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyen hafızlardan biri idi. 200 civarında hadîs rivayet eden Ebû Eyyûb, cihad ve mücadele fikrinin devamlı savunucusu idi. Hz. Osman'ın kuşatma altında tutulduğu sırada halife adına imamet vazifesini de üstlenmişti.
İstanbul'un fethedileceğini bildiren hadîsin müjdesine nâil olmak için yapılan seferlerden 48/668 yılındakine katılmış ve kuşatma sırasında hastalanarak vefat etmiştir. Bu seferin ordu komutanı olan Yezid'e: "Sizler için ehemmiyet arzeden hususların artık benim için hiçbir değeri yoktur. Ne var ki Hz. Peygamber'den, İstanbul surlarının yakınına salih bir kimsenin defnolunacağını işitmiştim, umarım ki, o salih kişi ben olayım. Öldükten sonra beni yıkayınız, naşımı da İslâm ordularının ilerleyebileceği en ileri noktaya götürüp defnediniz" demişti. Vasiyeti aynen yerine getirilmiştir.
İstanbul, Fatih Sultan Mehmed tarafından 1453'de fethedilince Akşemseddin'in gördüğü rüyaya dayanılarak mezarı bulunmuştur. Bugünkü Eyüp semtine O'nun adı verilmiştir. Ülkemizde Eyüp Sultan diye bilinen Ebû Eyyûb el-Ensârî'yle ilgili menkıbelerden bir kısmı şunlardır:
"Akşamları yemek hazırlar, Resûlullah'a takdim ederdik. Kapları geri verdiği zaman, ben ve hanımım, O'nun parmaklarının değdiği yerleri kapta araştırır ve biz de yerdik. Bir keresinde sarmısaklı bir yemek hazırlayıp gönderdik. Kaplar geri geldiğinde yemeğe el sürülmediğini gördük. Merak ederek Resûlullah'ın (s.a.) yanına çıktım ve yemeği niye yemediğini sordum. O da: "İbadetle meşguldüm. Yemekte sarmısak vardı. Meleklere eziyet etmek istemedim. Ben yemedim, siz yiyiniz" dedi. Biz de yedik, fakat bir daha sarmısaklı yemek pişirmedik." (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/405)
Bir gün Resûlullah'ın sakalına bir kuş tüyü konmuştu. Ebû Eyyûb onu alıp yere atmıştı. Bundan çok memnun kalan Hz. Peygamber, O'na, bundan böyle herhangi bir kötülük isabet etmesin diye duada bulundu.
İstanbul'un kuşatması sırasında, şehirden çıkan Rum ordusuna karşı müslümanlardan birisi ileri atılarak düşmana hücum etmişti. Bir asker (bunun üzerine): Kendisini tehlikeye attı, dedi. Hemen Ebû Eyyûb el-Ensârî, ayağa kalkarak şöyle konuştu:
"— Ey insanlar, siz bu âyeti böyle te'vil ediyorsunuz ama, bu âyet yalnız bizim hakkımızda, Ensâr hakkında indirilmiştir. Allah dinini yücelttiği ve dinin yardımcıları çoğaldığı zaman biz kendi aramızda birbirimize Resûlullah'tan (s.a.) gizli olarak: Mallarımız zayi olmuştur. Artık mallarımızın yanında kalsak da zayi olanlarını tekrar yerilerine koysak, demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bizim düşüncelerimizi reddetmek üzere: "Mallarınızı Allah yolunda harcayınız ve kendinizi tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Asıl tehlike, eksilen servetinizi telâfi için onların yanında kalmak istememizde idi. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bize savaşı emretti. (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 35)
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Mısır'a Ukbe b. Âmir'in yanına bir hadîsi sormak için gitmişti. O'na: "Sana birşey soracağım. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.) ashâbından, sen ve benden başka kimse bunu O'nun ağzından duymamıştı. Sen Resûlullah'ın (s.a.) müslümanın ayıbını örtmek hususundaki hadîsini nasıl işittin?" dedi. O da: Ben Resûlullah'ın (s.a.): "Kim dünyada bir mü'minin ayıbını örterse Allah Teâlâ da Kıyamet günü onun ayıplarını örter" buyurduğunu işittim, deyince Ebû Eyyûb: "Bunu ben de biliyordum; fakat biraz yanlışım vardı. İşittiğimin hilâfına olarak rivayet etmek istemedim" dedi ve tekrar devesine binerek geri döndü. (Tecrid Tercemesi, 1/47)
Ziyâd b. Enâm anlatıyor: Muâviye zamanında denizde savaşmakta idik. Bir gün içinde bulunduğumuz gemi, Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin gemisine yanaştı. Öğle yemeğimizi hazırlayınca, kendisini davet ettik. O da geldi, fakat bize şöyle dedi: Beni davet etmişsiniz. Oruçlu idim. Ama davetinize gelmem gerekiyordu. Çünkü ben Resûlullah'ın: "Müslüman kimsenin, şu altı hususta kardeşinin hakkına riâyet etmesi borçtur; eğer bunlardan birini yapmazsa, kardeşinin hakkını çiğnemiş olur: Karşılaştığı zaman selâm vermek, davetine gitmek, hapşırdığı zaman, "Yerhamükellah" (Allah rahmetini üzerinden eksiltmesin) demek, hastalanınca ziyaret etmek, cenazesinde hazır bulunmak, nasihata ihtiyacı olduğu zaman nasihat etmek" diye buyurduğunu işittim.
Ebû Eyyûb'un rivayet ettiği hadîslerden 13 tanesi Buhârî ve Müslim'de yer almaktadır. Ahmed b. Hanbel ise mükerrerleriyle birlikte 99 hadîs tesbit etmiştir. Rivayet ettiği hadîslerden birkaç örnek:
Resûlullah (s.a.): "Ey Ensâr topluluğu, Allah Teâlâ sizleri temizlik konusunda övmüştür. Sizler nasıl temizlik yaparsınız?" diye sordu. Biz su ile temizlik yaparız, dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "İşte temizlik budur, size buna devam etmenizi tavsiye ederim" buyurdu. (İbn Mâce, Tahâre, 28)
"Emrolunduğu gibi abdest alan ve emrolunduğu şekilde namaz kılanın geçmiş küçük günahları bağışlanır." (Nesâî, Tahâre, 107)
Biri Resûlullah'a (s.a.) geldi ve: Bana nasihat et, özlü olsun, dedi. Resûlullah da (s.a.): "Namaza başladığında son namazını kılan biri gibi kıl. Sakın özür beyân etmek zorunda kalacağın sözü söyleme. İnsanların ellerindeki imkânlardan ümidini büsbütün kes" buyurdu. (İbn Hanbel, Müsned, 4/412; İbn Mâce, Zühd, 15)
Bir adam Resûlullah'a (s.a.) geldi ve: Öyle bir amel göster ki bana, işlediğimde Cennet'e yaklaştırsın, Cehennem'den uzaklaştırsın, dedi. Hz. Peygamber de: "Allah'ı bir bilir, hiç birşeyi ortak koşmazsın, namazını dosdoğru kılar, zekâtı verirsin. Akrabanla ilgilenip onlara iyilik edersin" buyurdu. Adam ayrılınca Resûlullah: "Eğer emrolunduğu görevleri yerine getirse, Cennet'e girmeyi hak eder" buyurdu. (Müslim, İman, 14)
"Herhangi bir akşam, İhlâs sûresini okuyan, o gece Kur'ân'ın üçte birini okumuş olur." (Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân, 11)
"Allah yolunda bir sabah ya da akşam yürüyüşü, güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır." (Buhârî, Cihad, 6, 73)
"Kim, ana ile yavrusunun arasını ayırırsa, Allah da Kıyamet günü onunla sevdiklerinin arasını ayırır." (Tirmizî, Siyer, 17)
"Her hangi uygun bir yerde bir fidan diken kişiye Allah, o ağaçtan yetişecek meyveler adedince sevap yazdırır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/415)
Ebû Eyyûb el-Ensarî, her namazın peşinden Resûlullah'ın (s.a.) şöyle dua ettiğini duyurmuştur:
"Allah'ım, bütün hata ve günahlarımı bağışla. Allah'ım, beni yücelt, müstağni kıl, rızıklandır, beni güzel ahlâk ve salih amele muvaffak kıl. Çünkü amellerin iyisine hidayet edici ve kötülüklerden uzaklaştırıcı ancak Sensin."
EBÛ FİRÂS el-ESLEMÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı şöyledir: Rebîa b. Kâ'b b. Mâlik b. Yâ'mer el-Eslemî.
Hicazlı olan Ebû Firâs, Suffa ashâbındandı. Kaynaklarda bu sahâbînin ne zaman müslüman olduğuna yer verilmemiştir. Ebû Firâs, Resûlullah yaşadığı sürece O'nun hizmetinden hiç ayrılmamıştır. Hz. Ebû Firâs, Resûlullah (s.a.) âhirete göç ettikten sonra Medine yakınlarında bir yere yerleşerek ölünceye kadar burada kalmıştır.
Resûlullah (s.a.), bu güzide sahâbî ile bir gün baş başa kaldıklarında O'na: "Benden ne istiyorsan isteğini vereyim." buyurduğunda o: "Seninle Kıyamet günü buluşmam için bana duâ et" dedi. Hz. Peygamber, Ebû Firâs'a: "Ben, bunu yapayım, sen de çok secde etmek suretiyle bana yardım et. (Yani benim duamla birlikte senin ibâdetlerin birleşirse ancak bu istediğin olabilir.)" buyurdu.
EBÛ FÜKEYHE (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin adı Yesâr veya Eflâk idi. Kaynaklarda onun Ezd kabilesine mensup olduğu fikri ağır basmaktadır. Ebû Fükeyhe, Abdüddâr veya Safvân b. Ümeyye'nin kölesi idi.
Birçok köle gibi Ebû Fükeyhe de İslâm'a ilk girenlerdendi. Bu zat İslâm'ı kabul etmesinden dolayı birçok güçlüklerle karşı karşıya geldi. Ümeyye b. Halef ona bu yüzden hakaret ve işkence yaptı. Dayak, hapis, aç ve susuz bırakma da dahil her türlü işkence metodlarını onun üzerinde uyguladı. Hatta bir defasında ayaklarından bağlayarak kızgın kumlar üzerine attı ve öldürme kastı ile boynunu sıktı. Tam bu sırada zâlim Ümeyye'nin kardeşi Übey b. Halef onların yanına geldi. Übey, kardeşinden daha katı kardeşi Übey b. Halef onların yanına geldi. Übey, kardeşinden daha katı yürekli idi. Ümeyye'nin, Ebû Fükeyhe'ye yaptıklarını az bulacak ki, bu zavallı köleye daha çok işkence yapmasını istedi. Bunun üzerine Ebû Fükeyhe'ye yapılan işkence daha da artırıldı. Tam bu esnada oradan Hz. Ebû Bekir geçiyordu. Bu büyük insan Hz. Ebû Fükeyhe'nin acıklı halini görünce derhal onu satın alıp âzad etti.
Hz. Ebû Fükeyhe, hürriyetine kavuştuktan sonra Mekke'de bir süre kaldı. Daha sonra, Habeşistan'a hicret eden ikinci kafile içinde yer aldı. Ebû Fükeyhe, müşrik efendisinden çok işkence gördüğünden dermansız kalmıştı. Öyle ki ömrünün sonlarına doğru hareket etmekte bile güçlük çekmeye başladı.
Ebû Fükeyhe, ömrünün sonlarına doğru Medine'ye hicret etti. Ancak o, burada fazla yaşamadı. Bu çilekeş sahâbînin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, kaynaklarda Bedir Savaşı'ndan önce vefat ettiği kaydedilmektedir.
EBÛ HASAN el-ENSÂRÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı konusunda ihtilâf vardır. Adının Temîm b. Amr olduğu şeklindeki rivayet diğerlerine göre daha kuvvetlidir. Bazı haberlerde ise onun künyesi ile isminin aynı olduğu ifade edilmiştir.
Hz. Ebû Hasan, Hz. Peygamber ile birlikte Bedir Savaşı'na katılmıştır. Yahya b. Ammâre'nin dedesi olan Ebû Hasan'ın daha sonraki hayatı hakkında kaynaklarda hiçbir bilgi yoktur.
Ebû Hasan'dan, şaka yaparak bir müslümanı korkutmanın hoş görülmeyeceğini ihtiva eden şu hadîs nakledilmiştir. Hz. Ebû Hasan el-Ensârî anlatıyor: Resûlullah (s.a.) ile birlikte oturuyorduk. Adamın birisi aramızdan kalkıp gitti. Ancak ayakkabılarını orada unutmuştu. Mecliste bulunanlardan birisi ayakkabıları alıp altına sakladı. Adam geri döndü ve: Ayakkabılarım! dedi. Mecliste bulunanlar: Biz görmedik, dediler. Daha sonra ayakkabıları saklayan kişi: İşte ayakkabıların, diyerek ona verince Hz. Peygamber: "Bir mü'mini nasıl olur da korkutursunuz?" dedi. Adam: Şaka yaptım, deyince Resûlullah (s.a.): "Mü'mini nasıl olur da korkutursunuz?" diye iki veya üç defa söyledi. (Mecmau'z-Zevâid, 6/253)
Ebû Hasan el-Ensârî'nin vefat tarihi bilinmemekle birlikte, kaynaklar onun Hz. Ali devrine kadar yaşadığını kaydederler.
EBÛ HEYSEM b. TEYYİHÂN (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı Mâlik idi. Ebû Heysem, Medine'nin Evs kabilesine mensuptur. Ebû Heysem'in soyu şöyledir: Ebû Heysem b. Teyyihân b. Mâlik b. Atîk b. Amr b. Abdülalem b. Âmir el-Ensârî el-Evsî.
Hz. Ebû Heysem, müslüman olmadan önce Medine'de tevhid inancını benimseyen ender kişilerden birisi idi. Bu yüzden olacak ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) insanları İslâm'a çağırdığını duyar duymaz Es'ad b. Zürâre gibi derhal müslüman olmuştur. Bu yüce sahâbî, Akabe'de bulunarak Resûlullah (s.a.) ile görüşmüş ve O'na ilk bîat etme şerefine nâil olmuştur.
Ebû Heysem'in, Akabe'de Hz. Peygamber ile aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiği nakledilmiştir. Hz. Ebû Heysem, Resûlullah'a: "Ey Allah'ın elçisi! Diğer kabileler ile aramızda birtakım anlaşmalar var. Yaptığımız bu bîat sebebiyle belki biz onlarla bu anlaşmaları bozacağız ve onlarla savaşmak zorunda kalacağız. Sen bizi o esnada terkedip kavmine (Mekke'ye) dönersen durum ne olacak?" dedi. Ona cevaben Hz. Peygamber: "Kanımın son damlasına kadar sizinle beraberim. Kabrim de sizin kabrinizin yanında olacak" buyurdu.
Hz. Ebû Heysem, Resûlullah'ın (s.a.) bu sözlerinden memnun oldu ve kavmine dönerek: "Bu (Hz. Peygamber), Allah'ın elçisidir. O'nun doğru olduğuna şehadet ederim. Şunu da bilin ki, eğer siz O'nu yanınıza alır götürürseniz bütün Araplar bir olup size hücum edecektir. Eğer Allah yolunda cihadı, mallarınızı ve çocuklarınızı telef etmeyi göze alıyorsanız O'nu memleketinize davet ediniz. Zira O, gerçekten Allah'ın elçisidir. Eğer içinizde bir endişe varsa, şimdiden tezi yok onu bırakın" dedi. Bunun üzerine orada bulunanlar: "Allah ve Resûlü'nün bütün tekliflerini kabul ediyoruz. Bizden isteğiniz içten gelerek vereceğiz, ey Allah'ın elçisi!" dediler. Daha sonra da Ebû Heysem'e dönerek: "Hz. Peygamber ile aramızdan çekil ki, O'na bîat edelim" dediler. Bunun üzerine Ebû Heysem: "O halde ilk bîat eden ben olacağım, siz sonra bîat ediniz" dedi. (Mecmau'z-Zevâid, 6/67)
Hz. Peygamber, Akabe Bîatı tamamlandıktan sonra bu sahâbîyi, Üseyd b. Hudayr ile birlikte Eşheloğulları'na nakîb (işlerini görmek için reis) seçti.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber, hicretten sonra Mekke'den gelen müslümanlar (Muhâcirler) ile Medineli müslümanlar (Ensâr) arasında kardeşlik müessesesi kurmuştur. Resûlullah (s.a.), konumuzu teşkil eden Ebû Heysem ile Muhâcirlerden Osman b. Maz'ûn'u kardeş ilan etti.
Ebû Heysem'in, Hz. Peygamber'e sevgi ve bağlılığı sonsuz idi. O, başta Bedir olmak üzere Hz. Peygamber'in bulunduğu bütün savaşlara katılmıştır. Hz. Ebû Heysem, katıldığı bütün savaşlarda çok büyük kahramanlıklar gösterdi.
Bu yüce sahâbî, İslâm'a erken sayılacak bir dönemde girdi ve Hz. Peygamber'le birlikte bütün savaşlara katıldığı halde bir başka ifade ile O, hazarda ve seferde Resûlullah (s.a.) ile uzun süre kalmasına rağmen kaynaklar, onun hadîs rivayet etmediğini kaydetmektedirler. Hadîs âlimleri ondan rivayet edilen hadîslere şüphe ile bakmışlardır. İbn Hacer, Ebû Heysem'in, hadîs rivayet etmeyiş sebebini, Hz. Peygamber'den sonra az yaşamasına bağlamıştır.
Hz. Ebû Heysem'in ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte kaynaklar, onun, Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde ölmüş olabileceğini kaydetmişlerdir.
EBÛ HUMEYD es-SÂİDÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı Abdurrahman b. Sa'd idi. Ebû Humeyd, Hazrec kabilesinin Benî Sa'd koluna mensup idi.
Kaynaklarda Ebû Humeyd'in hicretten sonra İslâm'a girdiği ifade edilmektedir. Uhud Savaşı'nın dışında Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Ebû Humeyd, Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in sünnetini en iyi bilen sahâbîlerden birisi idi. Özellikle Hz. Peygamber'den sonra çok yaşamış olması onun çok sayıda hadîs rivayet etmesine vesile olmuştur. Hz. Ebû Humeyd'in rivayet ettiği hadîslerin büyük bir kısmı Kütüb-i Sitte diye bilinen altı temel hadîs kitabı ve diğer sahîh hadîs kitaplarında mevcuttur. Kendisinden Câbir b. Abdullah, torunu Sâid b. Münzir b. Ebû Humeyd, Abdülmelik b. Sâid, Abbas b. Sehl, Amr b. Süleym, Urve, Muhammed b. Amr b. Atâ başta olmak üzere birçok sahâbî ve tâbiî hadîs rivayet etmiştir.
Ebû Humeyd, hadîs rivayetinde çok hassas davranırdı. O, Hz. Peygamber'den hadîs rivayeti konusunda şunları söylemiştir: "Benden bir hadîs işittiğinizde onu kalbiniz tanır, ruhunuz ve içiniz ısınır, onun size çok yakın olduğunu görürseniz böyle bir hadîsten şüphe etmeyiniz. Fakat benden rivayet edilmiş bir hadîs işittiğinizde; kalpleriniz ondan nefret eder, ruhunuz ve içiniz ısınmazsa ve onu kendinizden uzak görürseniz, ben de böyle bir sözden uzağım. (Bu tür hadîsi ben nakletmemişimdir)." (İbn Hanbel, Müsned, 5/425)
Hz. Ebû Humeyd de her sahâbî gibi Hz. Peygamber'i çok severdi. O'nun en çok hoşlandığı ve zevk aldığı şey Resûlullah'a hizmet idi. Hz. Ebû Humeyd, bütün ibâdetlerini Hz. Peygamber gibi yapmaya çok dikkat ederdi. Bu yüzden olacak ki, Hz. Peygamber'in namaz kılış şeklini en iyi öğrenenlerden birisi bu yüce sahâbî olmuştur. Nitekim kendisi bu hususta: "Resûlullah'ın namazını en iyi bileniniz benim" demiştir. (İbn Hanbel, Müsned, 5/424)
Ebû Humeyd'in vefat tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte kaynaklar onun Yezid b. Muâviye'nin hilâfetine kadar yaşadığını kaydederler.
Ebû Humeyd'in rivayet ettiği hadîslere örnek: "Dünyayı talep etmeden güzel bir yol tutunuz. Şüphesiz ki, herkese yaratıldığı şey kolaylaştırılır." (İbn Mâce, Sünen, Ticârât, 3)
EBÛ HÜREYRE (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin adı konusunda ihtilâf vardır. Güvenilir kaynaklarda O'nun, müslüman olmadan önce adının, Abdünühm, Abdüganem, Sükeyn olduğu yönde rivayetler varsa da, Abdüşşems rivayeti en kuvvetlisidir. Resûlullah (s.a.), Ebû Hüreyre'nin adını müslüman olduktan sonra Abdullah veya Abdurrahman olarak değiştirmiştir.
Ebû Hüreyre Yemen'in Devs kabilesine mensuptu. O, bu kabilenin reisi, Tufeyl b. Amr ed-Devsî'nin vasıtası ile müslüman olmuştur. Ebû Hüreyre, hicretin 7. yılında Hayber Savaşı anında Tufeyl'in reisliğinde 80-90 kişilik bir grup içinde Medine'ye hicret etmiştir. Bunlar Medine'ye geldiklerinde Resûlullah (s.a.)'ın Hayber'de olduğunu öğrenince oraya gitmişlerdir. İçlerinde Ebû Hüreyre'nin de bulunduğu Devsliler, Hayber'e geldiklerinde henüz savaş sona ermemişti. Bunlar da savaşın bir kısmına katıldılar ve ganimetten paylarını aldılar.
Hz. Ebû Hüreyre, Resûlullah (s.a.)'a Hayber'de bîat etti ve bu tarihten sonra O'nun yanından hiç ayrılmadı. Ebû Hüreyre, Hayber dönüşü Suffa'ya yerleştirildi. O'nun en büyük arzusu Hz. Peygamber'e hizmet etmek, gelen vahyi ilk kaynaktan hemen almak ve hadîs öğrenmekti. Suffa, Ebû Hüreyre için hem barınma yeri hem de eğitim merkezi olmuştu.
Hz. Ebû Hüreyre, Resûlullah (s.a.) tarafından Alâ b. Hadramî başkanlığındaki heyet içinde Bahreyn'e gönderildi. Bahreyn'de yaklaşık bir yıl kaldı. Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber âhirete irtihâl ettiğinde Medine'de bulunuyordu. O, Hz. Ebû Bekir zamanında bu şehirden ayrılmadı. Ebû Hüreyre'nin bu halife döneminde meşgul olduğu tek konu hadîs olmuştur.
Hz. Ömer zamanında bir ara Bahreyn'e âmil (vergi toplama memuru) olarak gönderilmiştir. Verilen görev içinde Bahreyn'e geldikten sonra kısa bir zaman içinde işini bitirdi ve daha sonra içinde beşyüzbin dirhem bulunan iki çuval ile birlikte Medine'ye döndü. Hz. Ömer, malın çokluğunu görünce: "Şimdiye kadar bundan daha çok toplu para görmedim. Yoksa haksız olarak halkın bütün parasını mı alıp getirdin, yetim malı, dul kadın malı mı var bu malda?" dedi. Bunun üzerine Ebû Hüreyre: "Hayır, vallahi eğer senin dediğin gibi olursa o zaman ben ne kadar kötü bir insan olurum. Sen malı alır mahalline sarfedersin, sorumluluktan kurtulursun; ben ise, bu kadar zahmetten sonra günahımla başbaşa kalırım" dedi. (Ebû Yusuf, Kitâbü'l-Harac)
Bilindiği üzere Hz. Osman zamanında Mısır, Kûfe ve Basra halkından yedişer, sekizer yüz kadar âsî Medine'ye gelerek Hz. Osman'ı öldürmek için evini kuşatmışlardı. Hz. Osman, isyancıların dağılması için aracılar göndermişse de bunda muvaffak olamamıştı. İşte tam bu sırada içlerinde Ebû Hüreyre'nin de bulunduğu bir grup müslüman, isyancılara karşı çıkmış ve halifeyi korumak amacı ile kuşatma altında bulunan Hz. Osman'ın evine girmişlerdi. Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Osman'ın evine girince orada bulunanlara halifeyi korumaları gerektiğini gayet belîğ bir şekilde anlattı.
Ebû Hüreyre, Emevîler zamanında kısa bir süre için Medine'de vali vekilliği yapmıştır.
Bu değerli sahâbî son derece takva sahibi birisiydi. Bir geceyi üçe ayırarak, üçte birini ibâdetle, üçte birini uyuyarak, geri kalan üçte birini de Resûlullah (s.a.)'ın hadîslerini tetkikle geçirirdi. İbadetlerine düşkün olan bu sahâbî, günah işlememeye çok dikkat ederdi. O'nun günah işleme endişesi ile hergün onikibin defa tevbe ettiği rivayet edilmiştir. Selâm vermeyenleri insanların en cimrisi, az ibadet ve duada bulunanları da insanların en âcizi kabul ederdi.
Hz. Ebû Hüreyre, İslâm'ı öğrenip yaşamak için kendisi çok gayret sarfettiği gibi, başkalarının da ibadetlerini eksiksiz yapmalarını arzu ederdi. Sırf bu nedenle, Zilhicce aylarının ilk on gününde Abdullah b. Ömer ile birlikte çarşıya çıkar, müslümanların hac ibadetlerini şevkle yerine getirmeleri için tekbir getirirler, hacılar da bu davete icâbet ederlerdi. Zühd ve takvası sebebiyledir ki, Ebû Hüreyre, altın ve gümüş takmak kadınlara mübah olduğu halde, kızına bunları kullandırmamıştır.
Ölümüne yakın dönemlerde Ebû Hüreyre'nin çok fazla ağladığına şâhid olanlar, O'nun bu davranışını ölümden korkmasına bağlamışlardı. Kendisine bu konuda soru sorulduğunda çok ağlamasının sebebini, yolun çok uzun, azık ve hazırlığının ise yetersiz olduğunu göstermiştir.
Ebû Hüreyre'nin bütün ömrü İslâm'ı öğrenmek ve başkalarına öğretmekle geçmiştir. Kendisi ilmî çalışmayı zevk edindiği gibi başkalarına da bildiklerini öğretmekten çok hoşlanırdı. Zaman zaman Medine dışında bulunan çeşitli kabilelere gider, onlara İslâm'ın emirlerini tebliğ ederdi. Bazan da yanına gelenlere İslâm'ı yaşayıp yaşamadıklarını, mallarının zekâtını verip vermediklerini inceden inceye sorardı. O, kendi öğrendiği hususları başkalarının da öğrenmesi için hoşlanacakları şekilde sözler söyleyerek onların ilim meclislerine gitmelerini sağlardı.
Hz. Ebû Hüreyre, yetim olarak büyümüş, Medine'ye hicret edinceye kadar Yemen'de yoksulluk içinde yaşamıştır. Medine'ye hicret ettikten sonra, Allah Resûlü bu fakir insanı Suffa'ya yerleştirmişti. O'nun da diğer Suffa ashâbı gibi malı yoktu. Geçimini bazan dağdan odun getirip satarak, bazan da Resûlullah (s.a)'a gelen hediye ve sadakalarla temin ederdi. Bir kısım sahâbî gibi O'nun da aç kaldığı olurdu. O, kendisinin bir defasında üç gün aç kalarak bayıldığını, çocukların kendisini bu sebeple deli zannettiklerini ve Suffa'ya gelerek Resûlullah (s.a.) tarafından doyurulduğunu haber vermiştir.
Hz. Ebû Hüreyre, fakir olduğu kadar cömert birisiydi. Bir başka ifade ile O, ömür boyu maddî yönden zengin olmamış, buna karşılık zor erişilebilir bir gönül zenginliğine sahip olmuştur. Misafirleri geldiğinde onları en mükemmel şekilde ağırlamaya çalışırdı.
Humeyd b. Mâlik anlatıyor: Ebû Hüreyre ile beraber Akik mevkiindeki (Medine'ye yakın bir yer) arazide oturuyorduk. Medine halkından bir topluluk hayvanları ile gelerek O'na misafir oldular. Ebû Hüreyre, benimle derhal annesine şu haberi yolladı: Anneme git ve oğlun sana selâm ediyor ve bize yemek için birşeyler hazırlasın, misafirlerim var, dedi. Eve gittiğimde Ebû Hüreyre'nin annesi, arpadan yapılmış üç çörek, bir miktar zeytinyağı ve biraz da tuzu bir tepsiye koydu. Ben de bunları başıma koyarak onların yanına getirdim. Tepsiyi misafirlerin önüne koyduğum zaman Ebû Hüreyre tekbir getirdi ve şöyle dedi: "İki siyahtan (hurma ve sudan) başka yemeğimiz yok iken bizi ekmekle doyuran Allah'a hamdolsun!" (Buhârî, Edebü'l-Müfred)
Hz. Ebû Hüreyre, mal biriktirmeyi sevmezdi. Eline geçen malın bir kısmını kendi ihtiyaçları için ayırır, geri kalanları da dağıtırdı. Bu inanç ve duyguda olduğu içindir ki, kendi imkânları ile köle âzad etme gücünde olmadığından, bu sevaptan mahrum kalmamak için Ebû Saîd el-Hudrî ile ortaklaşa bir köle alıp âzad etmiştir.
Ebû Hüreyre müslüman olmasına rağmen, annesi ilk zamanlar İslâm'ı kabul etmemişti. O, annesinin şirk üzerinde ısrar etmesine çok üzülüyordu. Hatta bu sebeple ağladığı bile oluyordu. Zaman zaman annesine müslüman olması için teklifte bulunmuş fakat onu ikna edememişti. Nihayet bu durumu Resûlullah (s.a.)'a arzetmeye karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:
"Annem bir müşrik iken ben onu İslâm'a davet ediyordum. Bir gün yine onu İslâm'a çağırmıştım. Bunun üzerine annem bana Resûlullah (s.a.) hakkında hoşuma gitmeyecek sözler sarfetti. Ben ağlayarak Resûlullah'a (s.a.) geldim ve: Yâ Resûlallah! Ben annemi İslâm'a çağırıyordum. O da İslâm'a girmekte bana karşı diretiyordu. Bugün tekrar İslâm'a davet ettim. Fakat bana senin hakkında sevmediğim çirkin sözler söyledi. Ebû Hüreyre'nin annesine hidâyet vermesi için Allah'a dua et, dedim. Resûlullah (s.a.) da: Ey Allah'ım! Ebû Hüreyre'nin annesine hidâyet ver, diye dua etti. Ben hemen Allah'ın Peygamber'inin bu duasını anneme müjdelemek için çıktım. Eve gelip de kapının yanına yaklaştığım zaman kapının kilitlenmiş olduğunu gördüm. İçeriden annem benim ayak seslerimi işitmişti ki bana: Ey Ebu Hüreyre, olduğun yerde dur, diye seslendi. Bu sırada ben içeriden su sesi işittim. Nihayet annem yıkandı, gömleğini giydi ve baş örtüsüz kapıyı açtı. Sonra: Ey Ebû Hüreyre, dedi ve kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bunu işitir işitmez ben hemen Resûlullah'a (s.a.) döndüm ve sevincimden O'nun yanına ağlayarak vardım ve: Ya Resûlallah! Allah senin duânı kabul etti de Ebû Hüreyre'nin (benim) annesine hidâyet verdi, dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.), Allah'a hamd ve senâ edip birtakım hayır sözler söyledi." (Müslim)
Ebû Hüreyre, annesini çok severdi. Resûlullah (s.a.) bir defasında Ebû Hüreyre'ye iki tane hurma vermişti. Ebû Hüreyre, bu hurmalardan birisini yemiş, diğerini ise annesi için saklamıştı. Resûlullah (s.a.), niçin hurmalardan birisini sakladığını sorduğunda, onu anneme götüreceğim, cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) o hurmayı da yemesini, annesine ayrıca iki hurma vereceğini söyledi. (İbn Sa'd, Tabakât)
Ebû Hüreyre, güler yüzlü ve espri yapmaktan hoşlanan bir kişiliğe sahipti. Buna Ebû Hüreyre'nin karakteristik özelliklerinden birisidir de diyebiliriz. Bir defasında, Mervan'ın yerine Medine valiliğine vekâlet ettiği sıralarda, semerli bir eşeğe binip çarşıda gezdiği ve rastladığı kimselere: "Emir geliyor, yol verin" diye seslendiği rivayet edilir.
Hz. Ebû Hüreyre, Yemen'den Medine'ye hicret ettiğinde bekâr olduğu gibi, Resûlullah'ın vefatına kadar da hiç evlenmemiştir. O, daha sonraları Basra emîri meşhur Utbe b. Gazvân el-Mâzinî'nin kız kardeşi Busre ile evlendi. Bu evlilikten Ebû Hüreyre'nin dört oğlu ve bir kız çocuğu oldu. Oğullarının adları şöyledir. Muharrir, Muharriz, Abdurrahman ve Bilâl. Kaynaklarda O'nun Saîd b. Müseyyeb ile evli bir kız çocuğu olduğu zikredilmekle beraber adından sözedilmemiştir.
Müslüman olup Medine'ye hicret ettikten sonra Resûlullah (s.a.)'ın yanından hiç ayrılmayan bu büyük sahâbî için en büyük gaye, duyduğu âyet ve hadîsleri ezberleyip unutmamaktı. O, sırf bu nedenle hafızasının kuvvetlenmesi için Allah Resûlünün kendisine dua etmesini istemiş, Resûlullah (s.a.) da bunu kabul etmiştir. Kendisi bu durumu şöyle anlatmaktadır: "Ey Allah'ın Resûlü! Senden birçok hadîs işitiyorum da unutuyorum, dedim. "Ridânı yay" buyurdu. Ben de derhal yaydım. Elleriyle birşey avuçlayıp ridânın içine atıyor gibi yaptı. Sonra; topla, diye emretti. İşte ondan sonra artık hiçbir şey unutmadım." (Buhârî, Sahîh, 1/38)
Hz. Ebû Hüreyre, çok hadîs rivayet eden sahâbîlerin (müksirûn) başında gelmektedir. Sahâbe içinde en çok hadîs rivayet eden bu sahâbî olmuştur. O, kendisinin çok hadîs rivayet etmesini tenkid edenlere şu genel cevabı vermiştir: "Halk, Ebû Hüreyre çok hadîs rivayet ediyor, deyip duruyor. Halbuki Kitabullah'ta; "Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitâb'ta insanlara açıkladıktan sonra, gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lânet eder, hem de lânetçiler lânet eder, ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna; işte onların tevbesini kabul ederim. Ben, tevbeleri daima kabul ve merhamet edenim" (Bakara, 2/159-160) âyetleri olmasaydı hiçbir hadîs rivayet etmezdim. Muhâcir kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle, Ensâr kardeşlerimiz de toprakları ve malları için çalışmakla meşgul iken, ben boğaz tokluğuna Resûlullah (s.a.)'a hizmet ederdim. Onların hazır bulunmadıkları meclislerde hazır bulunur, onların öğrenemedikleri sözleri öğrenirdim." (Buhârî, Sahîh, 1/37-38)
Ebû Hüreyre, Resûlullah (s.a.) hayatta iken O'ndan birşeyler öğrenmeye çok gayret ederdi. Bazan da aklına takılan hususlarda O'na sorular sorardı. Bir defasında Ebû Hüreyre: "Ey Allah'ın Resûlü, Kıyamet gününde senin şefaatin en çok kimlere olacaktır?" diye sorduğunda Hz. Peygamber bu sorudan çok memnun kalmış ve şöyle buyurmuştur: "Ey Ebû Hüreyre, hadîs bellemek için sende gördüğüm hırstan dolayı bunu senden evvel kimsenin bana sormayacağını zaten tahmin ediyordum." (Buhârî, Sahîh, 1/33)
Hz. Ebû Hüreyre'nin çok hadîs rivayet etme sebepleri şöyle sıralanabilir:
a) Ebû Hüreyre'nin müslüman olduktan sonra, Resûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar O'nun yanından hiç ayrılmaması.
b) Hâfızasının kuvvetli olması.
c) Hadîs öğrenme ve öğretmedeki hırsı.
d) Devlet işleri ve ticaretle meşgul olmaması.
e) Resûlullah'ın vefatından sonra çok yaşamış olması.
Hz. Ebû Hüreyre toplam 5374 hadîs rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel, Müsned'ine O'ndan rivayet edilen, tekrarlarıyla birlikte 3848 hadîsi almıştır. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde O'nun rivayet ettiği toplam 325 hadîs vardır.
Ebû Hüreyre, rivayet ettiği hadîslerin büyük bir kısmını doğrudan Resûlullah (s.a.)'tan almıştır. Ayrıca O, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Fadl b. Abbas, Übey b. Kâ'b, Üsâme b. Zeyd ve Hz. Âişe'den hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sâbit, Enes b. Mâlik, Vâsile b. Eska', Câbir b. Abdullah, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Mûsa el-Eş'arî gibi sahâbenin ileri gelenleri hadîs nakletmişlerdir.
Tâbiûndan da içlerinde fıkıh ve hadîste şöhret kazanmış birçok kişi bu güzide sahâbîden hadîs almışlardır. Bunlardan bazılarının adları şöyle sıralayabiliriz: Beşir b. Nehîk, Hasan el-Basrî, Zeyd b. Eslem, Saîd b. Yesâr, Saîd b. Müseyyeb, Süleyman b. Yesâr, Abdullah b. Utbe, Muhammed b. Sîrîn, Atâ b. Ebû Rebâh, Atâ b. Yesâr, Urve b. Zübeyr.
Ebû Hüreyre, hadîsin dışında, fıkıh, kıraat ve tefsir sahasında da çok bilgili idi. O, Hz. Ömer tarafından hilâfeti zamanında Hz. Ali, Muâz b. Cebel, Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Kâ'b, Zeyd b. Sâbit ve Ebu'd-Derdâ ile birlikte fetvâ vermeye muktedir sayılmıştır. İbnü'l-Cezerî: "Ebû Câfer ve Nâfi'in kıraatleri Ebû Hüreyre'ye dayanmaktadır" diyerek O'nun kıraat sahasında bilgili olduğunu vurgulamıştır.
Hz. Ebû Hüreyre, hicretin 58. yılında Medine'de vefat etmiştir. O'nun cenaze namazını, o tarihte Medine valisi olan Velid b. Utbe kıldırmış, cenazesi Bakî' mezarlığına defnedilmiştir. Ebû Hüreyre'nin cenaze namazına Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Ömer, Mervan b. Hakem gibi o devrin ileri gelen devlet ve ilim adamları da katılmışlardır.
EBÛ HUZEYFE (r.a.)
Bu sahâbînin tam adı, Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa b. Abdüşşems b. Abdimenâf el-Kureşî'dir.
Ebû Huzeyfe'nin babası Utbe b. Rebîa, Kureyş'in ileri gelenlerinden ve İslâm'ın amansız düşmanlarındandı. Utbe, oğlu Ebû Huzeyfe'nin İslâm'ı kabul etmesine engel olmak istemişse de başaramamıştır. Ebû Huzeyfe, kaynakların belirttiğine göre 43. kişi olarak müslüman olmuştur. O'na Hz. Peygamber'in getirdiği tevhid mesajı çok etkili olmuştu. Bu güzide insan, bir gün kendiliğinden Hz. Peygamber'in, Erkam'ın evinde bulunduğu bir sırada O'nun yanına giderek İslâm'a girmiştir. Azılı bir müşrik olan babası Utbe, bunu duyunca çok kızdı ve bu yüzden Hz. Peygamber'e olan düşmanlığı biraz daha arttı.
Ebû Huzeyfe de diğer ilk dönem müslümanları gibi Mekke'de müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine maruz kaldı. Bu yüzden Hz. Ebû Huzeyfe, Habeşistan'a yapılan ilk hicrete katılmak zorunda kaldı.
Ebû Huzeyfe, Habeşistan'a yaptığı hicretten sonra tekrar Mekke'ye döndü. Bir müddet burada kaldıktan sonra Medine'ye hicret etti. Medine'ye geldiğinde Ensâr'dan Abbâd b. Bişr'e misafir oldu. Hz. Peygamber daha sonra bu iki yüce sahâbîyi kardeş ilân etti.
Hz. Ebû Huzeyfe, Resûlullah (s.a.) ile birlikte birçok savaşa katıldı. Bilhassa Bedir Savaşı'nda çok büyük yararlılıklar gösterdi. O'nun Bedir'de öz babası müşrik Utbe'ye karşı savaşı ayrı bir anlam ifade etmektedir. Bir kişinin inancı uğruna babası ve diğer yakınları ile savaşması tarihte ender rastlanan hususlardan birisidir. Nitekim bu savaşta Ebû Huzeyfe'nin babası Utbe, müslümanlar tarafından öldürülmüştür. Ebû Huzeyfe, bu savaşta kendi babası ve Hz. Peygamber'in amcası da dahil kiminle karşılaşırsa karşılaşsın öldürmeye and içmişti. Hz. Ebû Huzeyfe; "Kim Peygamber'in amcası Abbas'la karşılaşırsa O'nu öldürmesin" diyen bir sahâbîye: "Babalarımızı, çocuklarımızı, kardeşlerimizi öldürüp de Abbas'ı mı bırakacağız? Vallahi eğer onunla karşılaşırsam, hiç bakmaz kılıcı indiririm" demiştir. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/5)
Bedir'de öldürülen Ebû Huzeyfe'nin babası Utbe'nin cesedi diğer müşrik cesedlerle birlikte bir çukura atıldı. Hz. Peygamber (s.a.) onlara hitaben: "Ey Ebû Utbe! Ey Ebû Şeybe! Ey Ümeyye! Ey Cehl! Allah'ın va'dinin hak olduğunu anladınız mı" demiştir. Bu sözleri söylerken Ebû Huzeyfe'nin çok üzgün olduğunu gören Hz. Peygamber O'na: "Baban için söylediklerime üzüldün mü?" buyurmuştur. Ebû Huzeyfe cevaben: "Hayır ey Allah'ın Resûlü! Babam çok akıllı ve meziyet sahibi birisiydi. Onun müşrik olarak ölmesi beni üzdü" dedi. Hz. Peygamber, Ebû Huzeyfe'nin bu sözlerinden memnun kaldı ve kendisine dua etti.
Ebû Huzeyfe, uzun boylu, sevimli ve güzel yüzlü birisiydi. Bir başka ifade ile onun fizikî yapısı da ahlâkı ve imânı kadar güzeldi. Son derece samimi ve dürüst idi. Daima hak ve haklının yanında olmaya çalışırdı. Hz. Ebû Huzeyfe, Ensâr'dan Sâlim'i evlatlık olarak yanına almıştır. Bu yüzden Sâlim, Mevlâ Ebû Huzeyfe olarak meşhur olmuştur.
Ebû Huzeyfe, Kur'ân-ı Kerim'e tam vâkıftı. Ayrıca O, çok miktarda hadîs rivayet etmiştir. O'nun rivayet ettiği hadîslerin büyük bir kısmı başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok sahîh hadîs kitabında mevcuttur.
Hz. Ebû Huzeyfe, Resûlullah (s.a.)'ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir tarafından yalancı peygamber Müseyleme'ye karşı gönderilen kuvvet içinde yer aldı. O, bu savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi ve şehid oldu. Ebû Huzeyfe vefat ettiğinde 56 yaşındaydı.
EBÛ KATÂDE (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı Hâris b. Rıb'î'dir. Medineli olan Ebû Katâde Hazrec kabilesine mensuptur. Kaynaklar, Ebû Katâde'nin, İkinci Akabe Bîatı'ndan sonra İslâm'a girdiğini kaydederler. Bedir Savaşı hariç Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Ebû Katâde, hicretin 6. yılında yapılan Zî Kared Gazvesi'nde çok büyük başarı göstermiştir. Hz. Peygamber, Hudeybiye barışını imzaladıktan sonra Medine'ye dönerken kölelerinden birisi ile Seleme b. Ekvâ'ı, yük ve develeri getirmekle görevlendirmişti. Bunlar yolda müşriklerden Abdurrahman el-Fezârî'nin hücumuna uğradılar. Abdurrahman Hz. Peygamber'in develerini ele geçirdi ve develerin çobanını da öldürdü. Seleme b. Ekva', hemen yanında bulunan Hz. Peygamber'in kölesine, Talha b. Ubeydullah'ın devesini alarak oradan uzaklaşması ve Resûlulullah'tan yardım getirmesini emretti. Kendisi de düşmanı takip etti ve onları bir dağ geçidinde sıkıştırdı. İşte tam bu sırada içlerinde Hz. Ebû Katâde'nin de bulunduğu bir süvari kuvveti olay yerine geldi. Ebû Katâde, eşkiyanın başı Abdurrahman el-Fezârî'yi öldürdü. Daha sonra taraflar arasında çok şiddetli çarpışmalar oldu. Sonunda müslümanlar düşmanı ağır bir hezimete uğrattı. Zafer haberi Medine'ye ulaşınca Hz. Peygamber: "Bütün atlıların (atlı askerlerin) en hayırlısı Ebû Katâde'dir" buyurdu. (Müslim, Cihad, 132) Bunun için, "Fâris-i Resûlillah=Resûlullah'ın süvarisi" diye tanınmıştır.
Ebû Katâde, hicretin 8. yılında 15 kişilik bir keşif kuvvetinin başında Hadre tarafına gönderildi. Bu bölgede Gatafan kabilesi bulunuyordu. Bunlar zaman zaman müslümanlar üzerine baskınlar düzenliyorlardı. Ebû Katâde komutasındaki kuvvet bu kabileyi kuşatma altına aldı ve onları zor duruma düşürdü. Gatafanlılar mallarını mülklerini de terkederek kaçmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Katâde onların bıraktıkları malları ganimet olarak alıp geri döndü. Hz. Ebû Katâde Huneyn Savaşı'nda da çok büyük yararlılık göstermiştir.
Ebû Katâde, Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonra Medine'de yaşamış, bir ara Halife Hz. Ali tarafından Mekke emirliğine namzet gösterilmişse de bu gerçekleşmemiştir. Haricîler ile olan savaşta Hz. Ali'nin yanında yer almış ve Nahrevan Savaşı'nda Hz. Ali'nin piyade kuvvetlerine komutanlık yapmıştır.
Ebû Katâde kahramanlığının yanında ilmi ile de ashâb arasında temâyüz eden birisiydi. Onun çok geniş Kur'ân ve hadîs bilgisi vardı. Bu güzide insan da diğer birçok sahâbî gibi hadîs rivayetinde ihtiyatla hareket etmiştir. Çünkü o, Hz. Peygamber'in: "Bana söylemediğim bir sözü isnad eden kişi kendisine Cehennem'de bir yer hazırlamış olur." (İbn Hanbel, Müsned, 5/279) buyurduğunu bizzat duyup nakletmiştir. Ebû Katâde, hadîs rivayeti konusunda başta oğlu olmak üzere birçok kişiyi ihtiyatlı hareket etmeleri konusunda uyarmıştır.
Ebû Katâde'den, Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdullah, Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf, Saîd b. Müseyyeb başta olmak üzere çok sayıda sahâbî ve tâbiîn hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Ebû Katâde, cesur olduğu kadar da halim selim, İslâm kardeşliğine ve yardımlaşmaya önem veren bir kişiydi. O'nun bu yönlerini gösteren çok sayıda olay mevcuttur. Biz, bunlardan sadece şunu zikretmekle yetineceğiz:
Bilindiği üzere Hz. Peygamber, ilk zamanlarda borçlu olarak ölen kişilerin cenaze namazlarını kılmazlardı. Yine bir defasında müslümanlardan birisi ölmüştü. Resûlullah (s.a.), onun borçlu olarak öldüğünü öğrenince cenaze namazını kıldırmak istemedi. Bu esnada orada bulunan Ebû Katâde: "Ey Allah'ın Resûlü, ben onun borcunu ödemeyi tekeffül ediyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber hemen kalktı ve onun cenaze namazını kıldırdı. (İbn Hanbel, Müsned, 5/297)
Ebû Katâde'nin vefat tarihi ihtilâflıdır. Onun hicretin 50-60. (M. 670-680) tarihleri arasında öldüğü kaynaklarda zikredilmiştir.
Ebû Katâde'nin rivayet ettiği hadislere örnekler:
Ebû Katâde'den: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kişinin kendisinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı şu üç şeydir: Kendisine dua eden sâlih çocuk. Sevabı kendisine ulaşan sadaka. Ölümünden sonra kendisi ile amel edilen ilim."
Ebû Katâde'nin naklettiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim zaruretsiz (peş peşe) üç cumayı terkederse Allah o kişinin kalbini mühürler."
EBÛ KAYS (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin ismi konusunda ihtilâf vardır. Bazı rivayetlerde O'nun adının, Mâlik b. Hâris olduğu belirtilmişse de, Sırma b. Ebû Enes b. Mâlik b. Adiy b. Âmir şeklindeki rivayet daha sağlamdır.
Ebû Kays, İslâm'dan önce kavmi içinde son derece saygınlığı olan birisiydi. O, müslüman olmadan önce putperestliği reddederek tek tanrı inancını benimseyen ender kişilerden birisiydi. Yine O, İslâm'a girmeden evvel temizliğe çok önem verir ve boy abdestini alırdı. Kısaca ifade etmek gerekirse O, müslüman olmadan önce hanîf yani Hz. İbrahim'in getirdiklerine inanıyordu. Kendisi bunu: "İbrahim'in Rabbine ibâdet ediyorum" diyerek sık sık açıklamaktan çekinmezdi.
İşte hayatını bu şekilde Medine'de geçiren Ebû Kays, Resûlullah'ın (s.a.) hicret ettiği sıralarda derhal İslâm'ı kabul etmiştir. Ebû Kays şâir ruhlu birisiydi. O'nun birçok şiiri vardır. Bunlardan birisini O, Resûlullah'ın (s.a.) Medine'ye gelişinde söylemiştir. Ebû Kays, bu şiirinde Resûlullah'ın (s.a) Medine'ye teşrifleri anında duyduğu hisleri dile getirmiştir.
Hz. Ebû Kays, ahlâken mazbut birisiydi. O, yazdığı birçok şiirde de devamlı güzel şeyleri işlemişti. Bu güzide sahâbî, bir şiirde herkesi sabah akşam Allah'ı anmaya davet etmekte, Allah'ın gizli ve açık herşeyi bildiğini ve gördüğünü belirttikten sonra herkesin yakınlarını görüp gözetmeye önem vermesini, yetimlerin hakkını yemekten çekinmelerini tavsiye etmektedir. Bu şiirin devamında da bütün müslümanları iyilik ve takva üzerinde toplanmaya, zinayı terketmeye ve helâl şeylerin peşine düşmeye çağırmaktadır.
Hz. Ebû Kays, İslâm'a girdiğinde çok yaşlanmıştı. O, devamlı namaz kılar ve günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. Aynı zamanda yaptığı ibadetleri en mükemmel bir şekilde yerine getirmeye çalışırdı.
Ebû Kays'ın, 120 yaşında vefat ettiği bilinmekte ise de hangi yılda öldüğü hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
EBÛ KEBŞE (r.a.)
Ebû Kebşe isminde üç sahâbî vardır. Bizim burada hakkında bilgi vereceğimiz Ebû Kebşe, Resûlullah'ın (s.a.), âzadlısı olan sahâbîdir.
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin adı konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazı rivayetlerde O'nun adı Süleym, bazısında Evs, diğer bir kısmında ise Seleme şeklindedir. Ebû Kebşe'nin asıl memeleketinin İran ve Yemen olduğu şeklinde rivayetler varsa da Mekkeli olduğu hakkındaki rivayet daha kuvvetlidir.
Hz. Ebû Kebşe'nin, İslâm'a girdiği tarih hakkında kaynaklarda kesin bilgi olmamakla birlikte O'nun ilk zamanlarda Hz. Peygamber'in davetine kulak vermiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Ebû Kebşe, müslüman olmadan önce Mekkeli müşriklerden birinin kölesiydi. İslâm'a girince efendileri O'na işkence yapmaya başladılar. Bu durumu öğrenen Hz. Peygamber (s.a.), O'nu satın alarak âzad etti. Bu tarihten itibaren Ebû Kebşe sürekli Hz. Peygamber'in yanında kalarak O'na hizmet etti.
Ebû Kebşe, İslâm'ın ilk dönemlerinde diğer birçok müslüman gibi müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine maruz kaldı. Hele fakir ve kimsesiz oluşu O'na yapılan hakaret ve işkencenin artırılmasına sebep olmuştur. Bu yüzden Medine'ye hicret izni, herkesten çok bu güzide sahâbîyi sevindirdi. Hicret izni çıkar çıkmaz derhal Medine'ye göç etti.
Ebû Kebşe, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Resûlullah'ın (s.a.) katıldığı bütün savaşlarda bulunmuştur. Hz. Ebû Kebşe, Hz. Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan savaşa da katıldı. Hz. Ebû Bekir vefat ettiğinde Ebû Kebşe de hasta yatıyordu.
Hicretin 14. yılında Hz. Ömer'in hilâfet makamına seçildiği gün, Hz. Ebû Kebşe vefat etmiştir.
EBÛ LÜBÂBE (r.a.)
Devamlı künyesi ile çağrıldığı ve ismiyle anılmadığından bu sahâbînin adı konusunda ihtilâf vardır. Bu yüzden hemen hemen bütün kaynaklarda künyesine nisbet edilerek Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir el-Ensârî diye zikredilmiştir. Ebû Lübâbe'nin adı, bazı rivayetlerde Beşir, bazılarında ise Urve olarak ifade edilmiştir. İbn İshâk ise bu güzide sahâbînin adının Rifâa olduğunu kaydetmiştir. Bu son rivayet, diğerlerine göre âlimler arasında daha çok rağbet görmüştür.
Ensâr'dan olan Ebû Lübâbe, İkinci Akabe Bîatında bulunan müslümanlar arasında yer almıştır. Hz. Peygamber'in, İkinci Akabe'de Ensâr'ın içinden seçtiği 12 nakîbden (Medineli müslümanların işlerini yürütmekle görevlendirilenler) birisi Ebû Lübâbe idi.
Hz. Ebû Lübâbe, Hz. Peygamber'in katıldığı savaşların çoğuna katılmıştır. Ebû Lübâbe, hicretin 5. yılında yapılan Hendek Savaşı'na, arkasından da Benî Kureyza Gazvesi'ne katılmıştır.
Bu güzide insan, Benî Kureyza Gazvesi'nde çok önemli bir imtihandan geçmiştir. Ebû Lübâbe, Evs kabilesine mensuptu. Bu kabile, Benî Kureyza ile birbirine saldırmamak için daha önce sözleşme yapmıştı. Müslümanların bir yahudi kabilesi olan Benî Kureyza ile yaptığı savaşta bu kabileye mensup olan kişiler Hz. Peygamber'e başvurarak Ebû Lübâbe ile görüşmek istediklerini söylediler. Onların bu görüşme ile güttükleri amaç, Ebû Lübâbe'yi ikna ederek mensubu olduğu Evs kabilesini savaşta saf dışı bırakmaktı. Hz. Peygamber onların bu arzularını kabul ederek Ebû Lübâbe'yi kendilerine gönderdi.
Hz. Ebû Lübâbe, Kureyzaoğulları'nın kalelerine girince bütün yahudi kadınları ve çocukları onun etrafına toplanarak ağlamaya başladılar. Yahudi erkekleri ise: "Bizi niçin bu duruma sokuyorsunuz, aramızdaki muhâlefe (saldırmazlık anlaşması) nerede?" diyerek feryat ettiler. Kureyzaoğulları'nın bu halleri Ebû Lübâbe'yi çok etkiledi. Yahudiler daha sonra: "Biz Hz. Peygamber'in hükmünü kabul ederiz" dediler. Ebû Lübâbe onların bu sözleri üzerine farkında olmayarak elini boğazına götürdü. Bu hareket, bir çeşit, Hz. Peygamber'in onların hepsini keseceğini ifade eden bir işaret idi. Aslında Resûlullah (s.a.) Ebû Lübâbe'yi Benî Kureyza'ya gönderirken onlara hangi muameleyi yapacağı konusunda herhangi birşey söylememişti. Ancak Ebû Lübâbe'nin bu şekilde hareket etmesi de doğru değildi.
Ebû Lübâbe, yaptığı işin doğru olmadığını hemen anladı ve anında: "Resûlullah (s.a.)'a karşı hata ettiğim bir yerde kalamam" diyerek Benî Kureyza'dan ayrıldı. Buradan doğru Mescid-i Nebevî'ye gitti ve: "Allah beni affetmedikçe buradan ayrılmam" diye and içti. Hz. Peygamber'in, bir süre sonra Allah'ın kendisini affettiğini haber vermesi üzerine Ebû Lübâbe Mescid-i Nebevî'yi terketti.
Bir rivayete göre şu âyetler bu olay hakkında nâzil olmuştur:
"Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir olarak alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş, temiz şeylerle rızıklandırmıştır. Ey insanlar! Allah'a ve Peygamber'e karşı hâinlik etmeyin, size güvenilen şeylere bile bile hiyanet etmiş olursunuz. Mallarınızın ve çocuklarınızın, aslında bir sınama olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin. Ey insanlar! Allah'tan sakınırsanız, O, size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük, bol nimet sahibidir." (Enfâl, 8/26-29)
Mekke'nin fethine de katılan Ebû Lübâbe, Resûlullah (s.a.)'ın vefatından sonra, Evs kabilesini temsilen sürekli olarak halifelerin istişâre heyetinde bulundu.
Hz. Ebû Lübâbe, Resûlullah (s.a.) ile uzun süre birlikte kalmasına rağmen birçok sahâbî gibi o da çok hadîs rivayet eden sahâbîler içinde yer almadı. O'nun rivayet ettiği hadîs sayısı çok azdır. Kendisinden iki oğlu Sâib ve Abdurrahman ile Abdullah b. Ömer, Sâlim b. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Kâ'b b. Mâlik, Abdurrahman b. Yezid b. Câbir, Ubeydullah b. Ebû Yezid başta olmak üzere birçok sahâbî ve tâbiîn hadîs rivayet etmiştir.
Ebû Lübâbe, temiz ahlâklı ve iyi kalpli birisiydi. O, İslâm'ın prensiplerini öğrenme ve onları hayatına uygulamaya çok özen gösterirdi. O, yukarıda arzettiğimiz hatayı işlediğinde, Allah kendisini affederse malının tamamını Allah yoluna vakfedeceğine söz vermişti. Affedildikten sonra bu vaadini yerine getirmek için Resûlullah (s.a.)'a mürâcaat ettiğinde Allah Resûlü O'na malının üçte birini Allah yolunda vakfetmesini söylemiştir. (İbn Hanbel, Müsned, 4/452-453)
Hz. Ebû Lübâbe'nin vefat tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, kaynaklar O'nun, Hz. Ali devrinde vefat ettiğinde birleşmişlerdir.
EBÛ MÂLİK el-EŞ'ARÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin ismi konusunda ihtilâf vardır. O'nun isminin, Hâris b. Hâris, Ubeydullah, Amr, Kâ'b b. Âsım, Kâ'b b. Kâ'b, Âmir b. Hâris b. Hânî b. Külsüm olduğu şeklinde rivayetler vardır.
Ebû Mâlik'in İslâm'a girdiği tarih, katıldığı savaşlar ve hayatının diğer safhaları hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak O'nun bazı seferlere katıldığı muhakkaktır. Ebû Mâlik'in kendisi anlatıyor:
Resûlullah (s.a.), bizi bir seriyye ile gönderdi. Sa'd b. Ebî Vakkâs'ı başımıza kumandan tayin etti. Yola çıktık. Bir süre gittikten sonra, bir yerde konakladık. Bir adam kalktı ve atını eyerledi. Ben: "Nereye gidiyorsun?" dedim. Adam: "Hayvana yem bulmaya" dedi. "Kumandana sormadan birşey yapma" dedim. Beraberce birliğimizin kumandanı Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin yanına gittik ve meseleyi anlattık. Ebû Mûsa: "Galiba sen evine gitmek istiyorsun?" dedi. O adam: "Hayır!" diye cevap verdi. Ebû Mûsa: "Doğru söyle!" dedi. Adam: "Hayır eve gitmiyorum" dedi. Ebû Mûsa : "Sakın yanlış bir iş yapma" dedi. Adam gitti. Gece geç vakit birliğe döndü. Ebû Mûsa el-Eş'arî: "Evine gittin herhalde" dedi. O: "Hayır" dedi. Ebû Mûsa: "Doğru söyle" deyince adam: "Evet evime gittim" dedi. Ebû Mûsa: "Sen evine gitmekle azaba müstahak oldun. Hiç olmazsa birşeyler yap da günahını affettir" dedi.
Ebû Mâlik, çok sayıda hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden Abdurrahman b. Ganem el-Eş'arî, Ebû Sâlih el-Eş'arî, Rebîa b. Amr, Şehr b. Havşeb başta olmak üzere çok sayıda hadîs almıştır.
Şehr b. Havşeb, Ebû Mâlik'in; Muâz b. Cebel, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Şurahbil b. Hasene ile aynı günde tâun hastalığına yakalandıklarını haber vermiştir.
Kaynaklar Ebû Mâlik'in, Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde vefat ettiğini kaydederler.
Ebû Mâlik'in rivayet ettiği hadîslere örnekler:
Ebû Mâlik el-Eş'arî'den Resûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Ümmetimin özellikle şu üç felâketle karşılaşacağından endişe ederim: (1) Zengin olup, birbirini kıskanmalarından. (2) Câhil kimselerin, Kur'ân-ı Kerim açılınca onu alarak yanlış te'viller yapmaya kalkışmasından. "Halbuki Kur'ân-ı Kerim'in te'vilini Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındadır, derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler." (Âl-i İmrân, 3/7). (3) Bir de âlimleri görürler, onlara değer vermezler; kendilerinden yararlanmazlar." (Taberânî)
Ebû Mâlik, Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Cuma, kendisinden sonra gelecek cuma arasında ve fazladan üç gün içerisinde işlenen günahlara keffâret olur. Çünkü Allah, kim bir iyi amel yaparsa ona o amelin on katı sevap verilir."
EBÛ MERSED el-GANEVÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı, Kennâz b. Husayn el-Bedrî el-Ganevî'dir. Uzun boylu ve gür saçlıydı.
Hz. Ebû Mersed, Mekke'de İslâm'ı ilk kabul edenler içinde yer almıştır. O da diğer ilk Mekkeli müslümanlar gibi, hicretten önce müşriklerin birçok baskı ve tehditlerine uğramıştır. Fakat inandıklarından hiçbir zaman vazgeçmeden hak bildiği yolda yürümüştür.
Ebû Mersed 622 yılında Hz. Peygamber'in emri doğrultusunda diğer müslümanlar ile birlikte Medine'ye hicret etmiştir. Bilindiği üzere Hz. Peygamber, hicretten sonra Muhâcirler ile Ensâr arasında kardeşlik müessesesi kurmuştu. Bu arada Hz. Peygamber, Ebû Mersed'i Ensâr'dan Ukbe b. Sâmit ile kardeş ilan etti.
Ebû Mersed, Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Hicretin 6. yılında (626) yapılan Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Hz. Peygamber, Mekke'nin fethi için hazırlık yapmaya başladı. Bunu çok gizli tutuyor ve Mekkeliler'in en ufak bir haber almamasına çok dikkat ediyordu.
Resûlullah (s.a.) ile bütün savaşlara katılan, Uhud'ta Hz. Peygamber'i yaralayan kâfirin başını ve atını getiren Hatib b. Ebû Beltea adındaki sahâbînin, hanımı ve çocukları bu esnada Mekke'de bulunuyordu. Kendisi neseb itibariyle Kureyşli olmadığı için, yakınlarının herhangi bir tehlike karşısında garantisi yoktu. Hatib, hanımı ve çocuklarına Mekkeliler eziyet etmesinler diye, bir kadın aracılığıyla, Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethi hususundaki hazırlıklarını mektupla müşriklere bildirmek istedi. Kadın, Hatib'den aldığı mektupla yola çıkınca Hz. Peygamber bundan haberdar oldu ve derhal kadını yakalamak üzere Hz. Ali'nin başkanlığında altı kişilik bir müfreze gönderdi. İşte konumuzu teşkil eden Ebû Mersed, bu müfrezede yer alan kişilerden birisiydi. (Bk. Hatib b. Ebû Beltea)
Ebû Mersed, o dönemde bir hayli yaşlı olmasına rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında Suriye'nin fethine katılmıştır.
Ebû Mersed, çok az sayıda hadîs rivayet etmiştir. Bu güzide sahâbî hicretin 12. yılında (634) Suriye'de vefat etmiştir.
Rivayet ettiği hadîslerden biri: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kabirlerin üzerine oturmayın; onlara doğru namaz da kılmayın." (Müslim, Cenâiz, 97)
EBÛ MÛSA el-EŞ'ARÎ (r.a.)
Kur'ân-ı Kerim'i güzel okuması ve fıkhî bilgisiyle ilim alanında, Basra ve Kûfe valiliği ile Hakem olayına Hz. Ali adına katılmasıyla da siyasî alanda meşhur olan Ebû Mûsa el-Eş'arî, aslen Yemenlidir ve Eş'ar kabilesine mensuptur. Asıl adı, Abdullah b. Kays'tır. Ebû Mûsa el-Eş'arî diye meşhur olmuştur. Babası Kays b. Süleym'dir. Annesi ise Tayyibe bint Vehb'dir. O da müslüman olmuş ve Medine'de vefat etmiştir.
Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin müslüman oluşu ve Hz. Peygamber'e gelişi ile ilgili olarak verilen bilgiye göre, kendisi Yemen'de iken müslüman olmuştur. Bir grup insanla birlikte bir gemiye binerek Yemen'den ayrılmış, fakat gemi, fırtına dolayısıyla Kızıldeniz'de Habeşistan tarafına yanaşmıştır. Burada Câfer b. Ebû Tâlib'le karşılaşan Ebû Mûsa, Hz. Peygamber'e ancak Hayber dönüşünde kavuşabilmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber: "Sizin için iki hicret oldu. Biri Habeşistan'a biri de bana" demişti. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/106)
Ebû Mûsa el-Eş'arî Hz. Peygamber'in huzurunda Kur'ân okuyan sayılı kişilerdendi. Basra'da iken halka Kur'ân öğretir, onların dinî problemlerini çözerdi. Hz. Peygamber O'nun hakkında: "Allah'ım; Abdullah b. Kays'ın günahını affet. O'nu Kıyamet günü en güzel yere (makama) girdir" diye dua etmişti. (Müslim, H.N. 2498)
Resûlullah, (s.a.) Tebük Savaşı'ndan sonra, O'nu, Muâz b. Cebel ile birlikte Yemen'e göndermiş ve onlara: "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz, ürkütmeyiniz ve anlaşınız" emrini vermişti. (Buhârî, Cihad, 164) Her ikisi de Yemen'de bulundukları süre içinde İslâm'ı yaymaya çalışmışlardı. Veda haccında da bulunan Ebû Mûsa, Hz. Ömer döneminde bir ara Hadramut'a gitmiş, fakat daha sonra cihad arzusu ile Irak cephesine savaşmak için gelmişti. O sırada ordu komutanı olan Sa'd b. Ebî Vakkâs, O'nu Nusaybin'in fethiyle görevlendirmişti. O da bu işi başarmış ve Nusaybin'i fethetmişti (15/636).
Aynı yıl Hz. Ömer, O'nu Basra valiliği görevine getirdi. Görevi sırasında 9 millik bir kanal açtırarak Basra'ya su getirtti. Nihavend Savaşı'ndan sonra da Kûfe valiliği görevine atadı. Bu görevde azledilinceye kadar (29/649) kaldı. 34/654 yılında tekrar Kûfe valiliğine getirilen Ebû Mûsa el-Eş'arî, bu dönem valiliği sırasında fitne ve fesat tohumları ekenlerle savaştı, ortaya çıkan fitneyi bastırmaya çalıştı. Ancak Hz. Osman'ın şehadeti ile işler birden değişiverdi. Fitne ortalığı alabildiğine kasıp kavurmaya başladı. Ebû Mûsa, bu fitneye karşı Hz. Peygamber'in: "Öyle bir fitne kopacak ki, onun kopması sırasında, oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden hayırlıdır" hadîsini her yerde söyleyerek karşı durmaya gayret etti ve fitne konusunda halkı uyarmak istedi. Savaş taraftarı değildi. Halkın olaylara katılmasına karşıydı. Halktan, taraf tutmamasını istiyordu.
Bu sırada Hz. Ali adına savaşa katılmaları için Kûfe'ye elçi olarak gelen Hz. Hasan ile Ammâr b. Yâsir, O'nu bu tür konuşmalar yaparken görünce, O'na çok kızmışlar, hatta Ammâr: "Sen niçin halkı bizden uzaklaştırmaya çalışıyorsun? Galiba Resûlullah bu hadîsi, yalnız Ebû Mûsa'ya söylemiş olacak. Çünkü O'nun böyle anlarda oturması, kalkmasından hayırlıdır" demişti. Halk bunun üzerine Ammâr'a karşı çıkmış, fakat O: "Ey insanlar, fitne çok kötü bir şeydir, fitne karnı aç, harîs ve obur bir canavardır. Ben size emrediyorum, kılıçlarınızı kınlarına sokun. Mızraklarınızı bir kenara bırakın. Yaylarınızın kirişlerini kırın ve evlerinize çekilin" demişti.
Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin siyasî açıdan en önemli görevi, hiç şüphesiz Hakem olayında Hz. Ali'yi temsil etmiş olmasıdır. Bilindiği gibi Hakem olayı, Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden Sıffîn Savaşı'nda meydana gelmiştir. Muâviye savaşı kaybedeceği bir sırada Amr b. Âs'ın mızrakların ucuna Kur'ân sayfalarını taktırması, ve bununla savaşı, güçlü olduğuna inandığı masa başına kaydırmak istemesi, savaşın kaderini değiştirmiş; kazanmak üzere olan Hz. Ali'nin ordusu savaşı bırakıvermişti. Hz. Ali bunun üzerine hile olduğunu söylemiş ise de, sözünü dinletememiş, özellikle adına Haricîler dediğimiz bir grup kendisine karşı çıkmıştı. Sonunda Muâviye'nin isteği olmuş, halifelik konusu hakeme havale edilmişti.
Muâviye, Amr b. Âs'ı kendi hakemi seçerken, Hz. Ali'nin kendi tarafını tutmadığı gerekçesiyle karşı çıkmasına rağmen, ordunun isteği ile Ebû Mûsa el-Eş'arî, Hz. Ali'nin hakemi olmuştu. Seçimin âdil olmayan bir yanı vardı, o da Amr b. Âs, açıkça Muâviye tarafını tutan bir kişi iken, Ebû Mûsa, ne Hz. Ali ne de Muâviye taraftarı idi. Tarafsızdı. O'nun hakem heyetine seçilmesi, barış yanlılarının ve daha fazla kan dökülmesini istemiyenlerin bir zaferi olmuştu.
İki taraf arasında uzun görüşmeler ve tartışmalar oldu, hakem heyeti bir şahıs üzerinde anlaşamadı. Neticede hem Hz. Ali'nin hem de Muâviye'nin görevden alınmasına, halife olarak da fitneyi önleyecek nitelikte bir başka kişinin seçilmesine karar verildi.
İki taraf kararlaştığı üzere H. 37 yılı Ramazan'ında (Şubat 657) Ezruh şehrinde bir araya geldi ve hakem heyetinin verdiği kararı beklemeye başladı. İşte burada tarihe adı Arap dâhisi olarak geçen Amr b. Âs'ın kurnazlığı devreye girdi ve kurduğu planı işletmeye başladı. Önce Amr söze başlayarak, kendisinin yaşça küçük olduğunu, söz hakkını kendisinden büyük olan Ebû Mûsa'ya verdiğini söyledi. Ebû Mûsa el-Eş'arî de, verilen karar uyarınca kendi görüşünü açıklayarak, hem Hz. Ali'yi hem de Muâviye'yi azlettiğini söyledi. Peşinden Amr, söz alarak: Ben de hem Hz. Ali'yi hem de Muâviye'yi azlediyorum ve Muâviye'yi halife tayin ediyorum, dedi. Böylece Amr b. Âs'ın kurnazlığı ve hilesi ile Muâviye halife oldu. Cephede savaşı kaybedenler, masa başında savaşın galibi sayıldı. Hz. Ali halife olarak devam etseydi ne olurdu? Bunu ancak Allah bilir. Ancak zahirde Muâviye'nin halife olması, fitneyi yatıştırmış gibi görünse de, gerçekte böyle olmamıştır. Bilâkis yeni fitnelerin başlangıcı olmuştur.
İslâm tarihinde sertliği, kan dökücülüğü ve bağnazlığı ile ünlü Hariciliğin ortaya çıkışı ve Şiiliğin ilk nüvesi, bu olay sebebiyledir.
Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin bütün arzusu, fitneyi, anarşiyi ve kardeş kavgasını önlemekti. Bunda da samimi idi. Belli kişilerin başa geçmesi veya geçmemesi, O'nun için önemli değildi. Önemli olan, ümmetin birlik ve beraberliği idi, fitne ve anarşinin olmamasıydı. Hakem heyetine de bu amaç için katılmıştı. Her sözünde ve her davranışında samimi idi. Ancak hakem olayında, samimiyet, kurnazlığa mağlup oldu.
Ebû Mûsa el-Eş'arî, bu olaydan sonra çok yıpratıldı. Pek azı hariç, Hz. Ali taraftarlarınca horlandı. Bunun üzerine Mekke'ye gitti ve orada inzivâya çekildi. Ölünceye kadar da inzivada kaldı. Bu nedenle ölüm tarihi kesin değildir. Kaynaklar ölüm tarihi olarak hicrî 42, 44 veya 52 senelerini göstermektedir. Genellikle tarihçiler, 44/664 de öldüğünü kabul ederler.
Ölümünden önce şu vasiyeti yapmıştır:
"Cenazemi götürürken, çabuk götürünüz. Peşimden kimse gelmesin. Mezarımda, vücudum ile toprak arasında birşey bulundurmayın. Kabrimin üstüne bina yapmayın. Kadınlar da benim için feryat edip ağlamasınlar."
Orta boylu bir kişi olan Ebû Mûsa el-Eş'arî, fakir bir ailenin çocuğu idi. Daha sonra valilik görevlerinde bulunmuş olmasına rağmen daima, mütevazi bir hayat yaşamıştır, lüks ve israfa dalmamıştır.
Hakkında söylenenler:
A'meş anlatıyor: Hz. Ali bize uğramıştı. O'na Ebû Mûsa el-Eş'arî'yi sorduk. O da: "İlim boyası ile boyanmış bir zattı" dedi.
Ebû İshâk: "Kûfe'de, Ali'den ve Ebû Mûsa'dan daha âlim bir kimse görmedim" demişti.
Mesrûk ve Şa'bî'ye göre, sahâbe içinde fetva verme yönünden temâyüz eden altı hâkimden biri de Ebû Mûsa el-Eş'arî'dir. (Zehebî, Alâmu'n-Nübelâ, 2/389)
Enes b. Mâlik anlatıyor: "Ebû Mûsâ beni, Hz. Ömer'e göndermişti. Hz. Ömer bana: Ebû Mûsa el-Eş'arî'den ayrıldığında o ne yapıyordu? diye sordu. Ben de: O'ndan ayrıldığımda insanlara Kur'ân öğretiyordu, dedim. Hz. Ömer: O çok akıllı bir kişidir. Öyle okuyuşu da kimseden dinleyemezsin, dedi."
Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin sesi çok güzeldi. Kur'ân'ı o güzel sesiyle tane tane okur, herkesi adeta büyülerdi. Hz. Peygamber O'nun Kur'ân okuyuşunu beğenir, hatta: "Abdullah b. Kays'a Dâvud'un mizmarından bir mizmar verilmiş" derdi. (İbn Sa'd, Tabakât, 4/107) Bu nedenle herkes O'nu dinlemek isterdi.
Kendisinden rivayet edilen hadîslerin sayısı 360'ı bulmaktadır. Bunlardan 50 kadarını Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadîslerden birkaçı şöyledir:
"Ya Resûlallah, müslümanlardan hangisi efdaldir? diye sordular, Hz. Peygamber de: "Müslümanlar, dilinden ve elinden emniyette kalanlardır" diye cevap verdi." (Tecrid Tercemesi, 1/29)
"Mü'minle mü'min (yekdiğerine karşı) birbirini sımsıkı tutan duvarın parçası gibidir." (Tecrid Tercemesi, 2/425)
"Salât-ı berdeyni (sabah ve ikindi namazlarını) her kim kılarsa, Cennet'e girer." (Tecrid Tercemesi, 2/521)
Ebû Mûsa el-Eş'arî, bir defasında Hz. Ömer'i ziyarete gitmişti. Üç kere kapıyı çaldı, fakat kapıyı açan olmadı. O da geri döndü. Hz. Ömer daha sonra: Niye böyle yaptın? deyince, O da: Resûl-i Ekrem, "Bir insan üç kere müsaade istediği halde, kendisine izin verilmezse, geri dönsün" buyurdu, dedi. Hz. Ömer o hadîsi duymamıştı. Bunun için O'ndan şahit istedi. O da bir topluluğa vardı ve durumu anlattı. O toplulukta bulunan Ebû Saîd el-Hudrî ve diğerleri, Ebû Mûsa'ya şahitlik ettiler.
"Resûlullah (s.a.) ile birlikte bir gazâya çıkmıştık. Altı kişi idik. Bir takipte bulunuyorduk. O sırada ayakkabılarımız parçalandı. Benim de ayaklarım delindi. Bez parçaları bulup ayaklarımıza sardık. Onun için bu gazâya, Zâtürrikâ Gazâsı denildi." (Tecrid Tercemesi, 9/336)
Ebû Mûsa el-Eş'arî, ordusu ile birlikte Dicle kenarında iken öğle ezanı okundu. O da imam olarak öğle namazını kıldırdı. Sonra halka haline gelen orduya vaaz etmeye başladı. Bu arada ikindi ezanı okundu. Askerler abdest almaya kalktılar. Bunun üzerine Ebû Mûsa el-Eş'arî, müezzine, sadece abdesti bozulanlar abdest alsın, diye bağırmasını emretti. Bütün ashâb savaşa gittiğinden nerdeyse ilim yok olacak, ortalığı cehâlet kaplayacak, öyle ki bir kimse cehaleti sebebiyle annesini öldürmeye yeltenecektir, dedi. Bu sebeple ilim meclisinden ayrılmamaları için, abdest tazelemelerine izin vermedi.
Hz. Ömer, Ebû Mûsa el-Eş'arî'ye karşılaşınca: "Ey Mûsa, Resûlullah ile beraberken yaptığın amellerin, seni kurtarmasına sevinir misin? Diyelim ki, iyiliğin kötülüğünle denk. Ne lehine ne de aleyhine birşey var, ne dersin?" dedi. Ebû Mûsa: "Hayır mü'minlerin emîri, Basra'ya gittiğimde cehâletin ortalığı kapladığını gördüm. Onlara Kur'ân'ı ve sünneti öğrettim. Onlarla Allah yolunda savaştım. İşte bunun beni kurtaracağını umuyorum" dedi.
O, fitne ve fesad peşinde koşan kardeşini bir kenara çekerek: Senin bu halini görmemiş olsaydım söylemezdim: Dinle, ben Resûlullah'tan: "İki müslüman kılıçlarıyla karşılaşacak olursa da, biri diğerini öldürürse, ikisi de cehennemliktir" dediğini duydum, demiş ve kardeşini fitneden vazgeçirmeye çalışmıştı. O'nun hakkında Hz. Peygamber: "Allah'ım, Abdullah b. Kays'ı affet. Kıyamet günü, O'nu güzel bir makama girdir" diye dua etmişti. O, Resûlullah'ın (s.a.) duasına mazhar olmuş bir sahâbî idi.
EBÛ MÜVEYHİBE (r.a.)
Resûlullah (s.a.)'ın âzadlı kölelerindendi. Bu sahâbî, daha önce Müzeyne kabîlesinden birisinin kölesi idi.
Ebû Müveyhibe'nin ne zaman müslüman olduğu ve Hz. Peygamber'in himayesine girdiği hususunda kaynaklarda bilgi yoktur. Ancak O'nun, hicretin 5. yılında meydana gelen Müreysî olayına Hz. Peygamber ile katılarak Hz. Âişe'nin devesine baktığı gözönünde tutulacak olursa, O'nun bu tarihten önce İslâm'a girdiği söylenebilir. Bu sahâbî, Suffa'da kalır ve Resûlullah (s.a.)'a hizmet ederdi.
Ebû Müveyhibe'nin hadîs nakledip nakletmediği bilinmemektedir. Ancak yaşdaşı olan Abdullah b. Amr, kendisinden hadîs nakletmiştir. Abdullah b. Amr'ın, Ebû Müveyhibe'den rivayet ettiği bu hadîste Resûllah (s.a.), Medine'de bulunan Bakî' mezarlığında yatanlara istiğfar etmiştir. Anılan hadîsin meâli şöyledir:
Ebû Müveyhibe anlatıyor: Resûlullah (s.a), beni bir gece çağırdı. "Ey Ebû Müveyhibe, Bakî' mezarlığında yatanlar için mağfiret dileğinde (istiğfâr) bulunmakla emrolundum" dedi. Resûlullah (s.a.) ile birlikte çıktık. Bakî' mezarlığına vardığımızda orada gömülü bulunan ölüler arasında durdu ve uzun uzun onlara istiğfâr etti; ulaştıkları ilâhî nimetlerden dolayı onları tebrik etti. Sonra şöyle buyurdu: "Sizin için bulunduğunuz durum, hayatta olanların durumlarından daha iyidir. Karanlık gece parçaları gibi fitneler peşpeşe gelmeye başladı. Sonu başından daha beter olacaktır." Hz. Peygamber daha sonra: "Ey Ebû Müveyhibe, bana içinde devamlı kalacağım hazinenin anahtarları ve Cennet verildi. Ben Rabbime kavuşmayı tercih ettim" buyurdu. Buradan ayrıldıktan sonra Resûlullah (s.a.)'in ağrıları başladı, sonra da Allah O'nun ruhunu aldı.
EBÛ RÂFİ' (r.a.)
İbn Hacer, sahâbenin hayatı ile alâkalı el-İsâbe adlı eserinde altı tane Ebû Râfi' isimli sahâbî olduğunu kaydetmiştir. Bunlardan ikisi Hz. Peygamber'in âzadlı kölesidir.
Bazı kaynaklarda bu iki Ebû Râfi'nin hayatı birbirine karıştırılmıştır. Bunlardan birisi Ebû Râfi' el-Kıbtî, diğeri ise Ebû Râfi' gayrü'l-kıbtî diye bilinmektedir. Bizim burada hayatından bahsedeceğimiz sahâbî, Ebû Râfi' el-Kıbtî diye bilinen sahâbîdir.
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin ismi konusunda ihtilâf edilmiştir. Ona nisbet edilen isimlerden bazıları şöyledir: İbrahim, Eslem, Sinan, Yesâr, Sâlih, Yezid, Sâbit, Hürmüz. Çok miktarda hadîs rivayet ettiği için hadîs kitaplarında O, Mevlâ Resûlillah (=Resûlullah'ın âzadlısı) diye zikredilir.
Ebû Râfi', İslâm'a girmeden önce Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas'ın kölesi idi. Hz. Abbas, bu kölesini Hz. Peygamber'e hediye etmişti.
Ebû Râfi', Mekke döneminde İslâm'a girdi. Fakat o da birçok müslüman gibi ilk dönemlerde İslâm'a girdiğini çevresinden gizledi. O'nun müslüman olduğunu sadece Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl biliyordu. İbn Hacer, Ebû Râfi'in Bedir Savaşı'ndan önce İslâm'a girdiğini kaydeder. Biz öyle zannediyoruz ki, bu güzide insan çok önce İslâm'a girdiği halde ancak Bedir Savaşı'ndan az önce bu dine girdiğini açıklayabilmişti.
Kaynakların belirttiğine göre Ebû Râfi', hicretten sonra Mekke'den bir ara kaçarak Medine'ye gelmişti. Henüz O bu esnada Hz. Abbas'ın kölesi bulunuyordu. Resûlullah (s.a.), amcasına saygısından dolayı O'nu Mekke'ye geri gönderdi ve İslâm'a girdiğini gizli tutmasını, ileride uygun bir ortamda Medine'ye hicret etmesini bildirdi. Bu yüzden Ebû Râfi' tekrar Mekke'ye döndü.
Ebû Râfi' Mekke'ye geri geldikten sonra başından şöyle bir olay geçti: Bu sahâbî, bir ara Zemzem kuyusunun tamir işinde çalıştırılmak üzere Hz. Abbas tarafından görevlendirilmişti. Ebû Râfi', bu işte çalışırken birgün Ebû Leheb uğradı, bir süre sonra da Ebû Süfyân geldi. Bu iki müşrik aralarında Bedir Savaşı hakkında konuşmaya daldılar. Ebû Süfyân, müslümanların kendilerini nasıl hezimete uğrattığını anlatmaya başladı. Bu konuşma anında Ebû Süfyân: "Ben Bedir'de bir ara yerle gök arasında beyaz bir atlı gördüm ve çok korktum" dedi. Bu sözleri duyan Ebû Râfi' dayanamayarak: "Onlar mutlaka meleklerdir" dedi. Bu sözleri duyan Ebû Leheb, Ebû Râfi'e kızdı ve bir tokat attı. Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl kocasının kölesinin dövülmesine çok kızdı ve Ebû Leheb'in üzerine yürüdü. Çıkan kavgada Ebû Leheb ağır yaralandı.
Ebû Râfi', Bedir Savaşı'ndan bir süre sonra Medine'ye hicret etti ve Resûlullah'ın (s.a.) hizmetine girdi. Bu büyük sahâbî, Uhud ve Hendek başta olmak üzere Resûlullah'ın katıldığı bütün savaşlara katıldı.
Ebû Râfi'in, Hasan, Râfi, Ubeydullah, Mu'temir, Muğîre ve Selmâ adlarında altı çocuğu vardı.
Hz. Peygamber, amcası Abbas'ın İslâm'a girdiğini öğrenince sevincinden Ebû Râfi'i âzad etti.
Ebû Râfi' gerek kölelik hayatında, gerekse daha sonra Hz. Peygamber'in yanında çok önemli bir yere sahipti. Bu sahâbî Hz Peygamber'in vefatına kadar O'nun yanından hiç ayrılmamıştır. Bu yüzden olacak ki, Ebû Râfi' çok miktarda hadîs rivayet etmiştir.
Kendisinden, başta çocukları Râfi', Hasan, Ubeydullah ve Muğîre ile torunlarından bazıları olmak üzere çok sayıda kişi hadîs almışlardır. O'nun engin hadîs bilgisini bilen İbn Abbas, bir kâtib vasıtası ile Hz. Peygamber'in hususiyetlerine ait bilgiyi Ebû Râfi'in ağzından yazdırmıştır.
Ebû Râfi', gönlü çok zengin bir insandı. O, Allah yolunda harcamayı çok severdi. Bir defasında, elinde bulunan kırkbin dirhemin tamamını Allah yolunda harcamak istemişti. Hz. Peygamber'in: "Hepsini infâk etme. Bir kısmını ver, bir kısmını da çocuklarına harca" buyurması üzerine Ebû Râfi', elindeki paranın birazını kendisine bırakmıştı.
Hz. Ebû Râfi'in rivayet ettiği hadîslere örnek:
Resûlullah'ın (s.a.) âzadlısı Ebû Râfi' anlatıyor: Resûlullah (s.a.) birinden borç olarak genç bir deve aldı. Daha sonra Resûlullah'a zekât develeri gelince, bana o adamın devesini vermemi istedi. Ben: "Develer içerisinde onun devesinden daha güzel, altı yaşını bitirip yedi yaşına basmış deve var" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ona o deveyi ver. Şüphesiz insanların hayırlıları, borçlarını en güzel şekilde ödeyenlerdir" buyurdu. (Müslim, Muvatta, Tirmizî)
Ebû Râfi' Resûlullah'tan (s.a.) şu hadîsi nakletmiştir: "İki çenesi ile iki uyluğu arasındakini koruyan Cennet'e girer." (Taberânî)
EBÛ REYHÂNE (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı, Şem'un b. Zeyd el-Ezdî'dir. Bazı kaynaklarda O'nun adı Şemgûn olarak zikredilmiştir.
Ebû Reyhâne, Hz. Peygamber (s..a) zamanında Suffa'da kalmış, daha sonra ise Şam'a giderek bu şehre yerleşmiştir. Bazı kaynaklarda O'nun Mısır'a gittiği belirtilmiştir.
Hz. Ebû Reyhâne, az sayıda da olsa Resûlullah'tan (s.a.) hadîs nakletmiştir. O'nun rivayet ettiği hadîslerden birisinin meâli şöyledir: Ebû Reyhâne'nin kendisi anlatıyor: "Resûlullah'a (s.a.) geldim ve O'na Kur'ân-ı Kerim'i çok okuyunca bana ağırlık verdiğini anlattım. Bunun üzerine Hz. Peyamber: "Gücünün yettiği kadar yap, çokça secde et" buyurdu."
Hz. Ebû Reyhâne'nin hayatının diğer safhaları ve ölümü hakkında kaynaklarda hiçbir bilgi yoktur.
EBÛ RÜHM el-GIFÂRÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı, Külsüm b. Husayn b. Hâlid b. Muğîre b. Zeyd b. Ahmes b. Gıfâr'dır. Lâkabı Menhûr (göğsünden mızraklanmış)'dur.
Ebû Rühm, hicretten sonra İslâm'ı kabul etmiştir. İlk olarak Uhud Savaşı'na katıldı. Bu savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Bir ara göğsünden yaralanarak yere düştü. İşte Ebû Rühm aldığı bu yaradan dolayı yukarıda belirttiğimiz lâkabı aldı.
Hz. Ebû Rühm, Hudeybiye'de Hz. Peygamber'in yanında bulundu. Daha sonra hicretin 7. yılında yapılan Hayber seferine katıldı. O, bu savaşta kahramanca savaştı. Bu yüzden Hz. Peygamber, ganimetlerden hissesine düşenin dışında başka ihsanlarda da bulundu.
Resûlullah (s.a.) bu güzide sahâbîyi Umretü'l-Kazâ ve Mekke'nin fethinde kendi yerine Medine'de nâib (vekil) bıraktı. Bu, O'nun kahramanlığı yanında idârî dirayetini de gösterir.
Ebû Rühm, hicretin 8. yılında yapılan Tâif Kuşatması'na katılmıştır. Tâif'ten dönerken Ci'râne denilen yerde, bu sahâbînin süratle giden devesi Hz. Peygamber'in devesinin yanından geçerken O'nun kalçasına dokundu. Hz. Peygamber'in kalçası hafifçe sıyrıldı ve bacağı incindi. Bu olaya Hz. Ebû Rühm çok üzüldü ve Hz. Peygamber'in kendisini azarlayacağını düşünerek endişelendi. O gece Ci'râne'de kalındı. Sabahleyin Ebû Rühm ortalıkta görülmüyordu. Orada bulunan sahâbîler, Hz. Peygamber'e yarasının nasıl olduğunu sordular. Resûlullah (s.a.), önemli bir şey olmadığını belirtti. Daha sonra Hz. Peygamber, Ebû Rühm'ü yanına çağırdı ve kendisine iltifatlarda bulundu. Ayrıca kendisine iki tane de keçi hediye etti. Ebû Rühm, Hz. Peygamber'in bu davranışından çok memnun oldu ve şunları söyledi: "Resûlullah'ın (s.a.) rızası bana bütün dünya malından ve bütün dünya varlıklarından daha kıymetlidir."
Resûlullah (s.a.), hicretin 8. yılında yapılan Tebük Savaşı'na hazırlık anında, savaşa katılmaları için ashâbtan bazılarını kendi kabilelerine göndermişti. Ebû Rühm'ü de kendi kabilesi olan Gıfâr'a gönderdi. Ebû Rühm'ün gayreti ile Gıfâr kabilesi bu savaşa diğer kabile mensuplarından daha kalabalık olarak katıldı.
Tebük'ten dönerken Ebû Rühm'ün bindiği hayvan ile Hz. Peygamber'in atı yanyana yürüyordu. Resûlullah'ın (s.a.) atı bir ara tökezleyerek sakatlandı. Bu olayı gören Ebû Rühm, derhal kendi atını Hz. Peygamber'e verdi ve kendisi yaya olarak yürüdü.
Ebû Rühm'den sadece iki tane hadîs rivayet edilmiştir.
Kaynaklarda Ebû Rühm'ün, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki hayatı ve ölüm tarihleri hakkında hiçbir bilgi yoktur.
EBÛ RÜHM b. KAYS el-EŞ'ARÎ (r.a.)
Ebû Rühm'ün soyu şöyledir: Mecdî b. Kays b. Süleym el-Eş'arî.
Bu sahâbî, ashâbın ileri gelenlerinden meşhur Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin küçük kardeşidir. Ebû Rühm, Yemen'in Eş'ar kabilesine mensuptu. Ağabeyi Ebû Mûsa ve annesi, Hz. Peygamber'i görmeden İslâm'a girmişlerdir.
Ebû Rühm, kabilesinden müslüman olmuş bir kafile ile birlikte Yemen'den kalkarak deniz yolu ile Hicaz'a gelmek için yola çıktı. Ancak fırtına onları Habeşistan sahillerine çıkardı. Burada Câfer b. Ebû Tâlib ile karşılaştılar. Bir müddet kaldıktan sonra Câfer b. Ebû Tâlib ile birlikte Hayber'in fethi anında Medine'ye geldiler. Resûlullah’ı (s.a.) Medine'de bulamayınca Hayber'e gittiler. Bunlar Hayber'e vardıklarında savaş bitmişti. Bu güzide kişiler savaşa katılmadıkları halde Resûlullah (s.a.) onlara ganimetten pay verdi ve: "Siz Habeşistan'a ve oradan da Medine'ye olmak üzere iki kere hicret ettiniz" buyurdu.
Kaynaklarda Ebû Rühm el-Eş'arî'nin bundan sonraki hayatı ve vefat tarihi hakkında bir bilgi yoktur.
EBÛ SAÎD el-HUDRÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin soyu şöyledir: Sa'd b. Mâlik b. Sinan b. Ubeyd b. Sa'lebe b. Ebcer b. Avf b. Hâris b. Hazrec el-Ensârî.
Ebû Saîd'in annesinin adı Enîse'dir. İki hanımından birisinin adı Zeyneb bint Kâ'b b. Ucre, diğeri Ümmü Abd bint Abdullah'dır.
Ebû Saîd'in, Abdurrahman, Hamza ve Saîd adlarında çocukları vardı. Bunlardan Hamza ve Saîd, babalarından hadis nakletmişlerdir.
Resûlullah (s.a.), Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmeye başladığında Ebû Saîd'in babası Mâlik b. Sinan İslâm'ı ilk kabul edenler içinde yer aldı. Mâlik'in hanımı da hemen müslüman olmuştu. Bu sırada Ebû Saîd, küçük çocuktu. Böylece bu kıymetli sahâbî, müslüman bir anne ve babanın terbiyesinde yetişmiş oldu.
Ebû Saîd, hicret anında henüz çocuk denilecek bir yaştaydı. Hicretten hemen sonra Mescid-i Nebevî yapılırken O, çok küçük olmasına rağmen bu kutsal mabedin yapımında fiilen çalışmıştı. Bilindiği üzere hicretten sonra müşriklerle çok ağır şartlar altında Bedir Savaşı yapıldı. Ebû Saîd bu savaşa katılmayı çok arzu ettiği halde yaşının küçük olması sebebiyle O'na izin verilmedi. Ebû Saîd'in babası Mâlik bu savaşa katıldı ve çok büyük kahramanlıklar gösterdi.
Ebû Saîd, Uhud Savaşı'nda henüz 13 yaşında idi. O, bu savaşa katılmak için Resûlullah'a (s.a.) müracaat etti. Resûlullah, yaşının küçüklüğü sebebiyle savaşa katılmasına izin vermek istemediğini söyledi. Fakat Ebû Saîd ısrar edince Resûlullah (s.a.) O'nun, Uhud'a katılmasına ses çıkarmadı. Bu savaşa babası Mâlik de katılmıştı. Baba ve oğul Uhud'da çok büyük kahramanlıklar gösterdiler. Ebû Saîd'in babası Mâlik, Uhud'da şehid düştü.
Hz. Ebû Saîd, Uhud'dan sonra vuku bulan bütün savaşlara Hz. Peygamber ile birlikte katılmıştır. O'nun Resûlullah ile birlikte toplam 12 savaşa katıldığı rivayet edilmiştir.
Malum olduğu üzere Uhud'dan sonra en önemli savaş hicretin 5. senesinde vuku bulan Hendek Savaşı olmuştur. Bu savaşta müslümanlar Medine'de hendek kazarak müdafaa savaşı yapmışlardı. Gerçekten Hendek Savaşı çok ağır şartlar altında yapıldı ve müslümanlar çok zorlandı. Bir ara savaş son derece kritik bir noktaya gelmiş ve müslümanların güçleri bir hayli zayıflamıştı. Bu anı Hz. Ebû Saîd'den dinleyelim: "Biz, Hendek savaşında Resûlullah'a (s.a.): Artık takatımız kalmadı, bu zor durumda yapacağımız bir dua var mı? dedik. Hz. Peygamber, evet dedi ve: Allah'ım, ayıplarımızı ört ve bizi korktuklarımızdan kurtar, diye dua etti. Bunun üzerine Allah, hemen düşman tarafında fırtına çıkardı."
Babası Mâlik, Uhud Savaşı'nda şehid edilince ailesinin yükü tamamen Ebû Saîd'in üzerine kaldı. Bu genç sahâbî çok büyük sıkıntı çekti. O, çok edepli ve utangaç birisiydi. İçinde bulunduğu maddî sıkıntıyı kimseye anlatamadı. Öyle ki, bir ara aç kaldı ve bu yüzden karnına taş bağladı. Hatta o kadar durumu kötüleşti ki, halini anlatmak için Resûlullah'a (s.a.) gitmek zorunda kaldı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor:
"Açlık sebebiyle karnıma taş bağladığım bir sabah karım bana: Resûlullah'a (s.a.) git de bir şeyler iste. Filan gidip istemiş, O da vermiş, sana da verir, dedi. Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna geldim. O, etrafındakilere şöyle diyordu: "Kim iffetli kalırsa Allah da onu korur. Kimin gözü tok olursa Allah onu zengin kılar. Bizden bir şey isteyene veririz (yardım ederiz.) Bizden bir şey istemeyen bizim yanımızda isteyenden daha iyidir." Bunun üzerine hiçbir şey istemeden geri döndüm. Sonraları Allah bize çokça rızık verdi. Öyle ki, Ensâr arasında bizden daha fazla malı olan birisini tanımıyorum." (Hayâtü's-Sahâbe)
Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Ebû Saîd, hayatının çok büyük bir kısmını Medine'de geçirdi ve kendini ilme verdi. O, Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkan ve İslâm âlemini sarsan nâhoş olaylara hiç katılmadı. Bu konularda diğer büyük sahâbîler gibi tarafsız kalmayı tercih etti. Bu kahraman sahâbî sadece Hz. Ali devrinde Haricîlere karşı yapılan Nahrevan Savaşı'na katıldı. Bu savaş hicretin 36. yılında vuku bulmuştu. Ebû Saîd, bu tarihten hicrî 60. yılda meydana gelen meşhur Kerbelâ olayına kadar Medine'de sakin bir hayat yaşadı.
Hz. Ebû Saîd el-Hudrî, Kur'ân-ı Kerim'in ahkâmını ve Allah Resûlünün sünnetini çok iyi bilen sahâbîlerden birisiydi. Bu yüzden O, hadîs rivayeti dışında halkın sordukları sorulara cevaplar verdi. Ziyâd b. Minâ, Ebû Saîd'in; Abdullah b. Abbas, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdullah, Râfi b. Hadîc, Seleme b. Ekva', Ebû Vâkıd el-Leysî ve Abdullah b. Mâlik İbn Buhayne ile birlikte Hz. Osman'ın şehâdetinden ömrünün sonuna kadar Medine'de fetva verdiğini ve hadîs naklettiğini haber vermektedir. Fetva isteyenler bu dönemde özellikle yukarıdaki isimlerden Abdullah b. Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Hüreyre ve Câbir b. Abdullah ile Abdullah b. Ömer'e müracaat ederlerdi.
Medineliler, hicretin 63. yılında (M. 683) Yezid b. Muâviye'ye karşı isyan ettiklerinde Ebû Saîd el-Hudrî, Medineliler'in yanında yer aldı. Ancak O, bu mücadeleye kerhen girmişti. Çünkü diğer büyük sahâbîler gibi Ebû Saîd de müslümanların birbiriyle savaşmalarını istemiyordu. Nitekim O, bir ara geçmişi hatırladı ve derhal elindeki silahını bırakarak bir kenara çekildi. Yezid'in askerlerinden birisi O'nun silahsız olduğunu farkedince üzerine hücum etti. Ebû Saîd, O'nun bu hareketine karşı: "Beni öldürmek üzere elini uzatırsan, ben öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" (Mâide, 5/28) meâlindeki âyeti okudu. Bunun üzerine Şamlı asker O'nu öldürmekten vazgeçti. Ebû Saîd, daha sonra esir edilerek Yezid'e zorla bîat ettirilmiştir.
Hz. Ebû Saîd, doğru bildiği şeyleri söylemekten hiçbir zaman çekinmezdi. Çünkü O, Resûlullah'ın (s.a.): "İnsanlardan korkarak ve endişe ederek gördüğünüz, duyduğunuz veya şâhit olduğunuz hakikatı söylemekten çekinmeyiniz." (İbn Hanbel, Müsned, 3/50) buyurduğunu kulakları ile bizzat duymuştu. Ebû Saîd, bu hadîsi rivayet ettikçe gereğince amel edip etmediğini hatırına getirerek ağlardı.
Hz. Ebû Saîd, emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker (insanlara iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak) hususuna son derece dikkat ederdi. Mervan, Medine vâlisi iken bir bayramda namazdan önce hutbeye çıktı. Halbuki bayramlarda namazdan önce hutbe okunması doğru değildi. Cemaatten birisi ayağa kalkarak: "Ey Mervan, sünnete muhâlefet ediyorsun, bayram günü minbere çıktın, minbere çıkılmaz. (O vakitler bayramlarda hutbe için minbere çıkmak âdet değildi.) Hutbeyi namazdan evvel okudun, halbuki okunmazdı" dedi. Hz. Ebû Saîd, adamın sözlerini dinledikten sonra, onun kimliğini öğrenmiş ve sonra: "Bu adam vazifesini yapmıştır. Resûlullah'ın (s.a.) şöyle söylediğini duydum: Sizden birisi bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, şayet buna da muktedir değilse, kalbi o işin kötü olduğunu kabul etsin. Ancak bu imanın zayıfıdır. (İmanı en zayıf olanın yapacağı iştir.)" demiştir. (İbn Hanbel, Müsned, 3/10)
Ebû Saîd, yoksullara, öksüzlere ve kimsesizlere yardımı çok severdi. Bu tür insanları gördüğünde imkânı ölçüsünde onları evine alarak terbiye ederdi. Meselâ O'nun yetiştirip büyüttüğü yetimler arasında Leys, Süleyman b. Amr gibi kişiler vardı. (İbn Hanbel, Müsned, 3/11, 33)
Resûlullah (s.a.) hayatta iken Ebû Saîd el-Hudrî daima O'nunla birlikte olmuştur. Hz. Peygamber'in vefatına her müslüman gibi o da çok üzülmüştü. Ebû Saîd bu konuda şöyle diyor: "Resûlullah'ı (s.a.) toprakta görünce kalplerimiz burkuluverdi." (Mecmau'z-Zevâid, 9/98)
Hz. Peygamber hummaya yakalandığında Ebû Saîd kendisini ziyarete gitti. Daha sonrasını Ebû Saîd'den dinleyelim:
"Resûlullah hummaya yakalandığında yanına vardım. Üzerinde kadife bir örtü vardı. Elimi bu örtünün üzerine koyarak: Bu ne kadar şiddetli bir humma, ey Allah'ın Resûlü? dedim. Resûlullah (s.a.): İşte biz bu derece şiddetli belâlara düçar oluruz. Alacağımız sevab da o nisbette artar, buyurdu. Sonra: Ey Allah'ın Resûlü, başlarına en çok belâ gelenler kimlerdir? diye sordum. Peygamberlerdir, buyurdu. Sonra kimlerdir? dedim. Âlimlerdir, buyurdu. Sonra kimlerdir? dedim. Sâlihlerdir (Allah'ın iyi kullarıdır), buyurdu."
Hz. Ebû Saîd, kendisine sorulan sorulara bildiği kadar cevap verir ve bunu kendisine bir görev sayardı. Ebû Hârun bu hususta: "Ebû Saîd'in yanına geldiğimiz zaman bize: Hoş geldiniz ey Resûlullah'ın tavsiye ettiği kimseler. Resûlullah (s.a.): Halk size uyacak, yeryüzünün çeşitli yerlerinden insanlar gelecek. Din esaslarını öğrenmek isteyecekler. Size geldikleri zaman onlara güzel şeyler tavsiye edin, buyurdu" demişti. (Tirmizî)
Ebû Saîd, takva sahibi birisiydi. Vaktinin çoğunu ibadet ve Kur'ân-ı Kerim okumakla geçirirdi. Ayrıca O, sık sık Kur'ân-ı Kerim okunan meclislere giderdi.
Hz. Ebû Saîd, Resûlullah (s.a.) hayatta iken mümkün olduğu kadar O'nun yanında bulunmaya çalışırdı. Hz. Peygamber'in yanında bulunamadığı zamanlarda da, O'nun yanında bulunan diğer sahâbîlerden hadîsleri almaya özen gösterirdi. Bu durumu Ebû Saîd kendisi şöyle anlatıyor:
"Bizler savaşta Resûlullah'ın hadîslerini öğrensinler ve savaştan dönünce bize haber versinler diye bir veya iki kişiyi, O'nun yanında bırakırdık..." (Hayâtü's-Sahâbe)
Hz. Ebû Saîd, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra ömrünü fetva vermek ve özellikle hadîs rivayeti ile geçirmiştir.
Ebû Saîd, müksirûn’dan (çok hadîs rivayet eden sahâbî) olup toplam 1170 hadîs rivayet etmiştir. Ebû Saîd, Resûlullah'tan (s.a.) doğrudan aldığı hadîslerin dışında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit ve diğer birçok sahâbeden rivayette bulunmuştur. Kendisinden de İbn Abbas, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah, Ebu't-Tufeyl başta olmak üzere birçok kişi hadîs almışlardır.
Buhârî ve Müslim, Ebû Saîd'in, rivayet ettiği 1170 hadisten 43'ünü ittifakla Sahîh'lerine almışlardır. Ayrıca Buhârî 16, Müslim 52 hadîsi ayrı ayrı eserlerine almışlardır.
Hz. Ebû Saîd, hicretin 74. yılında vefat etmiştir.
EBÛ SAÎD el-MAKBÛRÎ (r.a.)
Medinelidir. Benî Dînarîlerin kabirlerini muhafazaya memur olduğundan dolayı Makbûrî ismiyle anılmıştır.
Resûlullah'tan rivayet ettiği hadîsler yanında, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Üsâme'den de rivayetlerde bulunmuştur.
Vâkıdî, H. 100 tarihinde vefat ettiğini nakletmiştir.
EBÛ SEBRE b. EBÎ RÜHM (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin soyu şöyledir: Ebû Sebre b. Ebî Rühm b. Abdüluzzâ b. Ebû Kays Abdi Ved b. Nasr b. Mâlik el-Kureşî el-Âmirî.
Bu sahâbînin annesi Abdülmuttalib'in kızıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a.) ile, annesi vasıtası ile akrabadır, bir başka ifade ile Resûlullah'ın (s.a.) halasının oğludur. Hz. Ebû Sebre, Ebû Seleme b. Abdülesed'in anne bir kardeşidir.
Ebû Sebre, İslâm'ı ilk kabul edenler (sâbikûn-i evvelîn) içinde yer aldı.
İslâm'a girmesi bu sahâbîye çok ağıra mal oldu. Ebû Sebre de o dönemin birçok müslümanı gibi, müşriklerin ağır hakaret ve işkencelerine uğradı. Bu yüzden hanımı Ümmü Külsüm b. Süheyl b. Amr ile birlikte Habeşistan'a hicret eden ikinci grup müslümanlar içinde yer aldı. Uzun süre bu ülkede kalan Hz. Ebû Sebre, hanımı ile birlikte daha sonra Medine'ye hicret etti.
Resûlullah (s.a.), Medine'de Ebû Sebre'yi Ensâr'dan Seleme b. Selâme ile kardeş ilân etti. Ebû Sebre başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katıldı.
Ebû Sebre, Hz. Peygamber vefat edinceye kadar Medine'de kaldı. Ancak daha sonra Mekke'ye yani kendi ülkesine geri döndü ve ölünceye kadar buradan hiç ayrılmadı. Bedir Savaşı'na katılanlardan bu sahâbînin dışında hiçbir sahâbî Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Mekke'ye dönmemiştir.
Hz. Ebû Sebre'nin, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında meydana gelen savaşlara katılıp katılmadığı bilinmemektedir.
Ebû Sebre, yazı bilen sahâbîlerden birisiydi. O'nun doğrudan Hz. Peygamber'den hadis rivayet edip etmediği bilinmemektedir. Ancak O, Abdullah b. Amr vasıtası ile bir hadîs nakletmiştir. Ebû Sebre anlatıyor: "Abdullah b. Amr bana Hz. Peygamber'den duyduğu bir hadisi nakletti. O, bu hadîsi bana yazdırdı, ben de hiçbir harf ilâve etmeden ve çıkarmadan yazdım. O, bana Resûlullah'tan (s.a.) şunları nakletti: Allah çirkin sözü sevmez. Çirkin söz söyleyen ve çirkin iş yapmaya özen gösterene buğzeder. Fuhuş alenen yapılmadıkça, yakınlarla ilgi kesilmedikçe ve kötü komşuluk yaygınlaşmadıkça Kıyamet kopmaz. Sizinle sözleşilen yer benim havuzumdur. Bu havuzun genişliği ve uzunluğu aynıdır." (İbn Hanbel, Müsned, 2/162)
Hz. Ebû Sebre, Hz. Osman devrinde Mekke'de vefat etmiştir.
EBÛ SELEME b. ABDÜLESED (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin soyu şöyledir: Abdullah b. Abdülesed b. Hilâl b. Abdillah b. Ömer b. Mahzûm. Ebû Seleme'nin annesinin adı Ümmü Berre b. Abdülmuttalib b. Hişâm'dır. Hz. Ebû Seleme'nin, Seleme, Ömer, Zeyneb ve Dürre adlarında çocukları vardı. Hanımının adı Hind bint Ebî Ümeyye b. Muğîre'dir.
Ebû Seleme, Hz. Peygamber'in, Erkam'ın evinde gizli olarak toplanıp burada insanları İslâm'a davet etmesinden önce müslüman olmuş bir sahâbîdir. O'nun İslâma girişi, Osman b. Maz'ûn'un müslüman olduğu tarihe yakın bir zamana tesadüf eder. Böylece bu güzide sahâbî de ilk müslümanlardandır.
Hz. Ebû Seleme, hanımı Ümmü Seleme ile, Habeşistan'a her iki hicrete de katılmıştır. Ebû Seleme, daha sonra Medine'ye ilk hicret edenler içinde yer almıştır. O'nun Medine'ye hicreti bir hayli zorluklar içinde olmuştur. Hatta bir rivayete göre O, hanımı Ümmü Seleme ile birlikte hicret için yola çıkmış, ancak Muğîreoğulları Ümmü Seleme'nin hicretine engel olmuşlardır. Bu yüzden Ümmü Seleme daha sonra hicret etmiştir.
Resûlullah (s.a.) hicretten sonra Ebû Seleme'yi Ensâr'dan Sa'd b. Hayseme'ye kardeş yapmıştır.
Hz. Ebû Seleme, Hz. Peygamber ile birlikte Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Uhud'da müşriklerden Ebû Üsâme b. Cüşmî'nin attığı bir okla yaralandı. Bir ay tedavi gördükten sonra yaranın üzeri kapandı. Bu sırada Resûlullah (s.a.), Tuleyha ile Esed b. Huveylid'in, Katn bölgesindeki kabileleri müslümanlara karşı savaş için tahrik ettiklerini haber aldı. Resûlullah (s.a.), bunların üzerine Ebû Seleme komutasında bir kuvvet gönderdi. Ebû Seleme, bunlarla on gün sürekli savaştıktan sonra birçok ganimetle Medine'ye döndü. Ancak Ebû Seleme'nin bu çarpışmalar anında yarası tekrar açılmıştı. O, bu yüzden çok kan kaybetti ve nihayet Aliye denilen yerde vefat etti.
Hicretin 4. yılında anlatıldığı şekilde vefat eden bu sahâbînin cenazesi Medine'ye getirildi ve burada toprağa verildi.
Hz. Ebû Seleme, kahramanlığının yanında üstün ahlâk ve fazilet sahibi bir kişiydi. O'nun vefatına Hz. Peygamber çok üzülmüştür.
Ebû Seleme'nin hanımı Ümmü Seleme, kocasının vefatından sonra Resûlullah (s.a.) ile evlenmiştir.
Ebû Seleme, hanımı Ümmü Seleme'ye Resûlullah'tan (s.a.) bir hadîs nakletmiştir. Ümme Seleme anlatıyor: "Ebû Seleme bir gün Resûlullah'ın (s.a.) yanından geldi ve şöyle dedi: Hz. Peygamber'den beni çok sevindiren bir söz duydum, Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Müslümanlardan herhangi biri belâya uğrar da İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn (=Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz) der, sonra da: Ey Allah'ım, bu uğradığım musibetin ecrini ihsan et ve beni ondan daha hayırlısına nâil et derse, Allah onun duasını kabul eder." (İbn Hanbel, Müsned, 4/278)
EBÛ SİNAN b. MİHSAN (r.a.)
Künyesi ile meşhurdur. Asıl adı Vehb b. Mihsan'dır.
Ebû Sinan, meşhur sahâbî Ukkâşe'nin kardeşidir. Bu sahâbî, Benî Abdüşşems'in halîfi (birbirlerini koruyacaklarına yeminli) idi. Ebû Sinan'ın İslâm'a giriş tarihi belli değildir. Ancak kaynaklar O'nun, Medine'ye hicret izni verilmeden müslüman olmuş olabileceğini kaydederler. Ayrıca Bedir Savaşı'na katılmış olması O'nun bu savaştan önce müslüman olup Medine'ye hicret ettiğini göstermektedir. Ebû Sinan Bedir'den başka Uhud ve Hendek savaşlarına da Hz. Peygamber ile birlikte katılmıştır.
Hz. Ebû Sinan b. Mihsan, hicretin 5. yılında (M. 627) yapılan Benî Kureyza kuşatması anında vefat etmiştir.
EBÛ SİNAN b. VEHB el-ESEDÎ (r.a.)
Ebû Sinan'ın asıl adı Abdullah'tır. Ancak o da bazı sahâbîler gibi künyesi ile meşhur olduğu için âdeta ismi unutularak Ebû Sinan diye tanınmıştır. Ebû Sinan'ın adının, Vehb b. Ubeydullah el-Esedî olduğu şeklinde de rivayet vardır.
Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, Ebû Sinan künyesi ile meşhur altı sahâbî vardır. Konumuzu teşkil eden Ebû Sinan b. Vehb ile meşhur sahâbîlerden Ukkâşe'nin kardeşi Ebû Sinan b. Mihsan'ın hayatı bazı kaynaklarda birbirine karıştırılmıştır. Ebû Sinan b. Mihsan, yukarıda açıkladığımız gibi, hicretin 5. yılında (M. 627) yapılan Benî Kureyza kuşatması anında vefat etmiştir. Konumuzu teşkil eden Ebû Sinan b. Vehb ise daha sonra vefat etmiştir. Kaynaklar onun hicretin 6. yılında Rıdvan Bîatı'nda ve daha sonra Veda haccında bulunduğunu kaydederler.
Nitekim hicretin 6. yılında müşriklerin, kendileri ile görüşmek üzere gelen Hz. Osman'ı Mekke'de hapsettiklerinde Kureyş'e karşı savaşmak için Hz. Peygamber'e ilk bîat eden Ebû Sinan olmuştur. Ebû Sinan, bîat etmek için ayağa kalktığında Resûlullah (s.a.): "Ne diyerek bîat edeceksin?" dediğinde O: "Hz. Peygamber'in gönlünde ne muradı varsa ona bîat ediyorum" dedi ve hemen bîatını yaptı. Ebû Sinan'ın bîatı, orada bulunan bütün sahâbenin çok hoşuna gitti. Onlar da Hz. Peygamber'e: "Ebû Sinan ne şekilde bîat ettiyse biz de aynı şekilde bîat ediyoruz" diyerek bîat etmişlerdir.
Ebû Sinan b. Vehb, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Ebû Sinan, Veda haccında da Hz. Peygamber'le birlikte bulunmuştur. Ancak bundan sonraki hayatı ve vefat ettiği tarih hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
EBÛ SÜFYÂN b. HARB (r.a.)
Ebû Süfyân'ın soyu: Sahr b. Harb b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenâf.
Ebû Süfyân, Kureyş'in ileri gelenlerindendi. Müslüman oluncaya kadar, Resûlullah (s.a.) ve müslümanlarla mücadele etmiş, müslümanlara karşı yapılan düşmanca hareketlerde her zaman başı çekmişti.
Bedir Savaşı, Ebû Süfyân'ın Şam'dan dönerken, müslümanların kervana saldıracağını haber vermesi üzerine çıkmıştır. Ebû Süfyân'ın bu haberi üzerine Mekkeli müşrikler 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir'e geldiler. Müslümanların da 300 kişi civarındaki bir kuvvetle buraya gelmeleri üzerine müslümanlarla müşrikler arasında ilk ciddî savaş meydana gelmiştir. Müşrikler Bedir'de çok büyük kayıplar vermişlerdir. Başta Ebû Cehl olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden 20'den fazla kişi burada öldürülmüştür. Ebû Süfyân'ın oğullarından Hanzala, Bedir'de öldürülmüş, Amr b. Sahr da esir edilmiştir.
Ebû Süfyân, bu savaştan sonra Kureyş'in reisliğine getirildi. Başta Uhud ve Hendek olmak üzere, müslüman oluncaya kadar müslümanlarla yapılan büyük savaşlarda ordunun başında bulundu. Ebû Süfyân'ın, hicretin 6. yılında meydana gelen Hudeybiye barışından sonra müslümanlara karşı düşmanlığı biraz hafifledi. Nihayet hicretin 8. yılında (M. 630), Mekke'nin fethi sırasında İslâm'ı kabul etti.
Ebû Süfyân, müslüman olduktan sonra meydana gelen Huneyn Savaşı'na katıldı. Resûlullah müellefe-i kulûb (kalbleri İslâm'a ısındıranlar) içine alarak bu savaştan elde edilen ganimetlerden O'na büyük bir pay verdi.
Arapların dâhîlerinden sayılan bu sahâbî, hicretin 8. yılında (M. 630) Tâif kuşatmasına da katıldı. Ebû Süfyân, ayrıca Hz. Ömer döneminde meydana gelen Yermük Savaşı'nda da bulundu. Ancak O, bu savaşta bir gözünü kaybetti. Diğer gözünü de Tâif Kuşatması'nda kaybetmişti.
Resûlullah (s.a.) Ebû Süfyân'ı Necran vâliliğine tayin etti. O'nun bu görevi Hz. Ömer devrine kadar devam etti. Ebû Süfyân, Hz. Osman devrinde bir hayli yaşlanmıştı. O, bu halife zamanında müşâvere heyetinde görev aldı.
Ebû Süfyân'ın, çok sayıda çocuğu vardı. Onlardan bazılarının adları şöyledir: Ümmü Habibe, Uzze, Hind, Muâviye, Yezid, Amr, Ziyâd. Çocuklarından Ümmü Habibe, Mekke döneminde müslüman olmuş ve M. 616 yılında kocası ile birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. Ümmü Habibe kocası vefat edince Resûlullah (s.a.) ile evlenmişti.
Hz. Ebû Süfyân, hicretin 34. yılında (M. 635) vefat etti. Yaşı 90'ın üzerindeydi.
EBÛ SÜFYÂN b. HÂRİS (r.a.)
Peygamberimizin en büyük amcası Hâris'in oğludur. Yukarıda adı geçen Ebû Süfyân b. Harb ile karıştırılmamalıdır.
Peygamberimiz ordusuyla Mekke'yi fethetmeye giderken yolda, Ebvâ'da, Abdullah b. Ebî Ümeyye ile birlikte kendisini karşıladı. Biri amcasının diğeri de halasının oğlu idi. Hz. Peygamber, bunlardan gördüğü eza ve hicivler sebebiyle yüzünü çevirdi, onlarla ilgilenmedi. Ümmü Seleme bunun üzerine Resûlullah'a şöyle dedi: "Amcanın oğlu ile halanın oğlu senin için insanların en şakîsi olamazlar."
Hz. Ali, Ebû Süfyân'a şöyle tavsiye etti: "Resûlullah'ın yanına ön tarafından varıp O'na, kardeşlerinin Hz. Yusuf'a söyledikleri: 'Allah'a yemin olsun ki; Allah, seni bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz sana yaptıklarımızda suçlu idik' (Yûsuf, 12/91) sözünü söyle. Bundan daha güzel bir sözün bulunabilmesi asla mümkün değildir."
Ebû Süfyân da öyle yaptı. O zaman Hz. Peygamber kendisine şöyle cevap verdi: "Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edicilerin en merhametlisidir." (Yûsuf, 12/91) Bunun üzerine Ebû Süfyân, Hz. Peygamber'i öven bir şiirini okuyarak sevincini belirtti.
Artık Ebû Süfyân iyi bir müslüman oldu.
Huneyn Savaşı'nda müslümanların ordusu hezimete uğramaya yüz tuttuğu sırada, Hz. Peygamber'in hemen yanıbaşında bulunup O'nu koruyanlardan biri de Ebû Süfyân idi.
Denilmiştir ki: Müslüman olduktan sonra, kendisinden utandığı için hiçbir zaman başını kaldırıp Resûlullah'ın yüzüne bakmamıştır.
Hz. Peygamber O'nu çok seviyordu. O'na Cennet'e gireceğini haber verdi. "Ebû Süfyân b. Hâris, Cennet ehli gençlerinin efendisidir" buyurdu.
Hz. Peygamber, Ebû Süfyân'ın, Hz. Hamza'nın yerini alacağını düşünüyordu. "Hamza'ya halef olmasını ümid ediyorum" buyurmuştu.
Vefatı yaklaştığı sırada Ebû Süfyân: "Benim için sakın ağlamayın. Vallahi, müslüman olduğumdan beri hiçbir kötü söz söylemedim" demiştir.
EBÛ ŞURAYH el-HUZÂÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin ismi konusunda ihtilâf edilmiştir. O'nun isminin, Huveylid b. Amr, Amr b. Hâlid, Kâ'b b. Amr el-Huzâî olduğu şeklinde rivayetler vardır.
Ebû Şurayh, Mekke'nin fethinden önce İslâm'a girmiştir. Bu güzide insan Mekke'nin fethinde Huzâa kabilesinin sancağını taşımıştı.
Hz. Ebû Şurayh, Mekke'nin fethinden sonra Resûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Mekke'yi haram eden (Mekke'de savaş yapılmamasını isteyen) insanlar değil Allah'tır. Bundan dolayı Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse için Mekke'de ne kan dökmek, ne de bir ağaca balta vurmak olmaz. Şayet Resûlullah (s.a.) burada savaş yaptı diye ruhsat tarafına kaçan birisi çıkarsa ona: Allah, Resûlüne izin vermiş, bize ise izin vermemiştir, deyiniz. Bana da yalnız bugünün belli bir saati için izin verildi. Ondan sonra bugünkü hürmet (savaşın haramlığı) dünkü haramlık derecesine döndü. Bunları burada bulunanlar, burada olmayanlara bildirsinler." (Buhârî)
Hz. Ebû Şurayh, Mekke'nin fethinden sonra Huneyn Savaşı'na ve Tebük seferine de katılmış ve büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Hz. Ebû Şurayh, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Medine'ye yerleşmiş ve ömrünün sonuna kadar devamlı burada kalmıştır. Bu sahâbî, Hz. Peygamber'in vefatından sonra uzun süre yaşamış, Hicretin 61. yılında (M. 688) Medine'de vefat etmiştir. Ancak kaynaklarda O'nun vefat edinceye kadar neler yaptığı konusunda bilgi yoktur.
Ebû Şurayh çok sayıda hadîs rivayet etmiştir. O'nun rivayet ettiği hadîsleri başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadîsçi eserlerine almışlardır.
Hz. Ebû Şurayh'ın rivayet ettiği hadîslere örnek:
Ebû Şurayh, Resûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ederse komşusuna iyilik etsin. Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ederse ya hayır söylesin veya sussun." (Müslim, İman, 77)
EBÛ TALHA el-ENSÂRÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin soyu şöyledir: Zeyd b. Sehl b. Esved el-Ensârî. Ensâr'dan olan bu sahâbînin annesinin adı Ubâde bint Mâlik'tir.
Ebû Talha, İslâm'a girmeden önce birçok Arap gibi müşrik idi. İçki meclislerinden de çok hoşlanırdı. O'nun İslâm'a girmesine hanımı Ümmü Süleym vesile olmuştur. Ümmü Süleym, meşhur sahâbî Enes b. Mâlik'in annesiydi. Ümmü Süleym'in ilk kocası ölünce, Ebû Talha bu kadına evlenme teklifinde bulundu. Ümmü Süleym: "Ey Ebû Talha! Bilmiyor musun ki ibadet ettiğin tanrı (put) yerden bitmiştir?" dedi. Ebû Talha: "Evet biliyorum" dedi. Ümmü Süleym, Ebû Talha'ya İslâm'ı kabul ederse kendisi ile evlenebileceğini söyledi. Ebû Talha bir süre düşündükten sonra İslâm'ı kabul ettiğini ifade etti. Bunun üzerine Ümmü Süleym, Ebû Talha ile evlendi.
Ebû Talha'nın İslâm'a girdiği tarih kesin olarak bilinmemekle birlikte bu olayın hicretten çok önce olduğunu nazar-ı dikkate alacak olursak O'nun İslâm'a giriş tarihi hakkında az çok fikir sahibi olmuş olabiliriz. Hz. Ebû Talha, İslâm'ı kabul ettikten bir süre sonra Mekke'ye gelerek Resûlullah (s.a.) ile görüştü. Bu görüşmede Hz. Peygamber O'nu Medine'de İslâm'ı tebliğ ile görevlendirdi.
Ebû Talha, hicretten sonra Muhâcirlerden, meşhur sahâbî Erkam b. Ebû Erkam ile Hz. Peygamber tarafından kardeş ilân edildi. Ebû Talha İkinci Akabe' Bîatı'nda bulunan Ensâr içinde de yer almıştır.
Ebû Talha, Bedir Savaşı'na katılmış, ancak O, kendisini Uhud Savaşı'nda göstermiştir. Bilindiği üzere Uhud Savaşı'nda bir ara müslümanlar mağlup olacak gibi olmuşlardı, askerler büyük ölçüde bozguna uğramıştı. İşte bu esnada içlerinde Ebû Talha'nın da bulunduğu bir grup müslüman, Resûlullah'ın (s.a.) etrafında toplanarak O'nu korudular; vücutlarıyla bir siper oluşturdular. İşte bu sırada Hz. Ebû Talha, bir taraftan Hz. Peygamber'i korurken diğer taraftan da son derece isabetli oklar atarak düşmana çok büyük zâyiat verdirdi.
Uhud Savaşı'nda Resûlullah'ın yanından ayrılmayan bu gruptaki diğer sahâbîler de şunlardır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Zübeyr b. Avvâm, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Hubâb b. Münzir, Sa'd b. Muâz, Üseyd b. Hudayr.
Bu büyük sahâbî, Uhud Savaşı'nda gösterdiği olağanüstü başarıdan dolayı Resûlullah'ın (s.a.) takdirini kazanmıştır. Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği bir habere göre Uhud günü Resûlullah'ın yanından halk dağıldığı zaman Ebû Talha, kendi kalkanını siper ederek O'nun yanından ayrılmadı. Aynı zamanda Ebû Talha ok yayını çok sert çeken bir atıcı idi. Uhud'da iki yahut üç yay kırdı. Resûlullah (s.a.), dikilip askere baktığında Ebû Talha: "Anam babam sana feda olsun! Dikilme! Sana düşman oklarından bir ok isabet etmesinden korkarım. İşte göğsüm sana siper!" derdi. Ebû Talha'nın elinden iki üç defa kılıcı düşmüştü. Bu düşüş, "Korkunuzu gidermek ve sizi dinlendirmek üzere uyku bürüdüğünü hatırlayınız!" (Enfâl, 8/11) âyetinde belirtilen ilâhî bir sekînet sırasında idi.
Hz. Ebû Talha, daha sonraki tarihlerde Hendek ve Hayber'in fethine katılmıştır. O, bunlardan bilhassa Hayber'de çok büyük yararlılık göstermiştir. Bütün bu savaşlar içinde O'nun isminden en çok bahsettiren savaşlardan birisi de hicretin 8. yılında yapılan Huneyn Savaşı olmuştur. O, bu savaşta yirminin üzerinde düşman öldürmüştür. Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği bir habere göre Hz. Peygamber bu savaşta: "Kim bir kişi öldürürse onun üstündekiler öldürenin olacaktır" buyurdu. Ebû Talha yirminin üzerinde kişiyi öldürerek üzerlerindekini ganimet olarak almıştır. Resûlullah (s.a.), bu kahraman sahâbî hakkında: "Orduda Ebû Talha'nın sesi yüz kişiden daha hayırlıdır" buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatından sonra Ebû Talha Şam'a gitmiştir. Bu sahâbî, Hz. Ömer zamanına kadar Şam'da kaldı ve daha sonra tekrar Medine'ye geri döndü. Hz. Ömer, Hz. Ebû Talha'ya çok iltifat ederdi.
Ebû Talha, sadece savaş meydanlarında savaşmamış, aynı zamanda O, Hz. Peygamber ve bir kısım sahâbe ile birlikte her türlü sıkıntılara ve yoksulluklara karşı da mücadele vermiştir. Resûlullah (s.a.) ile birlikte nasıl aç kaldıklarını bizzat kendi ağzından dinleyelim: "Bir defasında herbirimiz, elbiselerimizi kaldırıp karınlarımızdaki birer taşı göstererek Resûlullah'a açlıktan şikâyet ettik. Sonra Resûlullah elbisesini kaldırdı. Bir de baktık ki O'nun karnında iki taş vardı."
Hz. Ebû Talha, Hz. Peygamber ve O'nun getirdiklerine son derece bağlı birisiydi. O'nun, Hz. Peygamber ve İslâm'ın prensipleri için yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktu. Nitekim: "Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz..." (Âl-i İmrân, 3/92) âyeti nâzil olunca Hz. Ebû Talha hemen Resûlullah'a gelerek: "Ya Resûlallah! Allah; sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz, buyuruyor. Mallarımın içinde en çok Beyruhâ adındaki hurmalığımı seviyorum. Bu yüzden onu Allah yolunda infâk ediyorum. Allah yanında kabul görmesini umuyorum. Ey Allah'ın Resûlü! Onu Allah'ın emrettiği yerlere ver" dedi. Hz. Peygamber Ebû Talha'nın bu davranışından çok memnun kalarak: "Ne uğurlu bir mal, ne uğurlu bir mal" buyurdu. Bu husustaki başka bir rivayette şu ilâve vardır: "Hz. Peygamber'in, Ebû Talha'ya, şöyle söylediğini duydum: Onu (bahçeyi) akrabaların arasında infâk etmeyi uygun görüyorum."
Hz. Ebû Talha, evinde güzel bir yemek piştiğinde mutlaka Resûlullah'ı (s.a.) hatırlar ve O'nu bu yemeğe davet ederdi.
Resûlullah'a (s.a.) son derece bağlı olan bu sahâbî, Veda haccı sırasında berberin kestiği Hz. Peygamber'in saçlarını toplayarak evine götürmüş, hanımı Ümmü Süleym'den bu saçları muhafaza etmesini istemiştir. Ebû Talha ibâdetlerini de son derece huşu ve samimiyet içinde yapardı. O, bir defasında kuş, namazda kendisini şaşırttı diye içinde namaz kıldığı bahçeyi sadaka olarak vermiştir. Bu olayı Abdullah b. Ebû Bekir şöyle anlatıyor:
"Ensâr'dan Ebû Talha bahçesinde namaz kılıyordu. Bahçeye bir serçe girmişti. Kuş oraya buraya çarpıyor, çıkacak yer arıyordu. Fakat bulamadı. Ebû Talha hayretler içinde kalarak kuşu seyretti. Namazda olduğunu hatırlayarak kuşla ilgisini kesti. Fakat kaç rekât kıldığını unutmuştu. Bahçede namaz kılmak huzurumu kaçırdı diyerek Resûlullah'a (s.a.) geldi. Namaz kılarken başından geçenleri anlattı ve: Ey Allah'ın Resûlü, malımı sadaka olarak veriyorum. Onu istediğin şekilde kullan, dedi."
Enes b. Mâlik'in rivayet ettiğine göre Ebû Talha, Hz. Peygamber zamanında çok oruç tutardı. Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra da hastalık ve yolculuk gibi mazeretler müstesna, günlerinin çoğunu oruçlu geçirmiştir.
Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere bu güzide sahâbî, Hz. Peygamber'in yanında çok uzun süre kalmıştır. Bu yüzden O'nun, Resûlullah'tan çok hadîs duymuş olması gerekir. Ancak Ebû Talha da diğer birçok sahâbî gibi hadîs rivayetinde ihtiyatı elde bırakmamıştır. Bu yüzden olacak ki, O'nun rivayet ettiği hadîs miktarı 100'ün altındadır.
Hz. Ebû Talha koyu renkli, orta boylu, nurânî yüzlü bir zat idi. 70 yaşında iken hicretin 31. yılında Medine'de vefat etmiştir. cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı. Bazı kaynaklar O'nun, hicretin 34. yılında vefat ettiği kaydederken, Enes b. Mâlik'ten gelen bir rivayette hicrî 51'de öldüğü belirtilmiştir.
EBÛ UBEYDE b. CERRAH (r.a.)
Hz. Peygamber'in (s.a.), kendisini Cennet'le müjdelediği ve "Ümmetin emini" diye vasıflandırdığı Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) İslâm tarihinde askerî ve siyasî şahsiyeti ile meşhur olmuş bir sahâbîdir. Babası, azılı bir İslâm düşmanı olan Abdullah b. Carrah'tır. Dedesine nisbetle "İbnu'l-Cerrah" diye anılmaktadır. Kureyş kabilesine mensuptur. Asıl adı ise Âmir'dir.
Ebû Ubeyde b. Cerrah, İslâm'ı ilk kabul eden sahâbîler arasında yer almaktadır. Hz. Ebû Bekir'in daveti neticesinde müslüman olmuştur. İslâmiyet'i kabul edişi, Hz. Peygamber'in Erkam b. Ebi'l-Erkam'in evine gitmeden öncedir. Fıtratı icabı, kimse hakkında kötülük düşünmezdi. Temiz bir kalbe sahipti. Diğer müslümanlar gibi o da Habeşistan'a hicret etmiş, fakat Hz. Peygamber'in yanında olma arzusu, kendisini tekrar Mekke'ye döndürmüştü. Medine'ye hicretinden sonra Hz. Peygamber, O'nu Sa'd b. Muâz ile kardeş yapmıştı.
Ebû Ubeyde'nin İslâm tarihindeki en belirgin özelliği, İslâm orduları başkomutanlığı yapmış olmasıdır. Askerî sahadaki ünü, diğer meziyetlerini gölgelemiştir.
O'nun hayatındaki en büyük imtihanı, belki Bedir Savaşı'ndaki imtihanıdır. Zira bir evlat olarak, en acılı günü, Bedir'de yaşamıştır. Kendisi müslümanlar tarafında savaşa katılırken, babası düşman ordusu içinde yer alıyordu. Oğlunun müslüman oluşunu bir türlü hazmedemeyen Abdullah, oğlunu yakalayıp cezalandırmak arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Bedir de kendisine bu imkânı vermişti. Artık kimse O'nu elinden kurtaramazdı. Bu sebeple savaş başlar başlamaz, oğlunu arayarak buldu ve O'na saldırmaya başladı. Her saldırısında, babasının hamlelerini savuşturan Ebû Ubeyde, neticede babasından kurtulamayacağını anladı. Zor bir durumdaydı. Bir tarafta babası, bir tarafta ise Allah ve Resûlü adına yapmak zorunda olduğu bir görev vardı. Bu ikisi arasında bir mukayese yaptı ve Allah ve Resûlü'nün rızasını tercih etti ve babasına öldürücü darbeyi vurdu. Daha sonra da ağlamaya başladı. "Babanı öldürdüğüne mi ağlıyorsun?" denilince: "Hayır, fakat Allah'ın, babamın gönlünü İslâm'a açmasını bekliyordum, olmadı. Kâfir olarak öldüğü için ağlıyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine, bu ve buna benzer diğer olaylar hakkında şu âyet nâzil oldu:
"Allah'a ve âhiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resûlü'ne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh (kalb nuru veya Kur'ân) ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan Cennet'e sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır." (Mücâdele, 58/22)
Bu âyette babasına önem vermeyenlerden maksat, Ebû Ubeyde; oğullarına önem vermeyenlerden maksat, Ebû Bekir; kardeşlerine önem vermeyenlerden maksat ise, Mus'ab b. Umeyr'dir. Hz. Ebû Bekir oğlu Abdurrahman ile savaşmış; Mus'ab b. Umeyr de kardeşi Ubeyd'i öldürmüştü. (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 278)
Uhud Savaşı'nda Ebû Ubeyde, Hz. Peygamber'in yüzüne batan iki miğfer parçasını dişleriyle çekip çıkartmış ve iki dişini de kırmıştı. Hendek Savaşı'nda ise, küçük bir kuvvete kumanda etmiş, Hudeybiye Antlaşmasında bulunmuş ve Rıdvan Bîatı'na katılmıştır.
Hz. Peygamber, Ebû Ubeyde'yi, Amr b. Âs komutasında gönderdiği bir seriyyeye yardımcı kuvvetin başkanı olarak tayin etmiş ve; Amr b. Âs ile ihtilâf çıkartma diye de tenbihte bulunmuştu. O da, bu emri yerine getirmiş, emir komuta zincirine harfiyyen riâyet etmişti. Bu da O'nun askerî bir kişiliğe sahip olduğunu açıkça gösterir.
Ebû Ubeyde askerî kişiliğinden ayrı olarak; askerî kişilik için vazgeçilmez bir vasıf olan güvenilirlik vasfına da sahipti. Hicretin 9. yılında Necran hıristiyanları, Hz. Peygamber'den kendilerine İslâm'ı anlatacak emin bir kişinin gönderilmesini istediler. Hz. Peygamber de, "Size gerçekten emin bir adam göndereceğim" demiş ve Ebû Ubeyde'nin elinden tutarak: "Her ümmetin bir emini vardır. Benim ümmetimin de emini Ebû Ubeyde b. Cerrah'tır" demişti. (Buhârî, Fedâilu Ashâbi'n-Nebî, 21)
Ebû Ubeyde'nin adı siyasî sahada ilk defa, Hz. Peygamber'in vefat ettiği gün, Benî Sakîfe'de halife seçmek için toplanan grup içinde geçmiş ve burada Hz. Ebû Bekir'in teklif ettiği iki adaydan biri olmuştu. Hz. Ebû Bekir'in diğer adayı ise, Hz. Ömer idi. Yapılan konuşmalar sırasında Ebû Ubeyde: "Ey Ensâr topluluğu, siz İslâmiyet'e ilk yardım eden oldunuz, ayrılık ve ihtilâfa ilk sebebiyet veren de siz olmayınız" demiş ve bu konuşmasının büyük etkisi olmuştu.
Ebû Ubeyde, dinden dönme olaylarından sonra Irak cephesine önem veren Hz. Ebû Bekir tarafından, buradaki orduların başkomutanlığına atandı. O'nun bu görevdeki ilk zaferi, Yermük Savaşı'dır. Daha sonra Şam'ı fethetmiş, Antakya'ya kadar gelmiş ve burasını da almıştı. Bu sırada halife, Hz. Ömer'di. Kudüs'ü de kuşatan Ebû Ubeyde, kendisine yapılan barış teklifini kabul etmiş ve anlaşmayı, Hz. Ömer bizzat gelerek imzalamıştı.
Hicretin 18. yılında meydana gelen kıtlık sebebiyle, Şam'dan Medine'ye yiyecek götürmüş ve dağıtmıştır. Tekrar Şam'a döndüğünde vebâ salgını çıkmıştı. Hz. Ömer O'nu korumak amacıyla Medine'ye davet etmiş ise de, O gelmemiş ve: "Başında bulunduğum ordudan ayrılmak istemiyorum. Allah'ın emri ne ise o olur" diyerek teklifi geri çevirmişti. Bir müddet sonra da hastalanarak vefat etti (18/639).
Ölmeden önce şunları söylemişti:
"Size bir vasiyetim var, onu kabul ederseniz hayra erersiniz. Namazınızı kılınız, orucunuzu tutunuz, sadakanızı veriniz, haccınızı ifâ ediniz, birbirinize iyilik yapınız, âmirlerinize itaat ediniz, onları aldatmayınız. Dünya işi sizi aldatmasın. Bir insan bin sene yaşasa da neticede ölür. Herkes ölümü tadacaktır. İnsanların en akıllısı, itaat eden, âhireti için çalışandır."
O'nun ölümü üzerine Muâz b. Cebel şu hitabede bulunmuştu:
"Ey cemaat, günahlarınız sebebiyle, bir daha yapmamak üzere, Allah'a tevbe edin. Zira Allah, günahlarına tevbe eden kulunu mutlaka affederek karşılar.
Ey cemaat, aranızdan kıymetli bir kardeşiniz öldü. Kaybınız, üzüntünüz büyüktür. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kulları arasında, O'ndan daha az ömürlü, daha iyi kalbli, belâdan daha uzak, ölümü daha çok arzu eden, halka daha çok öğüt veren birisini gördüğümü sanmıyorum. Sonra O'nun cenaze namazı için musallaya çıkınız. Allah'a yemin ederim ki, O'nun gibisi bir daha size ebediyyen kumandan tayin olunmayacak."
Cemaat toplandı. Ebû Ubeyde (r.a.) musallaya kondu. Muâz öne geçti ve namazı kıldırdı. O'nu mezara kadar getirdiler. Kabre Muâz b. Cebel, Amr b. Âs ve Dahhâk b. Kays indirdiler. O'nu mezara koyup çıktıklarında üzerine toprak attılar. Daha sonra Muâz b. Cebel dedi ki:
"Ey Ebû Ubeyde, seni övüyoruz. Boş şeyler söylemiyorum. Allah'ın öfkesinin beni çarpmasından korkarım. Allah'a yemin ederim ki, bildim bileli, Allah'ı çok zikredenlerdendin, yeryüzünde mütevazi yürüyenlerdendin. Cahiller kendisine sataşınca, haydi yolunuza gidin diyenlerdendin. Bağış yaptıkları zaman ne israf eden ne de kısanlardandın. Bu ikisini arasında normal yolda yürüyendin. Allah'a yemin ederim ki, itaatkâr ve mütevazî kullardandın. Yetimlere ve fakirlere acıyanlardandın. Hain ve gururlulara buğzedenlerdendin."
Amr b. Âs da diyor ki: Birisi, Ey Allah'ın Resûlü, insanlar arasında en çok kimi seviyorsun? diye sordu. Resûlullah (s.a.): "Âişe'yi" dedi. Adam devamla: Erkeklerden kimi? diye sordu. O da: "Ebû Bekir'i" dedi. Sonra kimi? diye sorunca, Hz. Peygamber: "Ebû Ubeyde'yi" buyurdu.
Abdullah b. Ömer şöyle diyor:
"Kureyş'ten üç kişi, insanların en güzeli, en ahlâklısı ve en hayırlısıdır. Ağızlarından doğrudan başka söz çıkmaz. Kendilerine bir şey söylenince de karşılarındakileri yalanlamazlar. Bu üç kişi: Ebû Bekir es-Sıddîk, Osman b. Affân ve Ebû Ubeyde b. Cerrah'tır."
Hz. Ömer, Ebû Ubeyde'nin şahsına dört bin dirhem göndermiş ve parayı götüren elçiye: "Dikkat et bakalım, bu parayı Ebû Ubeyde ne yapacak?" demişti. Ebû Ubeyde de parayı alınca hemen askerlere dağıtıvermişti. Hz. Ömer bunu öğrenince: "Allah'a hamdolsun ki, müslümanlar içinde böyle insanlar var" demişti. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/5-23; İbn Sa'd, Tabakât, 3/415)
EBÛ ÜMÂME el-BÂHİLÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı Suday b. Aclân b. Hâris idi.
Ebû Ümâme'nin İslâm'a giriş tarihi ve katıldığı savaşlar hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak bazı haberlerde O'nun Uhud Savaşı'na katıldığı bildirilmiştir. Kendisinden nakledilen bir haberde Ebû Ümâme'nin Hz. Ali döneminde yapılan Sıffîn Savaşı'na katıldığını anlıyoruz. O, bu konuda şöyle söylüyor: "Ben Sıffîn'de hazır bulundum. Savaşa katılanlar karşılarındakini öldürmezler (öldürmek istemezler), kaçanın peşine düşmezler ve ölenlerin üzerlerindeki elbiseyi (ganimet olarak) almazlardı."
Hz. Ebû Ümâme, Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulunan ve idârî dirayeti olan bir sahâbîydi. Hz. Peygamber onu bir defasında İslâm'a davet için başka bir kabileye göndermişti. Bu hususu kendisinden dinleyelim:
"Resûlullah (s.a.), beni bir kavme gönderdi. Onların yanına geldiğimde karnım acıkmıştı. Onlar bu esnada kan içiyorlardı. Bana buyur ettiler. Ben, onlara, ben size bunu (kan içmeyi) yasaklamak için geldim, dedim. Bu esnada uykum geldi. Ben uyuyunca rüyamda bana, içinde içecek bir şey bulunan bir kapla birisi geldi. Ben onu aldım ve içtim. Çok doydum ve susuzluğum gitti. Sonra onlardan birisi geldi ve beni kastederek; bunu aç bırakmayın, dedi. Bana süt getirdiler. Ben, ona ihtiyacım yok dedim ve karnımın tok olduğunu söyledim. Onların hepsi bunun üzerine İslâm'a girdiler."
Hz. Ebû Ümâme'nin, Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonraki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak bazı rivayetlerden O'nun zaman zaman halka vaaz ettiğini anlıyoruz. Ebû Ümâme bir defasında vaaz ederken şunları söylemiştir:
"Hoşunuza giden ve gitmeyen hususlarda sabredin. Doğrusu sabır ne güzel bir huydur. Dünya sizi şaşkına çevirdi, ezâ ve cefâlarını da yavaş yavaş zevk ve süsüyle sizleri kendisine çekti..."
Gerek bu sözlerden, gerekse başka davranışlarından O'nun hayatını zühd ve takva içinde geçirdiğini anlıyoruz.
Ebû Ümâme, Resûlullah (s.a.) ile sürekli beraber olduğu için O'nun en iyi tanıyanlardan birisiydi. Bir defasında tâbiîndan birisi Ebû Ümâme'ye: Resûlullah'tan (s.a.) duyduğun bir söz söyle, deyince şu cevabı vermiştir: "Resûlullah (s.a.) Kur'ân-ı Kerim'den başka bir söz ağzına almaz, Allah'ı çok anar, kısa ve öz konuşur, namazı uzatırdı. Bir yoksula, bir zayıfa gidip işlerini görmekten asla arlanmaz ve kibirlenmezdi." (Mecmau'z-Zevâid)
Ebû Ümâme, sakalını hayatının sonuna doğru boyardı. Bu sahâbî Hz. Peygamber vefat ettikten sonra uzun süre yaşadığı için, gerek sahâbe, gerekse tâbiînden birçok kişi O'na gelerek zaman zaman soru sormuşlardır. Bir defasında birisi O'na hadîslerin yazılması (yani yazılmasının doğru olup olmayacağı) konusunda soru sormuştur. Ebû Ümâme, ona: Ben hadîslerin yazılmasında bir beis görmüyorum, demiştir.
Bu güzide sahâbî zaman zaman da sahâbe ve tâbiînden bazı kişilerin bir araya geldiği meclislerde onlara hadîs rivayet ederdi. O bu konuda şunları söylüyor: "Bu meclisler (hadîs meclisleri), Allah'ın size olan tebliğleridir. Resûlullah, kendisine indirileni bize tebliğ etti. Siz de bizden işittiklerinizi en güzel bir şekilde tebliğ ediniz."
Hz. Ebû Ümâme, Resûlullah'tan (s.a.) doğrudan aldığı hadîslerin dışında bazı sahâbîlerden de hadîs nakletmiştir. O'nun hadîs aldığı bazı sahâbîler şunlardır: Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Muâz b. Cebel, Ebu'd-Derdâ, Ubâde b. Sâmit.
Kendisinden de Ebû Selâm, Esved b. Muhammed b. Ziyâd, Şurahbil b. Müslim, Ebû Ammar gibi râviler hadîs nakletmişlerdir.
Ebû Ümâme, Abdülmelik b. Mervan'ın hilâfeti zamanında, 91 yaşında iken hicretin 86. yılında Şam'da vefat etmiştir.
Hz. Ebû Ümâme'nin rivayet ettiği hadîslere örnek:
Ebû Ümâme Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu haber veriyor: "Gece ibadetine devam ediniz. Zira o, sizden önceki sâlih kişilerin âdetidir. Rabbinize yaklaşmaya, günahların yok olmasına, günah işlemekten uzak kalmaya sebep olur." (Tirmizî)
Ebû Ümâme, Resûlullah'tan şöyle işittiğini haber vermiştir: "Kur'ân-ı Kerim'i okuyunuz. Zira o Kıyamet gününde okuyucularına şefaatçi olarak gelecektir." (Müslim)
EBÛ ÜSEYD es-SÂİDÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin asıl adı şöyledir: Mâlik b. Rebîa b. Beden b. Âmir b. Avf b. Hârise es-Sâidî el-Ensârî. Ebû Üseyd'in annesi Umâre bint Hâris idi.
Bu sahâbînin çok sayıda çocuğu vardı. Bunlardan bazılarının adları şöyledir: Büyük Üseyd, Küçük Üseyd, Münzir, Galiz, Meymûne, Habbâne, Hafsa, Fâtıma, Hamza.
Ensâr'dan olan bu sahâbî, hicretten önce İslâm'a girmiştir. Ebû Üseyd, Benî Sâid kabilesinin ileri gelenlerindendi. Başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Ebû Üseyd, Bedir'de Resûlullah'ın (s.a.), müslümanlara: "Düşman ok menzilinize girdiğinde ok atmaya devam edin" emrini verdiğini nakleder. (Buhârî)
Ebû Üseyd, hicretin 8. yılında yapılan Mekke'nin fethinde, Benî Sâid'in alemdarlığını yapmıştır. Konumuzu teşkil eden bu sahâbî, Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Ebû Üseyd'in, Resûlullah (s.a.) vefat ettiktan sonra yine savaşlara katıldığını görüyoruz. O, Hz. Ebû Bekir zamanında yalancı peygamber Müseyleme ile yapılan savaşa katılmış, Hz. Ömer devrinde ise Suriye, Irak, İran savaşlarında hazır bulunmuştur.
Ebû Üseyd, kısa boylu, saçları gür ve beyaz yüzlüydü. Ömrünün sonuna doğru beyazlayan saçlarını ve sakalını boyardı.
Ebû Üseyd'in, Hz. Peygamber'den sonra çok yaşamış olması, O'nun az sayıda da olsa hadîs rivayet etmesine vesile olan etkenlerdendir. Enes b. Mâlik, Sehl b. Sa'd, Abbas b. Sehl, Abdülmelik b. Sâid, Ebû Seleme, Ali b. Ubeyd, Ebû Saîd başta olmak üzere birçok kişi O'ndan hadîs nakletmişlerdir.
Ebû Üseyd, Bedir Savaşı'na katılanlar içinde en uzun yaşayanlardan, hatta bazı rivayetlere göre bunlardan en son vefat eden sahâbîdir.
Hz. Ebû Üseyd'in ömrünün sonlarına doğru gözleri görmüyordu. Hicretin 60. (M. 680) yılında 78 yaşında iken vefat etmiştir.
EBÛ VÂKID el-LEYSÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin ismi konusunda ihtilâf vardır. Adının, Hâris b. Mâlik, Hâris b. Avf, Avf b. Hâris olduğu şeklinde değişik rivayetler vardır. Ebû Vâkıd, Benî Esed'in halîfi (yeminli sözleşmelisi) idi.
Ebû Vâkıd'ın, İslâm'a giriş tarihi hakkında ihtilâf vardır. Bazı rivayetlere göre O, Bedir Savaşı'na katılmıştır. Eğer bu rivayet doğru ise O'nun İslâm'a girişi Bedir Savaşı'ndan önce gerçekleşmiştir. Bazı rivayetlere göre ise Mekke'nin fethinden az önce veya Mekke'nin fethi esnasında müslüman olmuştur. İbn Sa'd, O'nun Bedir Savaşı'ndan önce müslüman olduğunu kaydetmiştir. Biz de Ebû Vâkıd'ın Bedir Savaşı'ndan önce İslâm'ı kabul ettiği fikrinin daha doğru oldu inancındayız. Nitekim kendisinden nakledilen bir haber de bu görüşün doğruluğunu desteklemektedir. Meleklerin, Bedir Savaşı'nda müslümanlara yardım ettiği Ebû Vâkıd şöyle anlatıyor: "Ben Bedir'de bir müşrikin boynunu vurmak için peşine düştüğümde, daha kılıcım ona dokunmadan başı yere düşüyordu. Ben, müşriki başka birinin (meleğin) öldürdüğünü anlıyordum."
Hz. Ebû Vâkıd, Mekke'nin fethine katılarak bu savaşta Benî Leys, Benî Damre ve Benî Sa'd'ın sancaktarlarını yapmıştır. Bu sahâbî, Hz. Peygamber tarafından kendi kabilesinin Huneyn Savaşı'na katılmasını sağlamak için görevlendirilmiştir. Ebû Vâkıd, kaynakların ifâde ettiğine göre Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Bu güzide insan Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir devrinde mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ömer zamanında da Suriye tarafına giderek burada savaşa katılmıştır. Ayrıca bu sahâbînin Yermük Savaşı'na katıldığına dair de rivayetler vardır.
Resûlullah (s.a.) ile birlikte uzun süre bir arada kalan bu sahâbî çeşitli konularda hadîsler rivayet etmiştir. O, doğrudan Resûlullah'tan (s.a.) bizzat aldığı hadîsler dışında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Esmâ bint Ebû Bekir'den de hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de iki oğlu Abdülmelik ve Vâkıd ile, Ebû Saîd el-Hudrî, Atâ b. Yesâr ve Urve başta olmak üzere birçok sahâbî ve tâbiî hadîs almışlardır. Ebû Vâkıd'ın rivayet ettiği hadîsler başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok sahîh hadîs kitabında mevcuttur.
Ebû Vâkıd, hicretin 68. yılında (M. 688) Mekke'ye yakın bir yerde vefat etmiştir. Cenazesi Medine'de Muhâcirler kabristanına defnedilmiştir.
EBÛ YESÂR KÂ'B b. AMR (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin adı Kâ'b b. Amr b. Abbâd b. Amr b. Sevâd'dır. Ebû Yesâr'ın annesi Nüseybe bint Kays'tır. Bu sahâbînin Umeyr, Yezid, Hubeyb ve Âişe adlarında çocukları vardır.
Ensâr'dan olan bu sahâbî, İkinci Akabe Bîatı'nda hazır bulunmuştur. Ebû Yesâr, Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Bedir Savaşı'nda henüz 20 yaşında bir dekikanlı olmasına rağmen O, bu savaşta çok büyük yararlılıklar göstermiştir. Ebû Yesâr, Bedir'de müşriklerin iki sancaktarını öldürmeyi başarmıştır. Ayrıca O, bu savaşta henüz müslüman olmayan Abbas'ı esir etmiştir. Abbas'a: "Avucunun içinde ezebileceğin Ebû Yesâr'a nasıl esir oldun?" diye sorduklarında: "Vallahi beni esir eden bu değildir. Beni esir eden ala bacak ata binmiş, güzel yüzlü bir kimsedir ki, onu içinizde göremiyorum" dedi. Ebû Yesâr: "Vallahi ben esir ettim, ya Resûlallah" deyince Hz. Peygamber: "Sus, yemin ederim ki, Allah seni bir melek ile takviye etmiştir" dedi. (Tecrid Tercemesi, 2/471)
Hz. Ebû Yesâr, Hayber'de de çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bizzat kendisi Hz. Peygamber (s.a.) ile Hayber'de geçen bir olayı şöyle anlatır:
Biz, akşam üstü Resûlullah (s.a.) ile birlikte Hayber'e varmıştık. O sırada yahudilerden birisinin koyunları, kendi kalelerine doğru gidiyordu. Biz kaleleri kuşatmıştık. Resûlullah (s.a.): "Bu koyunlardan bize kim yiyecek tedarik eder?" buyurdu. Ben yaparım, dedim. Hz. Peygamber: "Pekiyi" dedi. Ben de kalktım, ortalık iyice kararmıştı. Benim gittiğimi gören Hz. Peygamber: "Ey Allah'ım! O'nun ömrünü uzat" dedi. Öndeki koyunlar kaleye girerken sürüye yetiştim, sürünün arkasında olan iki koyunu yakaladım, onları koltuğuma aldım, sanki hiçbir şey taşımıyormuş gibi döndüm, Resûlullah'ın (s.a.) yanına bıraktım. Koyunları kesip yediler. (İbn Hanbel, Müsned, 3/427)
Ebû Yesâr, güzel yüzlü, kısa boylu ve şişman bir zat idi. O, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Medine'de hayatını sürdürmüştür.
Bu güzide insan, son derece şefkatli, merhametli ve başkalarına yardımı seven birisiydi. O, alacaklıların, sıkıntı içinde olan borçluları üzmemelerini tavsiye ederdi. Ebû Yesâr, alacaklılara şu hadîsi hatırlatırdı: "Kim sıkıntı içinde olan borçluya mühlet tanır veya borcunu bağışlarsa Allah o kişiyi kıyamette Arş-ı âlânın gölgesine koyar." (İbn Hanbel, Müsned, 3/427)
Ebû Yesâr, İslâm'ın prensiplerini tam olarak yaşamaya çalışmıştır. Ayrıca O, başkalarının da bu prensipleri hayatlarına tatbik etmeleri için gayret sarfetmiştir. Kendisi namazlarını son derece huşû içinde kılardı ve başkalarına da bunu tavsiye ederdi. Hz. Ebû Yesâr, Hz. Peygamber'den bu hususta şu hadîsi nakletmiştir: "İçinizde öyleleri var ki namazlarını tam olarak edâ ediyor, fakat bazılarınız yarı, kiminiz üçte bir, kiminiz de dörtte bir. Hz. Peygamber bu sayıları artırarak nihâyet kiminiz de onda bir edâ ediyor." buyurdu. (İbn Hanbel, Müsned, 4/427)
Ebû Yesâr son derece müttakî birisiydi. O günah işlemekten çok korkardı ve Resûlullah'ın (s.a.), kendi ömrünün uzun olması için yaptığı dua ile ilgili hadîsi naklettikçe ağlardı. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/428)
Hz. Ebû Yesâr, birçok hadîs rivayet etmiştir. Mûsa b. Talha, Ömer b. Hakem ve Hanzala b. Kays başta olmak üzere O'ndan bazı sahâbî ve tâbiîn hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Ebû Yesâr, hicretin 55. yılında Medine'de vefat etmiştir.
EBÛ ZER el-GIFÂRÎ (r.a.)
Künyesi ile meşhurdur. İsmi ve soyu: Cündüb (veya Bureyr) b. Cünâde (veya Seken) b. Kuayb b. Suayr b. Vak'a b. Harâm el-Gıfârî el-Kinânî el-Mudarî. Annesinin ismi Remle bint Vekîa'dır.
Ebû Zer, ilk müslümanlardandır ve müslüman olma sırası bakımından beşincidir. Müslüman oluşunun çok ibretli bir hikâyesi vardır.
Ebû Zer'in mensup olduğu Gıfâr kabilesi, eşkiyalık yapıp kervanları vurarak geçinirlerdi. Haram aylara bile riâyet etmezler, her zaman yağmacılık yaparlardı. Ebû Zer de kabilesinin diğer mensupları gibi yağmacılık yapardı. Çok cesur ve gözü pek biriydi. Fakat bir süre sonra yaşadığı hayatın ve puta tapıcılığın anlamsızlığını ve saçmalığını farketmeye başladı. Putların hiçbir şeye gücü yetmeyen, insan eliyle yontulmuş cansız varlıklar olduğunu, yerleri ve gökleri çok güzel ve nizamlı bir şekilde yaratan kudret sahibi bir yaratıcı olması gerektiğini düşünüyordu. Kavmi putlara adak ve kurbanlar sunarken, tapınma gösterileri yaparken, o onları uzaktan acıma hisleriyle seyrediyor, fakat düşündüklerini kimseye açıklayamıyordu. Bir ara düşündüklerini kardeşi Üneys'e açtı. Çok şiddetli bir tepki ile karşılaştı.
Bu arada Mekke'den gelen birisi orada bir Peygamber'in çıktığı, insanları putlara tapmaktan vazgeçirip tek yaratıcı olan Allah'a tapmaya davet ettiği haberini getirdi. Bu haber Ebû Zer'in kalbinde büyük bir ümit ışığı yakmıştı. Hemen kardeşi Üneys'i haber getirmek üzere Mekke'ye gönderdi. Üneys Mekke'de Hz. Peygamber'i, Mekkeliler'i İslâm'a dâvet ederken dinledi. Duyduğu sözlerden çok etkilendi. Kabilesine döndü ve Ebû Zer'e: "Allah'a yemin ederim ki bu zat iyiliği tavsiye edip fenalıklardan kaçındırmaya uğraşmaktadır" dedi. Ebû Zer: "O'nun sözlerinden hatırladıkların varsa bana naklet" dedi. Üneys: "Hatırlayamıyorum, ama, ben birçok şâir, kâhin ve sihirbaz dinledim. O'nun sözleri hiçbirininkine benzemiyor" dedi.
Ebû Zer, kardeşinin getirdiği haberle tatmin olmamıştı. Bizzat kendisi gidip Peygamber'i görmek, mümkün olursa onunla konuşmak istiyordu. Bu sefer kendisi Mekke yoluna düştü.
Mekke'ye varınca Hz. Peygamber hakkında bilgi alabileceği birini aramaya başladı. Fakat kendisine bilgi verecek kimse bulamadı. Akşam olunca elbiselerine bürünüp Kâbe'nin dibine oturdu. Geceyi orada geçirmek istiyordu. Karnı da acıkmıştı. Yanına yiyecek almamıştı. Orada beklerken Hz. Ali onu gördü. Garip bir yolcu olduğunu düşünerek onu aldı ve evine götürdü. Orada Ebû Zer, asıl amacından hiç bahsetmedi. Ertesi gün yine Hz. Peygamber hakkında bilgi toplamaya veya O'nunla görüşmeye çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.
Bir önceki gece yaptığı gibi Kâbe yakınında otururken yine Hz. Ali onu gördü. Bu sefer niçin Mekke'ye geldiğini sordu. Ebû Zer, gizli kalması şartıyla Mekke'ye geliş gayesini açıkladı. Buna Hz. Ali de sevinmişti. Bir müslüman kazanma ihtimali vardı. Fakat bu tanımadığı adamın güvenilir olup olmadığını tesbit etmek gerekiyordu. Hz. Ali: "Yarın seni Peygamber'le görüştüreyim" dedi. Bu arada ne yapması gerektiği konusunda Hz. Peygamber'le istişare etmiş olması akla yatmaktadır. Çünkü bu sırada müslümanlar faaliyetlerini son derece gizlilik içinde yürütüyorlardı. Ayrıca o sıralarda Kureyşliler'in Hz. Peygamber'e suikastler hazırladıkları da kaynaklarda kaydedilmektedir.
Hz. Ali, Ebû Zer'i Peygamberimiz'e götürürken: "Beni arkamdan takip et. Herhangi bir tehlike sezersen ben ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparak yolun kenarındaki duvara dayanırım. O zaman sen beni takib ettiğini farkettirmeden geçer gidersin" dedi. Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna vardılar. Ebû Zer: "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'ın selâmı üzerine olsun" dedi. Peygamberimizin selâmını aldı. Ebû Zer daha sonraki yıllarda, "Müslümanlar arasında ilk selâm veren benim" diyerek bu davranışıyla övünürdü. Hz. Peygamber ona İslâm'ı anlattı. Ebû Zer artık aradığını bulmuş, gönlü huzur ve sükûnla dolmuştu. Hemen kelime-i şehadet getirdi ve müslümanlığa giriş işlemini tamamladı.
Peygamberimiz ona müslüman olduğunu gizlemesini, kabilesinin yanına dönmesini, kendisi İslâmiyet'i açıktan tebliğe başlayıncaya kadar orada beklemesini söyledi. Fakat Ebû Zer gönlünde coşan seli durduramıyordu: "Ey Allah'ın Resûlü, gidip müşriklerin arasında hakkı haykıracağım" dedi ve Kâbe yakınında toplu halde bulunan müşriklerin yanına varıp: "Ey müşrikler topluluğu, ben Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Resûlü olduğuna şahitlik ediyorum" diye bağırdı. Kalabalık, bu pervasızlık karşısında çılgına dönmüştü. Üzerine çullanıp bayıltıncaya kadar tekme tokat dövdüler. Hz. Peygamber'in amcası Abbas: "Ne yaptığınızın farkında mısınız? Bu adam sizin kervan yolunuz üzerindeki Gıfâr kabilesine mensuptur. O'na birşey yaparsanız kervanlarınızı bunların topraklarından nasıl geçireceksiniz?" diyerek onu kalabalığın elinden kurtardı. Her tarafı yara bere içindeydi. Ertesi gün yine Kâbe'nin yakınına gitti ve aynı şekilde bağırdı. Oradakiler yine üzerine saldırdılar. Abbas bu sefer de O'nun üzerine abanarak daha fazla dövmelerine engel oldu. (Buhârî, Kitabu'l-Menâkıb, İslâmu Ebû Zer)
Müslim'deki bir rivayete göre ise Ebû Zer'in Peygamberimizle buluşması biraz daha farklı anlatılmaktadır. Buna göre Ebû Zer Mekke'ye geldiğinde, çok zayıf ve çelimsiz bir kişiye: "Hani o sizin sâbiilik dediğiniz yeni dine çağıran adam nerede?" diye sordu. Adam: "İşte bu da sâbiî" diye bağırdı. Bunun üzerine oradakiler üzerine saldırdılar ve her yerini yara bere içinde bıraktılar. Gidip kanlarını Zemzem suyuyla yıkadı. Bir daha da kimseye Peygamberimizi soramadı. Herhangi bir vesileyle Peygamberimizi görebilmek ümidiyle otuz gün Mekke'de kaldı. Geceleri, Kâbe'de geçirdi. Yiyecek alacak parası olmadığından bir ay boyunca sadece Zemzem suyu içerek yaşadı. Bu esnada hiçbir güçsüzlük hissetmediğini, hatta bir miktar şişmanladığını bizzat kendisi belirtmektedir. Bir ayın nihayete erdiği mehtaplı bir gecede Kâbe'yi tavaf için gelen Peygamberimiz ve Ebû Bekir'le karşılaştı. Beraberce Hz. Ebû Bekir'in evine gidip yemek yediler. Ebû Zer o esnada müslüman oldu. (Müslim, H.N. 2473)
Hz. Peygamber Ebû Zer'e ülkesine dönüp, kabilesini İslâm'a davet etmesini söyledi. Kabilesine döndü. Başından geçenleri kardeşine ve annesine anlattı. Onlar da müslüman oldular. Daha sonra başta kabile reisleri olmak üzere halkına İslâmiyet'i tebliği etti. Gıfãr kabilesinden pek çok kişi Ebû Zer'in davetiyle İslâm'la müşerref oldu.
Hicretten sonra Ebû Zer de Medine'ye hicret etti. Kaynaklar bir müddet sonra kabilesinin yanına döndüğünü kaydediyorlar. Bedir'den itibaren bütün gazâlara katıldığı kaydedildiğine göre, bazen Medine'ye geldiği anlaşılıyor. Medine'de olduğu zaman mümkün olduğunca Hz. Peygamber'in sohbetini kaçırmamaya çalışırdı. Mekke fethi esnasında kavminin sancaktarlığını yapmıştı.
Tebük Savaşı'na katılabilmek için Ebû Zer'in gösterdiği feda-kârlık çok duygulandırıcıdır:
Tebük seferine çıkılırken Ebû Zer'in devesi yorgunluktan veya zayıflıktan veyahut hastalıktan dolayı yürüyememişti. Ebû Zer, devesinin sırtındaki eşyaları sırtına yüklenip Medine'yi terketmiş olan ordunun peşinden yetişmek üzere kızgın güneş altında yola koyuldu. Bu arada ordudaki bazı müslümanlar: "Filan, filan sefere katılmadı" diye konuşuyorlardı. Hz. Peygamber onlara: "Bırakın. Eğer onlarda hayır varsa size yetişirler. Yoksa Allah onları sizden uzaklaştırır" buyurdu. Bu arada geriden yaya olarak yaklaşan birini gördüler. Peygamberimiz: "Ebû Zer olsa gerek" dedi. Hakikaten gelen Ebû Zer'di. Peygamberimiz'in o esnada: "Allah Ebû Zer'e rahmet etsin. Tek başına yürür, tek başına ölür, tek başına haşrolunur" buyurdu.
Peygamberimiz'in irtihalinden sonra Ebû Zer zaten önem vermediği dünya ile alâkasını iyice kesti. Hz. Ebû Bekir'in halifeliği döneminde Medine'de münzevî bir hayat yaşadı. O da vefat edince Medine kendisine iyice dar gelmeye başladı, Şam'a yerleşti. Hz. Ömer devrinde müslümanlar zenginleşmiş, yavaş yavaş lüks ve gösterişe temayül başlamıştı. Hz. Ömer otoritesiyle idarecilere ve halka etkili olarak Asr-ı Saadet'tekine benzer, sade ve basit bir hayatın sürdürülmesini sağlayabilmişti.
Fakat Hz. Osman döneminde onun yumuşakbaşlılığından cesaret alan devlet görevlileri, özellikle de Emevî sülâlesine mensup idareciler, lüks ve gösterişe, dünya malı toplamaya dalmışlardı. Bizans ve İran'ın madde tutkusu, Asr-ı Saadet'in ulvî ve rûhanî havasını dejenere etmeye başlamıştı.
Ebû Zer, Şam'daki bu idarecilerin tutumuna karşı çok şiddetli tenkidler yöneltiyor, altın ve gümüş biriktirenlerin vücudlarının Kıyamet günü onlarla dağlanacağına dair Kur'ân âyetlerini hatırlatıyor, Kisrâ ve Kayserlerin yaşayışını İslâm'a soktunuz diyordu. Hz. Osman: "Gel Medine'de bana yakın ol, devlet idaresinde yardımcı ol" diyerek onu Medine'ye çağırdı. Medine'ye gelir gelmez: "Şam valisi Muâviye mal yığıyor ve zekâtını vermiyor" diyerek şikâyette bulundu. Medine'de de kalmak istemedi. Hz. Osman'a karşı kıpırdanmalar başlamış, onu da bu olaylara bulaştırmak istemişlerdi. Hz. Osman'dan izin alarak Mekke yakınlarındaki Rebeze denilen ıssız bir yere yerleşti. Hayatının sonuna kadar orada kaldı. Mahrumiyet ve fakr u zaruret içinde yaşadı. Hanımı vefatını şöyle anlatıyor:
"Ebû Zer'in durumu artık kötüleşmişti. Ben ise, kefen bile yok diye ağlamaktaydım. Ebû Zer ise yakında Resûlullah'a (s.a.) kavuşacağına seviniyordu. Vefat edince beni yıkayın ve kefenleyin, yolun kenarına koyun. Oradan geçen ilk kafileye: "Bu Ebû Zer'in cenazesidir" deyin, diye vasiyet etti. Kefen bulmak için telaşlanmamalarını, bir gencin birazdan kendisi için kefen getireceğini belirtti. Gerçekten de ölümünden hemen sonra Ensâr'dan bir genç elinde kefenle çıkageldi. Vasiyetini yerine getirdiler. O esnada yoldan bir kafile geçiyordu. İçlerinde Abdullah b. Mes'ûd da vardı. İbn Mes'ûd onun öldüğünü öğrenince ağladı ve Peygamberimiz'in: "Ebû Zer yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşrolur" dediğini hatırlattı."
Cenaze namazını İbn Mes'ûd kıldırdı. Vefatı hicrî 31 veya 32 yılındadır.
Ebû Zer vefat ettiğinde geriye kalan mal varlığı sadece üç merkep, bir keçi ve birkaç binek hayvanından ibaretti. "İnsan ne kadar çok dünya malı toplarsa, o kadar hırslı olur" derdi.
Kendisi ilme çok düşkündü. Fetvâ veren sahâbîlerdendi. Hz. Ali O'nu ilim deryası olarak nitelendirirdi. Kimseden korkup çekinmeden gerçekleri söylerdi. Birgün bir topluluğa fetvâ verirken adamın biri gelip: "Mü'minlerin emiri senin fetvâ vermeni yasaklamadı mı?" deyince: "Beni kontrol mu ediyorsun? Vallahi kılıcı enseme koysanız da o esnada Resûlullah'tan (s.a.) işittiğim bir şeyi söylemeye vaktim kalsa onu söylerdim" dedi.
Kendisinden hadîs nakledenler çok uzun bir liste teşkil etmektedir. Naklettiği hadîslerden kitaplara geçenlerin sayısı 281'dir. Bunlardan 12 tanesi müttefekun aleyhtir.
Ebû Zer çok cömertti. Dünyaya değer vermez, sade ve basit bir hayat yaşardı. Gösteriş meraklılarını; "Kayser ve Kisra'nın debdebesini İslâm'a soktular" diye tenkid ederdi. Kendisine devletten bağlanan dörtbin dinar tahsisatın çok cüz'î kısmını kendine ayırır, geri kalanını dağıtırdı. Hiçbir zaman aynı anda iki elbiseye sahip olmadı. Kendine maddî yardım yapmak isteyenleri reddederdi. Şam valisi Habib b. Mesleme bir ara üçyüz altın göndermiş, almayıp geri çevirmişti. "Altın ve gümüş biriktirenlerin vücutları Kıyamet günü biriktirdikleri altın ve gümüşle dağlanacak" derdi.
Zühdü, takvâsı ve tevâzuundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) O'na: "Mesîhu'l-İslâm (İslâm'ın İsa'sı)" lâkabını takmıştı. "Yalnızlık fena arkadaştan iyidir" derdi. Hz. Peygamber O'na: "Ebû Zer, idarecilik isteme ve kabul etme" diye tavsiyede bulunmuş, hayatı boyunca bu tavsiyeye uymuştu.
Resûl-i Ekrem'i çok sever, O'ndan "dostum" diye bahsederdi. Birgün Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Resûlü, kalbim Allah'ın ve senin sevginle dolu, başkasına yer yok" demişti. Resûlullah'ın sohbetinden hiç ayrılmazdı. Hz. Peygamber de O'na çok iltifat eder, sırlarını O'nunla paylaşırdı.
Hz. Ali: "Dünyada Ebû Zer kadar doğruyu söylemekten çekinmeyen kimse görmedim" derdi. Tenkidlerinde dahi kibardı. Hz. Osman'ın bazı icraatlarına karşı olmasına rağmen açıkta aleyhinde konuşmaz, O'na dua ederdi.
Onu tanıyanlardan biri: "Ebû Zer, fakirlere karşı sevgi gösteren, kendisinden istenmeden veren, sıla-i rahme riâyet eden, acı olsun tatlı olsun hakkı söyleyen, Allah'ın rızası için hiçbir şeyden korkmayan, her işinde gerçek gücü ve kudret sahibinin Allah olduğu şuurunda olan biriydi" demektedir.
Bir oğlu vardı, o da kendisinden önce vefat etmişti.
EBÛ ZEYD (r.a.)
Künyesi ile meşhur olan bu sahâbînin adı Kays b. Seken idi. Hazrec kabilesine mensup olan Ebû Zeyd'in; Zeyd, İshak ve Havle isminde çocukları vardı.
Ebû Zeyd, hicret yılında İslâm'a girmiştir. Başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Ebû Zeyd, Kur'ân-ı Kerim'i çok iyi anlayan ve ezberleyen sahâbîlerden birisiydi. Enes b. Mâlik anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) zamanında Kur'ân'ı dört kişi topladı, bunların hepsi Ensâr'dandı: Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ'b, Zeyd b. Sâbit ve Ebû Zeyd." (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 119) Ebû Zeyd, sahâbe ve tâbiûndan birçok kişiye Kur'ân-ı Kerim öğretmiştir. Bu yüzden O'na, Kâri (Kur'ân-ı Kerim'i okutan) lâkabı takılmıştır.
Hz. Ebû Zeyd, Hz. Ömer zamanında Suriye ve Irak'ta birçok savaşa katılmıştır. Hicretin 15. yılında meydana gelen Cisr-i Ebû Ubeyd Savaşı'nda şehid olmuştur.
EBÛ ZEYD el-ENSÂRÎ (r.a.)
Ebû Zeyd el-Ensârî diye meşhur olan bu sahâbînin asıl adı Amr b. Ahtab b. Rifâa b. Muhammed idi. Ensâr'dan Hazrec kabilesine mensuptur.
Amr b. Ahtab, hicretten az önce İslâm'a girdi. Kendi ifadesine göre Resûlullah (s.a.) ile birlikte 13 sefere katılmıştır. Ancak O'nun Bedir Savaşı'na katılıp katılmadığı kesin değildir. Nitekim İbn Sa'd bu sahâbîyi Bedir ashâbı içinde saymamıştır. O'nun Uhud ve Hendek başta olmak üzere, daha sonra yapılan savaşlara katıldığı muhakkaktır.
Ebû Zeyd, fizikî yönden son derece yakışıklı bir sahâbî idi. Allah O'na çok mükemmel bir fizikî yapı ihsan etmişti. Güzelliğinin hangi şeye bağlı olduğunu kendi ağzından dinleyelim: Resûlulah (s.a.) su istedi. Ben O'na bir bardak su getirdim. Suyun içinde bir kıl vardı. Bu kılı hemen çıkarıp aldım. Resûlullah (s.a.) yüzümü meshetti (okşadı) ve: "Ya Rabbi, O'nu güzelleştir, O'nu hayır ve ihsan üzerine daim kıl" buyurdu. (İbn Hanbel, Müsned, 5/340) Bu olayı Ebû Zeyd'den işiten râvi: "Ebû Zeyd'i doksan üç yaşındayken gördüm, O'nun sakalında ve saçında hiçbir beyazlık yoktu" demiştir.
Ebû Zeyd, bu hadîsin dışında başka hadîsler de rivayet etmiştir. Onlardan birisinin meâli şöyledir: "Resûlullah (s.a.) bir gün sabah namazını kıldırdı. Sonra hutbeye çıktı, öğleye kadar konuşma yaptı. Öğleyi kıldırdı, yine hutbeye çıktı, ikindiye kadar konuşma yaptı. İkindiyi kıldırdıktan sonra tekrar minbere çıktı, güneş batıncaya kadar konuşma yaptı. Hz. Peygamber bu konuşmalarında bizlere olan ve olacakların hepsinden haber verdi. Bu konuşmalarda en çok şey öğrenenimiz hafızası en kuvvetli olanlarımız oldu." (İbn Hanbel, Müsned, 5/341)
Hz. Amr b. Ahtab, Basra'ya yerleşti. Burada kendi adına bir mescidin bulunduğunu ve bu mescidle tanındığını kaynaklar zikretmektedir. Oğlu Beşir, Yezid er-Rişle, İlbâ b. Ahmer, Ebû Kılâbe el-Cermî, Enes b. Sîrîn ile kalabalık bir grup kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. Rivayet ettiği hadîsler, Buhârî'nin dışındaki hadîs kitaplarında mevcuttur.
Hz. Amr b. Ahtab, Abdülmelik b. Mervân'ın halifeliği zamanında 120 yaşında iken Basra'da vefat etmiştir.
EĞAR b. YESÂR el-MÜZENÎ (r.a.)
Suffa ashâbından olan bu sahâbî künyesi ile meşhur idi.
Aslen Mekkeli olan Eğar'ın İslâm'a girdiği tarih hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. O, diğer Mekkeli müslümanlar gibi İslâm'a girdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte Medine'ye hicret etmiştir.
Hz. Eğar, çok alçakgönüllü birisiydi. Ebû Bürde, Eğar b. Yesâr'ı kastederek: "Benim yanıma Muhâcirlerden birisi geldi. Alçakgönüllüğlüğü beni hayretler içinde bıraktı" demiştir.
Eğar b. Yesâr'dan, Ebû Bürde b. Ebû Mûsa, Abdullah b. Ömer hadis rivayet etmişlerdir.
Eğar b. Yesâr'ın vefat tarihi hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur.
Eğar b. Yesâr'ın rivayet ettiği hadîse örnek: Eğar, Resûlullah'tan şöyle duyduğunu haber vermiştir: "Ey insanlar, Allah'a tevbe ediniz. Çünkü ben her gün yüz defa tevbe ediyorum." (Müslim, Zikr 42)
ENES b. MÂLİK (r.a.)
Enes b. Mâlik'in soyu: Enes b. Mâlik b. Nadr b. Damdam b. Zeyd b. Harâm b. Cündüb el-Ensârî el-Hazrecî. Enes b. Mâlik'in annesi, Ümmü Süleym'dir.
Hz. Enes, Resûlullah'a (s.a.) peygamberlik geldikten sonra dünyaya gelmiştir. O, hicret anında henüz 10 yaşında bir çocuktu. Bir rivayete göre Hz. Peygamber, Medine'ye gelince Enes'in annesi Ümmü Süleym, O'nu Resûlullah'a götürmüş ve: "Bu Enes'tir, sana hizmet edecek" demiştir. Bundan sonra Hz. Enes, Resûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar devamlı O'nun hizmetinde bulunmuştur. Hz. Peygamber, Enes'e Ebû Hamza künyesini vermiştir.
Hz. Enes, o dönemde çocukluğundan beri İslâmî bir ortamda yetişen ender kişilerden birisidir. Enes'in annesi Ümmü Süleym, İkinci Akabe Bîatı'nda bulunarak İslâm'ı kabul edenlerdendir. İlk kocası, bu güzide kadını dininden çevirmek için çok çaba sarfetmiş, ancak bunda muvaffak olamayınca kendisi evi terkederek başka yere gitmek zorunda kalmıştır. Bir süre sonra gittiği yerde Ümmü Süleym'in müşrik kocası öldü. Böylece dul kalan Ümmü Süleym'e Ebû Talha evlenme teklifinde bulundu. Ümmü Süleym, Ebû Talha'ya İslâm'a girmesi şartıyla kendisi ile evlenebileceğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Talha müslüman oldu ve Ümmü Süleym ile evlendi. Bundan sonra Hz. Enes, müslüman bir aile içinde yetişmeye başladı.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Resûlullah (s.a.) Medine'ye geldiklerinde Enes, henüz 10 yaşında küçük bir çocuktu. Ancak O, çok zeki ve meraklı birisi olduğu için Hz. Peygamber'in Medine'ye gelişini bütün safhaları ile çok iyi izlemişti. Bu sebeple olacak ki, Resûlullah'ın Medine'ye gelişini O'ndan daha iyi anlatan hemen hemen hiçbir kimse olmamıştır.
Hz. Enes b. Mâlik, Resûlullah (s.a.) Medine'ye geldikten sonra O'nun yanından hiç ayrılmayarak devamlı hizmetinde bulunmuştur. Bu büyük sahâbî, Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. O, Bedir Savaşı yapıldığında henüz 12 yaşında bir çocuktu, bu savaşta askerlere ve Resûlullah'a (s.a.) hizmet etti. Daha sonraları bazı kişiler, Bedir Savaşı anında küçük olmasını nazarı dikkate alarak Hz. Enes'e bu savaşa katılıp katılmadığını sormuşlar, Hz. Enes, onlara: "Bedir Savaşı'ndan kim geri kaldı ki ben geri kalayım" demiştir.
Enes b. Mâlik, Bedir'den sonra Resûlullah (s.a.) ile birlikte Uhud Savaşı'na katılmıştır. Enes, Hz. Peygamber'in bu savaşta dişlerinin kırılması üzerine kavmi hakkında söylediklerini şöyle anlatıyor: "Uhud Savaşı'nda Peygamber'in yan dişleri kırılmış ve başı yarılmıştı. O, hem yüzündeki kanları siliyor, hem de: Kendilerini Allah'a davet eden peygamberlerini yaralayan ve onun dişlerini kıran kavim nasıl iflah olur, buyuruyordu. Bunun üzerine: "Senin elinde başka bir şey yok. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder, yahut nefislerine zulmettikleri için onları azaba uğratır." (Âl-i İmrân, 3/128) meâlindeki âyet nâzil oldu."
Hz. Enes, hicretin 6. yılında yapılan Hudeybiye barışına katıldı. Bu sırada O, henüz 16 yaşındaydı. Hz. Peygamber, ashâbı ile Hudeybiye'de iken düşmanın müslümanlara nasıl baskın yapmak istediklerini ve Resûlullah'ın (s.a.) onlara tutumunu Hz. Enes şöyle anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) ve ashâbı, Hudeybiye'de iken Mekkeli silahlı seksen kişi, Ten'im dağı tarafından gelerek Hz. Peygamber ve beraberindekilere baskın yapmak istediler. Resûlullah (s.a.) onlara beddua etti. Onlar yakalandılar. Ancak, Hz. Peygamber onları sonra affetti ve bu sırada: "Sizi onlara gâlip getirdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde onların elini sizden, sizin elinizi onlardan çeken O'dur. Hak Teâlâ sizin bütün yaptıklarınızı görür" (Fetih, 48/24) âyeti nâzil oldu." (Hayâtü's-Sahâbe)
Hz. Enes, Resûlullah ile birlikte Vedâ haccında da hazır bulundu.
Resûlullah âhirette irtihal ettiğinde bu güzide insan Medine'de bulunuyordu. O, Resûlullah'ın (s.a.) vefat ettiği günü şöyle tasvir ediyor: "Resûlullah'ın vefat ettiği gün, Medine'de her yeri karanlık kapladı. Ortalık âdeta zindan gibiydi. Öyle ki, O'nu defnedemez olduk. Kalbimiz kederle doldu." Yine O, Hz. Peygamber'in vefatı hakkında: "Resûlullah (s.a.)'ın Medine'ye girdiği günden daha aydın, daha tatlı bir gün görmedim. O'nun ölümüne de şâhit oldum ve o günden daha karanlık ve daha acı bir gün görmedim" demiştir. (Hayâtü's-Sahâbe)
İlk halife Hz. Ebû Bekir, Enes'i, Bahreyn bölgesine zekâtları toplamak üzere gönderdi. Enes, Hz. Ebû Bekir vefat ettiğinde bu bölgede bulunuyordu. Daha sonra Medine'ye geldi.
Enes, Hz. Ömer devrinde O'nun teşkil ettiği şûra meclisi üyeliğine seçildi. Hz. Ömer, Hz. Enes'in Resûlullah'a yakınlığını bildiği için O'nun engin bilgisinden çok yararlanmıştır. Aynı zamanda Enes, bu halife döneminde fıkıh ve hadîs öğretimi ile de meşgul olmuştur. Yine bu sahâbî, Hz. Ömer döneminde bazı savaşlara da katılmıştır. O, Hz. Ömer'in hilâfetinin sonlarına doğru Basra'ya giderek oraya yerleşmiştir. Enes, bundan sonra hayatının büyük bir bölümünü burada geçirmiştir.
Bilindiği üzere Hz. Osman'ın hilâfetinin sonlarına doğru İslâm âleminde birtakım huzursuzluklar ortaya çıkmış ve bilhassa bu üçüncü halifenin hicretin 35. yılında şehid edilmesinden sonra kamu düzeni iyice bozulmuştu. Her tarafta anarşi vardı. Büyük fitne İslâm âlemine tebelleş olmuştu. Neticede müslümanlar muhtelif kamplara bölünmüştü. Konumuzu teşkil eden Enes b. Mâlik bu dönemde ortaya çıkan olaylardan hiçbir kimsenin yanında yer almayarak tarafsızlığını muhafaza etmiştir. O, kendisi fitneye bulaşmadığı gibi, Hz. Ali döneminde Basra halkının da menfur olaylara katılmamaları için çaba sarfetmiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulunan bu büyük sahâbî, anarşinin ve fitnenin İslâm âlemini bölüp parçalayacağını ve onulmaz yaralar açacağını çok iyi biliyordu. Aynı zamanda O, ileride zuhur edecek bazı olayların müslümanlara nasıl zarar vereceğini bizzat Resûlullah'ın (s.a.) ağzından duymuştu. Hz. Enes gibi sahâbenin ileri gelenlerinden birçoğu da fitneye bulaşmamışlardır. Onların iç olaylarda tarafsız kalmaları gerçekten ilgi çekicidir. Bunlar hiçbir vakit silahlarına müslüman kanı bulaştırmamışlardır.
Hz. Enes'in fitne ve anarşiye bulaşmamış olması O'nun hiçbir zaman zulüm ve haksızlıklara seyirci kaldığı anlamına gelmez. O, son derece medenî cesareti olan birisiydi. Bildiği doğru şeyleri söylemekten hiçbir zaman çekinmezdi. Nitekim Enes, Haccâc'ın halka zulmünü görünce, onu, zamanın halifesi Abdülmelik'e şikâyet etti. Haccâc, Enes'in kendisini halifeye şikâyet ettiğini bildiği halde, O'nun derslerine devam eder, hal ve hatırını sorardı.
Hz. Enes, gösterişten hoşlanmazdı. O, zengin olmasına rağmen sade bir hayat sürdürmeyi tercih etmiştir. İsrafı hiç sevmezdi. Fakirlere sadaka verir, okuttuğu fakir öğrencilerin yiyeceklerini bizzat kendisi temin ederdi. Hz. Enes'in ahlâkı Kur'ân-ı Kerim ahlâkı idi.
Güler yüzlü ve güzel sözlü olan bu sahâbî, Resûlullah (s.a.) sevgisiyle doluydu. Hz. Peygamber hayatta iken hergün erkenden kalkar ve sabah namazından evvel Mescid-i Nebevî'ye (Peygamber Camii) giderek Hz. Peygamber'e hizmet ederdi. Resûlullah da O'nu her mecliste hayırla anar ve kendisinden memnun olduğunu ifade ederdi.
Hz. Enes, Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonra hayatının büyük bir bölümünü Kur'ân-ı Kerim ve sünnete hizmet ile geçirmiştir. O, öğrencilerine ders verirken Resûlullah (s.a.) ve O'nun döneminde meydana gelen olayları geniş geniş anlatırdı. Bu yüzden olacak ki, Hz. Enes'in rivayet ettiği hadîslerin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber'in hal ve davranışları ile alâkalıdır. Enes, her yaptığı işin Hz. Peygamber'in sünnetine uygun olmasına çok dikkat ederdi. Tabiri câizse O, Resûlullah'ın sünnetinin canlı bir örneği idi.
Hz. Enes, namazlarını son derece huşû içinde kılmaya çalışırdı. Hz. Peygamber hayatta iken nasıl namaz kılıyorsa, Enes de namazı aynı şekilde edâ etmeye çalışıyordu. Sahâbe-i kirâmın ileri gelenlerine, Resûlullah'ın nasıl namaz kıldığı sorulduğunda Enes'i gösterirlerdi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hz. Enes, Resûlullah (s.a.) hayatta iken devamlı O'nun hizmetinde bulunmuştur. Resûlullah, Enes'e güvenir ve bu yüzden birçok sırrını O'na söylerdi. Bu konuda bir hâdiseyi kendisi şöyle anlatıyor:
"Ben çocuklarla oynarken Resûlullah (s.a.) yanıma geldi. Bize selâm verdi ve beni bir yere bir ihtiyacı için gönderdi. Bu sebeple annemin yanına dönmekte geciktim. (Eve) geldiğim vakit annem: Niye geciktin? diye sordu. Beni Resûlullah (s.a.), bir hâcet için gönderdi, dedim. Hâceti ne imiş? diye sordu. Ben: O sırdır, dedim. Annem: Sakın Resûlullah'ın (s.a.) sırrını kimseye söyleme, dedi. Enes (kendisinden bu olayı dinleyen Sâbit'e): Vallahi bunu bir kimseye söyleyecek olsam sana söylerdim ey Sâbit, demiştir." (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe)
Hz. Enes, konuştuklarına çok dikkat eder ve hata işlememeye çalışırdı. O: "Hiçbir kul diline sahip olmadıkça takva sahibi olamaz" derdi. (Hayâtü's-Sahâbe) Son derece müttakî olan Enes, namazlarını devamlı cemaatle kılar ve mescide gidip gelirken dahi sevab kazanmaya çalışırdı. Sâbit anlatıyor: "Enes b. Mâlik ile birlikte Zâviye'de (Basra'da bir yer) yürüyordum. Ezan sesini duyunca Enes mescide girinceye kadar kısa adımlarla yürüdü. Sonra da: Yâ Sabit, niçin böyle yürüdüğümü biliyor musun? diye sordu. Ben: Allah ve Resûlü bilir, diye karşılık verdim. Namaza giderken fazla adım atmak için, dedi." (Taberânî)
Hz. Enes, önceleri fakir idi, ancak daha sonra çok zengin olmuştur. Kendisi zengin oluş sebebini şöyle anlatıyor: "Resûlullah, (yanımızdan) geçti ve O'nun sesini annem Ümmü Süleym işitti. Annem: Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! (Beni kastederek) işte Enescik... dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) benim için üç şeye dua etti. Bunlardan ikisini (zenginlik ve çok çocuk) elde ettim. Üçüncüsünü de (Cennet'e girmek) âhirete ummaktayım." (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe)
Hz. Peygamber'in, Enes için çocuklarının çok olması hususundaki duası kabul edilmiş olacak ki, O'nun çok sayıda çocuğu olmuştur. Enes'in çocuklarından bazılarının adları şöyledir: Zeyd, Yahya, Ubeydullah, Hâlid, Nasr, Berrâ, Alâ, Ömer, Remle, Ümeyye, Ümmü Harâm. Enes'in çocukları aynı zamanda O'nun öğrencileri idi. Bu yüzden Enes'in çocuklarının çoğu ilimde temâyüz etmişlerdir.
Hz. Enes, müksirûndan (çok hadîs rivayet eden) sahâbîlerdendir. Resûlullah ile uzun süre birlikte kalması, Hz. Peygamber'in vefatından sonra uzun süre yaşaması ve hadîse olan merakı, O'nun çok hadîs rivayet etmesine tesir eden faktörlerdendir.
Hz. Enes, hadîs rivayet ederken, Resûlullah'ın sözlerine bir şeyler katmamaya ve hadîsten bir şeyler çıkarmamaya çok dikkat ederdi. Çünkü O: "Kim benim söylemediğim bir sözü bana isnad edecek olursa cehennemdeki yerine hazırlansın" hadîsini Hz. Peygamber'in ağzından bizzat duymuştu. Bu yüzden olacak ki, Hz. Enes hadîs rivayetini bir takım usûl ve esaslara bağlamıştı. Muhammed b. Sîrîn'in rivayet ettiği bir habere göre Hz. Enes, Resûlullah'tan (s.a.) bir hadîs naklettikten sonra: "ev kemâ kâle Resûlullah" (veya Resûlullah'ın dediği gibi) cümlesini ilâve ederdi.
Hz. Enes b. Mâlik, toplam 2.286 hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan 128 tanesini hem Buhârî, hem de Müslim müştereken eserlerine almışlardır. Ayrıca Buhârî, Sahîh'ine yalnız başına 80, Müslim ise 70 hadîs almışlardır.
Hz. Enes, bizzat Hz. Peygamber'den aldığı hadîslerin dışında, sahâbeden bazılarından da hadîs rivayet etmiştir. O'nun hadîs aldığı sahâbîlerden bazıları şunlardır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Fâtıma, Ebû Zer el-Gıfârî, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes'ûd, Muâz b. Cebel. Enes'ten de başta Hasan el-Basrî, Muhammed b. Sîrîn, Katâde olmak üzere birçok kişi hadîs rivayet etmişlerdir.
Hz. Enes 100 yaşının üzerinde iken hicretin 93. yılında Basra'da vefat etmiştir. Vefat tarihi olarak 90, 91, 92 tarihleri de rivayet edilmiştir. Basra'da en son vefat eden sahâbîdir.
ENES b. MUÂZ (r.a.)
Bu sahâbînin soyu şöyledir: Enes b. Kays b. Ubeyd b. Zeyd b. Muâviye b. Amr b. Mâlik b. en-Neccâr.
Enes b. Muâz'ın annesi Ensâr'dan Ümmü Ünâs bint Hâlid b. Huneys'dir.
Bu sahâbî, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Hz. Enes'in, Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonraki hayatı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Enes'in Muâz adında bir oğlu vardır. O, babası Enes'ten şu hadîsi rivayet etmiştir: Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Bir kimse ilim öğretirse, o kişiye öğrettiği ilimle amel edenler kadar sevap verilir. Amel edenlerin sevabından ise hiçbir şey eksilmez." (İbn Mâce)
Hz. Enes b. Muâz, hicretin 41. yılında Hz. Osman devrinde vefat etmiştir.
ENES b. NADR (r.a.)
Neccâroğulları'ndan olan bu sahâbînin soyu şöyledir: Enes b. Nadr b. Damdam b. Zeyd b. Harâm b. Cündüb b. Âmir b. Ganem b. Adiy b. Neccâr el-Ensârî. Enes'in annesi Seleme bint Amr b. Muttalib'dir. Bu sahâbî ana tarafından Resûlullah'ın (s.a.) akrabasıdır. Meşhur sahâbî Enes b. Mâlik'in amcası olmaktadır.
Hz. Enes b. Nadr müslümanların müşriklerle yaptığı ilk savaş olan Bedir'e katılmamıştır. O, buna daha sonraları çok üzülmüştür. Bu yüce insan, Bedir'den sonra Resûlullah'a (s.a.) gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! Medine dışında bulunduğum için müşriklerle çarpıştığın ilk savaştan uzak kaldım. Eğer Allah beni müşriklerle savaş meydanında bulundurursa, onlara neler yapacağım, Allah herkese gösterecektir" dedi. (Buhârî)
Bu sahâbî verdiği sözü tutarak müşriklerle yapılan ikinci büyük savaşa yani Uhud'a katılmıştır. Enes, bu savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi. O, hayatı pahasına birçok müşriği bozguna uğrattı. Sonunda Enes bu savaşta şehid oldu. Öldüğünde vücudunda 70 kılıç darbesi izi vardı. Müşrikler, Enes'i şehid etmekle yetinmeyerek O'nun burnunu, kulaklarını ve diğer organlarını keserek intikam almak istemişlerdi. O'nun vücudu neticede tanınmaz hale gelmişti. Enes'in cesedini ancak kız kardeşi Rubeyyi' parmaklarının ucundan, bir başka rivayete göre de dişlerinden tanıyabilmiştir.
Enes b. Nadr, Uhud'da çok büyük kahramanlık göstermekle kalmayarak başkalarını da savaşa teşvik etmiştir. Sa'd b. Muâz'ın Uhud yakınında bir kenara çekilip savaştan vazgeçtiğini görünce, O'na: "Ey Ebû Amr! (Sa'd b. Muâz'ın künyesi) nereye gidiyorsun? Benimle gel. Varlığımı kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, ben, Cennet'in kokusunu Uhud'un dibinde alıyorum" diyerek müşriklerin üzerine yürüdü. Bunun üzerine Sa'd: "Ben de senin yanındayım" dedi. Sa'd, daha sonraları devamlı: "Ben Enes'in yaptıklarını yapmaya asla güç yetirememişimdir" derdi.
Bilindiği üzere Uhud Savaşı'nda bir ara Hz. Peygamber'in müşrikler tarafından öldürüldüğü haberi müslümanlar arasında yayılmıştı. Tam bu esnada Enes b. Nadr, Hz. Osman'ın da içlerinde bulunduğu Muhâcir ve Ensâr'dan üç beş kişinin son derece üzgün olarak oturdukları bir sırada onların yanına varmıştı. Enes onlara: "Ne oturuyorsunuz?" diye sorduğunda: "Resûlullah (s.a.) şehid edilmiş" cevabını aldı. Enes bunun üzerine: "Resûlullah'tan sonra siz sağ kalıp da ne yapacaksınız! Kalkınız, Resûlullah'ın çarpışıp da canını feda ettiği şeyler için siz de canınızı feda ediniz" dedi.
O'nun bu savaşta gösterdiği kahramanlıklar ile alâkalı daha başka rivayetler de mevcuttur.
Enes b. Nadr'ın Uhud Savaşı'nda gösterdiği kahramanlık ve fedakârlık O'nun imanının kuvveti ve İslâm'a olan bağlılığını gösterir. Ahzâb sûresindeki: "İnsanlardan, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahdlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb, 33/23) meâlindeki âyetin, Enes b. Nadr hakkında nâzil olduğu rivayet edilmiştir. (Buhârî, Tefsir 33/2)
Hz. Ömer, Enes b. Nadr'ın fazileti hakkında şunları söylemiştir: "Ben, O'nu, Allah'ın Kıyâmet günü başlı başına bir ümmet olarak dirilteceğini umarım."
ERBED b. HUMEYRE (r.a.)
Bu sahâbînin künyesi Ebû Mahşâ idi. O'nun babasının, Cübeyr ve Humeyr olduğu şeklinde rivayet varsa da, Humeyre olduğunu belirten rivayet daha sağlamdır. Bu bakımdan biz O'nun babasını Humeyre diye gösterdik. Bu sahâbî Benî Esed'dendir.
Erbed b. Humeyre ilk İslâm'a girenler içinde yer aldı. Bu sahâbî de ilk zamanlarda Mekke'de müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine maruz kaldı. Bu yüzden birçok sahâbî gibi Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı. Daha sonra da Medine'ye hicret etti.
Kaynaklar O'nun Bedir Savaşı'na katıldığını haber vermektedir. O'nun bu savaştan sonraki hayatı ve ölüm tarihi hakkında ise hiçbir bilgi yoktur.
ERKAM b. EBÛ ERKAM (r.a.)
Erkam b. Ebû Erkam'ın soyu: Erkam b. Ebû Erkam b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum b. Yakaza b. Mürre. Künyesi Ebû Abdullah'dır.
Erkam'ın annesi Umeyme bint Abdülhâris'dir. Bu sahâbînin, Ubeydullah, Osman, Ümeyye, Meryem, Safiyye adında çocukları vardı.
Erkam, ilk İslâm'a girenlerdendir. O'nun, İslâm'a 7. kişi olarak girdiğine dair rivayetler vardır. Bu sahâbînin müslüman olduğu gün, Ebû Ubeyde b. Cerrah ile Osman b. Maz'ûn da İslâm'a girmişlerdir. Erkam'ın ataları Mekke'nin soylu ailelerinden ve zenginlerindendir. Bu bakımdan Erkam, Cahiliye Dönemi'nde de toplumda sözü geçen kişilerden birisiydi. O'nun İslâm'a girmesi müslümanlara moral ve güç vermiştir.
Erkam, İslâm'a girdikten sonra O'nun Safâ tepesinin yanındaki evi, Hz. Peygamber (s.a.) ve çevresindeki bir avuç müslüman için üs görevi yapmıştır. Resûlullah (s.a.) ile arkadaşları, ilk zamanlar müşriklerin şerrinden korunmak için bu evde gizlenirler, Hz. Peygamber bu evde insanları gizlice İslâm'a davet eder ve müslümanlara yapacakları ibâdetleri burada öğretirdi. Hz. Ömer İslâm'a girinceye kadar, bir başka ifade ile Resûlullah (s.a.) dini açıktan tebliğ ile emredilinceye kadar bu ev karargâh olarak kullanılmıştır. Erkam'ın bu evine Dârü'l-İslâm (İslâm'ın evi) denilmiştir. Hz. Peygamber tarafından bu ev karargâh olarak seçilirken sözkonusu evin Kâbe'nin arsası üzerinde inşa edilmiş olması, merkezî bir yerde oluşu gibi hususlar gözönünde tutulmuştur.
Erkam'ın sözkonusu edilen bu evi daha sonra vakıf olarak oğluna bırakılmıştır. Bu evin olduğu yer zamanımızda Suudî Arabistan krallığınca Harem-i Şerif için yapılan çevre düzenlemesinde yıkılarak arsası Harem'in arsasına katılmıştır.
Hz. Erkam, Mekke döneminde Resûlullah (s.a.) ve diğer ilk müslümanlar ile birlikte her türlü sıkıntı içerisinde İslâm'ı yaymaya çalışmıştır. O da diğer ilk dönem müslümanları gibi müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine maruz kalmıştır.
Erkam, hicret izni çıktıktan sonra diğer müslümanlar ile birlikte Medine'ye göç etti. Resûlullah (s.a.) O'nu Ensâr'dan Ebû Talha Zeyd b. Sehl ile kardeş yaptı. Medine'de Erkam'a Hz. Peygamber'in isteği üzerine Züreykoğulları'nın mahallesinde bir miktar arazi verildi.
Hz. Erkam b. Ebû Erkam, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Resûlullah'ın (s.a.) katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Erkam, Hz. Peygamber'in vefatından sonra dört halife döneminde daima müşâvere heyeti içinde yer almıştır. Hz. Osman'ın şehid edilmesi sonucunda ortaya çıkan ve İslâm tarihinde fitne olarak nitelendirilen olaylarda tarafsız kalmıştır. Bu yüzden O, her grup tarafından sevilen ve sayılan bir kişi olarak hayatını devam ettirmiştir.
Erkam, çok uzun süre yaşamış olmasına rağmen az sayıda hadîs rivayet etmiştir.
Hz. Erkam b. Ebû Erkam, hicretin 55. yılında vefat etti. O, sağlığında cenaze namazını Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın kıldırması için vasiyet etmişti. Erkam'ın bu vasiyeti yerine getirildi. Bu sahâbî öldüğünde 80 yaşındaydı. Cenazesi Bakî' kabristanına defnedilmiştir.
Erkam b. Ebû Erkam'ın rivayet ettiği hadîslere örnek:
Erkam b. Ebû Erkam'dan Resûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Cuma günü imam minbere çıktıktan sonra cemaatı çiğneyerek ve iki kişi arasını aralayarak öne geçmeye çalışan, Cehennem'de barsağını sürükleyen kişi gibidir." (İbn Hanbel, Müsned)
ERVÂ bint ABDÜLMUTTALİB (r.a.)
Bu kadın sahâbînin soyu şöyledir: Ervâ bint Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenâf b. Kusay. Ervâ'nın annesi Fâtıma bint Amr b. Âiz b. İmrân b. Mahzûm'dur. Bu kadın sahâbî, Resûlullah'ın (s.a.) halasıdır.
Ervâ'nın, Tuleyb adında bir oğlu vardı ve annesinden önce Dârü'l-Erkam'a (Erkam'ın evine) giderek müslüman olmuştu. Tuleyb, İslâm'a girdikten sonra annesinin yanına giderek: "Muhammed'e (s.a.) tâbi oldum ve İslâm'a girdim" dedi. Ervâ oğluna: "Hiç şüphesiz dayının oğlu, senin yardım ve desteğine herkesten daha lâyıktır. Vallahi O'nu erkekler gibi korumaya gücümüz yetseydi, kendisini korurduk" dedi. Tuleyb: "Ey anneciğim! Senin müslüman olmana ve Hz. Peygamber'e tâbi olmana mâni olan şey nedir? Kardeşin Hamza da İslâm'a girdi" dedi. Ervâ: "Kız kardeşlerime bakarım, onlar ne yapıyorsa ben de onu yaparım; onlardan birisi olurum" dedi. Bunun üzerine Tuleyb: "Sen Hz. Peygamber'e gidip müslüman oluncaya, O'nun peygamberliğini tasdik edinceye ve kelime-i şehâdet getirinceye kadar Allah'a dua edeceğim" dedi. Oğlunun ağzından bu sözleri duyan Ervâ, derhal kelime-i şehâdet getirerek İslâm'a girdi.
Daha sonraları Ervâ hatun devamlı Hz. Peygamber'e yardımcı olmuş ve oğlunu da İslâm'a hizmet için teşvik etmiştir. O, müşriklerin hiçbir tehdidine boyun eğmemiştir. Nitekim bir defasında Ebû Cehil'in, müşriklerden birkaç kişi ile Resûlullah'ın (s.a.) önünü keserek sövüp saydığını gören Tuleyb, dayanamayarak çene kemiği ile Ebû Cehil'in başını yarmıştı. Bunun üzerine müşrikler, Tuleyb'i tutup bağladılar. O'nu müşriklerin elinden ancak Ebû Leheb kurtarabilmişti. Müşrikler, Ervâ'ya: Oğlun, Muhammed (s.a.) için kendisini tehlikeye atıyor, deyince bu kahraman kadın: "O'nun (Tuleyb'in) günlerinin en hayırlısı dayısının oğluna (Resûlullah'a) yardım ettiği gündür" dedi. Böylece aynı zamanda müşrikler Ervâ bint Abdülmuttalib'in müslüman olduğunu öğrenmiş oldular.
Müşrikler doğru Ebû Leheb'e giderek kız kardeşi Ervâ'nın İslâm'a girdiğini haber verdiler. Ebû Leheb, Ervâ'ya müslüman olduğu için çok kızdı. Bu yiğit kadın sahâbî ise Ebû Leheb'in dediklerine aldırmadığı gibi, daha da ileri giderek kendisini de müslüman olmaya davet etti.
İbn Sa'd, Ervâ'nın müslüman olduktan bir süre sonra Medine'ye hicret ettiğini haber vermektedir. O'nun daha sonraki hayatı ve vefat ettiği tarih hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
ERVÂ bint KUREYZ (r.a.)
Ervâ bint Kureyz'in soyu: Ervâ bint Kureyz b. Rebîa b. Hubeyb b. Abdüşşems. Ervâ, Hz. Osman'ın annesidir. Bu kadın sahâbînin annesi, Resûlullah'ın halalarından Beydâ bint Abdülmuttalib'dir.
Ervâ bint Kureyz'in ne zaman İslâm'a girdiği bilinmemektedir. Ancak İbn Abbas, bu kadın sahâbînin Talha b. Ubeydullah, Ammâr b. Yâsir, Zübeyr b. Avvâm ve Abdurrahman b. Avf'ın anneleri ile birlikte Resûlullah'a (s.a.) giderek müslüman olduklarını nakletmektedir. Bu rivayete dayanarak onların İslâm'a Mekke'de bi'setin ilk yıllarında girdiklerini söyleyebiliriz.
Hz. Ervâ'nın, Affân'dan Hz. Osman'ın dışında Âmine isminde bir kız çocuğu vardı. Kocası Affân ölünce Ukbe b. Ebû Muayt ile evlendi. Ervâ, İslâm'a girdiği sıralarda bu azılı müşrik ile evliydi. Kocası Ukbe, Resûlullah'ın (s.a.) Medine'ye hicret ettiğini öğrenince:
"Hicret edip bizden uzaklaştın ey Kusvâ adındaki devenin sahibi,
Göreceksin pek yakında beni atlı olarak karşında!
Saplayıp duracağım size mızrağımı, sulayacağım onu kanınla.
Kılıç da bırakmayacak sizin hiçbir örtülü yerinizi."
şeklinde bir şiir okumuştur. Resûlullah (s.a.), Ukbe'nin bu sözlerini duyunca: "Allah'ım, O'nu yüzükoyun burnunun üzerine düşür" diye beddua etmiştir. Nitekim bu azılı müşrik, Bedir Savaşı'nda Kureyş ordusunun hezimete uğradığı sırada kaçmak isterken, atı hırçınlaşarak onu yere vurmuş ve Abdullah b. Seleme tarafından esir edilmiştir. Daha sonra bu azılı müşrik öldürülmüştür.
Hz. Ervâ, kocası öldürülünce rahatlamıştı. Çünkü O, kocasının korkusundan İslâm'a girdiğini açıkça söyleyemiyordu. Ervâ, hicretin 6. yılında yapılan Hudeybiye barışına kadar Mekke'de kalmıştır. Ervâ'nın kızlarından Ümmü Külsüm de İslâm'ı kabul etmişti. Bu kadın sahâbî, Hudeybiye Barışı anında hicret etmek istemiş, ancak O'nun hicreti bir hayli problemli olmuştu. Konumuzu teşkil eden Ervâ, kızı Ümmü Külsüm'den sonra oğlu Hz. Osman'ın evinde kaldı.
Hz. Ervâ bint Kureyz, Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde Medine'de vefat etti. Cenaze namazını oğlu Hz. Osman kıldırdı. Sonra O'nun mezarı başında: "Ey Allah'ım, anneme rahmet et ve günahlarını bağışla" diye dua etti.
ES'AD b. ZÜRÂRE (r.a.)
Es'ad b. Zürâre'nin soyu: Es'ad b. Zürâre b. Udes b. Ubeyd b. Sa'lebe b. Ganem b. Mâlik b. Neccâr.
Es'ad b. Zürâre'nin künyesi Ebû Ümâme idi. Annesinin adı ise Suad idi. Es'ad'ın, Hubeybe, Mübâya, Kebşe isminde çocukları vardı.
Es'ad b. Zürâre, İslâm'a girmeden önce, Medine'de tevhid inancını benimseyen ender kişilerden birisiydi. O, putları kabul etmez, bir Allah'a inanırdı. Bir başka ifade ile İslâm'ı kabule hazır vaziyetteydi.
Resûlullah (s.a.) Mekke'de insanları İslâm'a davet ettiği ilk sıralarda Es'ad b. Zürâre, arkadaşı Zekvân b. Abdikays ile birlikte bir iş için Mekke'ye gitti. Burada müşriklerden Utbe b. Rebîa'nın yanına vardılar. Bu sırada Hz. Peygamber'in faaliyetinden haberdar oldular ve doğruca Resûlullah'ın yanına gittiler. Resûlullah (s.a.), bunları İslâm'a davet etti ve kendilerine Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okudu. Her ikisi de bunun üzerine derhal müslüman oldular. Bunlar daha sonra Utbe'nin yanına uğramadan Medine'ye geri döndüler. Böylece bu iki arkadaş Medine'de İslâm'ı ilk kabul eden kişi oldular.
Es'ad b. Zürâre, Medine'ye geldikten sonra çevresindekilere İslâm hakkında bilgi verdi. Kendisi gibi hanîf dininden olan arkadaşı Ebû Heysem b. Teyyihân O'nun telkini üzerine İslâm'ı hemen kabul etti.
Bu güzide sahâbî her iki Akabe Bîatı'nda da hazır bulunmuştur. İlk Akabe bîatında Resûlullah'a ilk önce bîat eden Es'ad b. Zürâre olmuştur. O, İkinci Akabe Bîatı'nda Resûlullah tarafından Benî Neccâr'ın nakibliğine (reisliğine) seçildi.
Medine'de Benî Beyâzaların hârresinde (taşlığında), Nakîu'l-Hadamât denilen yerde müslümanları bir araya toplayarak ilk Cuma namazını kıldıran bu sahâbî olmuştur.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.), İkinci Akabe Bîatı'ndan sonra Medineliler'e İslâm'ı öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i öğretmen olarak göndermişti. Mus'ab, Medine'ye geldiğinde doğruca Es'ad'ın evine gitmiş ve faaliyetlerini buradan yürütmüştür. O'nun evini karargâh olarak kullanmıştır. Bir rivayete göre Neccâroğulları, Mus'ab'ın halkı İslâm'a davet etmesine tahammül edemeyip Es'ad b. Zürâre'ye O'nu evinden çıkarması için baskı yaptılar. Bu yüzden Mus'ab, bir süre sonra Es'ad'ın evini terketti ve Sa'd b. Muâz'ın evine yerleşti. (Mecmau'z-Zevâid, 6/42)
Resûlullah (s.a.), Medine'ye hicret ettikten bir süre sonra Es'ad b. Zürâre'yi evinde ziyaret ederek O'nu onurlandırmıştır.
Es'ad b. Zürâre'nin, Mescid-i Nebevî'nin yerinin alınmasında çok büyük yardımı dokunmuştur. Bu mescidin yeri Benî Neccâr'dan Sehl ve Süheyl isminde iki yetim kardeşe aitti. Her iki kardeş de Es'ad b. Zürâre'nin terbiyesi altında yetişmişlerdi. Resûlullah (s.a.), arsaları üzerine cami inşa edeceğini kendilerine bildirince, bu iki güzide genç, arsayı Hz. Peygamber'e hediye etmek istediklerini söylediler. Ancak Resûlullah (s.a.) bu arsayı bedelsiz almak istemedi. Hz. Ebû Bekir, Resûlullah'ın (s.a.) emri üzerine arsanın bedelini ödedi ve böylece arsa istimlâk edilmiş oldu.
Es'ad b. Zürâre, Mescid-i Nebevî yapılırken rahatsızlandı. Resûlullah (s.a.), Es'ad'ı evinde ziyaret ederek geçmiş olsun dedi. Hastalık, bu değerli insanın peşini bırakmadı ve nihayet yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat etti. Bu tarihte henüz hicretten sadece dokuz ay geçmişti. Es'ad b. Zürâre, Medine'de vefat eden ilk sahâbî olmuş oldu. Resûlullah (s.a.) bu kıymetli sahâbînin ölümüne çok müteessir oldu. O'nun cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı. Cenazesi Bakî' mezarlığına defnedildi. Es'ad'ın vefatı Bedir Savaşı'ndan önceydi. Bu büyük sahâbînin vefat ettiği gün Mescid-i Nebevî'nin yapımı da tamamlanmıştı.
Es'âd b. Zürâre ölünce Benî Neccâr'dan bazı kişiler Resûlullah'a gelerek: "Nakîbimiz (işlerimizi yürütmekle görevlendirilen kişi) öldü, bize nakîb tayin et" dediler. Hz. Peygamber: "Bundan sonra nakîbiniz benim" diyerek onları sevindirdi.
Es'ad b. Zürâre, vefat edince yahudiler hemen bundan yararlanarak Hz. Peygamber aleyhine kampanya başlattılar. Onlar; eğer Muhammed'in bir kuvveti ve gücü olsaydı, arkadaşını iyi ederdi, demeye başladılar. Onlar böyle söylemekte Resûlullah'ın (s.a.) müslümanlar üzerindeki nüfuzunu azaltmak amacındaydılar. Yahudilerin bu şekilde konuştuklarını duyan Hz. Peygamber: "Yahudiler, Hz. Peygamber neden arkadaşını kurtaramadı, diyorlar. Ben arkadaşımın bu hali için bir fayda ve zarar vermeye mâlik değilim" buyurmuştur. Böyle söylemekle Resûlullah (s.a.), kendisinin Allah tarafından insanların hastalıklarını tedâvi için bir hekim olarak gönderilmediğini açıklamıştır. O'nun gönderiliş gayesi insanları Cahiliye karanlığından kurtararak, bir olan Allah'a imana davet ve böylece insanların dünya ve âhirette mutlu olmalarına vesile olmaktır.
ESMÂ bint EBÛ BEKİR (r.a.)
Esmâ bint Ebû Bekir'in soyu: Esmâ bint Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe b. Osman b. Âmir b. Amr b. Kâ'b.
Esmâ'nın annesi, Küteybe bint Abdüluzzâ b. Es'ad b. Câbir'dir.
Hz. Esmâ, 17. kişi olarak İslâm'a girmiştir. Hicret ânında Resûlullah (s.a.) ile babasına yardım etmiştir. Bilindiği üzere Resûlullah (s.a.), en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ile birlikte Medine'ye hicret etmeye karar vermişti. Her iki arkadaş bir gece gizlice Mekke'yi terketmek istiyorlardı. Azık olarak bir koyun kesilip eti pişirilmiş ve bir dağarcığın içine konulmuştu. Ancak dağarcık ve diğer şeylerin içine konacağı bir kap bulunamıyordu. İşte bu sırada Esmâ gerekeni yapmıştır.
Bu hususu kendi şöyle anlatıyor:
«Medine'ye hicret edilmek istenildiği zaman Hz. Ebû Bekir'in evinde azık bohçasını ben hazırladım. Fakat bohçanın ve su tulumunun ağzını bağlayacak bir şey bulamadım. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir'e: "Vallahi ben nıtakımdan (kuşak) başka bir şey bulamadım" dedim. Babam: "Onu ikiye parçala, birisi ile su kabının ağzını, diğeri ile de azık bohçasını bağla" dedi. Ben de öyle yaptım.»
Hz. Peygamber, Esmâ'nın bu davranışı üzerine: "O'na Cennet'te iki nıtak var" buyurdu. Bundan dolayı Hz. Esmâ'ya Zâtü'n-Nıtâkayn (iki nıtak sahibi) lâkabı takılmıştır.
Resûlullah (s.a.), hicret gecesinde Hz. Ebû Bekir ile Sevr mağarasında saklanmak için yola çıktılar. Sabah olunca Ebû Cehil ve arkadaşları Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir'i evlerinde aradılar ancak onları bulamadılar. Bu sırada Ebû Cehil, Esmâ'dan Hz. Ebû Bekir'i sordu. Hz. Esmâ: "O'nun nerede olduğunu bilmiyorum" deyince, O'na bir tokat atarak kulağındaki küpesini düşürdü. Esmâ, Resûlullah (s.a.) ile babasına, Sevr mağarasında kaldıkları sürece gizlice yiyecek gönderdi.
Esmâ hicretten önce Zübeyr b. Avvâm ile evlenmişti. Esmâ, hicret ânında hâmileydi. Kocası Zübeyr b. Avvâm çok fakir birisiydi. Bir atı dışında hiçbir mal varlığı yoktu. Bu yüzden Resûlullah (s.a.) Zübeyr b. Avvâm'a Medine'ye uzak bir yerde ekip biçmesi için bir bahçe verdi. Ancak bahçeden topladıkları mahsulü eve getirecek kimseleri olmadığı için bunları Hz. Esmâ bizzat başında taşırdı. Daha sonra babası Hz. Ebû Bekir, O'nu bu külfetten kurtarmak için kendisine bir hizmetçi verdi.
Hz. Esmâ'nın, Zübeyr b. Avvâm'dan, Abdullah, Urve, Münzir, Âsım, Muhâcir, Hatice ve Ümmü Hasan adında çocukları olmuştur.
Esmâ'nın kocası Zübeyr, çok sert birisiydi. Bir defasında Esmâ kocasını babasına şikâyet ettiğinde, Ebû Bekir kendisine sabırlı olmasını tavsiye etti.
Hz. Esmâ çok cömert bir kadındı. Abdulah b. Zübeyr anlatıyor: Hz. Âişe ve Esmâ'dan daha cömert hiçbir kadın görmedim. Onlar farklı şekillerde cömertlik yapıyorlardı. Âişe eline geçeni biriktiriyor, bir yekün teşkil edince yoksullar arasında taksim ediyor. Esmâ ise, eline ne geçerse ânında Allah yolunda dağıtıyordu. Hz. Esmâ bir defasında Zübeyr b. Avvâm'ın kazancının dışında malı olmadığını, kocasının malından Allah yolunda harcamasının doğru olup olmadığını sorduğunda Resûlullah (s.a.) kendisine: "Harcayabilirsin" demişti.
Hz. Esmâ çocuklarına şöyle vasiyet etmiştir: "Allah yolunda harcayın, tasaddukta bulunun. Zengin olmayı beklemeyin. Eğer zengin olmayı beklerseniz zengin olamayabilirsiniz. Eğer sadaka verirseniz yoksulluk görmezsiniz."
Hz. Esmâ, İslâm'a son derece bağlı bir kadın sahâbî idi. O, inandığı şeyleri ve Resûlullah (s.a.) sevgisini herşeyin üstünde tutardı. Esmâ'nın annesi Küteybe İslâm'a girmemişti. Bir defasında müşrik olan annesi, O'na bir hediye getirmişti. Hz. Esmâ, annesi müslüman olmadığı için hediyesini kabul etmediği gibi, evine de almadı.
Bu durumu öğrenen kız kardeşi Âişe, olayı Hz. Peygamber'e (s.a.) anlattı. Bu olay hakkında: "Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah âdil olanları sever." (Mümtahine, 60/8) âyeti nâzil olmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Esmâ'ya annesini içeri alması ve hediyesini kabul etmesi için haber gönderdi.
Bilindiği üzere Hz. Esmâ'nın oğlu Abdullah b. Zübeyr, Emevîler'e karşı mücâdele vermiş ve halifeliğini ilân etmişti. Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervân, hicretin 73. yılında Abdullah üzerine Haccâc b. Yusuf es-Sakafî komutasında bir ordu gönderdi. Haccâc, Mekke'yi kuşattı ve Kâbe'yi mancınıklarla taş yağmuruna tuttu. Neticede Abdullah şehid edildi.
Bu sıralarda Esmâ bir hayli yaşlanmıştı ve artık gözleri de görmez olmuştu. O, bu haliyle oğlunu öldüren Haccâc'ın yanına gitti. Ancak O'nu yerinde bulamadı. Daha sonra Haccâc, Esmâ'nın yanına gitti. Haccâc, Esmâ'ya, oğlunun münafık olduğunu söylediğinde bu yiğit kadın sahâbî hiç çekinmeden: "Sen yalan söylüyorsun. O iyi bir kişiydi, devamlı oruç tutar ve namaz kılardı. Resûlullah (s.a.) bize Sakîf'ten iki kişi çıkacağını, bunlardan birisinin yalancı, diğerinin de mülhik (çok adam öldüren) olacağını haber vermişti" dedi. (Müslim)
Hz. Esmâ, son derece takva sahibi bir kadındı. O, özellikle haramlardan çok sakınırdı. Bir defasında oğlu Münzir, Esmâ'ya Irak'tan giymesi için bir elbise göndermişti. Bu esnada Esmâ çok yaşlanmıştı ve gözleri de görmüyordu. Elbiseyi eli ile kontrol ettikten sonra: "Bunu geri götür" dedi. Annesinin, getirdiği hediyeyi kabul etmemesi Münzir'in ağrına gitti. Münzir: "Anne, bu elbise şeffaf değil" dediğinde Esmâ: "İçini göstermeyebilir, ama vücud hatlarını belli eder" dedi. Daha sonra Münzir, bu elbiseyi götürdü ve annesinin istediği şekilde bir elbise getirdi.
Hz. Esmâ, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok sahîh hadîs kitabında yer alan çok sayıda hadîs rivayet etmiştir. Esmâ'dan oğlu Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Keysân, İbn Abbas, Safiyye bint Şeybe, Vehb b. Keysân başta olmak üzere birçok kişi hadîs almıştır.
Hz. Esmâ hicretin 73. yılında vefat etmiştir.
ESMÂ bint SELÂME (r.a.)
Esmâ bint Selâme'nin soyu: Esmâ bint Selâme b. Muharribe b. Cendel b. Ubeyr b. Nehşel b. Dârim et-Temîmî. Esmâ'nın annesi, Selmâ bint Zübeyr b. Ubeyr et-Temimî'dir.
Hz. Esmâ, Mekke'de ilk İslâm'a girenlerdendir. Kocası Ayyâş b. Rebîa da Esmâ ile birlikte müslüman olmuştur. Karı koca İslâm'a girdikleri için müşriklerin çok ağır hakaret ve işkenceleri ile karşı karşıya kaldılar. Bunlar, bu yüzden Resûlullah'ın (s.a.) izni ile Habeşistan'a yapılan ikinci hicrete katılmışlardır. Habeşistan'da Abdullah isminde bir erkek çocukları oldu. Esmâ bint Selâme daha sonra Medine'ye hicret etti. Oğlu Abdullah kendisinden hadîs nakletmiştir.
Hz. Esmâ'nın daha sonraki hayatı ve vefat tarihi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
ESMÂ bint UMEYS (r.a.)
Esmâ bint Umeys'in soyu şöyledir: Esmâ bint Umeys b. Teym b. Hâris b. Kâ'b b. Mâlik. Bu kadın sahâbînin annesi, Hind Havle bint Avf b. Zübeyr b. Hâris b. Kinâne'dir. Esmâ bint Umeys, Resûlullah'ın (s.a.) hanımlarından Meymûne bint Hâris'in kız kardeşidir.
Hz. Esmâ, Hz. Peygamber'in, Erkam'ın evinde Mekkeliler'i gizlice İslâm'a davet etmesinden önce müslüman olmuştur. Bir başka ifade ile ilk müslümanlardan (sâbıkûn-i evvelîn) idi. İslâm'a girdiğinde Esmâ, Resûlullah'ın (s.a.) amcalarından Ebû Talib'in oğlu Câfer ile evliydi. Bilindiği üzere Câfer de ilk müslümanlardandı. Bu mutlu çift, İslâm'ın ilk yıllarında diğer müslümanlar gibi müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine uğradı. Bu yüzden Esmâ, kocası ile Habeşistan'a hicret eden ikinci grup müslümanlar içinde yer almak zorunda kaldı. Habeşistan'da uzun süre kaldılar. Çocuklarından Muhammed, Abdullah ve Avn, Habeşistan'da dünyaya gelmişlerdir. Esmâ ile kocası Câfer hicretin 7. yılında Hayber'in fethi sırasında Medine'ye geldiler.
Hz. Esmâ, Medine'ye geldikten bir süre sonra Resûlullah'ın (s.a.) hanımı ve Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'yı ziyarete gitmişti. (Hz. Hafsa da Habeşistan'a hicret edenlerdendi.) Bu sırada Hz. Ömer de, Hz. Hafsa'nın yanına gelmişti. Hz. Ömer, Esmâ'yı burada görünce: "Biz hicrette sizden daha üstünüz. Resûlullah'a sizden daha yakınız" dediğinde Esmâ kızarak: "Hayır, siz Resûlullah ile beraberdiniz. Aç olanınızın karnını doyuruyor, dini bilmeyene de dini öğretiyordu. Biz ise, uzak diyarlarda, asık suratlar içinde Habeşistan'da idik. Bunlara Allah ve Resûlü uğruna katlandık. Allah'a yemin ederim ki, senin söylediklerini Resûlullah'a giderek anlatıp, aslını öğrenmedikçe hiçbir şey yiyip içmeyeceğim" dedi.
Esmâ, Resûlullah (s.a.)'in yanına gidip: "Ya Resûlallah, Ömer böyle böyle söylüyor" dedi. Resûlullah (s.a.): "Sen ona cevap verdin mi?" diye sordu. Esmâ: "Ben de şöyle şöyle dedim" dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü: "Onlar, bana sizden daha yakın olamazlar. O ve arkadaşları bir defa hicret etmişler, siz ise iki defa hicret ettiniz" buyurmuştur.
Hz. Esmâ'nın kocası Câfer, hicretin 8. yılında katıldığı Mûte Savaşı'nda şehid edilmiştir. O'nun şehâdet haberini son derece üzüntü içinde Hz. Peygamber söyledi. Resûlullah (s.a.), bu tarihten sonra sık sık Esmâ'nın yanına giderek hal ve hatırını sorardı. Hz. Peygamber: "Câfer'i meleklerle Cennet'te uçarken gördüm" diyerek O'nun Cennetlik olduğunu haber vermiştir.
Hz. Esmâ, kocası Câfer şehid olduktan bir süre sonra Hz. Ebû Bekir ile evlendi. Bu evlilikten Muhammed b. Ebû Bekir adında bir çocukları oldu. Ancak bu çocuk fazla yaşamadan öldü. Hz. Esmâ, Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Hz. Ebû Bekir, hicretin 14. yılında vefat edince Hz. Esmâ ikinci defa dul kaldı. Bu kadın sahâbî bir süre sonra Hz. Ali ile evlendi. Bu evlilikten de Yahya isminde bir çocukları oldu.
Hz. Esmâ, hadîs rivayet eden kadın sahâbîlerden birisidir. Kendisinden oğlu Abdullah b. Câfer, Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir, Abdullah b. Abbas, Lübâbe bint Hâris, Abdullah b. Şeddâd başta olmak üzere birçok kişi hadîs almışlardır.
Esmâ bint Umeys'in rivayet ettiği hadîslere örnek:
Esmâ bint Umeys, Resûlullah bana: "Sana kederli anında okuyacağın bir dua öğreteyim" dedi ve şu duayı öğretti: "Allah Rabbimdir. O'na hiçbir şey ortak koşmam." (Ebû Dâvud)
ESMÂ bint YEZİD (r.a.)
Esmâ bint Yezid'in soyu: Esmâ bint Yezid b. Seken b. Râfi' b. İmriü'l-Kays b. Zeyd b. Abdüleşhel. Künyesi Ümmü Seleme'dir. Esmâ'-nın annesi, Ümmü Sa'd bint Huzeym b. Mes'ûd'dur.
Esmâ, Müslüman olduktan sonra Resûlullah'a (s.a.) gelerek bîat etmiştir. O, Resûlullah (s.a.) ile birlikte birçok savaşlara da katılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Hz. Ömer devrinde yapılan Yermük Savaşı'na katılmıştır. Esmâ Yermük'te düşmanla fiilen dövüşmüş ve eline geçirdiği bir çadır direği ile dokuz Rum askerini öldürmüştür.
Hz. Esmâ bint Yezid, cesur olduğu kadar zeki ve medenî cesareti olan bir kadın sahâbî idi. Bilmediği hususları Resûlullah'a sormaktan hiç çekinmezdi. O'nun bu özelliğini bilen Ensâr kadınları: "Ey Esmâ, Hz. Peygamber'e bize vekâleten git. O'na durumumuzu arzederek öğrenilmesi gereken şeyleri öğren ve bize anlat" dediler. Esmâ onların bu isteklerini kabul ederek Mescid-i Nebevî'ye gitti. Hz. Peygamber, orada ashâbından bazılarıyla birlikte oturuyordu. Selâm verdikten sonra şöyle dedi:
"Ey Allah'ın Resûlü, anam babam sana feda olsun. Ben bazı kadınların elçisiyim. Allah, seni şüphesiz bütün erkek ve kadınların hepsine peygamber olarak göndermiştir. Biz sana ve Rabbine inandık. Biz kadınlar evlerimizde oturmakta, şehevî arzularınızı yerine getirmekte ve çocuklarınızı büyütmekteyiz. Siz erkekler ise, Cuma namazı kılmakta, cemaata devam etmekte, hastaları ziyaret etmekte, cenaze namazlarına katılmakta, tekrar tekrar hacca gitmekte bizden üstün kılındınız. Bu sayılanların daha faziletlisi de Allah yolunda cihaddır. Bir erkek hac, umre ve cihad için gittiğinde biz sizin malınızı korur, elbisenizi diker, çocuklarınızı büyütürüz. Acaba sizin bu sevablarınıza ve hayrınıza ortak olacak mıyız?"
Esmâ'nın bu konuşmasından çok memnun kalan Hz. Peygamber (s.a.), arkadaşlarına: "Bu kadının konuşmasından daha güzel bir söz işittiniz mi?" buyurdu. Ashâbdan orada bulunanlar: "Ey Allah'ın Resûlü, bir kadının bu kadar güzel bir ifade ile meramını anlatacağını hiç zannetmiyorduk" dediler. Daha sonra Hz. Peygamber Esmâ'ya: "Ey kadın, sen dinle ve diğer kadınlara şunu anlat: Eğer bir kadın kocası ile iyi geçinirse bu, Cuma namazı, hac gibi ibadetlere denk olur" buyurdu.
Hz. Esmâ, 80 küsur hadîs rivayet etmiştir. O'nun naklettiği bazı hadîsler Kütüb-i Sitte'de mevcuttur.
Hz. Esmâ'nın rivayet ettiği hadîslere örnek:
"İnsanlar, Kıyâmet gününde bir arazi üzerinde toplanırlar. Bir melek nidâ ederek: Yanları yataklardan uzak kalıp ibadetle meşgul kişiler nerede? der. Onlar sayıca azdır. Hesapsız Cennet'e girerler. Sonra diğer insanların hesaba çekilmesi emredilir." (Beyhakî)
ESVED b. NEVFEL (r.a.)
Esved b. Nevfel'in soyu: Esved b. Nevfel b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay el-Kureşî el-Esedî.
Bu sahâbî, Hz. Hatice'nin amcasının oğlu ve meşhur Hanîfler'den Varaka b. Nevfel'in küçük kardeşidir. Esved'in annesi, Ümmü Leys bint Ebî Leys'dir. Esved'in babası Nevfel, azılı müşriklerden olup müslümanlarla devamlı mücadele etmiştir. Bu yüzden Esved b. Nevfel'in baba evinde, devamlı Hz. Peyamber ve müslümanlar aleyhine konuşmalar yapılırdı. Bir taraftan bu şekilde şanssız olan Nevfel, diğer taraftan Hanîf dinine mensup olan ağabeyisinden tevhid konusunda birçok sözler duymuş olmakla şanslı idi.
Âsi ve münkir bir babanın oğlu olan Esved'in kalbine İslâm'ın nuru girdi ve böylece bu güzide insan İslâm'a ilk girenler içinde yer aldı. Hz. Esved b. Nevfel de müslüman olduktan sonra diğer ilk müslümanlar gibi müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine maruz kaldı. Habeşistan'a ikinci hicret hazırlıkları başlayınca Esved de hicret etmeye karar verdi ve arkadaşları ile birlikte bu ülkeye gitti.
Esved b. Nevfel, Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye hicret edinceye kadar bu ülkede kaldı. Daha sonra O da Medine'ye hicret etti.
Hz. Esved b. Nevfel'in bundan sonraki hayatı ve ölüm tarihi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
ESVED b. SERÎ' (r.a.)
Resûlullah (s.a.) ile birikte dört savaşa katılmıştır.
Resûlullah'ın vefatından sonra Basra'da yaşamıştır. Basra'nın ilk kadısıdır.
Şâir, güzel konuşan, iyiliksever bir zat idi. Kendisinden sekiz hadîs rivayet edilmiştir.
H. 42 tarihinde vefat etmiştir.
ESVED b. VEHB (r.a.)
Esved b. Vehb'in soyu: Esved b. Vehb b. Abdimenâf b. Zühre el-Kureşî el-Ezdî.
Kureyş'ten olan bu sahâbî, Resûlullah'ın (s.a.) dayılarındandı. Esved'in ne zaman müslüman olduğu ve hayatının diğer safhaları hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak Resûlullah'ın (s.a.) kendisine bazı şeyler öğrettiği rivayet edilmiştir. Onlardan bir tanesi şöyledir:
Abdullah b. Amr anlatıyor: "Resûlullah (s.a.), dayısı Esved b. Vehb'e: Allah kime murad ederse birtakım şeyleri kendine öğreteceğini ve sonra da bunlardan hiçbir şeyi asla unutmayacağını sana bildireyim mi? dedi. Esved: Peki öğret, ey Allah'ın Resûlü, dedi. Hz. Peygamber, bunun üzerine şöyle dua yapmasını buyurdu: Ya Rabbi! Ben zayıfım, rızan uğrunda beni kuvvetlendir. Bana hayrı ihsan eyle ve beni İslâm'dan hoşnud eyle."
Esved b. Vehb, bir defasında Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna girmek için izin ister. Hz. Peygamber: "Ey dayıcığım, girebilirsin" buyurdu. Esved içeri girince Resûlullah (s.a.), O'nun oturması için ridasını yere sererek hürmet ve saygısını gösterdi.
EŞ'AS b. KAYS (r.a.)
Eş's b. Kays'ın soyu: Eş's b. Kays b. Ma'dîkerb b. Muâviye b. Cebele b. Adiy b. Rebîa el-Kindî. Eş'as'ın künyesi Ebû Muhammed idi.
Eş'as, müslüman olmadan önce Kinde kabilesinin emiri idi. O, 70 kişi ile birlikte Medine'ye gelerek İslâm'a girdikten sonra tekrar kabilesine döndü.
Bir rivayete göre Eş'as'ın asıl adı Ma'dîkerb'di, saçları dağınık olduğu için kendisine Eş'as (saçları dağınık kişi) lâkabı takılmıştır.
Eş'as b. Kays, Hz. Peygamber vefat edinceye kadar Kinde'de yaşadı. Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiğini öğrenince isyan etti. Hz. Ebû Bekir, durumu haber alınca O'nun üzerine bir kuvvet gönderdi. Eş'as, bu kuvvet karşısında tutunamadı ve kendisi esir edilerek Hz. Ebû Bekir'in huzuruna getirildi. Hz. Ebû Bekir ile Medine'de yaptığı konuşma sonucunda tekrar serbest bırakıldı. Bu arada Hz. Ebû Bekir'in kız kardeşi Ümmü Ferve ile evlendi. Daha sonra Eş'as, tekrar kabilesine döndü.
Eş'as, hicretin 14. yılında (M. 636) yapılan Yermük Savaşı'na katıldı. Yine bu sahâbî Hz. Ömer devrinde hicretin 15. yılında Kâdisiye ile Irak çevresinde yapılan diğer savaşlara katıldı. Bu savaşlarda çok yararlılıklar gösteren Eş'as, Kûfe şehrine yerleşti.
Hz. Osman'ın Kûfe vâlisi Velid b. Ukbe, Eş'as'ı, hicretin 26. yılında kendi temsilcisi olarak Azerbeycan'a gönderdi. Eş'as, Hz. Ali dönemine kadar burasını idare etti. Daha sonra Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali'nin yanında yer aldı. Hakem meselesi ortaya çıkınca Eş'as bu işte, Hz. Ali'nin temsilcisi olmak istedi. Ancak bu mümkün olmayınca Ebû Mûsa el-Eş'arî'nin hakemliğini destekledi. O, Hz. Ali'nin haklı olduğuna kesinlikle inanıyordu. Ayrıca öyle zannediyoruz ki, bu sahâbînin Hz. Ali'yi desteklemesinin diğer bir sebebi de kızının Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan ile evli olmasıydı.
Sıffîn olayından sonra Eş'as, Kûfe'ye çekilerek sakin bir hayat yaşamaya başladı. Zaten bu sırada kendisi de iyice yaşlanmıştı.
Hz. Eş'as b. Kays, sağlığında oğullarından birisini kaybetmişti. Oğlunun ölümü üzerine Hz. Ali kendisine başsağlığına geldi ve bu esnada şunları söyledi: "Eğer üzülüyorsan oğlun senin merhametine mazhar olur. Fakat sabrediyorsan Allah katında hayırlı bir kişi olarak yaşarsın. Eğer sabredersen kadere razı olmuş olur, mükâfat-landırılırsın. Fakat ağlayıp sızlanırsan, yine kaderin hükmüne razı olmuş olur, günahkâr olursun." (Kenzü'l-Ummâl)
Hz. Eş'as b. Kays, hicretin 41. yılında 63 yaşında iken vefat etti.
EVS b. HAVELÎ (r.a.)
Evs b. Havelî'nin soyu: Evs b. Havelî b. Abdullah b. Hâris b. Ubeyd b. Mâlik b. Sâlim el-Hublî. Evs'in annesi Cemîle bint Übey b. Mâlik b. Hâris el-Hublî'dir. Evs b. Havelî'nin annesi meşhur münâfık Abdullah b. Übey b. Selül'ün kız kardeşidir. Evs'in Füshum isminde bir kızı vardı. Ancak bu kız küçük yaşta vefat etmiştir.
Evs, Medineli olup Hazrec kabilesine mensuptu. Evs, Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye hicret ettikten sonra İslâm'a girmiştir. Resûlullah O'nu Muhâcirlerden Şüca' b. Vehb el-Esedî ile kardeş ilân etti.
Hz. Evs b. Havelî, her yönü ile iyi yetişmiş birisiydi. O zamanının okuma yazma bilen ender kişilerindendi. Güzel yüzme bilir ve iyi ok atardı. Aynı zamanda çok cesur ve fizikî yapısı mükemmeldi. Bu güzide sahâbî, Hz. Peygamberin katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Evs, özellikle Bedir ve Uhud savaşlarında çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. O'nun cesaretine ve kahramanlığına müşrikler bile hayran kalmışlardır. Resûlullah (s.a.) Hudeybiye barışından sonra Umretü'l-kaza için Mekke'ye gittiğinde silahların başında 200 kişilik bir muhafız kuvvet bıraktı. Resûlullah (s.a.) bu muhafızların başlarına ise Evs b. Havelî'yi tayin etmişti.
Hz. Evs, Mekke'nin fethine Benî Hazrec sancağı altında katıldı. Bu sahâbî, Huneyn gazvesinde de yine kendi kabilesi ile birlikte savaşa katıldı.
Evs, Resûlullah'ın (s.a.) vefatında çok büyük görev üstlenmiştir. Hz. Peygamber âhirete irtihal ettiğinde çok sayıda sahâbe Mescid-i Nebevî'nin (Peygamber Camii) etrafında Resûlullah'a (s.a.) karşı son görevlerini yapmak için toplanmışlardı. Haliyle bu durum çok büyük izdihama sebep olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in akrabaları, Ensâr'dan kendilerini techiz ve tekfin işinde temsil etmek üzere bir kişiyi seçmesini istediler. Ensâr, bu iş için Evs b. Havelî'yi seçti. O, Ehl-i Beyt'ten bazı kişilerle birlikte cenazenin yıkanması ve tekfin işine katıldı. Bu kişiler daha sonra Allah Resûlünü kendi elleri ile kabre koydular. Böylece bu büyük sahâbî, hayatta en çok sevdiği kişiye son görevini büyük bir mutluluk içinde yapmış oldu. Bu olay aynı zamanda O'nun kavmi içindeki ağırlığını göstermektedir.
Evs b. Havelî'nin Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanındaki hayatı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Öyle zannediyoruz ki, O, bu dönemde de Medine'de ikamet etmiştir.
Hz. Evs b. Havelî, Hz. Osman döneminde hicretin 35. yılında Medine'de vefat etti. Cenaze namazını Halife Hz. Osman kıldırdı ve Bâki' kabristanına defnedildi.
FADL b. ABBAS (r.a.)
Hz. Abbas'ın büyük oğlu, Hz. Peygamber'in amca oğludur. Künyesi Ebû Abdullah, Ebû Abbas veya Ebû Muhammed olup soy silsilesi ise şöyledir: Fadl b. Abbas b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenâf el Kureşî el-Hâşimî. Annesi Lübâbe bint Hâris el-Hilâliyye'dir.
Fadl, Bedir'den önce müslüman olduğu halde, Mekke'nin zengin, asil ve ileri gelenlerinden olan babası Hz. Abbas ile Mekke'de yaşamış, Mekke'nin fethinden önce, hicretin 5. yılında kardeşi Abdullah ve babası Hz. Abbas ile Medine'ye gelmiştir. Medine'ye geldiklerinde Hendek Savaşı henüz başlamamıştı ve Resûlullah (s.a.) hendek kazmakla ve kazdırmakla meşguldü.
Fadl b. Abbas Mekke'nin fethine, Huneyn Savaşı'na katıldı. Huneyn Savaşı'nda bir ara müslümanlar dağılır gibi olmuş, fakat Fadl bu esnada hem büyük fedakârlık ve kahramanlık hem de Resûlullah (s.a.)'ın etrafını terketmeyerek sabır ve sebat göstermiştir.
Fadl, Veda haccında da Resûlullah (s.a.)'ın devesinin arkasına binmişti. Bu sebeple ona "Redîf-i Resûl" de denir. Hatta yolda, Has'am kabilesinden bir kadın gelerek yaşlı babası adına haccedip haccedemeyeceğini sormuş, Hz. Peygamber (s.a.) bu kadınla Fadl'ın göz göze geldiklerini görünce Fadl'ın yüzünü diğer tarafa döndürmüş ve onu ikaz etmiştir.
Fadl b. Abbas'ı Hz. Peygamber'in evlendirdiği ve mehrini verdiği rivayeti vardır.
Hz. Peygamber'in son hizmetinde bulunma şerefine erenlerden biri de Fadl'dır. Hz. Peygamber son hastalığında ve son hutbesinde Fadl'dan bahsetmiştir. Fadl, Resûlullah'ın (s.a.) ebedîlik yurduna irtihâli anında hazır bulunmuş ve gasli esnasında gasil suyunu dökmüş ve Hz. Ali de gasletmişti.
Fadl b. Abbas'ın vefatı hakkında farklı rivayetler vardır. Bazı rivayetler onun hicretin 13. yılında Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde Ecnâdeyn Savaşı''nda vefat ettiğini bildirirken ikinci grup rivayetler ise Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde hicrî 15. yılda Yermük Savaşı'nda veya 18. yılda Şam'da tâun hastalığına yakalanarak vefat ettiğini naklederler. Fadl'ın Ümmü Külsüm isminde bir kızı olup önce Hz. Hasan b. Ali ile sonra da Ebû Mûsa el-Eş'arî ile evlenmiştir.
Fadl b. Abbas, Hz. Peygamber'den (s.a.) yirminin üzerinde hadîs rivayet etmiş olup kendisinden de Ebû Hüreyre, kardeşi Abdullah b. Abbas, amca oğlu Rebîa b. Hâris, yeğeni Abbas b. Abdullah ve annesinin âzadlısı Umeyr, Süleyman b. Yesâr, Şa'bî gibi meşhur râvîler, hadîs rivayetinde bulunmuşlardır. Fadl b. Abbas, Hz. Peygamber'in yanından pek ayrılmaması sebebiyle O'nun özel ibadetleri, gece namazları, haccı ifâ edişi ile ilgili kıymetli bilgiler rivayet etmiştir.
Bir defasında Resûlullah'a bir bardak su getirildi, bundan bir miktarını içti. Sağında ashâbın yaşça en küçüklerinden biri olan Fadl b. Abbas oturuyordu. Hâlid b. Velid gibi yaşlı ve itibarlı sahâbîler de solunda oturuyordu. Hz. Peygamber bardakta kalan suyu ikram etmek için sağındaki Fadl'dan müsaade isteyip solundaki yaşlı sahâbîlere vermek istedi. Fakat Fadl: "Ya Resûlallah, cihan değer bir fazilet ve nimet olan bu hakkımı kimseye bağışlayamam" dedi ve Resûlullah (s.a.) bardakta artan suyu Fadl'a ihsan buyurdu.
Bu olay, sahâbenin dünya malı ve nimeti için nasıl fedakârca davrandığı, fakat uhrevî ve mânevî fazîletleri kazanmada ne ölçüde hassasiyet gösterdiği hususuna iyi bir örnektir.
FÂTIMATÜ'Z-ZEHRÂ (r.a.)
Hz. Peygamber'in, validemiz Hz. Hatice'den olma en küçük kızıdır. Hz. Ali'nin hanımı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendimizin annesidir. Hz. Peygamber'in diğer bütün çocukları evlenmeden küçük yaşta kendisinden önce vefat ettiklerinden dolayı, Peygamberimizin soyu, Hz. Fâtıma ile devam etmiştir. Lâkabı Zehrâ'dır. Parlak, güzel yüzlü anlamına gelmektedir. Hz. Hüseyin'in kızı Fâtıma'dan ayırt edilebilmesi için büyük Fâtıma anlamına Fâtımatü'l-Kübrâ da denir.
Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce doğmuştur. Doğum tarihi hakkında farklı rivayetler mevcuttur. Vâkıdî ve Medâinî, Peygamberimiz 35 yaşında iken Kâbe'nin tamir edildiği yıl doğduğunu nakleder. Ebû Ömer b. Abdilber, Hz. Peygamber'e peygamberlik gelmeden bir yıl önce doğduğunu kaydeder. Hz. Ali ile hicretin 2. yılında Bedir Savaşı'ndan sonra evlenmiştir. Evlendiklerinde Hz. Ali 22, Hz. Fâtıma ise 16 yaşındaydı. Hz. Ali O'na olan saygısından dolayı, O hayatta iken başka bir kadınla evlenmemiştir. Hz. Ali bir ara Ebû Cehil'in kızıyla evlenmek istemiş, fakat Hz. Peygamber; "Fâtıma benden bir parçadır. O'nun fitneye düşmesini istemem. Resûlullah'ın (s.a.) kızıyla Allah'ın düşmanının kızı bir araya gelemez" buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ali bu evlilikten vazgeçmişti. (Buhârî, 7/67; Müslim, H.N. 2449)
Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Külsüm ve Zeynep isminde beş çocuğu olmuştur. Hz. Hasan ve Hüseyin dışındakiler küçük yaşta vefat ettiklerinden Hz. Fâtıma'nın nesli iki oğlu vasıtasıyla devam etmiştir. Kendisinden, oğulları Hasan, Hüseyin, Hz. Âişe, Ümmü Seleme, Enes b. Mâlik ve Ümmü Râfi' hadîs nakletmişlerdir. Hadîsleri Kütüb-i Sitte'de yer almıştır. Müsned'de kendisinden nakledilen hadîs sayısı, 18'dir.
Peygamberimiz Hz. Fâtıma'yı çok sever, gizli sırlarını onunla paylaşırdı. Küçük yaşta Hz. Hatice'yi kaybetmesinden dolayı öksüz kalması üzerine Peygamberimiz'in (s.a.) şefkatine mahzar olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır. Ayrıca Hz. Peygamber, hanımı Hz. Hatice'nin hatırasını yaşatan hayattaki tek çocukları olması hasebiyle de Hz. Fâtıma'ya özel bir sevgi besliyordu. Hz. Fâtıma da küçük yaşta kaybettiği anne sevgisini de tamamen babasına yöneltmişti. Yanına geldiğinde, Hz. Peygamber O'nu ayakta karşılar ve yanı başına oturturdu. (Ebû Dâvud, H.N. 5217; Hâkim, Müstedrek, 3/154) Hz. Âişe'ye: Resûlullah (s.a.) en çok kimi severdi? diye sorulduğunda: "Kadınlardan Fâtıma'yı erkeklerden de Ali'yi" demiştir.
Hz. Fâtıma çok dindar, kanaatkâr, sabırlı ve mütevazi bir kadındı. Peygamber kızıyım diye hiçbir zaman gururlanmamış, hocası Hz. Ali'ye son derece saygılı davranmış, dünya zevklerine önem vermemiş, ev hanımı olarak pek çok sıkıntı ve meşakkatlere katlandığı halde halinden hiç şikâyet etmemiştir. Çünkü Hz. Ali de dünyaya rağbet etmeyişi ve cömertliğinden dolayı sade, basit ve azla yetinen bir aile hayatı sürdürmüştür.
Hz. Fâtıma'nın el değirmeninde arpa öğütmek ve kuyudan su çekmek gibi ev işlerinden dolayı ellerinin yara olduğu, kendisine yardımcı olması için Peygamberimizden bir hizmetçi istediği, fakat: "Ben henüz Suffa ashâbının ihtiyaçlarını karşılayamadım" diye kızının bu isteğini karşılayamadığı bilinmektedir. Bu olaydan sonra evlerine gelip yattılar. Yorgan olarak kullandıkları örtü o kadar küçüktü ki, başlarını örtünce ayakları, ayaklarını örtünce üst tarafları açıkta kalıyordu. Evlerinde başka örtüleri de yoktu. Bir süre sonra Peygamberimiz gelmiş ve: "Size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey vereyim. Cebrâil'den bazı kelimeler öğrendim. Her namazdan sonra otuz üç defa Elhamdüllillah, otuz üç defa Sübhanallah, otuz üç defa Allahu ekber deyin" buyurmuştur. Hz. Ali: "Sıffîn Savaşı gecesi dahil hayatımda hiçbir zaman namazlardan sonra bu tesbîhi çekmeyi terketmedim" demiştir.
Hz. Fâtıma'nın düğünü de son derece mütevazi olmuştu. Hz. Peygamber, Hz. Ali'den Bedir Savaşı'nda ganimetten payına düşen demir bir zırhı mehir alarak evlendirmiştir. İlk evlendiklerinde kiralık bir eve taşınmışlar, daha sonra Hârise b. Numan'ın hediye ettiği bir eve yerleşmişlerdir. Hz. Peygamber, düğününde kızına çeyiz olarak hurma lifi dolu bir deri yastık, iki su kabı, iki el değirmeni, bir örtü vermişti. Evlendiklerinde ev eşyaları bundan ibaretti.
Bir gün Peygamberimiz, Hz. Fâtıma'nın boynunda altın bir zincir gerdanlık gördü. "Bu nedir?" diye sordu. O da: "Hasan'ın babası hediye etti" dedi. Peygamberimiz: "Ey Fâtıma, insanların Peygamber'in kızında ateşten bir zincir var demelerini ister misin?" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Fâtıma o altın zinciri sattırıp parasıyla köle satınaldı ve âzad etti. (Nesaî, 8/158; Hâkim, 3/152; Müsned, 5/278)
Hz. Peygamber, son hastalığında Hz. Fâtıma'ya gizlice birşeyler söylemiş, bunun üzerine Hz. Fâtıma ağlamaya başlamıştı. Daha sonra yine gizli birşey söylemiş, bunun üzerine yüzü gülmüştü. Hz. Âişe ne söylediğini sorunca: "O'nun sırrını ifşâ etmem" demişti. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Âişe tekrar Hz. Peygamber'in O'na gizlice ne söylediğini sordu. O zaman olayı şöyle anlattı: İlk defasında: "Kur'ân, her Ramazanda, Cibril tarafından bana bir kere okunurdu, bu yıl iki defa okundu. Ben anladım ki artık aranızdan ayrılacağım" buyurdu. Ben ağladım. Bunun üzerine: "Bana ilk kavuşacak olan sensin ve bu ümmetin kadınlarının efendisisin" buyurdu. Buna çok sevindim ve güldüm. (Buhârî, 6/462; Müslim, H.N. 2450)
Hz. Peygamber vefat edince Hz. Fâtıma çok üzüldü ve sanki dünyaya küstü. Babasının vefatından sonra: "Ey babacığım, artık Cebrâil ile matemimizi paylaşacağız. Ey babacığım, Rabbinin davetine icabet ettin, Firdevs cenneti sığınağın oldu" dedi. Resûlullah'ın (s.a.) defninden sonra Hz. Enes'e: "Ey Enes, Resûlullah'ın (s.a.) üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl razı oldu?" dedi. Ebû Câfer de: "Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Fâtıma'nın güldüğü görülmemiştir" demektedir. (Hilye, 2/43)
Hz. Peygamber, bir gün Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve iki torunu Hasan'la Hüseyin'in üzerine bir örtü örtüp: "Allah'ım; bunlar, benim Ehl-i Beyt'imdir. Onlardan kirleri gider ve temizle" diye dua etmiştir. (Müslim, H.N. 2424; Müsned, 6/292-298)
Başka bir hadîslerinde de: "Ehl-i Beyt'imi öfkelendireni Allah Cehennem'e atar" buyurmuştur. (Hâkim, 3/150) Buhârî ve Müslim'de geçen bir hadîs de şöyledir: "Fâtıma benden bir parçadır. O'na eziyet eden bana eziyet etmiş olur."
Hz. Peygamber'in Hz. Fâtıma'nın faziletini dile getiren diğer bir hadîsi de şöyledir: "Cennet kadınlarının en üstünü Hatice ve Fâtıma'dır." Bu hadîsin değişik bir rivayeti de şöyledir: "Cennet kadınlarının en üstünleri, Hatice, Fâtıma, Meryem ve Âsiye'dir."
Hz. Âişe de: "Hz. Fâtıma'dan daha doğru sözlü birini görmedim. Çocukları da öyleydi" demiştir. (Hâkim, 3/160-161)
Hz. Fâtıma, Peygamberimiz'in vefatından beş veya altı ay kadar sonra vefat etti. Vefat ettiğinde kaç yaşında olduğuna dair, farklı rivayetler vardır. Doğru olanı 24 veya 25 yaşında olduğudur.
Peygamberimiz'in vefatından sonra halife olan Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz'in mirasını Hz. Fâtıma'ya vermedi. Hz. Ebû Bekir: "Ben Hz. Peygamber'in: "Biz Peygamberler, miras bırakmayız. Miras bıraktığımız şeyler sadakadır" buyurduğunu işittim. (Buhârî, 6/139-141; Müslim, H.N. 1759) Senin ihtiyaçlarını karşılamak, boynumun borcu, fakat Resûlullah'ın mirasını sana veremem" dedi. Vefatından önce Hz. Ebû Bekir, Hz. Fâtıma'nın yanına gelerek; bu hâdiseden dolayı, hakkınız geçmiş ise, hakkınızı helâl edin, dedi. Hz. Fâtıma da hakkını helâl etti.
Hz. Fâtıma, Esmâ bint Umeys'e: "Kadınların cenazesinin üzerine örtü örtülerek götürülmesinden hoşlanmıyorum, alttaki cesedin şekli belli oluyor" dedi. O da: "Ey Resûlullah'ın kızı, ben Habeşistan'da görmüştüm. Kadınların cesedi üzerine ağaç dalları koyup, üzerini örtüyorlardı" dedi. Bunun üzerine Hz. Fâtıma: "Ben ölünce, beni sen ve Ali yıkayın" dedi. Hz. Fâtıma vefat ettiğinde bu vasiyetleri yerine getirildikten sonra gece vakti defnedildi. O'nu mezara Hz. Ali ve Fadl koydular. Namazını Hz. Abbas kıldırdı.
Hz. Fâtıma, Uhud Savaşı'nda gazilere su dağıttı ve yaralıları tedavi etti. Mekke'nin fethine de katıldı.
FÂTIMA bint ESED (r.a.)
Hz. Ali'nin annesi, Ebû Tâlib'in karısı olan Fâtıma bint Esed, Hâşimoğulları kadınlarından olup, soyu Hz. Peygamber'le Hâşim'de birleşir. Soy silsilesi: Fâtıma bint Kays b. Herem b. Revâha'dır.
Fâtıma bint Esed, Hâşimoğulları kadınları içinde kendi kuşağı arasında ilk halife doğuran kadındır. Bundan sonra da Hz. Hasan'ı doğuran Hz. Fâtımatü'z-Zehrâ gelir. Fâtıma bint Esed'in, Tâlib, Akîl, Câfer ve Ali adında dört oğlu ile Ümmü Hâni, Cümane, Reyta ve Esmâ adında dört kızı vardır.
Fâtıma bint Esed ilk muhâcirlerden olup fazilet ve kemal sahibi bir kadındı. İyi halli ve ahlâklı idi. Hz. Peygamber'in yanında büyük itibarı ve mevkii vardı. Hz. Peygamber zaman zaman onu ziyaret eder, evinde öğle uykusu uyurdu. Hz. Peygamber'in yetiştirilip büyütülmesinde amcasının karısı olan Fâtıma bint Esed'in büyük emeği geçmiştir.
Fâtıma bint Kays, Hz. Ali'yi doğurduğunda ona babasının ismi olan Haydar (Esed) adını vermiştir. Hz. Peygamber de (s.a.) kızını Fâtıma bint Kays'a gelin olarak verdiğinde gelin-kayınvalide arasında iş bölümü yapıvermişti.
Fâtıma bint Kays hicretin 4. yılında Medine'de vefat ettiğinde Resûlullah (s.a.): "Bugün annem vefat etti" buyurmuştur. Hz. Peygamber kendi gömleğini sırtından çıkarıp, ona kefen olarak sardırdı. Cenaze namazını kıldırdı ve cenazesi üzerine yetmiş tekbir aldırdı. Defnedileceği zaman da kabrine indi, kabrin köşelerine işaret etti, kabrin içine uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşarmıştı, mübarek gözyaşları kabre damladı.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tutumunu izleyen Hz. Ömer ve diğer sahâbîler: "Ya Resûlallah, bu kadına yaptığını şimdiye kadar hiç kimseye yapmamıştın" dediklerinde Resûlullah (s.a.): "Ebû Tâlib'den sonra, bu kadın kadar bana iyiliği dokunan bir kimse olmamıştır. Ona Cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim. Kabir hayatı kendisine kolay olsun diye kabirde yanına uzandım. Cebrâil Aleyhisselâm Rabbimden, bu kadının cennetlik olduğu haberini getirdi. Allah, meleklerinden yetmiş binine emretmiş ve onun cenaze namazını kılmışlardır. O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken, önce benim karnımı doyururdu. Önce benim başımı, saçımı tarar, temizlerdi" buyurdular. Sonra da O'nun için yüksek sesle uzunca bir duada bulunarak Allah'ın af ve mağfiretine ulaşmasını taleb ettiler.
FÂTIMA bint KAYS (r.a.)
Dahhâk b. Kays'ın kız kardeşi olup soy silsilesi şöyledir: Fâtıma bint Kays b. Hâlid b. Vehb d. Sa'lebe b. Vâile el-Fihrî. Annesi Ümeyme bint Rebîa b. Hızyem'dir.
İlk muhâcirlerden olan Fâtıma bint Kays, Kureyş'in akıllı ve güzel kadınlarından biriydi. Mekke'de Ebû Amr Hafs b. Mugîre el-Mahzumî ile evli iken kocası onu boşamış, bunun üzerine de Muâviye b. Ebû Süfyân ile Ebû Cehm b. Huzeyfe ayrı ayrı O'na evlilik teklif etmişlerdi. Fâtıma bint Kays bunun üzerine geldi; Resûlullah'a (s.a.) danıştı. Hz. Peygamber ona: "Muâviye, malı olmayan bir fakirdir. Ebû Cehm'e gelince o da sopasını omuzundan indirmez. Sen Üsâme b. Zeyd ile evlen" şeklinde tavsiyede bulunmuş, bunun üzerine de Fâtıma bint Kays, Üsâme ile evlenmiş, mutlu ve huzurlu bir evlilikleri olmuştu.
Fâtıma bint Kays'ın rivayet ettiği bir diğer olay da şöyledir: İlk kocası olan Ebû Amr el-Mahzumî şehir dışında olduğu için bir elçi vâsıtasıyla Fâtıma bint Kays'a haber göndererek kendisini boşadığını bildirmiş, Fâtıma da bu kocasının âilesine giderek onlardan nafaka ve süknâ (oturma hakkı) talep etmiş, onlar da kabul etmemişlerdi. Resûlullah'a (s.a.) durumu arzedince Hz. Peygamber: "Nafaka ve süknâ ancak ric'î talâkla boşanan içindir" diyerek Fâtıma bint Kays'ın bu talebini uygun görmemiştir.
Ancak, Hz. Ömer devrinde Fâtıma bint Kays, kesin talâkla boşanan kadının nafaka ve süknâ hakkının olmadığını halifeye aktarınca Hz. Ömer bu rivayeti, Kur'ân-ı Kerim'in: "Kadınları boşadığınızda onları evlerinden çıkarmayın, onlar da açık bir kötülük işlemedikçe çıkmasınlar..." (Talâk, 65/1) âyetinin umumî hükmüne aykırı bulmuş ve Fâtıma bint Kays'ın olayı aktarmada yanlış ve hatasının bulunduğunu ileri sürerek bu rivayeti kabul etmemiştir.
Fâtıma bint Kays, Bedir ve Uhud Savaşı'nda, gâzilerin yaralarını sarmış, savaş alanına su taşımıştır. Kocası Üsâme b. Zeyd'in vefatından sonra, o sırada Kûfe emiri olan kardeşi Dahhâk'ın yanına yerleşmiş, orada uzun süre kalmıştır. Orada ilim öğretmiş, hadîs rivayetinde bulunmuştur.
Hz. Ömer'in şehid edilmesinden sonra istişâre heyeti Fâtıma bint Kays'ın evinde toplanmış, Fâtıma bint Kays tesirli bir konuşma yaparak onları teskin etmiş ve yönlendirmiştir.
Fâtıma bint Kays'tan, başta Şa'bî, Nehaî, Ebû Seleme olmak üzere birçok meşhur râvî rivayetlerde bulunmuştur. Kendisinden 30'un üzerinde hadîs rivayet edilmiştir.
FEDFED b. HANAKA (r.a.)
Benî Bekr'in bahadır ve savaşçısı olan Fedfed, Mekke'de Ebû Süfyân'ın yanına geldiğinde Ebû Süfyân onu, Hz. Peygamber'i öldürmesi için ikna eder. Karşılığında da yirmi deve alacaktır. Ebû Süfyân kendisine zehirli bir hançer de verir. Olayın devamını Fedfed şöyle anlatır:
«Ebû Süfyân'dan ayrılıp yola çıktım, gayet de neşeli idim. Kendime gelince cür'et ettiğim işin ne denli büyük bir iş olduğunu düşünmeye başladım. Gece karanlığı iyice bastırıncaya kadar yola devam ettim. Bir ara gökte şimşek parıltısı göründü.
Vadinin derinliklerinden de şu ses geliyordu:
O Resûl ki arş sahibinin yanından, sözü doğru olarak geldi,
O, insanlar için hayırlı yolları bilir.
Önce bunu bazı yolcuların söylediğini zannettim. Seslendim, hiçbir cevap yok. Sonra bunu bazı cinlerin söylemiş olacağına kanaat getirdim ve ben de şu şekilde şiir okumaya başladım:
Sana hayır olsun, bana, derinden seslenenin sesini işittirdin,
Yüreği hiç korkmayan kahramanı uyardın.
Fakat aynı ses bana şöyle cevap veriyordu ve ses sanki devemin altından geliyordu:
Allah, Muhammed'e kötülük yapmak isteyen kavmi ayıplasın,
Onları bol yağmurla sulamasın,
Terketmeyerek putlara bağlananları da,
Halbuki Allah'ın dini basiret sahiplerine önder oldu.
İşittiklerim kulağımda çınlayarak yoluma devam ettim. Derken Resûlullah'ı (s.a.) Abdüleşheloğulları'na vaaz ve nasihat ederken buldum. Ben O'nu tanımıyordum. Oradaki bir çocuğa: "Sizin diyarınıza gelen Kureyşli Muhammed nerede?" diye sordum. Çocuk bana dönerek: "Yazıklar olsun sana, sen şayet garip ve cahil olmasaydın senin öldürülmeni isterdim. Resûlullah (s.a.) nerede diyemiyor musun?" şeklinde çıkışarak beni azarladı. Hz. Peygamber o esnada eğri bir hurmanın altında ashâbı ile oturuyordu. Yanına gittim. Sen de O'nu görseydin O'nu tazim eder, O'nu tasdik ederdin ve daha önce O'nun bir benzerini görmediğini bilirdin. Ben de öyle yaptım, atımdan indim, O'na Ebû Süfyân'la aramdaki anlaşmayı ve uzaktan gelen sesi anlattım. Resûlullah beni İslâm'a davet etti. Ben de müslüman oldum.»
Bu olay İslâm'ın yayılışını; gönüllere, dillere ve içtimaî hayata safha safha hâkim oluşunu engellemek isteyen müşriklerin oyununun nasıl geri teptiğinin güzel bir örneğidir.
FERVE b. AMR (r.a.)
Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Soy silsilesi şöyledir: Ferve b. Amr b. Vedka (Vezka) b. Ubeyd b. Âmir b. Beyâda el-Ensârî el-Beyâdî. Benî Beyâda b. Âmir, Hazrec kabilesinin bir boyudur.
Hz. Peygamber, Kureyş müşriklerinin baskıları ve İslâm'ın tebliğine mâni olmaları üzerine İslâm'ı tebliğ etmek ve arzulanan müslüman toplumu kurmak için Medineliler'le görüşmeye başlamıştı. İşte Resûlullah (s.a.) İkinci Akabe'de görüşüp kendilerinden İslâm'ı hâkim kılıp koruyacaklarına dâir söz ve bîat aldığı ikisi kadın, 75 Medineli müslümandan birisi de Ferve b. Amr idi.
Medine'ye hicretten sonra Hz. Peygamber, önce Habeşistan'a hicret edip sonra da geri dönen ve Medine'ye hicret eden Abdullah b. Mahreme el-Âmiri ile Ferve b. Amr arasında kardeşlik kurdu. Ferve, hali vakti yerinde bir müslüman idi. Diğer Ensâr gibi o da Muhâcirlere maddî ve manevî yönden destek oldu. Hz. Peygamber'e de (s.a.) "Fidda" adında bir at hediye etmişti.
Zengin olan ve Allah yolunda harcamaya çok istekli olan Ferve, Hz. Peygamber tarafından Medine halkının hurmalarının zekâtını toplamak üzere görevlendirilmiştir. Ferve, Resûlullah'la (s.a.) beraber katıldığı savaşlara iki at ile katılır, her yıl bin vesk (yaklaşık iki yüz ton) hurmayı Allah yolunda dağıtırdı.
Ferve b. Amr, başta Bedir ve Uhud savaşları olmak üzere hemen hemen bütün savaşlara katılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra halife seçimi için toplanılan Sakîfe gününde bulunarak Ensâr'ı medheden şiir okumuş, Cemel olayına da Hz. Ali'nin yanında katılmıştır.
İmam Mâlik, Muvatta'da Ferve b. Amr olduğunu bildiğimiz el-Beyâdî'den Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kimse bir diğerini bastıracak şekilde yüksek sesle Kur'ân okumasın" hadîsini rivayet etmektedir. İmam Mâlik'in, Ferve'nin adını değil de nisbesini zikretmesi farklı yorumlara, hatta Ferve'nin Hz. Osman'ın katledilmesine yardımcı olduğu için adının yazılmadığı söylentisine yol açmış ise de bu izah tarzı isabetli olmayıp bu yöndeki rivayetler de sağlam bulunmamıştır.
Bir başka rivayette, Benî Beyâda'dan birisi zıhar yemini yapıp da bozunca Hz. Peygamber ondan, bir köle âzad etmesini istemiş, o zat buna gücünün yetmediğini bildirince, altmış gün oruç tutmasını istemiş; o zat aynı cevabı vermiş, bu sefer altmış fakiri doyurmasını isteyip de yine aynı cevabı verince Ferve b. Amr'a: "Bu şahsa, altmış fakiri doyurma olarak bu miktarı (15-16 sa' hurma) ver" buyurmuştur. (Tirmizî, Talâk, 20)
FERVE b. MÜSEYK (r.a.)
Ferve b. Müseyk b. Hâris b. Seleme b. Hâris b. Zeyd el-Muradî. Aslen Yemenli olup Kahtân soyundan gelen Kehlan kabilesinin Benî Murad kolundandır.
Kavminin ileri gelenlerinden olup iyi bir şâir olan Ferve, hicretin 9. yılında Kinde krallarından ve onlara bağlılıktan ayrılarak Yemen'den çıkıp Medine'ye geldi. Sa'd b. Ubâde'nin evine indi ve müslüman oldu. Sa'd b. Ubâde ona Kur'ân-ı Kerim'i ve İslâm dininin temel esaslarını öğretti.
Ferve, Medine'ye gelmezden önce Yemen'de Murad ve Hemdânoğulları arasında şiddetli bir savaş olmuş, bu olayda Muradoğulları hezîmete uğramış çok zâyiat vermişti. Bu güne "Redm günü" denmekteydi. Ferve b. Müseyk, Hz. Peygamber'le karşılaştığında, Resûlullah (s.a.) ona: "Ey Ferve; redm gününü hatırlıyor musun?" diye sordu. O da: "Evet" cevabını verince: "Ey Ferve, redm günü kavminin uğradığı felâketin sana bir kötülüğü dokundu mu?" diye sordu. Bunun üzerine Ferve: "Ya Resûlallah, kavmi redm günü gibi felâkete uğrayıp da kendisine bir kötülük ve zarar dokunmamış kim var?" cevabını verince Resûlullah (s.a.): "Fakat bu senin kavminin İslâ-miyet'e girmesine faydalı oldu" buyurarak her kötülüğün, Allah dilerse, bir hayra yol açabileceğini, en büyük iyiliğin de İslâm olmak olduğunu ifade ettiler.
Hz. Peygamber Ferve b. Müseyk'i Muradlar, Zübeydler ve Mezhicler'in bütününe vali tayin etti. Hâlid b. Saîd b. Âs'ı da zekât ve vergi tahsil memuru olarak onun yanına kattı. Hâlid'e sadaka ve zekât miktar ve nisbetlerini bildiren bir de yazı verdi. Hâlid, Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatına kadar Ferve'nin ülkesinde, onun yanında bulundu.
Ferve b. Müseyk Hz. Peygamber'e: "Ya Resûlullah (s.a.), kavmimin müslüman olanlarını yanıma alıp, İslâmiyet'ten yüz çevirenlerle savaşayım mı?" diye sorup da izin isteyince Hz. Peygamber ona izin verdi. Kendisine on iki ukiye gümüş ihsan ederek onu iyi cins bir deveye bindirdi, elbiseler de vererek gönderdi.
Ferve yola çıktıktan sonra Resûlullah (s.a.) arkasından bir adam gönderip geri çağırttı, sonra da O'na: "Ey Ferve, sen insanları İslâmiyet'e davet et, müslüman olanların İslâmiyet'ini kabul et. Kim de müslüman olmazsa sana yeni bir emir verilinceye kadar bekle, onlarla savaşmakta acele etme" buyurarak, İslâm'a davette esas olanın tebliğ ve anlatma olduğunu, kılıç zorunun ise ancak İslâm'ın yayılışını engellemek isteyenlere karşı ilk planda tatbik edileceğini de bizlere öğretmiş oldu.
Ferve b. Müseyk, Hz. Ömer'in hilafeti devrinde, ömrünün sonlarına doğru Kûfe'ye yerleşmiştir. Bazı kaynaklarda Kûfeli olarak gösterilmesi bu yüzdendir. Kendisinden Şa'bî, Saîd b. Ebyad, Nehaî, Hânî b. Urve rivayette bulunmuşlardır. Hicretin 19. yılında vefat ettiği rivayet edilir.
FİRÂS b. NADR (r.a.)
Soy silsilesi, Firâs b. Nadr b. Hâris b. Alkame b. Kelede b. Abdimenâf b. Abdiddâr b. Kusay olup, annesi Zeyneb bint Nebbâs b. Zürâre'dir.
Mekke'de ilk müslüman olanlardandır. Kureyş müşriklerinin müslümanlara ağır baskısı ve işkencesi dayanılmaz bir hal alınca Hz. Peygamber bir grup müslümanın Habeşistan'a hicret etmesini istedi. Böylece müslümanlar işkence ve baskıdan uzak olarak hem İslâm'ı tebliğ etme ve hem de müslümanca yaşama imkânı bulacaklardı. Bu İslâm'daki ilk hicrettir. İşte Habeşistan'a birinci defa hicret eden 83 müslümanın arasında Firâs b. Nadr da vardı.
Habeşistan'da uzun müddet kalan Firâs b. Nadr, Hayber'in fethi akabinde Câfer b. Ebû Tâlib ile birlikte Medine'ye döndü. Kendisi Habeşistan'da iken Bedir'de yapılan savaşa babası Nadr, müşrik olarak katılmış ve ölmüştü.
Firâs b. Nadr, Medine'ye gelişi sonrasında Hz. Peygamber'le beraber, yapılan savaşlara ve Veda haccına katılmıştır. Hz. Ömer devrinde hicretin 15. yılında yapılan Yermük Savaşı'nda şehid olmuştur.
Firâs b. Nadr'ın rivayet ettiği bir hadîs bilinmektedir. Firâs gibi birçok sahâbînin Hz. Peygamber'den (s.a.) hadîs rivayet etmeyişi, Resûlullah'ın (s.a.) mübârek sözlerinden hiçbir bildiğinin olmayışından değil, bu konuda Hz. Peygamber'e (s.a.) yanlış haber veya söz isnad etme endişesinden kaynaklanmaktadır. Bu kaygı sebebiyle birçok sahâbî Resûlullah'ın (s.a.) örnek ahlâkını, ölmez ve eskimez sözlerini rehber edindiği ve günlük hayatında uygulamaya çalıştığı halde, "Resûlullah (s.a.) şöyle şöyle demiştir" şeklinde net bir isnadda bulunmaya yanaşmamışlar, bu işi hâfızası daha güçlü, Resûlullah'la (s.a.) beraberliği daha uzun olan meşhur sahâbîlere bırakmışlardır.
FÎRÛZ DEYLEMÎ (r.a.)
Peygamberlik iddiasına kalkışan Esved el-Ansî'yi öldüren sahâbîdir. Künyesi Ebû Abdullah veya Ebû Dahhâk olup, Kisrâ'nın Habeşliler'i Yemen'den çıkarmak için Yemen'e gönderdiği Farslılar'dandır.
Fîrûz Deylemî, Yemen'de bulunan ve Peygamberimiz'in yanına gelerek müslüman olup Yemen'e dönen Vebr b. Yuhannis'in daveti üzere müslüman oldu. Hicretin 10. yılında Hz. Peygamber'e gelerek bîat etti. Hz. Peygamber'e (s.a.) üzüm ve içkiyi sordu. Peyamberimiz (s.a.) ona içkinin haram olduğunu, üzümleri ise kurutarak saklayıp kullanabileceğini bildirdi. Fîrûz ve arkadaşları: "Bize Allah ve Resûlü kâfidir" diyerek Yemen'e geri döndüler.
Esved el-Ansî, kâhin ve hokkabaz bir adam olup çevresindekileri etkilerdi. Hz. Peygamber (s.a.) Cerîr b. Abdullah'ı Yemen'e gönderdiği vakit Esved'i de İslâmiyet'e davet etmiş fakat o kabul etmemişti. Esved önce Ans, sonra da Mezhic ve Yemen kabilelerinin başına geçerek isyan etti ve peygamberlik iddiasında bulunmaya başladı. Sonra Necran ve San'a'yı da ele geçirerek bölgedeki hâkimiyetini artırdı. Muradlar üzerine vali tayin edilmiş olan Ferve b. Müseyk durumu Hz. Peygamber'e yazdı. Bu olaylar hicretin 11. yılında olmaktaydı.
Bu gelişmeler üzerine, Hz. Peygamber (s.a.) hasta olarak yatağında yattığı halde, oyalanmadı. Allah'ın emrini ifâyı ve dinini müdafaayı ihmal etmedi. Gerekli yerlere talimatlar gönderdi. Bunun üzerine Fîrûz ed-Deylemî birkaç arkadaşı ile birlikte Esved'in öldürülme işini planladılar. Uzun ve tehlikeli bir mücadeleden sonra, arkadaşları ile birlikte Fîrûz, Esved'in müslüman olan karısı ve aynı zamanda amcasının kızı Âzad'ın da yardımıyla, sarhoş olarak uyuya kalan Esved'in yanına girdi ve önce boynunu kırarak sonra da başını kılıçla keserek Esved'i öldürdü. Esved'in öldürülmesiyle, o bölgede zulüm ve işkence görmekte olan müslümanlar rahat bir nefes aldılar. Müslümanlar tekrar hâkimiyeti ele geçirdi, valiler işbaşı yaptı.
Hz. Peygamber (s.a.) Esved'in öldürüldüğü gecenin sabahında: "Bu gece yalancı Esved el-Ansî öldürüldü. Onu sâlih ve mübarek bir kişi, Fîrûz ed-Deylemî öldürdü" buyurdular. Hatta Fîrûz'un, Esved'in başını Hz. Peygamber'e getirdiğini, Peyamber'in de ona: "Siz Allah ve Resûlü istikametindesiniz" buyurduğu rivayet edilir.
Hz. Ömer, hilâfeti devrinde Fîrûz ed-Deylemî'ye şöyle yazar: "Hâlis unla bal yediğini duydum. Acele gel, Allah yolunda savaş." Fîrûz gelir, halifenin yanına girmek isterken, kendisinden önce girmek isteyen bir gençle kavga eder ve onun burnunu kanatır. Olaya muttali olan Hz. Ömer kısas yapılacağını, gencin de Fîrûz'un burnunu kanatacağını söyler. Ceza uygulanacağı vakit halife, Fîrûz hakkında Hz. Peygamber (s.a.)'in yukarıda zikredilen övgüsünü hatırlatınca o genç Fîrûz'u affeder. Fîrûz da: "Öyle ise kılıcımı, atımı, otuz bin dirhem değerindeki malımı ona hibe ediyorum" diyerek iyiliğe iyilikle karşılık verir.
Fîrûz ed-Deylemî'nin Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde, veya hicrî 53. yılda Muâviye döneminde vefat ettiği rivayet olunur. Kendisinden oğulları Dahhâk, Abdullah ve Saîd hadîs rivayet etmişlerdir.
FUDÂLE b. UBEYD (r.a.)
Künyesi Ebû Muhammed olup, Medine'de Ensâr'ın ilk müslüman olanlarındandır. Soy silsilesi ise şöyledir: Fudâle b. Ubeyd b. Nafiz b. Kays b. Suheyb (Suhbiyye) b. Esram el-Ensârî el-Evsî. Annesi Ukbe bint Muhammed b. Ukbe el-Ensârî.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretinden önce Akabe Bîatı'nda bulunup müslüman olmuş, Bedir Savaşı'na katılamamış, daha sonraki bütün savaşlara katılmış ve büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Ehl-i Suffa'dan olan Fudâle, Hendek Savaşı'nda müslümanların büyük açlık ve sıkıntı çektiğini, bir kısmının, bilhassa Suffa ehlinin Resûlullah (s.a.) namaz kıldırırken açlık ve zâfiyet sebebiyle ayakta duramayıp düştüklerini ve bayıldıklarını anlatır. Öyle ki, olayı seyreden bedevî Araplar onların deli oldukları zannına kapılmışlardı. Fakat Resûlullah (s.a.) namazı bitirince cemaate dönmüş ve: "Eğer Allah katında size vaad edileni bilseydiniz, daha büyük meşakkatler isterdiniz" buyurmuştur.
Hendek Savaşı'ndan sonra Hz. Peygamber'in yanında Mekke fethine ve Huneyn Savaşı'na katılan, Tebük seferine katılıp Veda haccında bulunan Fudâle, Halife Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde yapılan savaş ve seferlere de katılmış, Şam'ın ve Mısır'ın fetihlerinde önemli yararlılıklar göstermiştir.
Daha sonra Şam'a yerleşen Fudâle, Muâviye devrinde Ebu'd-Derdâ'dan sonra Şam kadılığı yaptı. Muâviye'nin Bizans ve İstanbul'un fethi için hicrî 49. yılda tertip ettiği orduda Şam askerlerinin başında Fudâle bulunuyordu. Muâviye, tahtına çok düşkün biri olduğu halde, ordunun başında sefere gittiğinde yerine Fudâle'yi bırakıyordu.
Fudâle b. Ubeyd, daha sağlam gözüken rivayete göre hicretin 53. yılında Şam'da vefat etmiştir. Diğer bir rivayete göre ise hicrî 69. yılda vefat etmiştir.
Şam'da Ebu'd-Derdâ'nın yanında uzun süre kalan Fudâle, hem Ebu'd-Derdâ'dan hadîs ve ilim öğrenmiş, hem de daha sonra bu bölgede hadîs rivayet etmiş, yeni kuşaklara ilim öğretmiştir. Fudâle, arkadaşlarına daima şöyle derdi: "Meseleleri aranızda birbirinizle müzâkere edin. Birbirinizi teşvik edin ve ilminizi artırın. Allah size hayırlısını versin. Sizi ve sizi sevenleri sevsin. Bilmediklerinizi de bize sorun, biz de bunun ecrinden istifade edelim. Konuşmalar arasında istiğfar da edin."
Fudâle b. Ubeyd: "Allah'ın, benim bir hardal çekirdeği ağırlığında bir amelimi kabul ettiğini bilmem, bana dünyadan ve dünyadakilerden daha sevimlidir. Çünkü Allah sadece takvâ sahliplerinden kabul edeceğini bildiriyor" diyordu. Resûlullah'tan (s.a.) duyduğu şu duayı sık sık tekrarlardı: "Ey Allah'ım, kaza ve kadere isyan etmemeyi isterim. Öldükten sonra mesud bir hayat, senin cemâline bakma zevkini tatmak; sıkıntısız, kusursuz ve günahsız olarak Sana kavuşma şevki isterim."
Fudâle b. Ubeyd'in anlattığına göre, Resûlullah (s.a.) mescidde otururken bir adam içeri girdi ve namaz kıldı. Sonra da şöyle dua etti: "Allah'ım, beni affet, bana merhamet et." Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) adama: "Acele ettin. Namazı kılıp bitirdikten sonra Allah'a gereği şekilde hamdet, sonra bana salavât getir. Sonra da Allah'a dua et" buyurdu. Bundan sonra bir başka şahıs geldi, namaz kıldı. Allah'a hamd ve Resûlüne salavât getirdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Ey namaz kılan, şimdi iste. Duan kabul olunur" buyurdu.
Fudâle b. Ubeyd'den 50 civarında hadîs rivayet edilmiş olup önemli bir kısmı Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde vardır. Bunlardan biri de Hz. Peygamber'in şu mübârek sözleridir: "Ashâbım, yarım hurma olsun, sadaka vererek Cehennem ateşinden korununuz."
FURAT b. HAYYÂN (r.a.)
Tam adı, Furat b. Hayyân b. Sa'lebe b. Abdüluzzâ b. Hubeyb b. Hayye b. Rebîa Su'b b. İcl el-İclî'dir. Bekir b. Vâil Oğulları'ndan olup Benî Sehm'in halîfidir.
Hicaz ve Irak bölgesini çok iyi bilen Furat b. Hayyân, bir süre Ebû Süfyân'ın kılavuz ve casusu olarak çalıştı. Hatta Bedir Savaşı'ndan sonra, Hz. Peygamber'in (s.a.) Zeyd b. Hârise komutasında gönderdiği küçük askerî birlik (seriyye), Furat b. Hayyân'ın, Bedir'e uğramaksızın Irak tarafından geçirmek üzere kılavuzluk ettiği Ebû Süfyân'ın kafilesini Karde'de yakaladı. Adamlar kaçtılar, fakat kervan ele geçirildi. Bu olay üzerine Hz. Peygamber (s.a.) Furat b. Hayyân'ın öldürülmesini emretmişti. Furat, yakalanmasından daha önce müslüman olup Medine'ye hicret etti. Bu olay, Hendek Savaşı dönemine rastlıyordu. Ensâr'dan bir zat Furat'ı görünce onu hemen öldürmek istedi. Furat, müslüman olduğunu söyleyince o zat Hz. Peygamber'e (s.a.) giderek durumu arzetti ve sordu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Sizden öyle kimseler vardır ki onların imanları başkaları için nümûne-i imtisâldir. İşte onlardan biri de Furat b. Hayyân'dır" buyurdu. (Ebû Dâvud, Cihad 109, HN. 2652) Gerçekten de Furat, örnek bir müslüman oldu.
Furat b. Hayyân, müslüman olduktan sonra Suffa ehline dahil olmuş, Hz. Peygamber'le (s.a) birlikte diğer bütün savaşlara katılarak büyük bir cesaret ve kahramanlık örneği vermiştir.
Furat b. Hayyân, Müseyleme'nin öldürülmesi için gönderilen orduda görev almış olup Hz. Ömer devrinde Rüstem'i, İslâm'a davet için gönderilen heyet içinde de bulunuyordu.
Furat b. Hayyân'ın müslüman oluşu, Hz. Peygamber'in (s.a.) risâletinin sonlarına doğru olmuş ise de Furat, kendisi hakkında Resûlullah'ın (s.a.) yaptığı övgüye lâyık olarak kısa zamanda dîni bilgisini artırmış, örnek bir müslüman ve mücâhid olmuş, Hz. Peygamber de (s.a.) kendisine Yemâme bölgesinde kıymetli bir araziyi iktâ olarak vermişti.
Müslüman olmazdan önce hicviye yazarken, müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) medhiyeler yazmış ve hüsnü kabul görmüştür.
Ömrünün son dönemlerinde Kûfe'ye yerleşmiş, yine orada vefat etmiştir. Kûfeli sayılması bu yüzdendir.
GÂLİB b. ABDULLAH (r.a.)
Soy silsilesi: Gâlib b. Abdullah b. Müsar b. Câfer b. Küleyb b. Avf b. Kâ'b el-Kelbî el-Leysî şeklinde olup Kureyş'in Kelboğulları kolundandır.
Daha çok savaşçılığı ve kahramanlığı ile bilinen Gâlib b. Abdullah, hicretin 8. yılında bir askerî birliğin başında Benî Mülevvahlar'a gönderildi. Bu sefere Kedîd seferi denilir. Peygamberimiz Hudeybiye'de Kureyş müşrikleri ile on yılllık bir anlaşma yaparak çevredeki diğer Arap kabileleri ile ilgilenme fırsatı bulmuştu.
Bu arada hicretin 5. yılında Medine'yi kuşatarak müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Arap kabileleri arasında Benî Mülevvahlar da bulunuyordu. İşte Hz. Peygamber (s.a.), Gâlib b. Abdullah komutasında 19 kişilik bir müfrezeyi Mekke-Medine arasında bulunan bu bölgeye gönderdi. Bunlara bir baskın yapılarak önemli zararlar verildi. Benî Mülevvahlar, müslümanların arkasından yetişmeye çalıştılar ise de ansızın gelen bir sel önlerini kesti ve birlik Medine'ye sâlimen döndü.
Gâlib b. Abdullah, aynı şekilde hicrî 8. yılında Hz. Peygamber (s.a.) tarafından 200 kişilik bir birliğinin başında, Fedek'te oturan ve daha önce Medine'ye saldırmış ve İslâm müfrezelerine baskın yaparak birçok müslümanı şehid etmiş bulunan Mürreoğulları'na gönderildi.
Gâlib b. Abdullah, askerlerini ikişer ikişer birbirine kardeş ve sorumlu yaptıktan ve onları etkili bir konuşma ile yönlendirdikten sonra, sabaha karşı Mürreoğulları'na baskın yaptı. Savaş zaferle sonuçlandı. Böylece İslâm'ın yayılışına engel olup zaman zaman müslümanlara karşı güç birliği yapan şer odaklarından biri daha ortadan kaldırılmış oldu.
Gâlib b. Abdullah, Mekke'nin fethinde de yolda gözcülük ve kılavuzluk yapmıştır.
Daha sonra Dört Halife döneminde de savaşlarda üstün yararlılık ve kahramanlık gösteren Gâlib, Hz. Ömer devrinde Kâdisiye Savaşı'nda büyük kahramanlık örneği vermiştir. Muâviye döneminde Horasan bölgesine vali olarak tayin edilmiştir.
GAVRES b. HÂRİS (r.a.)
Hz. Peygamber'i (s.a.) öldürmeye yeltenip sonra da müslüman olan sahâbî.
Hz. Peygamber (s.a.), hicretin 4. yılında Necid bölgesindeki Muharib ve Sa'lebe oğulları ile savaştıktan sonra dönüşte Nahle bölgesinde ordu ile birlikte öğle istirahatine çekilmişti. Resûlullah (s.a.) uyurken Muhariboğulları'ndan Gavres b. Hâris, Hz. Peygamber'in kılıcını kınından çekerek başına dikilip: "Şimdi seni benim elimden kim kurtarabilir?" diye sorduğunda Resûlullah (s.a.) soğukkanlı ve sâkin bir şekilde: "Allah beni senden korur" cevabını verdi. Gavres'in elinden kılıç düştü. Bu sefer kılıcı Hz. Peygamber eline alıp Gavres'e sordu: "Şimdi seni benden kim kurtarabilir?" Gavres yalvardı. Hz. Peygamber ona: "Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet eder misin?" diye sorduğunda: "Hayır, fakat seninle savaşmayacağıma ve seninle savaşanlara da yardım etmeyeceğime söz veriyorum" cevabını verdi. Hz. Peygamber de Gavres'i serbest bıraktı.
Gavres, arkadaşlarının yanına geldiğinde: "İnsanların en hayırlısının yanından geliyorum" diyerek olanları anlattı ve daha sonra müslüman oldu. Hz. Peygamber (s.a.)'in bu mucizesini, engin af ve müsamahasını duyan Gavres'in kabilesi halkından birçokları da müslüman oldu.
Bu olay, Hz. Peygamber'in (s.a.) Allah'a güven ve tevekkülünü gösterdiği kadar düşmanlarına af ve müsamaha ile mukabele edip de onların gönüllerini nasıl kazandığını da göstermektedir.
GAYLAN b. SELEME (r.a.)
Gaylan b. Seleme b. Muteb b. Mâlik b. Kâ'b b. Amr es-Sakîfî. Tâif'de yerleşik Sakîf kabilesinin ileri gelenlerinden idi.
Hicretin 8. yılında yapılan Tâif Gazâsı ve kuşatmasından sonra müslüman oldu. Müslüman olduğunda, nikâhı altında on kadını vardı. Hz. Peygamber (s.a.) Gaylan'a, bunların dördü hariç diğerlerini bırakması gerektiğini söyledi. Gaylan da öyle yaptı.
Gaylan b. Seleme, Tâif halkının liderlerinden biri idi. Müslümanlar hicrî 8. yılda Tâif'i kuşattıklarında, o, Urve b. Mes'ûd'la birlikte Cüreş'te debbâbe, mancınık ve dabür gibi savaş aletlerinin talimini yapıyordu.
Kaynaklar Gaylan'ın Tâif Gazâsı'ndan sonra müslüman olduğunu yazıyorsa da ayrıntı vermemektedir.
Gaylan aynı zamanda edib ve şâirdi. Nitekim Sakîf ve Kureyş'in kervanları Gaylan ve Ebû Süfyân önderliğinde İran'a ticaret için gittiklerinde Kisrâ bunları, ülkeye izinsiz girdikleri ve izinsiz ticaret yaptıkları için sorguya çekti. Fakat Gaylan etkili ve akıllı konuşmasıyla Kisrâ'nın beğenisini kazandı.
Bu konuşma arasında Kisrâ'nın sorduğu: "Hangi evlâdını daha çok seversin?" sorusuna Gaylan: "Büyüyünceye kadar küçüğünü, iyileşinceye kadar hasta olanını, yanıma gelinceye kadar uzakta olanını" cevabını verdi.
Gaylan b. Seleme, müslüman olmasını müteakip Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte sefer ve savaşlara katılmıştır. Gaylan bu seferlerin birinde Resûlullah'ın (s.a.): "Şayet bu ümmetimden birinin bir diğerine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim" buyurduğunu rivayet etmektedir.
Gaylan'ın, Hz. Ömer devrinde bütün karılarını boşayıp malını oğulları Âmir, Ammâr, Nâfi' ve Badiye arasında taksim etmeye kalkışması üzerine halife Hz. Ömer duruma müdahale etmiş, bunun şeytanın iğvası olduğunu, karılarını geri almasını, yoksa kendisi, boşanmış olsalar bile onları mirasçı kılacağını söylemiştir.
Gaylan b. Seleme, Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde vefat etti.
HABBÂB (r.a.)
Künyesi Ebû Yahya olup meşhur sahâbî Utbe b. Gazvân'ın kölesidir. Nevfel b. Abdimenâf Oğulları'nın himayesi altında idi.
İlk müslümanlardan biri olan efendisi Utbe ile birlikte İslâm'a girdiği bilinmektedir. Efendisi ile birlikte Medine'ye hicret edip Suffa ashâbı arasına katılarak Hz. Peygamber'in yakınında ve hizmetinde bulunmuştur.
Müşriklerle yapılan Bedir, Uhud, Hendek savaşlarına, Mekke'nin fethine ve Huneyn Savaşı'na katılıp büyük yararlılıklar gösteren Habbâb, Hz. Ebû Bekir döneminde mürtedlerle yapılan savaşlara da katılmıştır.
Hicretin 19. yılında Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde Medine'de vefat etmiştir. Vefat ettiğinde 50 yaşında idi. Cenaze namazını Halife Hz. Ömer kıldırmış ve Bakî' mezarlığına defnedilmiştir.
Habbâb'ın çocukları olmadığı gibi, kendisinden rivayet edilen bir hadîs de bilinmemektedir.
HABBÂB b. ERET (r.a.)
Habbâb b. Eret'in künyesi Ebû Abdullah olup soy silsilesi ise şöyledir: Habbâb b. Eret b. Cendele b. Sa'd b. Huzeyme b. Kâ'b b. Sa'd et-Temîmî. Cahiliye Devri'nde esir edilerek Mekke'de köle olarak satılmış, Huzâa kabilesinden Ümmü Enmâr satın almış, sonra da âzad etmişti. Zühreoğulları'nın himayesi altında idi.
Habbâb, ilk müslümanlardandır. Hz. Peygamber Mekke'de Erkam'ın evinde kaldığında Habbâb İslâmiyet'i seçme bahtiyarlığına ermiştir. Kaynaklar kendisinden, İslâm'a giren altıncı müslüman olarak sözeder.
Habbâb'ın müslümanlığı kabul ettiği bu ilk dönem, Mekkeli müşriklerin, inananlara olanca kin ve düşmanlıkla muamele ettiği, onları sırf inançlarından ötürü çeşitli işkencelere maruz bıraktığı bir dönemdir. Bu işkenceler, bilhassa Habbâb gibi fakir ve kimsesiz müslümanlar üzerinde daha yoğun idi.
Müşriklerden gördüğü eziyet üzerine bir gün, Kâbe'nin gölgesinde hırkasına bürünmüş olarak oturan Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip kendileri için Allah'a dua etmesini istedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Sizden öncekilerin etleri kemiklerinden demir taraklarla taranarak ayrıldığı halde, bu eziyet onları dininden döndürememişti. Sonunda Allah bu dini mutlaka tamamlayacak. O kadar ki, bir yolcu San'a'dan Hadramut'a, Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan gidebilecektir. Fakat siz acele ediyorsunuz" buyurdu.
Habbâb anlatıyor: "Bir gün müşriklerin beni yakalayıp bir ateş yakarak onun içine attıklarını hatırlarım. Sonra bir adam, ayağını göğsüme dayadı. Sadece sırtım toprağa temas ediyordu. Ateşi sırtımın yağları söndürmekteydi."
Habbâb'ın, Âs b. Vâil'de bir alacağı vardı. Birgün bu alacağını istediğinde, Âs: "Ben ölüp tekrar dirildiğimde, malım ve çocuklarım olunca gelirsin, o zaman borcumu veririm" şeklinde karşılık verdi. Bunun üzerine: "Âyetlerimizi tanımayıp, bana mutlaka mal da evlat da verilecektir, diyeni gördün mü? Böyle diyen gayba mı vâkıf oldu, yoksa esirgeyen Allah'tan bir ahid mi aldı? Hayır, hayır, biz onun ne dediğini yazarız. Onun azabını da uzattıkça uzatacağız." (Meryem, 19/77-79) âyeti nâzil oldu.
Habbâb, yapılan bütün eza ve cefaların hepsine tahammül etti. Medine'ye hicret başlayınca da Hz. Peygamber'in (s.a.) iziniyle hicret etti. Resûlullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Habbâb'ı Hırâş b. Sımme ile din kardeşi yaptı. Habbâb, Medine döneminde yapılan bütün savaşlara katıldı ve kahramanca savaştı.
Habbâb'ın ve Abdullah b. Mes'ûd'un anlattığına göre, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grup, bir gün Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına geldiklerinde baktılar ki Resûlullah, Ammâr, Suheyb, Bilâl ve Habbâb da dahil, bir kısım fakir müslümanlarla birlikte oturuyor. O'na: "Kavmin arasından bunları mı seçtin? Biz bunlara mı uyacağız? Yoksa Allah'tan kendilerine ihsan ettiği bunlar mıdır? Onları yanından uzaklaştır" diyerek bu yönde Hz. Peygamber'le (s.a.) anlaşma yapmak istediler. Bunun üzerine nâzil olan âyette: "Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların yaptıklarından sen, senin yaptıklarından da onlar sorumlu değildir ki onları kovasın. Yoksa zulmedenlerden olursun. Böylece Biz, 'Aramızda Allah bunlara mı iyilikte bulundu?' demeleri için onları birbiriyle denedik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi? Ey Muhammed, âyetlerimize inananlar sana gelince, 'Size selâm olsun' de. Rabbiniz size mutlaka merhamet edecektir. Sizden kim bilmeyerek bir kötülük işler, arkasından da tevbe eder, halini düzeltirse, Allah onu bağışlar ve ona rahmet eder" (En'âm, 6/52-54) buyuruldu.
Habbâb anlatmaya devam ediyor: “Bu âyet üzerine Resûlullah (s.a.) bizleri çağırdı. Bundan böyle Resûlullah (s.a.) bizimle birlikte oturur oldu. Hatta Resûlullah (s.a.) biz kalkıncaya kadar oturur, biz kalkınca O da kalkardı.”
Habbâb b. Eret, Hulefa-i Râşidîn öneminde de bütün savaşlara katıldı ve savaşlarda cansiperâne ve kahramanca savaştı. İlk devirlerde, bilhassa Mekke döneminde fakr u zaruret içinde yaşadığı halde, halifeler döneminde bütün İslâm devleti ve toplumuyla birlikte Habbâb da refaha ermiş, savaş ganimetlerinden hissesine düşen payı alarak zengin olmuştu. Ancak bu dünya malı Habbâb'ı şımartmamış, aksine Allah katında vereceği hesaptan daha çok çekinmesine yol açmıştı. Hastalanıp yatağa düştüğünde, kendisini ziyarete gelenler onu Cennet'te Hz. Peygamber'le (s.a.) buluşacağı için müjdeliyorlar, fakat O, Resûlullah'ın (s.a.): "Size, bir yolcunun erzağı kadar yiyecek yeter" buyurduğunu söylüyor ve sahip olduğu servetin, mal ve mülkün Resûlullah'a (s.a.) kavuşmasına engel olacağından korkuyordu. Niçin ağladığını soranlara da şöyle cevap verdi: "Bizden önce gelip geçenler hiçbir dünya malı elde edemeden göçüp gittiler. Elde edenler de onu hep Allah yolunda harcadılar. Hamza şehid olduğunda, kefen olarak sadece siyah-beyaz çizgili bir hırkası vardı. Öyle ki başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Nihayet başı o hırkayla örtüldü, ayakları ise otla kapatıldı. Biz ise öyle mal ve mülke nâil olduk ki nereye koyacağımızı bilemediğimiz binalar yaptırdık. İnsan harcadığının ecrini alır, fakat taşa toprağa bağladığı hariç."
Ömrünün sonuna doğru, Hz. Ali devrinde Kûfe'ye yerleşen Hab-bâb b. Eret, fitne ve kargaşadan uzak bir hayat yaşamaya gayret etti. Sıffîn Savaşı'na katılmadı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Hatta: "Resûlullah (s.a.), hiç biriniz ölümü temenni etmesin, buyurmasaydı ölümü temenni ederdim" diyecek derecede elem duydu. Hicretin 37. yılında 72 yaşında iken Kûfe'de vefat etti. Vasiyetine uyularak Kûfe şehrinin dışında çorak ve sakin bir yere gömüldü.
Sıffîn Savaşı'ndan döndükten sonra Habbâb'ın öldüğünü ve defnedildiğini öğrenen Hz. Ali de onun cenaze namazını kıldı ve hakkında: "Allah Habbâb'a rahmet etsin, gönüllü olarak müslüman oldu, isteyerek hicret etti, mücâhid olarak yaşadı, bedenen çeşitli dert ve hastalıkla imtihan oldu. Allah iyi iş işleyenin ecrini zâyi etmeyecektir. Ne mutlu ona" dedi.
Kûfe'de Habbâb'ın defnedildiği bu yere, daha sonra birçok sahâbî ve âlim de defnedildi.
Habbâb b. Eret, Resûlullah'ın (s.a.) hayatını örnek alır, her yerde ve her zaman O'nun sünnetine uymaya çalışırdı. Bilmediği hususu sorar öğrenirdi. Bir defasında Hz. Peygamber'e (s.a.) yatsı namazı hakkında sormuş, sonra da unutmuştu. Sonra yine gelip sordu. Resûlullah da (s.a.): "Bu namaz, korku ve ümit namazıdır. Bu namazda Cenâb-ı Hak'tan üç şey istenirse hiç olmazsa ikisi kabul olunur" buyurdular.
Habbâb Resûlullah'tan 33 hadîs rivayet etmiş, kendisinden oğlu Abdullah, Ebû Ümâme, Ebû Mamer, Kays b. Ebî Hâzim, Mesrûk b. Ecda', Alkame b. Kays gibi, sahâbe ve tâbiîn hadîs rivayetinde bulunmuştur. Habbâb'ın rivayet ettiği hadîslerin biri şöyledir: Habbâb der ki: "Hz. Peygamber'e, namaz kılarken secde ettiğimizde taşların sıcaklığından alnımızda peyda olan ezâdan bahsettik, bir çare haber vermediler."
Habbâb, İslâm'a gönül veren müslümanın ne gibi sıkıntılara göğüs gerebileceğine, imanla ve İslâm'la şereflenen bir kölenin İslâm cemiyetinde ve Allah katında ne derece yükselip itibar göreceğine canlı ve tarihî bir örnektir. Şartlar ne olursa olsun müslümanın inandığı ve doğru bildiği yönde dosdoğru yürümesi, daima Allah rızasını ölçü alması, Allah yolunda cihadı terketmemesi gerektiği de yine Habbâb'ın hayatında müşahhas hale gelmiştir.
HABİB b. MESLEME (r.a.)
Benî Fihr kabilesindendir. Mekkelidir. Doğum tarihinin M. 617 yılına yakın olması tahmin edilmektedir.
Hz. Muâviye'nin meşhur komutanlarından biridir. Suriye'ye yapılan seferlere iştirak etmiştir. Yine O'nun valilik ve halifeliği zamanında Anadolu ve Ermenistan üzerine yaptığı seferlerle tanınmıştır.
Ermenistan'ın fethinde büyük yararlılıkları oldu. Ermenistan'ı fetheden kimse olarak meşhur oldu.
Muâviye'nin halifeliğinin ilk yıllarında, yaklaşık 55 yaşlarında iken vefat etti (M. 670).
HACCÂC b. İLÂT (r.a.)
Süleymoğulları kabilesinden olan Haccâc b. İlât, Ebû Muhammed ve Ebû Abdullah künyeleri ile tanınır. Soy silsilesi ise şöyledir: Haccâc b. İlât b. Hâlid b. Süveyre b. Hilâl b. Ubeyd Zafer b. Sa'd es-Sülemî.
Mekke'nin önde gelen zenginlerinden olan Haccâc ticaretle uğraşıyordu. Süleymoğulları yurdundaki altın madenlerinin de sahibiydi. Müslüman olduktan sonra bu bölgeden ilk maden zekâtını Medine'ye gönderen Haccâc olmuştur.
Haccâc, Hayber'in fethinden önce müslüman olmuştu. Onun İslâm'a girişi oldukça maceralıdır. Haccâc ticaret için çıktığı yolculuktan birkaç arkadaşı ile birlikte Mekke'ye dönerken yolda gece karanlığı bastırdı ve orada konaklamak zorunda kaldılar. Haccâc, kafilenin bekçilik ve gözcülüğünü yaparken gecenin o saatinde oradan geçmekte olan bir adamın yüksek sesle okuduğu Rahmân sûresini dinledi ve bu ilâhî kelâmdan son derece etkilendi. Sabah olunca işittiklerini arkadaşlarına anlattı ve etkilendiğini söyledi. Arkadaşları Haccâc'a karşı çıktılar ve onu dinsizlikle suçladılar. Fakat Haccâc tatmin olmadı, geri dönerek Medine'ye gitti, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna çıkarak müslüman oldu.
Haccâc'ın âilesi ve bütün malı Mekke'de olduğu için Hz. Peygamber'den onları derleyip toplamak için izin istedi. Çünkü Mekkeli müşrikler Haccâc'ın müslüman olduğunu duyarlarsa malını yağma ederlerdi. Haccâc Mekke'ye geldiğinde, "Muhammed'in etrafındaki herkesin dağıldığını, yakında kendisinin de yakalanıp öldürüleceğini; hatta, getirilip Mekkeliler'e teslim edileceğini" söyledi. Bu haber üzerine Mekkeli müşrikler çılgınlar gibi sevindiler. Ayrıca Haccâc onlara Muhammed'e (s.a.) karşı harekete geçeceğini, alacaklarını toplamakta kendisine yardım etmelerini istedi.
Mekkeliler bu asılsız haberin sarhoşluğu içindeyken Haccâc alacaklarını topladı, işlerini yoluna koydu ve Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası Hz. Abbas'a gerçeği anlatarak Medine'ye doğru yola çıktı. Hz. Abbas, Haccâc'ın Medine'ye varmak üzere olduğu beşinci günde Mekke müşriklerine Haccâc'ın da müslüman olduğunu ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına hicret ettiğini söyleyince beyinlerinden vurulmuşa döndüler.
Haccâc b. İlât, Hayber'in fethinden önce müslüman olmuştu. Hayber'in fethine katılıp sonra Mekke'ye gidip geri döndü. Medine'ye hicretinden sonra orada kendisine bir ev yaptırdı ve bir mescidi de imar etti. Bundan sonra Hz. Peygamber'le birlikte bütün savaşlara katıldı. Ancak Mekke'nin fethinde Medine'de kaldı.
Haccâc b. İlât, doğru olan rivayete göre, Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde vefat etti. Haccâc'ın oğullarından Abdullah'ı Hz. Muâviye Humus valisi olarak tayin etti. Diğer oğlu Nasr, çok güzel ve yakışıklı olduğu ve çevresindeki kadınlar arasında fitneye sebep olduğu için halife Hz. Ömer tarafından Basra'da ikâmete gönderildi. Haccâc'ın bir diğer oğlu olan Murid de Cemel olayına katılmış ve orada vefat etmiştir.
Haccâc b. İlât'tan hadîs rivayet edilmemiştir. Herhalde bunun en başta gelen sebebi, Haccâc'ın Hz. Peygamber ile olan beraberliğinin oldukça az olmasıdır.
HAFSA (r.a.)
Hz. Ömer'in kızıdır. İslâmiyet gelmeden önce Mekke'de doğdu. Annesi Osman b. Maz'ûn'un kız kardeşi Zeyneb'tir. Hz. Hafsa, sahâbeden Huneys b. Huzâfe ile evlendi. Birlikte Medine'ye hicret etti. Bedir Savaşı'nda Huneys, aldığı yara sonucu vefat etti. Cenaze namazını bizzat Resûlullah (s.a.) kıldırıp Bakî' mezarlığına defnettirdi.
Kocasının ölümünden sonra dul kalan Hz. Hafsa'yı babası Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in kızı Rukiyye'nin vefat etmesi sonucu dul kalan Hz. Osman'la evlendirmeyi uygun görüyordu.
Bir gün Hz. Ömer Hz. Osman'ın evine gitmişti. Hz. Rukiyye'nin ölümünden dolayı onu son derece üzgün ve müteessir görünce: "Ey Osman, istersen sana kızım Hafsa'yı nikâhlayalım" dedi. Hz. Osman önce düşünebileceğini söyledi. Daha sonra da Hz. Ömer'e: "Bugünlerde evlenmemin doğru olmadığı inancındayım" diyerek olumsuz cevap verdi ve özür diledi. Hz. Ömer, daha sonra Hz. Ebû Bekir'e Hz. Hafsa ile evlenmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir yapılan teklife susup hiç cevap vermedi.
Hz. Ömer durumu Hz. Peygamber'e anlattı ve: "Ya Resûlallah, ben Osman'a şaşıyorum. Hafsa'yı ona teklif ettim, kabul etmedi, kaçındı" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.): "Hafsa, Osman'dan daha hayırlı biriyle, Osman da Hafsa'dan daha hayırlı biriyle evlenecektir. Kızın Hafsa'yı bana nikâhla, ben de kızım Ümmü Külsüm'ü Osman'a nikâhlarım. Çünkü Allah, Osman'ı senin kızından daha hayırlısına, kızın Hafsa'yı da Osman'dan daha hayırlısına nikâhladı" dedi.
Hz. Peygamber, Hz. Hafsa ile, Uhud Savaşı'ndan önce hicretten ikibuçuk yıl sonra, Şaban ayında evlendi. Hz. Hafsa'ya Resûlullah'ın (s.a.) bu evlilikte 400 dirhem mehir verdiği rivayet edilmektedir.
Hz. Hafsa (r.a.)'ya Resûlullah (s.a.) bir zaman, kimseye haber vermemesi, ifşa etmemesi kaydıyla gizlice bazı şeyler söylemişti. Fakat Hz. Hafsa daha sonra bunu Hz. Âişe'ye haber verince Allah Teâlâ durumu Peygamberine bildirdi. Hz. Peygamber de Hz. Hafsa'ya; kendisine gizli kalmak kaydıyla söylemiş olduğu şeyi başkasına naklettiğini haber verince, Hz. Hafsa: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. O da: "Bana herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah haber verdi" dedi. Hz. Âişe ile Hz. Hafsa'nın uygun olmayan bu davranışlarının sonucunda Allah Teâlâ şu âyeti göndererek kendilerine gelmelerini ve tevbe etmelerini istedi:
"Ey Peygamber hanımları, eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, kaymış olan kalblerinizi düzeltmiş olursunuz. Eğer eşinizin aleyhinde yardımlaşarak birşey yapmağa kalkarsanız, bilin ki Allah onun dostu, bundan başka Cebrâil, iyi mü'minler ve melekler de yardımcısıdır. Ey Peygamber'in hanımları; eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan, kendini Allah'a veren, inanan, boyun eğen, tevbe eden, kulluk eden, oruç tutan, dul ve bâkire eşler verebilir." (Tahrîm, 66/4-5)
Kaynaklar, Hz. Peygamber'in Hz. Hafsa'yı bir talâkla boşadığını ve bu hali Cebrâil'e arzettiğini, Cebrâil'in de: "Hafsa çok namaz kılar ve çok oruç tutar. O senin Cennet'e hanımındır" dediğini yazmaktadırlar. (Zehebî, A'lâmü'n-Nübelâ, 2/228)
Hz. Hafsa hicretin 41. yılında Medine'de vefat etti. Cenazesini Medine valisi Mervan kaldırdı. Resûlullah'tan 60 hadîs rivayet etti. Bunlardan dördünde Buhârî ve Müslim ittifak etti. Altı hadîsi de yalnız Müslim rivayet etti.
HAKÎM b. HİZÂM (r.a.)
Mekke'nin eşrafından olan Hakîm b. Hizâm, Hz. Hatice validemizin kardeşinin oğludur. Künyesi Ebû Hâlid olup soy silsilesi şöyledir: Hakîm b. Hizâm b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay.
Hakîm b. Hizâm, hicretten yaklaşık olarak 63 yıl önce milâdî 557 yılında Mekke'de doğmuş, hicretin 50. yılında 120 yaş dolaylarında iken yine Mekke'de vefat etmiştir. Annesinin ismi Safiyye veya Zeyneb bint Zübeyr b. Hâris'tir. Soyu Kusay'da Resûl-i Ekrem (s.a.) ile birleşmektedir.
Hakîm b. Hizâm, Mekke döneminde çok itibarlı ve zengin olduğu için müslüman olmaya yanaşmamış, daha ılımlı da olsa Mekkeli müşriklerle birlikte hareket etmiştir. Fakat Kureyş müşriklerinin dinmek bilmeyen adâveti ve ambargo uygulaması karşısında Hâşim ve Muttaliboğulları Mekke dışında Şi'b-i Ali'de toplandıklarında, Hakîm b. Hizâm –akrabalık duygusuyla olacak– onlara yiyecek maddesi gönderdi.
Hakîm b. Hizâm, Bedir Savaşı'na müşrikler arasında katıldı. O Bedir Savaşı'nın bir sahnesini şöyle anlatır: "Bedir Savaşı'nda Resûlullah (s.a.) bir avuç çakıl taşı aldı ve bize doğru attı. Gökten yere doğru gelen bir ses duydum. Sanki leğen içine bir taş atılmış gibi büyük gürültü koptu. Meğer o, Resûlullah'ın (s.a.) attığı taşların sesleri imiş. Biz bu sesler korkusuyla hezimete uğramıştık."
Hicretin 8. yılında İslâm ordusu Mekke'yi fethetmek için Merru'z-Zehrân'da konakladığında Ebû Süfyân ile Hakîm b. Hizâm, Mekkeliler'e tavassut için Hz. Peygamber'le (s.a.) görüşmeye gittiler. Resûlullah'ın huzurunda Hakîm o anda müslüman oldu ve İslâm ordusu ile birlikte Mekke'ye geri döndü. Hz. Peygamber: "Kim Hakîm b. Hizâm'ın evine girerse emniyettedir" buyurdu.
Huneyn Savaşı'nda müellefe-i kulûb hissesinden olarak kendisine ganimetten yüz deve verildi. Daha sonra iyi bir müslüman olarak yaşadı. Dört halife devrini de gördü. Muâviye devrinde Mekke'de vefat etti.
Hakîm b. Hizâm, müslüman olmadan önce de iyiliksever, çevresini görür, gözetir bir kimseydi. Hz. Peygamber'e (s.a.) bunlardan dolayı ecir alıp alamayacağını sordu. Resûlullah (s.a.) da: "Sen, geçmişte kalan önceki iyiliklerinden dolayı müslüman oldun" buyurdular.
HALLÂD b. SÜVEYD (r.a.)
Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Hazrecli olup soy silsilesi şöyledir: Hallâd b. Süveyd b. Sa'lebe b. Amr b. Hâris el-Ensârî. Künyesi ise Ebû Saîd veya Ebû İbrahim'dir.
İkinci Akabe Bîatı’ndan önce müslüman olmuş, bu bîata katılmıştır. Benî Hâris kolunun ileri gelenlerinden olan Hallâd, Bedir Savaşı'na katılarak bu savaşta büyük kahramanlıklar göstermiştir. Uhud Savaşı'nda oğlu Sâib ile birlikte Resûlullah'ın (s.a.) etrafından ayrılmamışlar, canla başla O'nun etrafında siper olmuşlardır. Hallâd Hendek Savaşı'na da katılmıştır.
Hendek Savaşı esnasında müslümanları arkadan vuran Kureyza yahudilerinin cezalandırılması gerekiyordu. Savaş sonrası Hz. Peygamber (s.a.) Kureyza'ya bir sefer tertip etti ve Kureyza kalesi kuşatıldı. Kuşatma esnasında bir yahudi kadınının yuvarladığı büyük bir taş Hallâd b. Süveyd'in başına isabet edip onu şehid etti. Benî Kureyza teslim olduktan sonra bu kadından Hallâd'ın intikamı alındı.
Hallâd'ın şehid olduğunu işiten Hz. Peygamber buna çok üzüldü ve Hallâd için dua edip: "Ona iki şehid sevabı vardır" buyurdular.
HÂLİD b. SAÎD (r.a.)
İlk müslümanlardandır. Künyesi Ebû Saîd olup tam adı, Hâlid b. Saîd b. Âs b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenâf b. Kusay'dır. Annesi ise Sakîf kabilesindendir.
Hâlid b. Saîd İslâmiyet'i kabul edenler arasında ilk sıralarda yer alır. Onun erkeklerden beşinci müslüman olduğu söylenir. İslâm'ı seçişinde gördüğü bir rüya başlangıç olmuştur. Rüyasında Hâlid, evin etrafını ateşin sardığını, babasının ateş içerisinde kaldığını, Resûl-i Ekrem'in (s.a.) ateşi söndürdüğünü görür. Sabah olunca rüyasını Ebû Bekir'e anlattı. O da Hâlid'e, bir an önce İslâm'a girmesini, babasının ateşte yanacağını söyledi. Hâlid vakit kaybetmeden Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna geldi ve rüyasını anlattı. Resûl-i Ekrem (s.a.) ona İslâm'ı anlattı. Hâlid bunları kemal-i hürmetle dinledi ve müslüman oldu.
Hâlid b. Saîd müslüman olduktan sonra, evinde ve her yerde tevhid akidesini yaymaya başladı. Bu uğurda başta babası olmak üzere birçok kimseden ezâ ve cefâ gördü. Fakat Hâlid'in İslâm'a ve Resûlullah'a (s.a.) bağlılığı daha da arttı. Babası Hâlid'i aç-susuz bıraktı, hapsetti. Hâlid: "Baba! Boşuna bana işkence etmeyin. Canımı dahi alsanız İslâm'dan ve Resûl-i Ekrem'den vazgeçmem" diyordu.
Yapılan eziyetler Hâlid'in İslâm'ı yaşamasına ve yaymasına imkân vermeyince karısı Ümeyye'yi ve kardeşi Amr'ı da yanına alarak bir grup müslümanla birlikte Habeşistan'a hicret etti; oğlu Saîd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğdu.
Hâlid b. Saîd, hicrî 6. yıla kadar Habeşistan'da kaldı. Medine'ye geldiğinde müslümanlar Hayber'in fethi ile meşguldüler. Hz. Peygamber'in (s.a.) ona da Hayber ganimetinden pay verdiği rivayet edilir. Bundan sonra Hâlid Hz. Peygamber'le birlikte bütün gazâlara; Mekke'nin fethine, Huneyn, Tâif ve Tebük savaşlarına katılmıştır. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmadığı için zaman zaman Hz. Peygamber'e (s.a.) teessürünü bildirirdi. Hz. Peygamber de ona: "Üzülme, başkaları bir hicrete, sen ise iki hicrete katıldın" buyururdu.
Hâlid b. Saîd, okuma ve yazması olan sahâbîlerden olup şiir ve edebiyat bilgisi de yerinde idi. Hz. Peygamber yazışma işlerini ona tevdi etti. Mektupları yazar, anlaşmaları kaleme alır, heyetlerle yapılan müzakereleri kaydederdi.
Hâlid b. Saîd, idarî yeteneği de olan bir zattı. Hz. Peygamber (s.a.) onu Yemen'e vali olarak gönderdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatını haber alınca Medine'ye geri döndü.
Hâlid'in Halife Hz. Ebû Bekir'e bîatı iki ay kadar gecikmişti. Önceleri bîat etmekte tereddüt etmiş ise de sonradan O'nun dirâyet ve kudretini görünce bîat ettti. Orduya katılarak irtidad ve isyan hareketlerinin bastırılmasında görev aldı. Yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Tima'ya gönderildi. Bizans ordusu ile şiddetli çatışma oldu. İkrime ve Velid de ordularıyla Hâlid'e yardıma geldiler. Bu savaşlarda oğlu Saîd şehid oldu.
Hâlid b. Saîd daha sonraki savaşlarda da büyük kahramanlıklar gösterdi. Onun bu hali diğer askerlere de şevk ve heyecan verdi, onları galeyana getirdi. Şam şehrinin alınmasında ve Fahl Savaşı'nda önemli yararlılıkları oldu. Hicrî 14. yılda Mercü's-Suffer Savaşı'nda, bir diğer rivayete göre de hicrî 13. yılda Ecnâdeyn Savaşı'nda, karşısına çıkan bir Rum savaşçısı ile mübareze yaptı. Bir gün önce de Ümmü Hakîm isimli kadınla yeni evlenmişti. Bu çarpışmada şehid düştü. Kocasının şehadetini gören bir günlük hanımı Ümmü Hakîm feryâd edecek yerde eline kılıç alarak düşman üzerine yürüdü.
Hâlid b. Saîd, parmağından "Muhammed Allah'ın Resûlüdür" yazılı mührünü hiç çıkarmadı. Yemen âmilliği dışında ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir sahâbîdir.
Hâlid b. Saîd anlatıyor: Allah'ın Resûlü beni Yemen'e gönderdiğinde: "İnsanlardan rastladıkların arasında ezan duyarsan onlara dokunma. Müslüman olmayanları da önce İslâm'a davet et" buyurdu.
HÂLİD b. VELİD (r.a.)
Hz. Peygamber'in "Seyfullah" (Allah'ın Kılıcı) diye vasıflandırdığı Hâlid b. Velid, İslâm tarihinin ünlü komutanlarından biridir. Babası, ünlü İslâm düşmanı Velid b. Muğîre'dir. Annesi, Lübâbetu's-Suğrâ'dır. Büyük halası, Abbas b. Abdülmuttalib'le evli idi. Diğer halası ise Hz. Peygamber'in eşi Hz. Meymûne'dir. Kureyş kabilesinin Mahzûm koluna mensuptur.
Hâlid b. Velid, doğuştan askerliğe meyli olan bir kişi idi. Bedir'de Hz. Peygamber'e karşı savaştı. Uhud'da müslümanlara büyük zarar veren süvarilerin başında Hâlid vardı. Hendek Savaşı'nda da bulundu. Mekke'nin fethinden önce, Amr b. Âs ve Osman b. Talha ile birlikte Medine'ye gelerek müslüman oldu.
Hâlid b. Velid'i İslâm tarihinde şöhrete kavuşturan ilk olay, Mûte Savaşı olmuştur. Hz. Peygamber, Zeyd b. Hârise komutasındaki orduyu Mûte'ye gönderirken şu talimatı vermişti: "Zeyd şehid olursa komutayı Câfer b. Ebû Tâlib, o da şehid olursa Abdullah b. Revâha alsın" demişti. Ordu düşmanla karşılaşıp da bu üç komutan da şehid olunca, sancağı Hâlid b. Velid almış ve orduyu zafere kavuşturmuştu. Savaşta Hâlid, dokuz kılıç kırmıştı. Hz. Peygamber'e bu nakledilince çok memnun olmuş ve O'na Seyfullah (Allah'ın kılıcı) lâkabını takmıştı.
Mekke'nin fethinde Hâlid b. Velid, ordunun sağ cenahının komutanlığını yapmıştı. Şehre girerken birkaç kişi kendisine saldırmış, o da onları bertaraf etmişti. Huneyn Savaşı'nda da büyük yararlılıklar gösteren Hâlid b. Velid, Tâif kuşatmasında komutan idi. Tebük'te, Necran seriyyesinde, Yemen seriyyesinde ve Uzzâ seriyyesinde hep Hâlid b. Velid vardı. İrtidâd olaylarının bastırılmasında en büyük pay yine O'nundu. Tuleyha'yı ve Müseylemetü'l-Kezzâb'ı ortadan kaldıran da Hâlid b. Velid idi.
Bu zaferden sonra Hz. Ebû Bekir, O'nu, ordunun başına geçirerek Irak'a gönderdi. Artık Allah'ın Kılıcı için yollar açıktı. 13/634'den 17/638'e kadar fetihten fetihe koştu. Ancak Hz. Ömer, bazı sebeplerden dolayı O'nu ordu komutanlığından aldı. Valilik görevi ise bir müddet devam etti. Fakat daha sora O bu görevden de ayrıldı. Medine'ye geldi ve burada 22/643 yılında vefat etti. Bazılarına göre Humus'a gelmiş ve orada vefat etmiştir.
Hz. Peygamber, Hâlid b. Velid'i Necran'a göndermiş ve burada Hz. Peygamber'le mektuplaşmıştır. Ordu komutanı iken İranlılar'ı İslâm'a davet eden mektuplar yazmıştır. Aynı şekilde Yermük Savaşı'nda Bizans komutanını da İslâm'a davet etmişti.
Asker olarak doğan ve asker olarak yaşayan Hâlid b. Velid, ölümünden önce şunları söylemişti:
"Şu şu savaşlarda bulundum. Vücudumda kılıç, mızrak, ok yarası bulunmayan tek karış yer bile yoktur. Fakat görüyorsunuz ki, develer gibi yatağımda ecelimle ölüyorum. Korkaklar dünyada rahat yüzü görmesin. Yeryüzünde Muhâcirlerden müteşekkil bir seriyyede geçirdiğimiz, sabah olur olmaz erkenden düşmana hücûm etmeyi kararlaştırdığımız, soğuk buzlu bir geceden daha çok hoşlandığım ve zevk aldığım bir gece geçirmemişimdir. Siz de Allah yolunda cihada önem veriniz.
Ölüm saçan, çok tehlikeli sahnelerle dolu savaşlarda ölmek istemiştim. Fakat yatağımda ölmek takdir olunmuş, elden ne gelir. Lâilahe illâllah'tan sonra en çok ecir umduğum amelim, sabahleyin kâfirlere baskın yapmak için, siperde göğün dibi delinmişcesine yağan yağmur altında geçirdiğim gecemdir. Ben öldüğüm zaman atımı ve silahımı muhafaza edin ve onları Allah yolunda savaşanlara verin."
Hâlid b. Velid vefat edince Hz. Ömer O'nun cenazesine katılmış ve: "Hâlid ailesindeki kadınların bağırmamak şartıyla O'nun için gözyaşı dökmelerinde bir mahzur yok" demişti.
Oysa Hz. Ömer, daha öncesinde Hz. Ebû Bekir'e gelerek: "O'nu azlet" demiş, fakat Hz. Ebû Bekir ona: "Allah'ın çektiği kılıcı ben asla kınına sokamam" diye cevap vermişti. (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/412-415; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/366-384)
HALÎME bint EBÛ ZÜEYB (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.)'in süt annesidir. Soy silsilesi, Halîme bint Ebû Züeyb (Abdullah) b. Hâris Şince b. Rizâm b. Nadîra şeklinde olup Benî Sa'd b. Bekir kabilesi kadınlarındandır.
Yeni doğan çocukları, süt annelerine vermek Kureyş'in ve diğer Arap eşrafının âdeti idi. Bunun, çocukların bedenen gelişmeleri, saf ve pürüzsüz Arapça'yı öğrenmeleri gibi faydaları vardı. Halîme Hatun Mekke'ye geldiğinde Abdülmuttalib ona, torununa süt annelik yapmasını teklif etti. Halîme Hatun önceleri, çocuğun yetim olması ve maddî bakımdan kendisine fazla yararlı olmayacağı düşüncesiyle çekimser davrandıysa da sonradan kabul etti. Halîme Hatun, Hz. Muhammed'in gelişiyle evine, çevresine bolluk ve bereket geldiğini, yaşlı ve sütsüz develerinin sütle dolduğunu, kurak topraklarının yeşerdiğini, davarlarının bereketlendiğini anlatır.
Hz. Peygamber'in (s.a.) süt kız kardeşleri Şeymâ ve Üneyse, süt erkek kardeşi ise Abdullah'tır. Her üçü de Halîme'nin ve kocası Hâris b. Abdüluzzâ'nın müşterek çocuğudur.
Halîme Hatun, Hz. Peygamber'i (s.a.) birkaç defa annesine getirdi ise de her seferinde biraz daha bakması için geri gönderiliyordu. Beş yaşında tekrar annesi Âmine'nin yanına getirdi. Âmine'ye ve Abdülmuttalib'e bu beş yıl zarfında gördüğü harikulâdelikleri, malının bereketlenmesini, Habeş hıristiyanlarının onu kaçırmaya kalktığını, kâhin Arrar'ın ondaki peygamberlik alâmetini tanıdığını, melekler tarafından göğsünün yarılıp kalbinin yıkandığını vs. hep anlattı. Abdülmuttalib O'nu bağrına bastı, Halîme'ye de çok kıymetli hediyeler vererek yurduna gönderdi.
Halîme Hatun, Hz. Peygamber'in (s.a.), Süveybe Hatun'dan sonra, ikinci süt annesidir. Peygamberimiz (s.a.) daha sonraları Halîme Hatun'u gördükçe: "Benim annem, benim annem" der, ona büyük saygı gösterirdi. Omuz atkısını yere serer, onun üzerine oturturdu.
Halîme Hatun bir gün Peygamberimiz'i (s.a.) görmek üzere Mekke'ye gelmişti. Peygamberimiz (s.a.) o sırada Hz. Hatice ile evli bulunuyordu. O'nu ağırladılar, oturup sohbet ettiler. Halîme Hatun, yurtlarında süren kuraklık ve kıtlıktan dert yandı. Hz. Hatice, giderken Halîme Hatun'a kırk koyun, binmek için de bir deve verdi.
Halîme Hatun yine Huneyn günü gelmiş, Resûlullah'la (s.a.) görüşmüş, Resûlullah O'na hürmet etmişti.
Bir başka zamanda Resûlullah, Halîme Hatun'un kız kardeşini görünce ona süt annesini sordu. O da vefat ettiğini söyleyince Peygamberimizin (s.a.) gözü yaşlarla doldu. Süt annesinin kardeşine ve yakınlarına ikramda bulundu. Onlar da Resûlullah'a (s.a.): "Sen küçükken de büyükken de ne güzel kefil olunansın" diyerek memnunlukla geri döndüler.
HAMNE bint CAHŞ (r.a.)
Mü'minlerin annelerinden Hz. Zeyneb'in kız kardeşi, Hz. Peygamber'in de (s.a.) halasının kızı olup Kureyş'in Esedoğulları kolundandır.
Kardeşleri Abdullah, Zeyneb ve Ebû Ahmed ile birlikte Mekke'de erken devirlerde âilece müslüman olan Hamne, hicret yılında âilece Medine'ye hicret etmiş ve Kuba'da Mübeşşir b. Abdülmünzir'in evinde misafir olarak bir süre kalmıştır.
Hamne bint Cahş Medine'de Mus'ab b. Umeyr ile evlendi. Uhud Savaşı'na yaralıları tedavi etmek ve gazilere hizmet etmek için katılan Hamne, kardeşi Abdullah b. Cahş'ın şehid olduğunu görünce: "Bizler Allah'a âidiz ve yine O'na döneceğiz" meâlindeki âyeti okumuştu. Biraz sonra dayısı Hz. Hamza'nın şehid düştüğü haberi gelince yine aynı âyeti okudu. Fakat üçüncü olarak kocası Mus'ab'ın şehid olduğu haberi gelince dayanamayıp acı bir çığlık kopardı. Dayısının oğlu olan Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına geldiğinde Resûlullah (s.a.) ona: "Ey Hamne, sabret ve Allah'tan ecrini bekle" buyurdu. Sonra da: "Kuşkusuz, kadının yanında kocasının ayrı bir yeri vardır" buyurdu.
Hamne bint Cahş, Benî Mustalik Gazâsı'nda Hz. Âişe'ye yapılan iftiraya katılmış, Hz. Âişe'nin suçsuzluğu anlaşılınca da Hamne'ye had cezası uygulanmıştır.
Hamne, Mus'ab'dan sonra Cennet'le müjdelenen on sahâbîden (Aşere-i Mübeşşere) biri olan Talha b. Ubeydullah ile evlendi. Kendisinden çok az hadîs rivayet edilmiştir.
HAMZA b. ABDÜLMUTTALİB (r.a.)
Şehidlerin efendisi, Hz. Peygamber'in (s.a.) amcası büyük sahâbî. Künyesi Ebû Ammâre ve Ebû Ya'lâ'dır. Soy silsilesi şöyledir: Hamza b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenâf b. Kusay. Çok cesur ve savaşçı olması sebebiyle de lâkab olarak "Allah'ın Arslanı" (Esedullah) diye anılır. Annesi, Hâle bint Vehb'dir.
Hz. Hamza, Hz. Peygamber'in (s.a.) hem öz amcası ve hem de süt kardeşi olup, Hz. Peygamber'den iki yaş büyüktür. Resûl-i Ekrem'i emziren Süveybe, Hz. Hamza'yı da emzirmişti. Hz. Hamza çok iyi kılıç kullanır, mükemmel ok atar, iyi ata biner ve güreşirdi. Avcılığa da çok meraklı idi.
Hz. Peygamber (s.a.) İslâm'ı tebliğ ve telkin ederken, atalarının geleneksel yolundan ayrılmak istemeyen, çıkarları veya itibarları zedelenecek olan müşrikler O'na karşı çıkıyor, türlü eza ve işkenceler ediyordu. Bir gün, Resûlullah (s.a.) Mekke'de Safâ tarafında oturuyor ve halkı İslâm'a davet ediyorken Ebû Cehil gelerek O'na eziyet ve hakaret etmiş, İslâm'ı kötülemişti. Hz. Hamza da avdan dönüyordu. Âdeti vechile önce Kâbe'yi tavaf edip Kureyş'in ileri gelenleriyle sohbet edip sonra evine gitmek istedi. Kendisini yolda Abdullah b. Cüd'ân'ın cariyesi karşılayıp Ebû Cehil'in, yeğeni Muhammed'e yaptıklarını anlattı. Hz. Hamza, Kureyş'in en kuvvetli, izzetli ve itibarlı şahsiyetlerinden idi. Bu olay çok ağırına gitti. Hemen Kâbe'ye giderek Ebû Cehil'i buldu, herkesin ortasında yayını vurarak kafasını yardı ve ona: "Ben O'nun dini üzere olduğum halde sen O'na nasıl söversin. Ben de O'nun söylediğini söylüyorum. Haydi gücün varsa bana karşı gel" dedi. Bu olay bi'setin 6. yılında vuku buluyordu. Hz. Hamza'nın 2. yılda müslüman olduğu rivayeti de vardır.
Hz. Hamza'nın müslüman oluşu, Kureyş müşriklerini perişan ederken bir avuç müslümanı kuvvetlendirdi, izzetlerini artırdı. Çünkü müslümanlara sataşmak isteyen Hz. Hamza'nın kılıcının gücünü hesaba katıyor ve vazgeçiyordu. Müslümanlar Hz. Ömer'in müslüman olmasıyla daha da güçlendiler. Alenen İslâm'ı yaşar ve anlatır oldular.
Hz. Peygamber Mekke'de iken Hz. Hamza ile Zeyd b. Hârise arasında kardeşlik tesis etmişti. Bu ikisi birbirlerini çok severlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte aynı yıl Medine'ye hicret eden Hz. Hamza, ilk yıllarda Resûlullah'ın (s.a.) Muhâcirlerden oluşturduğu küçük askerî birliklerin başında hem Medine'nin korunmasını ve hem de çevrenin denetimini sağladı. Hicretin birinci yılında 30 kişilik bir müfreze ile, başında Ebû Cehil'in bulunduğu 300 kişilik Kureyş kervanının yolunu kesti. İki taraf arasında savaş çıkmak üzereyken Mecdî b. Amr el-Cühenî araya girip muhtemel bir çatışmayı önledi. Hz. Hamza hicretin 2. yılında da birliği ile Medine çevresini kollamaya devam etmiş, bu arada bazı kabileler ile anlaşma yapılmasını sağlamıştı.
Hz. Hamza'nın en büyük kahramanlıklarından birisi Bedir Gazâsı'nda olmuştur. Savaşın başında müslümanlara meydan okuyan Şeybe'nin karşısına Resûlullah'ın (s.a.) emriyle, Hz. Hamza çıkmış ve onu öldürmüş, bu arada kendisine saldıran müşrik Tuayme b. Adiy'i de öldürmüştür. Daha sonra savaş başlamış ve Hz. Hamza da dahil müslümanlar, cansiperâne savaşarak Kureyşli müşrikleri perişan etmiştir.
Hicretin 3. yılında İslâm'a karşı cephe alan Benî Kuynuka yahudilerini te'dip etmek için tanzim olunan ordunun başına da Hz. Hamza getirildi. Müslümanların kuşatmasına dayanamayan yahudiler Medine bölgesinden sürülüp çıkarıldılar.
Hicretin 3. yılında yapılan Uhud Savaşı'nda Hz. Hamza büyük bir kahramanlık örneği vermiştir. Savaştan önce müslümanlara meydan okuyan Siba'nın karşısına çıkmış ve onu öldürmüştür. Savaş bütün hızıyla devam ederken ve Hz. Hamza önüne gelen müşrikleri kılıcıyla tek tek öldürürken bir kayanın arkasına gizlenerek pusu kuran Vahşî, attığı mızrak ile O'nu şehid etmiştir. Hz. Hamza, Bedir Savaşı'nda Kureyş'in önder ve savaşçılarından birçoğunu katlettiği için Kureyşli müşrikler O'na diş biliyorlardı. Vahşî'yi de bu intikamı alması için yönlendirmişler ve göndermişlerdi. Hz. Hamza'nın, şehid olduğunda 59 yaşında olduğu rivayet edilir.
Amcasının şehâdetini duyan Resûlullah (s.a.) çok müteessir oldu. Savaşın sonunda vadide cesedi parçalanmış halde bulunan Hz. Hamza'nın techiz ve defni ile bizzat Resûlullah meşgul oldu. Hz. Hamza, kız kardeşi Safiyye'nin getirdiği bir kumaş parçası ile kefenlendi. Öyle ki, başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Namazını Hz. Peygamber kıldırdı. Uhud dağı eteğine defnedildi.
Savaştan sonra Medine'ye dönen Resûlullah (s.a.), her evde kadınların ağladığını duyunca mübarek gözlerinden birkaç damla yaş dökülmüş ve: "Hamza'ya ağlayacak yok" diyerek teessürünü bildirmişti.
Hz. Peygamber amcası Hz. Hamza'yı o kadar çok severdi ve ona o kadar çok bağlıydı ki, Vahşî, Mekke'nin fethinden sonra Tâif heyetiyle birlikte Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna geldiğinde, Peygamberimiz amcasının katiline: "Bir daha bana yüzünü göstermesen olmaz mı?" diyerek onu görmeye tahammül edemeyeceğini ifade buyurmuştur.
HANZALA b. EBÛ ÂMİR (r.a.)
Evs kabilesinin ileri gelenlerinden olan Hanzala b. Ebû Âmir'in babası rahip idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişi ile nüfuzunu kaybettiği için Mekke'ye giderek müşriklere katıldı. Hanzala ise çocukluğundan itibaren münzevî bir hayat yaşamakta ve âhir zaman peygamberinin zuhur edeceğine inanmakta idi. İslâm daveti ulaşınca hemen iman etti.
Hanzala Bedir Savaşı'na katıldığında genç bir delikanlı idi ve henüz bekârdı. Bedir'den sonra evlendi. Uhud Savaşı'na yeni evlenmiş damad olarak katıldı. Müşrikler safında babası, müslümanlar safında ise oğlu vardı. Hanzala babasını öldürmek için izin istediyse de Resûlullah (s.a.) izin vermedi. Uhud'da var gücü ile savaştı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Savaşta Ebû Süfyân'ı altına almış, tam öldürecekken Şeddâd arkadan gelerek Hanzala'yı kılıçla şehid etti. Kendisi savaş esnasında cünüp olduğundan ölürken, kendisinin yıkanmasını istemiş fakat Resûlullah O'nu meleklerin yıkayıp, temizlediğini beyan buyurmuştur. Bunun için de O'na "Gasîlu'l-Melâike" lâkabı verildi.
Hanzala'nın oğlu, vefatından sonra doğmuş, o da faziletli bir müslüman olarak yaşamıştır. Hanzala yüksek ahlâklı ve kemal sahibi idi. Evs kabilesi daima onunla iftihar ederdi.
HANZALA b. REBÎ' (r.a.)
Resûlullah (s.a.)'ın kâtiplerinden olduğu için "Kâtip" lâkabı ile anılır. Tam ismi, Hanzala b. Rebî' b. Safiyy b. Rebah b. Hâris et-Temîmî'dir.
Hanzala'nın ne zaman müslüman olduğu tam olarak bilinmemektedir. Hanzala okuma-yazması olan sahâbîlerden olup Hz. Peygamber'in kâtipliğini yapıyor, zaman zaman mektuplarını yazıyordu. Tâif kuşatması esnasında Resûlullah (s.a.) Hanzala'yı gözcü ve casus olarak gönderdi. Fakat Tâifliler onu yakaladılar ve kaleye götürmek istediler. Bunu gören Resûlullah (s.a.): "Hanzala'yı bunların elinden kim alacak? Bu işi başarana bütün gazilerin sevabı kadar sevab vardır" buyurdu. Bunun üzerine amcası Hz. Abbas ileri atıldı. Gitti ve Tâifliler'in elinden Hanzala'yı kurtardı. Hz. Peygamber, Hanzala'yı överek: "Hanzala ve Hanzala gibilerini kendinize başkan yapın" buyurdular.
Hanzala b. Rebî, Hz. Peygamber'le birlikte Tebük Gezvesi'nde ve Veda haccına bulundu. Râşid halifeler devrinde de savaşlara katıldı. Hicrî 15. yılda yapılan Kâdisiye Savaşı'nda üstün yararlılık gösterdi. Daha sonra Kûfe şehrinde yerleşti. Cemel olayına katılmak istemedi. Muâviye devrinde vefat etti.
HARÂM b. MİLHAN (r.a.)
Hazrec kabilesinden olan Harâm b. Milhan b. Hâlid b. Zeyd b. Harâm b. Cündüb, Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır.
Harâm b. Milhan, Enes b. Mâlik'in dayısıdır. Bedir Savaşı'na ve Uhud Savaşı'na katılmış ve Kur'ân'dan o zamana kadar nâzil olan âyetleri ezberlemişti. Bu sebeple ona "Kârî" lâkabı verilmişti.
Hicrî 4. yılda Uhud Savaşı'ndan dört ay kadar sonra Hz. Peygamber (s.a.), ashâbından hâfız olan ve İslâm dininin ve tevhid akidesinin esaslarını bilen 70 kişiyi, İslâm'ı tebliğ için Necid bölgesindeki Benî Süleym ve Benî Âmir kabilelerine göndermişti. Harâm da kardeşi ile birlikte bu kafilede idi.
Kafile Süleymoğulları ile Âmiroğulları yurdu arasında Bi'r-i Maûne mevkiine geldiklerinde konakladılar. Âmir b. Tufeyl, adamlarıyla yollarını kesti. Harâm b. Milhan ve iki arkadaşı, durumu ona anlatıp, Resûlullah'ın elçileri olduğunu bildirmek için yanına gittiler. Âmir daha mektubu okumadan yırttı ve Harâm'ı dinlemeden mızraklarla onu öldürdüler. Harâm, böğrüne mızrak saplanır saplanmaz: "Ey Kâbe'nin Rabbi, mükâfatımı sen ver, ben şehâdet şerbeti içtim" dedi ve şehid oldu. Müşrikler, kendilerine İslâm'ı tebliğ için gelen bu kafilenin hepsini kılıçtan geçirdiler. Sadece aksak bir müslüman yaralı olarak kurtulabildi.
Harâm b. Milhan bütün vaktini ibâdetle ve Kur'ân okuyarak geçirirdi. Suffa ehline yemek hazırlar, onları doyururdu. Onlarla sohbet eder, ilmini artırırdı.
HÂRİCE b. ZEYD (r.a.)
Ensâr'ın ilk müslümanlarından olup soy silsilesi şöyledir: Hârice b. Zeyd b. Ebî Züheyr b. Mâlik b. İmrü'l-Kays el-Hazrecî el-Ensârî.
Kabilesinin reislerinden ve sahâbenin ileri gelenlerinden olan Hârice, hicretten önce Akabe bîatında müslüman olmuştur. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti esnasında Hz. Ebû Bekir, Hârice b. Zeyd'in evinde misafir kalmıştır.
Hicretin akabinde Muhâcirler ile Ensâr arasında kardeşlik tesis edilirken Hârice b. Zeyd ile de Ebû Bekir kardeş yapılmıştır. Hârice daha sonra kızı Cüneybe'yi Hz. Ebû Bekir'e vermiş ve ondan Ümmü Külsüm isminde bir kız torunu olmuştur.
Bedir Savaşı'na Hz. Peygamber'in yanında katılıp kahramanca savaşan Hârice, Uhud Savaşı'nda da üstün yararlılık ve kahramanlık göstermiş, müşriklerin ok yağmuruna tutulmuş, vücuduna giren oklarla birlikte savaşa devam etmiş ve kan kaybından şehid olmuştur. Savaş meydanında ashâb Hârice b. Zeyd'in etrafında toplandığında, ölümünden sonra bir ara ashâbla konuştuğu rivayet edilir.
Yüksek bir ahlâka ve kuvvetli bir imâna sahip olan Hârice b. Zeyd aynı zamanda rıfk ve merhamet dolu bir sahâbî idi. Hz. Peygamber'e karşı büyük bir saygısı ve bağlılığı vardı.
Hârice b. Zeyd'in kızı Cüneybe, Hz. Ebû Bekir ile evli idi. Oğlu Zeyd ise Hz. Osman devrinde vefat etmiştir.
HÂRİS b. HÂLİD (r.a.)
İlk müslümanlardandır. Soy adı: Hâris b. Hâlid b. Sahr b. Âmir b. Kâ'b b. Sa'd et-Temîmî el-Kureyşî'dir.
Mekke'de İslâmiyet'i ilk kabul edenlerden olan Hâris, kabilesi Temîmoğulları'nın sürekli ezâ ve hakaretine dayanamayıp, karısı ile birlikte ikinci kafilede Habeşistan'a hicret etti. Câfer b. Ebû Tâlib'le beraberdi. Hâris b. Hâlid'in Habeşistan'da dört çocuğu oldu. Bir diğer rivayete göre Mûsa ve İbrahim adlı iki çocuğunu yanına alarak Habeşistan'a gitmiş, iki çocuğu da orada doğmuştur.
Hâris b. Hâlid, Habeşistan'da uzun bir süre kaldıktan sonra, tahminen Hayber fethi esnasında, Medine'ye döndü. Yolda karısı ve dört çocuğu içtikleri sudan zehirlenmişlerdi. Hâlid Medine'ye tek başına ve bitkin bir vaziyette döndü. Resûlullah (s.a.) gönlünü aldı ve onu evlendirdi.
Hâris b. Hâlid'in Medine hayatı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur.
HÂRİS b. HAZEME (r.a.)
Ensâr'ın Hazrec kabilesindendir. Tam ismi, Hâris b. Hazeme b. Adiy b. Ganem b. Sâlim b. Avf olup künyesi, Ebû Bişr'dir.
Hz. Peygamber (s.a.)'in Medine'ye hicretiyle müslüman olmuş, Bedir Savaşı'na katılmıştır. Daha sonra Uhud ve Hendek savaşlarına, Benî Kureyza kuşatmasına, Hayber'in ve Mekke'nin fetihlerine katılmıştır. Huneyn Gazvesi'nde kahramanca savaşmış, müşrikler karşısında sebat ederek savaş kazanılmasında hizmeti olmuştur.
Hicretin 9. yılında yapılan Tebük seferinde Hz. Peygamber'in devesi kaybolmuştu. Ordu içindeki münâfıklar Hz. Peygamber'in devesinin yerini bilemediğini bir eksiklik olarak anmaya başlayınca Resûlullah (s.a.): "Ben, Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Bildirmediğini ise bilemem. Allah devenin şu anda falanca vadide olduğunu bildirdi. Gidip getirin" buyurmuş, Hâris b. Hazeme de herkesten önce kalkıp giderek Resûlullah'ın (s.a.) devesini getirmişti. Böylece münâfıkların dedikodu ve fesâdı önlenmişti.
Hâris b. Hazeme Râşid Halifeler devrinde de gazâlara katılmış, hicrî 40. yılda, 67 yaşında iken Medine'de vefat etmiştir.
HÂRİS b. HİŞÂM (r.a.)
Hâlid b. Velid'in amcasının oğlu, İslâm'ın azılı düşmanı Ebû Cehil'in kardeşidir. Künyesi Ebû Abdurrahman olup soy silsilesi şöyledir: Hâris b. Hişâm b. Muğîre b. Abdullah b. Amr el-Kureşî el-Mahzûmî.
Hâris b. Hişâm Kureyş'in ileri gelenlerinden, Mekke'nin zenginlerinden ve cömertlerinden biriydi. Sahâveti ve iyi şöhreti sebebiyle Resûlullah (s.a.) O'nun müslüman olmasını çok arzu ederdi. Hz. Ali'nin kız kardeşi, Hz. Peygamber'in (s.a.) amca kızı Ümmü Hânî'-nin de kocası olup Resûlullah'la akrabalığı da vardı.
Hâris b. Hişâm, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına müşrikler safında katılmış, Mekke'nin fethinde müslüman olmuştur. İslâm ordusu Mekke'ye girince Hâris, Ümmü Hânî'nin evine sığınmış, Hz. Ali kılıcını çekip onu öldürmek istemişse de kız kardeşi mâni olmuş, öne atılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ali geri dönüp gitmiş. Ümmü Hânî olayı Resûlullah'a (s.a.) aktarınca, Hz. Peygamber: "Ali'nin böyle davranması uygun olmamış, senin emân verdiğine biz de emân veririz" buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in bu şekilde himâyesi ve merhametinden dolayı çok mahcup olan ve O'nu gördükçe mahcubiyeti daha da artan Hâris çok geçmeden, bir gün Resûlullah (s.a.) Kâbe'de iken yanına gitmiş, kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmuştur. Bunun üzerine de Resûlullah (s.a.): "Seni hidâyete erdiren Allah'a hamd olsun. Senin gibi birisi İslâm'a bîgâne kalamaz" buyurmuştur.
Hâris b. Hişâm, müslüman olmakta gecikmişti, fakat ömrünün sonuna kadar iyi bir müslüman olarak yaşadı. Ashâbın ileri gelenlerinden ve en faziletlilerinden oldu.
Hâris b. Hişâm ömrünün isyan ve şirk içinde geçen kısmına çok üzülür, müslüman olmakta geciktiği için çok hayıflanırdı. Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte bütün savaşlara katıldı. Halife Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde de durmadan dinlenmeden İslâm uğruna savaştı.
Hz. Ömer devrinde Hâris b. Hişâm, hazırlığını tamamladı ve Allah yolunda savaşmak üzere Mekke'den çıktı. Çok sevilen ve sayılan bir kimse olduğundan Mekkeliler onun arkasından Bathâ mevkiine kadar geldiler. Hepsi de ağlıyordu. Hâris onların bu üzüntülerini görünce şöyle konuştu:
"Ey insanlar, Allah'a yemin ederim ki, ben savaşa sizden usandığım veya memleketimi beğenmeyip de başka bir memlekete gitmek için çıkmıyorum. Fakat İslâm geldi. Kureyş'in reislerinden ve büyüklerinden olmayan pek çok insan İslâm uğrunda savaşa çıktı. Allah'a yemin ederim, Mekke dağları altın olsa da onları Allah yolunda harcasak, ilk müslümanların o şerefli günlerden birindeki sevabına bile nâil olamayız. Her ne kadar fazilet bakımından bizi geçtilerse de âhirette onların derecesine ulaşmaya çalışmalıyız. Allah'tan korkan herkes böyle yapsın."
Sonra Şam'a doğru yoluna devam etti. Yermük savaşında kahramanca çarpıştı ve şehid oldu. Bu savaşta Hâris b. Hişâm, İkrime b. Ebû Cehil ve Ayyâş b. Ebû Rebîa da aynı yerde ağır yaralanmışlar, bir bardak suyu içmeden birbirlerine ikram ederek şehid olmuşlardır. (Bk. Ayyâş b. Ebû Rebîa)
Hâris b. Hişâm: "Yâ Resûlallah, bana öyle birşey haber ver ki ona sımsıkı tutunayım" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de eliyle diline işaret ederek: "Buna sahip ol" buyurdu. Hişâm'ın oğlu Abdurrahman anlatıyor: "Aradan çok geçmedi, babamın, insanların en az konuşanı olduğunu gördüm."
İslâm'la şereflenmek, bu dünyada da, âhirette de kemal ve faziletin en doruk noktasıdır.
HÂRİS b. SIMME (r.a.)
Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundan olan Hâris b. Sımme b. Amr b. Atîk, Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Künyesi Ebû Saîd'dir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretinden önce müslüman olan Hâris b. Sımme kahramanlığı ve cesareti ile bilinen bir sahâbî idi. Hicretten sonra Resûlullah (s.a.) onunla Suheyb arasında kardeşlik tesis etmişti.
Hâris, Hz. Peygamber'e (s.a.) bîat ederken O'nun uğrunda ölmeye söz vermişti. Bedir Gazâsı'na giderken yolda yaralanmış, Hz. Peygamber savaşa katılmasına izin vermemiş fakat ganimetten pay ayırmıştı. Uhud Savaşı'nda Hâris büyük kahramanlık gösterdi. Resûlullah'ın (s.a.) etrafından ayrılmadı. Savaşta bir ara Resûlullah kendisine: "Abdurrahman b. Avf'ı gördün mü?" diye sordu. O da: "Evet ya Resûlallah, dağın eteğinde bir müşrikin altında gördüm. Fakat seni görünce hemen yanına geldim, O'na yardım edemedim" cevabını verdi. Hz. Peygamber: "Melekler onunla birlikte savaşıyor" buyurdu.
Hâris anlatıyor: «Resûlullah'ın (s.a.) bu sözü üzerine hemen Abdurrahman'ın yanına gittim. O'nu yere serilmiş yedi müşrikin yanında, ayakta buldum. "Bunların hepsini sen mi öldürdün?" diye sorduğumda: "Şu ikisini ben öldürdüm, fakat diğerlerini hiç görmedim" cevabını verdi.»
Hâris b. Sımme, hicretin 4. yılında İslâm'ı tebliğ için Necid bölgesindeki Âmiroğulları'na gönderilen yetmiş kişilik kafile arasındaydı. Bu müslümanlar, Bi'r-i Maûne'ye geldiklerinde kafilerdekilerin hepsi orada müşrikler tarafından şehid edilmişti. Hâris de bu şehidlerin arasındaydı. (Bk. Harâm b. Milhân)
Şâir tabiatlı Hâris b. Sımme'nin, Sa'd ve Ebû Cehm adında iki oğlu vardı.
HÂRİSE b. NUMAN (r.a.)
Künyesi Ebû Abdullah olup soy silsilesi şöyledir: Hârise b. Numan b. Nüfey' b. Zeyd b. Ubeyd el-Ensârî. Neccâroğulları'ndandır.
Hârise b. Numan, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti esnasında müslüman olmuş, başta Bedir olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte bütün savaşlara katılmış, Huneyn Savaşı'nda İslâm ordusunun bir an için dağıldığı ve bozguna uğradığı sırada Resûlullah'ın (s.a.) çevresini terketmeyip sebat eden bir bölük sahâbîden biri olmuştur. Daha sonra Tebük Savaşı'na; Raşid Halifeler devrinde de mürtedlerle yapılan savaşlara ve diğer gazvelere katılmıştır. Hârise, Muâviye zamanında Basra'ya yerleşmiş ve orada vefat etmiştir.
Hârise b. Numan, annesini çok sever ve ona daima iyilikle muamele ederdi. Hz. Âişe validemiz (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.) bir gün buyurdular ki: "Uyuduğumda bana Cennet gösterildi. Orada birisi yüksek sesle Kur'ân okuyordu. Kim olduğunu sorduğumda; Hârise b. Numan, dediler. İşte itaatkâr kul böyle olur, annesine iyilik edenin mükâfatı budur."
Hârise b. Numan sağlığında Cebrâil'i gören sahâbîlerdendi. Bir gün Hârise b. Numan, Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna girdiğinde, O'nun bir zat ile konuştuğunu görmüş ve selâm vermişti. O zat da Hârise'nin selâmını almıştı. O zat, Dıhye suretinde gelen Cebrâil'di. Başka bir günde de yine Hârise aynı şekilde Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna girdiğinde O'nu biriyle konuşuyor gördü. Selâm vermedi. Hz. Peygamber, Dıhye suretindeki Cebrâil'e: "Ya Cebrâil, bunun kim olduğunu biliyor musun?" diye sorduklarında Cebrâil: "Evet, O Huneyn Savaşı'nda sabır ve metanet gösteren seksen kişiden biridir. Allah onların rızıklarını Cennet'te tekeffül etti. Şayet selâm verseydi alırdım" cevabını vermiştir.
İhtiyarlık döneminde gözleri görmez olan Hârise, mescidden evine giden bir ip çekmiş, onu takip ederek cemaatle namaza gelip gitmiştir.
Kendisi de fakir olduğu halde, kapısına her gelene ikramda bulunurdu. Âilesi kendisine, "Bizden daha ihtiyaçlı var mı ki?" deyince: Ben Resûlullah'ın (s.a.) "Fakirlere ikramda bulunmak insanı kötü ölümden korur" buyurduğunu işittim, demiştir.
HÂRİSE b. SÜRÂKA (r.a)
Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundan olan Hârise b. Sürâka b. Hâris b. Adiy b. Mâlik, Bedir şehidlerindendir. Annesi Rübeyyi' bint Nadr olup, Enes b. Mâlik'in halasıdır.
Hârise'nin babası, hicretten önce ölmüştü. Hârise ve annesi hicret esnasında birlikte müslüman oldular. Ana oğul birbirlerini çok severlerdi.
Bedir Savaşı'nda katılan Hârise b. Sürâka genç sayılacak bir yaşta idi. Müşriklerden Hibban b. Arîka'nın attığı ok ile boğazından yaralandı ve şehid oldu. Hz. Peygamber (s.a.) Hârise'nin Cennet'te firdevs-i âlâya yükseldiğini bildirdi. Hârise, Bedir'de Ensâr'ın verdiği ilk şehitti.
Bedir dönüşünde oğlunun şehid olduğunu, akabinden de Hz. Peygamber'in (s.a.) müjdesini duyan annesi Rübeyyi': "Ne mutlu oğluma" diyerek sevinmiştir. Rübeyyi' oğlunu herşeyden fazla sevdiği halde, onun hayatta en büyük ideali olan dini uğurda şehid düştüğünü duyunca oğlunun mesud akıbetine sevinmiştir. Bu da, onun ne kadar hayırlı ve şuurlu bir müslüman kadını olduğunu göstermektedir.
Hârise b. Sürâka, Resul-i Ekrem (s.a.)'i çok severdi. O'na bütün gönlüyle bağlı idi. O'nun mübarek ağzından çıkan her sözü şiâr edinmişti. Bedir'e giderken de şehid olmak için dua etmişti.
Hz. HASAN (r.a.)
Hz. Hasan, Hz. Ali ile Hz. Fâtıma'nın oğludur. Hicretin 3. yılı Ramazan ayının ortasında Medine'de doğdu. Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'dan, Hasan, Hüseyin, Muhsin, Zeyneb ve Ümmü Külsüm adında çocukları dünyaya geldi. Hz. Hasan bunların en büyükleri idi.
Hz. Hasan doğduğunda Resûlullah (s.a.) sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu. Adını Hasan, künyesini de Ebû Muhammed koydu. Hz. Hasan'ın damağına Resûlullah, yumuşak hurma sürdü. Hz. Fâtıma: "Ya Resûlallah, oğlum için Akîka kurbanı olarak bir deve veya iki koç kesmeyeyim mi?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Hayır, sen onun saçını kes, ağırlığınca gümüşü fakirlere sadaka olarak dağıt" dedi. Doğumunun yedinci günü iki koç kesildi. Kesilen saçın ağırlığınca gümüş de sadaka olarak dağıtıldı. Zamanı gelince Hz. Peygamber, Hz. Hasan'ı sünnet ettirdi.
Hz. Hasan Resûlullah'a (s.a.) çok benzerdi. Resûlullah (s.a.) da onu çok severdi. Omuzunda taşır, kucağından bırakmazdı. "Hasan ve Hüseyin'i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuş olur" derdi. Resûlullah yine: "Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır. İkisi de Cennetlik gençlerin iki efendisidir" buyurmuştu.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.), bir gün hâne-i saâdetten çıkıp, ne o bana ve ne de ben ona birşey söylemeyerek Kaynuka çarşısına gelinceye kadar yürüdü, sonra buradan dönüp Hz. Fâtıma (r.a.)'nın evinin önünde bir kenara oturdu ve Hz. Hasan'ı kastederek: "Küçük orada mısın, küçük orada mısın?" diye sordu. Hz. Fâtıma çocuğun evden çıkmasını biraz geciktirdi. Sanırım bu süre içinde çocuğu giydirip kuşandırmış, saçını başını yıkayıp taramıştı. Sonra çocuk süratle koşarak geldi. Resûl-i Ekrem Hz. Hasan'ı kucakladı, öpüp kokladı, sonra da: "Allah'ım, sen bu çocuğu sev, bunu seveni de sev" diye dua etti.
Hz. Peygamber Efendimiz, bir gün, yanında Temîmli Akrâ b. Hâbis otururken, Hz. Hasan'ı öpüp sevmişti. Akrâ: "Benim on çocuğum vardır. Onlardan hiçbirini öpmem" dedi. Peygamberimiz, ona baktı, sonra da: "Acımayana, şefkat etmeyene merhamet olunmaz" dedi.
Bir gün Hz. Peygamber'in yanına bir bedevi gelmişti. Resûlullah'ın (s.a.) çocukları ve Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin'i sevdiğini görünce; "Ya Resûlallah (s.a.), siz çocuklarınızı öper sever misiniz? Halbuki biz onları hiç öpmez okşamayız" dedi. Hz. Peygamber: "Allah senin kalbinden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa, ben sana ne yapabilirim?" dedi. Hz. Peygamber'in, Hz. Hasan'ı omuzunda taşıdığını gören bir sahâbî: "Ey çocuk, sen ne güzel bir binite binmişsin" demekten kendini alamadı. Peygamberimiz de: "Ne güzel binicidir o da" diyerek cevap verdi.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.) ile birlikte yatsı namazını kılıyorduk. Hasan ile Hüseyin de (r.a.) sırtına atlıyorlardı. Resûlullah (s.a.), başını secdeden kaldırınca onları yavaşça sırtından indiriyordu. Secdeye bir daha varınca, Hasan ile Hüseyin tekrar sırtına biniyorlardı. Nihayet namazı bitirince onları dizleri üzerine aldı. Ben de kalkıp: "Ya Resûlallah, onları annelerine götüreyim mi?" dedim. O sırada bir şimşek çaktı ve ortalık aydınlandı. Resûlullah, (s.a.) torunlarına: "Haydin annenize gidin" dedi. Çocuklar annelerinin yanına varıncaya kadar şimşeğin aydınlığının devam ettiğini Ebû Hüreyre hazretleri söylüyor.
Ümmü Seleme (r.a.) validemiz anlatıyor: Resûl-i Ekrem (s.a.), Hz. Fâtıma (r.a.)'ya: "Git bana kocan ile iki oğlunu getir" dedi. Fâtıma da gidip onları getirdi. Hayber'den elimize geçen bir aba vardı, onun üzerinde oturuyordum. Allah'ın Resûlü abayı alıp onların üzerlerine örttü ve: "Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir" dedikten sonra: "Allah'ım, bunlar Muhammed'in Ehl-i Beyt'idirler. Sen, rahmet ve bereketini İbrahim Aleyhisselâm'ın ehl-i beyti üzerine nasıl indirmiş isen, Muhammed'in ehli üzerine de indir. Şüphe yoktur ki, övülen, yüce ve azamet sahibi olan sensin" dedi.
Hz. Hasan küçükken Resûlullah (s.a.) O'na işaret ederek: "Bu oğlum Seyyid'dir. Müslümanlardan iki ailenin arasını, Allah'ın bununla düzeltmesi, ıslah etmesi umulur" dedi.
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Peygamber (s.a.), bir sabah üzerinde, siyah kıldan dokunmuş, nakışlı, Yemen işi bir örtü bulunduğu halde erkenden çıktığında, Hasan geldi, O'nu, hemen örtüsü içine aldı. Sonra Hüseyin geldi, O'nu da Hasan'ın yanına aldı. Sonra Fâtıma geldi, O'nu da örtünün içine aldı. Daha sonra Ali geldi. Onu da örtünün içine aldıktan sonra: "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri, günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister" (Ahzâb, 33/33) âyetini okudu.
Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Hasan'ı iyilik ve fazilet yolunda örnek bir müslüman olarak büyütmek, madde perdelerinden kurtarıp yüce ve Rabbânî nûrun huzuruna yükselmek istiyordu. Onun kursağına sadaka ve zekât lokmasının bile düşmesine razı olmuyordu. Bir kere onu, hurma ambarında bulunan zekâttan bir hurma tanesini ağzına götürdüğünü gördüğü sırada Resûlullah (s.a.) hemen müdahale ederek: "Kaka, kaka" diyerek, ağzından dışarı çıkarttırdı ve ona: "Sen, sadaka ve zekât yemenin bize helâl olmadığını bilmiyor musun?" dedi. "Şu yavrunun aldığı bir tek hurmadan ne olacak?" denildiğinde, Resûlullah (s.a.): "Bana ve Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine sadaka ve zekât helâl değildir" cevabını verdi.
Tevazu, rıza, sabır ve kerem sahibi olan Hz. Hasan (r.a.)'ın dünyada tattığı en acı ıstırablardan biri Hz. Peygamber'in vefatı, diğeri de ilim ve fazilet örneği babası Hz. Ali'nin şehid edilmesidir. Hz. Ali (r.a.), Abdurrahman b. Mülcem tarafından vurulduğunda Hz. Hasan ağlayarak babasının yanına girdi, boynuna sarıldı. Hz. Ali (r.a.): "Niçin ağlıyorsun oğlum?" dedi. Hz. Hasan: "Nasıl ağlamayım, sen âhiretin ilk ve dünyanın son gününü yaşıyorsun" dedi. Hz. Ali (r.a.): "Oğlum, sana söyleyeceğim dörder öğütten meydana gelen şu iki tavsiyeyi dinle. Bunları kulağında tuttuğun müddetçe her ne yapacak olursan bir zarar görmezsin" dedi. Hz. Hasan: "Nedir o dediğin şeyler babacığım?" deyince Hz. Ali (r.a.): "Zenginliğin en büyüğü akıldır, fakirliğin en büyüğü ahmaklıktır, bilgisizliğin en büyüğü kendini beğenmektir, üstünlüğün en büyüğü de güzel ahlâktır" dedi. Hz. Hasan: "Babacığım ya diğer dört şey nedir?" diye sorunca Hz. Ali şöyle dedi: "Sakın ahmaklarla arkadaşlık ve dostluk yapma. Zira ahmak adam, sana yardım edeyim derken seni zarara sokar. Sakın yalancılarla da arkadaşlık ve dostluk yapma. Zira yalancı adam sana uzağı yakın ve yakını uzak gösterir. Cimrilerle de arkadaşlık ve dostluk yapma. Zira cimri adam, muhtaç olduğun şeyi, en çok muhtaç olduğun bir sırada senden esirger. Kötü kimselerle de arkadaşlık ve dostluk yapma. Zira kötü adam seni ucuza satar."
Hz. Ali'nin ordusu, O'nun vefatından sonra halife olarak oğlu Hz. Hasan'a bîat etmek istiyordu. Nitekim öyle de oldu. 40/661 yılında onu halife olarak ilan ettiler. Fakat Hz. Hasan, içinde bulunduğu durumu gözden geçirdikten ve bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, kendisine güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca Hz. Hasan siyasetten hoşlanmayan, fitne ve fesad ortamından şiddetle kaçan biriydi. Müslümanları sevmek, onlara hizmet etmek aşkıyla dopdulu biriydi. Bunun için de gerek kendi şahsı, gerekse müslümanların birliği için Muâviye lehine hilâfetten feragat etmek istiyordu. Bu isteğini de bir mektupla Muâviye'ye bildirerek bîat ettiğini haber verdi. Hicretin 41. yılının Rebîülevvel ayının sonlarında Kûfe'yi Muâviye'ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber'in: "Benim bu oğlum bir seyyiddir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü'min grubu barıştıracaktır" hadîsi tecelli etmiş oldu.
Gerçekten de müslümanlar arasında birlik ve beraberlik sağlanmıştı. Hatta müslümanlar bu yıla "Birlik Yılı" adını vermişlerdi. Yaklaşık otuz yıl süren, Hz. Peygamber'in vefatı ile başlayıp Hz. Hasan'ın bîatı ile noktalanan bu döneme tarihçiler "Hulefâ-i Râşidîn" adını verdiler.
Hz. Hasan (r.a.), belâya karşı sabır, kadere karşı rıza, nimetlere şükür ve Kur'ân'ın hükmüne boyun eğen bir sahâbîdir. O, herkese şu öğütleri verirdi: "Dünyayı isteyen kimseyi dünya yere vurur. Dünyadan yüz çeviren kimse ise dünyayı kim yerse yesin umursamaz. Dünyayı seven kimse, dünyalığı bol olanların kölesi olur. Dünyanın azı yeterlidir, çoğu doyurucu değildir. Dünü ile bugünü bir olan kimse aldanmıştır. Dünü bugününden hayırlı olan kimse de zarardadır. Kendinde noksanlık görmeyen kimsenin noksanı çoktur. Noksanlığı çok olan için ise ölüm daha hayırlıdır."
Hz. Hasan bir öğüdünde de şunları söylemişti: "Biliniz ki, insan için yumuşak huyluluk zînettir. Vefakârlık servettir. Acelecilik hafifliktir. Yolculuk zayıflıktır. Dünya ehli ile oturup kalkmak lekedir. Kötü insanlarla oturup kalkmak ise şüphe doğurucudur. İnsanlar dört kısımdır: Kimisi zengindir, fakat kendisinde ahlâk yoktur. Kimisi ahlâklıdır, fakat fakirdir. Kimisi de hem ahlâksızdır, hem de fakirdir. İşte insanların en kötü bahtlısı bu kimsedir. Kimisi de hem zengindir hem ahlâklıdır. İnsanların en mutlusu da bu kimsedir."
HASSAN b. SÂBİT (r.a.)
Künyesi, Ebu'l-Velid, lâkabı "Şâir-i Resûlillah" olup soy silsilesi şöyledir: Hassan b. Sâbit b. Münzir b. Harâm b. Amr el-Ensârî. Hazrec kabilesinin Neccâroğulları'ndandır.
Hassan b. Sâbit, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretlerinde, 60 yaşlarında idi. Medine'de, eski adıyla Yesrib'de doğup büyümüştür. Asil bir aileye mensuptur. Çocuk yaşlarında iken bir yahudiden hak peygamberin geleceği haberini duymuş idi.
Hicret öncesinde Hassan b. Sâbit, kabileler arası mücadele ve savaşlara şiirleriyle katılmakta, şiirlerinde kabilesini övüp karşı kabileleri yermekteydi. Hassan, hicret esnasında da Medine'de meşhur bir şâir olarak biliniyordu.
Hassan b. Sâbit, şâir ruhlu, nahif yaratılışlı ve 60 yaşının da üzerinde olduğundan, müslümanlığı kabulünden sonra savaşlara bedenen katılmamış fakat şiirleriyle müslümanlara destek olmuş, müşrikleri aşağılamıştır. Hatta, Hendek Savaşı'nda kale içinde toplanan kadınların, Hassan'ı da aralarında görünce onu savaşa katılmaya teşvik ettikleri, o çarpışmaktan çekindiği için de civarda dolaşan bir yahudiyi, Hz. Peygamber'in (s.a.) halası Safiyye bint Abdülmuttalib'in öldürdüğü rivayet edilir.
O devirde edebiyatın, bilhassa şiirin Araplar arasında büyük bir mevkii ve tesiri vardı. Hassan bir bakıma müslümanların duygularının tercümanı olmuş, müslümanlara moral vermiş, müşrikleri kahretmiştir. Bedir'de ölen Kureyşlileri öven yahudi şâir Kâ'b Eşref'i, Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle öyle bir hicvetti ki hiçbir müşrik, Kâ'b'ı evinde misafir etmeyi göze alamadı. İslâm düşmanlarını şiirleriyle susturdu. Hatta hicrî 9. yılda Benî Temîm kabilesi ile yapılan yarışmada onların şâirlerini susturmuş, bir kısmının da müslüman olmasını sağlamıştır.
Hz. Peygamber'in hicrî 11. yılda vefatı üzerine Hassan, en güzel şiirlerinden birini Resûlullah'a (s.a.) mersiye şeklinde yazmıştır. Bu şiiri Arap Edebiyatının en güzel şiirlerinden biri olarak kabul edilir.
Hassan'ın bundan sonraki hayatı, Resûlullah'ın ayrılığını içine sindirmekle geçmiştir. Muâviye devrinde, 120 yaşlarında iken vefat etmiştir.
Hassan'ın hicivleri müşrikler üzerinde fevkalâde tesir icra eder, onları oklardan daha fazla yaralardı. Bunun için de Hz. Peygamber (s.a.) O'na: "Müşrikleri hicvet, Cibrîl seninle beraberdir" buyurmuştur.
HÂTIB b. AMR (r.a.)
İlk müslümanlardan ve Habeşistan muhâcirlerinden olup, soyu şöyledir: Hâtıb b. Amr b. Abdüşşems b. Abdi Ved el-Kureşî el-Âmirî.
Hâtıb b. Amr, Dârü'l-Erkam'dan önce müslüman olup, ilk müslümanlardan olma şerefine ermiştir. Fakat müslüman olması üzerine çevresinden, Mekke müşriklerinden şiddetli bir tepki, ezâ ve zulüm görmüş, bunun için de Habeşistan'a birinci kafile ile hicret etmiştir. Habeşistan'dan erken dönmüş, hatta rivayete göre ilk defa dönen Hâtıb olmuş, fakat sonradan tekrar Habeşistan'a hicret etmiştir.
Süheyl, Salît ve Sekran b. Amr, Hâtıb'ın kardeşleridir. Hâtıb Hz. Peygamber'le (s.a.) Medine'ye hicret etmiş, Medine'de bir süre Rifâa b. Abdülmünzir‘in evinde misafir kalmıştır.
Hâtıb'ın Bedir Savaşı'na katıldığında kaynaklar hemen hemen müttefiktir.
HÂTIB b. EBÛ BELTEA (r.a.)
Künyesi, Ebû Muhammed veya Ebû Abdullah olup, soy silsilesi şöyledir: Hâtıb b. Ebû Beltea b. Amr b. Umeyr b. Seleme b. Sa'b b. Sehl. Genellikle, Kahtanî olduğu, genç yaşta Yemen'den geldiği, Esedoğulları'nın halifi veya andlaşma ile âzad edilmiş kölesi olduğu söylenir.
Müslüman olmadan önce, şâirliği ve ata biniciliği ile meşhurdur. Hz. Peygamber'in (s.a.) hicreti sırasında Medine'ye hicret ettiği bilinmekte ise de, İslâm'a ne zaman girdiği kesin olarak belli değildir. Hicreti esnasında Medine'de Ensâr'dan Münzir b. Muhammed'in evinde misafir kalmış, hicretten sonra Hz. Peygamber onu Hâlid b. Rahile ile kardeş yapmıştır.
Hâtıb, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) Mekkeliler'le Hudeybiye barışını yaptıktan sonra, İslâm'ı civar bölge ve ülkelere tebliğ etme faaliyetine başlamış, bu arada Hâtıb'ı da Mısır'da Mukavkıs'a, bir mektupla göndermişti. Hıristiyan dininde olan Mukavkıs Hâtıb'a birçok soru sordu, Hâtıb hepsine de tatmin edici cevaplar verdi. Bir ara: "Madem Muhammed hak peygamber, niçin Mekkeli müşriklere beddua edip onları helâk etmedi?" diye sordu. Hâtıb buna: "Hz. İsâ da hak peygamber, fakat kendisini çarmıha gerenlere beddua edip onları helâk etmedi" cevabını verdi.
Neticede Mukavkıs iman etmediyse de Resûl-i Ekrem'in (s.a.) mektubunu hürmetle sakladı, Hâtıb'a da son derece ikram ve hürmet etti. Hz. Peygamber'e (s.a.) de cevap mektubu yanında bazı hediyelik aşyalarla birlikte iki câriye ve bir at gönderdi. Bu cariyelerden biri, daha sonra Resûlullah'ın hanımlarından olan Mâriye idi.
Hâtıb, Mekke fethine hazırlıkların yapıldığı hicrî 8. yılda, bu hazırlıkları, Mekke'deki akraba ve tanıdıklarına gizli bir mektupla bildirdi. Mektubu götüren kadın yolda yakalanıp da mektup ele geçirilince Hâtıb, mazeretini ve kötü bir maksadının olmadığını bildirerek, Hz. Peygamber'den affedilmesini istedi.
Hz. Ömer, Hâtıb'ın öldürülmesini söyleyince Resûlullah (s.a.): "O'nu nasıl öldürürüz? Hâtıb, Bedir Savaşı'na katılmamış mıdır? Ne biliyorsun, belki Allah Bedir Savaşı'na katılanlara: 'Sizin bütün günahlarınızı affettim' buyurmuştur." diyerek Hâtıb'ı bağışladı.
"Ey imân edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz..." (Mümtahine, 60/1) âyetinin ve ilâhî ihtarının, Hâtıb'ın Mekkeliler'e yazdığı mektup ve onlar hakkında beslediği kaygı sebebiyle nâzil olduğu rivayet edilir.
Kuvvetli ve ikna edici bir konuşma kabiliyeti olan Hâtıb, Medine'de ticaretle meşgul idi. Oldukça varlıklı bir kimseydi. İyi bir şâirdi. Hz. Ömer devrinde Mısır'a Mukavkıs'ın yanına tekrar gönderildi ve başarılı bir antlaşma yaparak döndü.
Hâtıb, Hz. Osman'ın hilâfeti devrinde, hicrî 30. yılda, 65 yaşında iken vefat etmiştir.
Hâtıb'ın, Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği hadîsler oldukça azdır.
HÂTIB b. HÂRİS (r.a.)
İlk müslümanlardandır. Künyesi Ebû Muhammed olup, soy silsilesi şöyledir: Hâtıb b. Hâris b. Ma'mer b. Hubeyb b. Vehb el-Kureşî. Annesi ise, meşhur sahâbî Osman b. Maz'ûn'un kız kardeşi Kâtile bint Maz'ûn'dur.
Hâtıb b. Hâris, İslâm'ın ilk devrinde Mekke'de müslüman olmuş, Mekkeliler'in bilinen eziyet ve zulmü sebebiyle, karısı Fâtıma ile birlikte ikinci kafile ile Habeşistan'a gitmiştir. Hâtıb'ın orada Muhammed ve Hâtıb isminde iki oğlu olmuştur.
Hâtıb b. Hâris'e, Medine'ye dönmek nasip olmayıp orada vefat etmiş, karısı Fâtıma ile çocukları Hayber fethinin olduğu yıl Medine'ye dönmüşlerdir.
Hâtıb, müslümanların, İslâm'ı yaşama ve yayma uğruna öz yurtlarından, dost ve akrabalarından, doğup büyüdükleri çevreden uzaklara giderek oralarda garip olarak yaşaması ve garip olarak vefat etmesinin canlı bir örneğidir.
HATiCE (r.a.)
Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk zevcesi ve Hz. Peygamber'den sonraki ilk müslüman. Soy silsilesi: Hatice bint Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay el-Kureşiyye el-Esediyye olup, soyu Kusay'da Hz. Peygamber'in (s.a.) soyu ile birleşmektedir. Annesi ise Fâtıma bint Zâide olup, Benî Âmir kabilesindendir.
Hz. Hatice'nin Avvâm ve Hizâm adında iki erkek kardeşi, Hâle adında bir de kız kardeşi vardır. Bunlardan Avvâm, Zübeyr b. Avvâm'ın babası, Hâle ise Hz. Hamza'nın zevcesi idi. İslâm öncesi devrin haniflerinden olan Varaka b. Nevfel de Hz. Hatice'nin amca oğlu idi.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Hatice ile evlenmesi şöyle olmuştur: Resûlullah (s.a.) bi'setten önce genç yaşlarında koyun güderdi. Sonra koyunları satıp bir ortağı ile deve aldılar. Daha sonra da Hz. Hatice'nin kız kardeşine gidip, onunla ticarî ortaklık kurdular.
Kardeşi, Hatice'ye, Peygamberimiz'den bahisle: "Daha onun kadar iffetli, temiz, terbiyeli kimse görmedim" deyince Hz. Hatice'de bir alâka uyandırdı. Araştırdı ve bir gün Peygamberimiz'e (s.a): "Gel, beni babamdan iste" dedi. Hz. Muhammed: "Baban çok zengin, seni bana vermez" deyince, Hz. Hatice: "Git, konuş. O ne isterse ben alırım" dedi. Hz. Peygamber de öyle yaptı. Hz. Hatice'nin de ısrarıyla babası "Evet" dedi. Mehir ve hediye masraflarının önemli bir kısmını Hz. Hatice karşıladı.
Hz. Hatice, Resûlullah (s.a.) ile evlenmeden önce Mekke'de güzelliği, zenginliği, vakar ve ciddiyeti, iffeti ile ün salmış ve "Tâhire" lâkabını almıştı. Daha önceki iki evliliği, kocalarının ölümleri sebebiyle biri bir sene, diğeri bir ay kadar sürmüştü. İki kocasından da yüklü bir miras kalmıştı. Babası Huveylid de zengin idi. Hz. Hatice servetini, ticaret kervanları ve ortakları ile giderek artırıyordu. Mekke'nin bütün ileri gelenlerinin evlenmek arzusunda olduğu bir kadındı.
Hz. Peygamberimiz (s.a.), Hz. Hatice vâlidemizle evlendiğinde, 25 yaşlarında, Hz. Hatice vâlidemiz de 40 yaşlarında idi.
Hz. Hatice'nin Resûl-i Ekrem'den (s.a.) iki oğlu, dört kızı olmuştur. Doğum sırasına göre bunların adları: Kâsım, Zeyneb, Ümmü Külsüm, Rukiyye, Fâtıma ve Abdullah'tır. Erkek çocukları küçük yaşta iken vefat etmiş, kızlarını evlendirmiş, kızlarından da Hz. Ali ile evli olan Fâtıma'dan nesli devam etmiştir. Bu neslin devamı İslâm ülkelerinde "seyyid" "şerif" "habîb" gibi adlarla anılır. Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk erkek çocuğu Kâsım olup, Resûlullah'ın Ebu'l-Kâsım lâkabıyla anılması bu yüzdendir.
Peygamberimiz'e (s.a.) 40 yaşında iken nübüvvet emaneti verildiğinde, O'nu hemen tasdik edip maddeten olduğu gibi, mânen de destekleyen Hz. Hatice olmuştur. Müşriklerin ezâ ve cefasına birlikte göğüs germişler, tevhîd inancını tebliğ etmesinde Hz. Peygamber'in en büyük destekçisi olmuştur. Resûlullah, Hz. Hatice'den, "O kadınların en hayırlısıdır" diye bahseder.
Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Hatice'nin ölmümüne kadar, yirmi beş yıl tek evli olarak kaldı. Yaklaşık olarak 50 yaşına kadar tek evli olarak yaşayan Resûlullah (s.a.), İslâm davet halkasının genişlemesi, müslüman toplumun siyâsî birlik kazanması ve komşu kabile ve ülkelerle ilişkiler ve benzeri faktörler altında, bu yaştan sonra her biri belli bir hikmet ve gayeye dayanan çeşitli evlilikler yaptı.
Resûlullah'ın (s.a.) Mekke'de müşriklere karşı verdiği mücadelede Allah'tan sonra iki büyük destekçisi vardı. Birisi, amcası Ebû Tâlib, diğeri de karısı Hz. Hatice. İkisi de kısa aralıklarla aynı yıl içinde vefat ettiler ve Resûlullah (s.a.) âdeta kendini yalnız hissetti.
Resûl-i Ekrem (s.a.) daha sonra birçok hanımla evlendiği halde, Hz. Hatice'yi daima iyilikle anar, onun akrabalarına karşı daima iyi davranır, daima onları desteklerdi. Hz. Âişe vâlidemizin: "Resûlullah'ın (s.a.) hanımları içinde en çok kıskandığım, Hz. Hatice idi" demesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) ilk zevcesi Hz. Hatice'ye olan bu sevgisi sebebiyledir.
HAVLE bint HAKÎM (r.a.)
Müslüman kadınların ilklerindendir. Künyesi, Ümmü Serîk olup, adını Huveyle şeklinde okuyanlar da vardır. Soy silsilesi şöyledir: Havle bint Hakîm b. Ümeyye b. Hârise b. Evkas.
Havle bint Hakîm, kocası Osman b. Maz'ûn ile birlikte Mekke'de, İslâm'ın ilk günlerinde müslüman olmuş, bu uğurda eziyet ve sıkıntılara katlanmış, sâliha ve fâzıla bir kadındı.
Havle bint Hakîm, kendisini Resûlullah'a (s.a.) hizmete adamış bir kadındı. Hz. Hatice vefat edince, Hz. Peygamber'i, çocuklarına da bakacak bir kadınla evlendirme yönünde harekete geçmiş, Hz. Peygamber'in (s.a.), Hz. Sevde ve Hz. Âişe ile evlenmesinde aracılık yapmıştır.
Hz. Âişe bir gün Havle'ye uğradığında, onu bakımsız, üstü başı perişan bir vaziyette buldu. Sebebini sorduğunda, Havle kocasının ibâdete çok düşkün olduğunu, dünya malına ve hazzına önem vermediğini söyledi. Hz. Âişe, olayı Resûlullah'a (s.a.) aktarınca, Hz. Peygamber (s.a.) Osman b. Maz'ûn'u çağırarak: "Ey Osman, dünyadan el etek çekmek (ruhbanlık) bize emredilmedi. Bende, senin için güzel örnekler yok mu? Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan en çok korkanınız ve emirlerine en çok uyanınız benim" buyurdu.
Havle'nin kocası Osman b. Maz'ûn, Medine'ye hicretten sonra ağır bir hastalığa yakalandığı için Bedir Savaşı'na katılamamıştı. Bu hastalığı tekrar nüksederek, hicrî 3. yılda vefat etti. Havle'nin de hicrî 9. yılda vefat ettiği rivayet edilir.
Tâif Kuşatması esnasında Havle, Resûlullah'tan (s.a.), kale fethedilince, Sakîf'in ileri gelen kadınlarından olan Bâdiye bint Gaylân veya Faria bint Akîl'in elbiselerini kendisine vermesini istemişti. Resûlullah (s.a.), henüz Tâif'in fethine izin verilmediğini bildirmişti.
Havle, Resûlullah'tan (s.a.) onbeş civarında hadîs rivayet etmiş, Havle'den de Sa'd Ebî Vakkâs, Saîd b. Müseyyeb, Bişr b. Saîd ve Urve hadîs rivayetinde bulunmuşlardır.
HAVLE bint KAYS (r.a.)
Hz. Peygamber'in (s.a) amcası Hz. Hamza'nın zevcesidir. Künyesi Ümmü Muhammed olup, soy silsilesi şöyledir: Havle bint Kays bint Kahd b. Sa'lebe b. Ganem b. Mâlik. Ensâr'dan olup, Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır.
Hz. Peygamber (s.a.), gerek amcası Hz. Hamza'yı ve gerekse amcasının karısı Havle'yi çok sever, sık sık evlerine giderdi. Bir defasında Havle, evine konuk olarak gelen Resûlullah'a (s.a.) yemek pişirmişti. Yemeği önüne koyduğunda, mübarek elleriyle sıcak yemek kabını tutmuş ve: "Ya Havle, ne sıcağa, ne de soğuğa tahammül edebiliyoruz" diyerek, insanoğlunun mîzacına, Cehennem azâbına işaret buyurmuştur.
Bir başka olayda ise, bir bedevî Resûlullah'a (s.a.) gelerek alacağını istedi ve bunda da biraz sert bir ifade kullandı. Bunun üzerine ashâb, bedevîyi ikaz edince, Resûlullah (s.a.); "Hak sahibi ile beraber olmak yok mu?" buyurdular. Hemen Havle bint Kays'ı çağırttı ve ondan ödünç buğday aldı. Havle bint Kays: "Anam, babam sana kurban olsun ya Resûlallah (s.a.)" diyerek istemiş olduğu buğdayı getirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.) borcunu fazlasıyla ödedikten sonra: "Böyle kimseler insanların en seçkinleridir. Şunu unutmayın; zayıfın hakkını kolaylıkla alamadığı bir millet, şerefli olamaz" buyurdular.
Havle bint Kays'ın rivayet ettiği hadîslerin birinde, Resûlullah (s.a.): "Allah'ın (müslümanların umumuna tahsis ettiği kamu) malında, haksız olarak tasarruf edenler için Kıyamet gününde Cehennem haktır" buyurmuştur.
Havle bint Kays, Hz. Hamza'nın Uhud'da şehid olmasından sonra Ensâr'dan Numan b. Aclân ile evlenmiştir.
HAVVÂT b. CÜBEYR (r.a.)
Medineliler'in ilk müslümanlarındandır. Künyesi Ebû Abdullah veya Ebû Sâlih olup soy silsilesi şöyledir: Havvât b. Cübeyr b. Numan b. Ümeyye b. İmriü'l-Kays b. Sa'lebe el-Ensârî el-Evsî.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye hicretinden önce müslüman olmuştu. İyi ata binmekle bilinir. Müslüman olduktan sonra Resûlullah'ın (s.a.) etrafında pervâne gibi dönmüş, O'na hizmet edebilmek için çırpınmıştır. Bedir Savaşı'na giderken, yolda ayağına taş isâbet edip, ayağını yaralaması sebebiyle, savaşa katılmadığı ve Hz. Peygamber'in kendisine yine de ganimetten pay ayırdığı rivayeti varsa da, Bedir Savaşı'na bilfiil katıldığı rivayeti daha doğru gözükmektedir.
Uhud Savaşı'nda Havvât, Hz. Peygamber'in (s.a.) etrafından ayrılmayıp, sabır ve metânet gösterenlerden idi. Havvât b. Cübeyr bundan sonra Hendek Savaşı'na, Hayber ve Mekke fethine katılmış, Tâif kuşatmasında ve Tebük Gazvesi'nde bulunmuştur.
Râşid Halifeler devrinde irtidad ve isyan olaylarının bastırılmasına katılan Havvât, yaşının ilerlemiş olmasına rağmen, Sıffîn Savaşı'na da Hz. Ali yanında katılmış, hicretin 40. yılında, 74 yaşında Medine'de vefat etmiştir.
Havvât, orta boylu, güzel yüzlü bir zat idi. Güzel ve hikmetli sözler söyler, şâirâne konuşurdu.
Hz. Peygamber'den (s.a.) hadîs rivayetinde de bulunmuştur. "Azı sarhoş edenin, çoğu da haramdır" hadîs-i şerifini Resûlullah'tan rivayet edenlerden biri de Havvât b. Cübeyr'dir.
HİND bint UTBE (r.a.)
Ebû Süfyân'ın karısı, Muâviye'nin annesidir. Hz. Hamza'nın Uhud'da, Vahşî tarafından şehid edilmesinde önemli payı vardır. Soy silsilesi şöyledir: Hind bint Utbe b. Rebîa b. Abdüşşems el-Kureyşiyye.
Mekke döneminde, İslâm'a düşmanlık edip, müslümanlara ezâ ve cefâ edenlerin başında Hind geliyordu. Uhud Savaşı'nda da müşriklerin arasında dolaşarak, onları cesaretlendirmiş, Vahşî'yi yönlendirmiş, Hz. Hamza şehid edince, göğsünü yarıp ciğerlerini çıkarıp dişlemiştir.
Mekke'nin fethi esnasında Hind kaçacak delik aradı. Çünkü öldürüleceği kanaatinde idi. Sonra da yanına Kureyş'in önde gelen kadınlarından birkaçını alarak ve yüzüne peçe takarak Resûlullah'ın huzuruna gitti. Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere, Resûl-i Ekrem'e (s.a.) bîat etti. Yüzündeki peçeyi kaldırıp, Resûlullah (s.a.) onu görünce güldü ve: "Demek sen Hind bint Utbe'sin" buyurdu.
Bîat esnasında, Resûlullah: "Ey Ömer, söyle onlara, çocuklarını da öldürmeyecekler" dediğinde Hind, Bedir'de müşrik olarak öldürülen oğlunu kastederek: "Vallahi, küçük iken onları biz büyüttük, yetiştirdik. Büyüyünce siz öldürdünüz. Bedir günü öldürülmedik çocuk bıraktın mı ki, onları öldürelim?" cevabını verdi. Bu cevaba Resûlullah (s.a.) da, Hz. Ömer de tebessüm ettiler.
Hind bint Utbe, müslüman olunca iki oğlak kestirerek, Hz. Peygamber'e (s.a.) ikram için gönderdi. Resûlullah da O'nun için duâ etti. Hind buna çok memnun olmuştu. Eline balyozu alıp, evindeki putları kendi eliyle tek tek parçaladı. Gece kocası Ebû Süfyân'ın sorusu üzerine: "Evet, Mekke'nin fethi ve bütün bunlar Allah'ın yardımıyla. Ben böyle inanıyorum" demiş, ertesi gün de Hz. Peygamber gece konuşulanları Ebû Süfyân'a bildirince, Ebû Süfyân, Allah'ın birliğine ve Hz. Peygamber'in, O'nun elçisi olduğuna tekrar şehâdet etmiştir.
Hind bint Utbe, müslüman olduktan sonra, ömrünün kalan kısmını Mekke'de geçirmiş, Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde Mekke'de vefat etmiştir.
Hind, bir gün Resûlullah'a (s.a.) gelerek, kocası Ebû Süfyân'ın cimri olduğunu, kendisine ve çocuklarına gereğince harcama ve bakım yapmadığını şikâyet edince Hz. Peygamber (s.a.): "O'nun malından sana ve çocuklarına yetecek miktarı, maruf ölçüler içerisinde alabilirsin" buyurmuştur.
HİŞÂM b. ÂS (r.a.)
Meşhur sahâbî, Mısır fâtihi Amr b. Âs'ın küçük kardeşi. Soy silsilesi şöyledir: Hişâm b. Âs b. Vâil b. Hâşim b. Saîd b. Sehm el-Kureşî. Künyesi önceleri Ebu'l-Âs iken, Hz. Peygamber Ebu'l-Mutî olarak değiştirmiştir.
Hişâm, ağabeyi Amr'dan önce müslüman olmuş, müslüman olduktan sonra da bilinen sebeplerle, birinci muhâcir kafilesi ile Habeşistan'a hicret etmişti. Hz. Peygamber'in (s.a.) hicret haberini alır almaz, Mekke'ye geri döndü. Medine'ye gitmek istediyse de, babası ve yakınları onu hapsedip, hicretine mâni oldular. Ancak Hendek Savaşı'ndan sonra Medine'ye gelebildi.
Hişâm Medine'ye Hendek Savaşı'nın akabinde gelmiş ve ondan sonraki bütün savaş ve seferlere katılmıştır.
Hişâm b. Âs çok cesur, kahraman, fazîlet ve kemâl sahibi bir zattı. Ağabeyi Amr da müslüman olduktan sonra, Hz. Peygamber (s.a.): "Âs'ın çocukları mü'mindirler" buyurarak, onlardan olan hoşnutluğunu dile getirmiştir.
Hişâm b. Âs, Râşid Halifeler devrinde de bütün savaşlara katıldı. Üstün yararlılıklar gösterdi. Şam'ın fethine katıldı. Bundan kısa bir süre sonra yapılan Ecnâdeyn Savaşı'na ağabeyi Amr ve babası Âs b. Vâil ile birlikte katıldı. Müslümanlar, Bizanslılar'a karşı durmakta oldukça sıkıntı çekiyordu. Bu esnada Hişâm büyük bir cesaretle ileri atılarak, Bizans saflarına daldı, safları yarıp ortasına kadar ilerledi. Diğer müslümanlar da bundan cesaret alarak, ilerlediler. Bu arada Hişâm b. Âs şehid düştü. Hz. Ömer, Hişâm'ın şehadet haberini alınca çok üzüldü ve: "Allah ona rahmet eylesin. İslâm'ın iyi yardımcılarından biri idi" buyurdu.
HİŞÂM b. HAKÎM (r.a.)
Esed kabilesindendir.
Mekke fethi senesi müslüman oldu. Kendisinden birçok hadîs rivayet edilmiştir. Müslim münferiden bir hadîsini nakletmiştir. Kendisinden Cübeyr b. Nazîr ile Urve'nin rivayetleri vardır.
Hz. Ömer ile Hişâm arasında Furkân sûresinin farklı okunuşu dolayısıyla şöyle bir olay meydana gelmiştir:
Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Ömer şöyle anlatıyor: Resûlullah'ın (s.a.) sağlığında bir kere Hişâm b. Hakîm namazda Furkân sûresini okuyordu. Onun kıraatini dinliyordum. Hişâm, Resûlullah'ın (s.a.) bana talim buyurmadığı birtakım Arap lehçesiyle okuyordu. Az kaldı fırlayıp namazı bozacaktım. Fakat selâm verinceye kadar güçlükle sabrettim. Selâm verir vermez hemen elbisesinin yakasına sarılıp çektim ve:
— Şu sûreyi işittiğim gibi sana kim öğretti? diye sordum. O da:
— Bunu bana Resûlullah (s.a.) okuttu! diye cevap verdi.
Ben derhal:
— Yalan söylüyorsun. Çünkü Resûlullah (s.a.) bu sûreyi bana, senin okuduğundan başka lehçe ile talim buyurdu, dedim. Ve onu sürükleyerek Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna götürdüm.
— Ya Resûlallah! Ben, bu adamın Furkân sûresini senin talim buyurduğundan başka bir lehçeyle okuduğunu işittim, diye şikâyet ettim.
Resûlullah (s.a.):
— Ey Ömer, hele yakasını bırak! buyurdu ve Hişâm'a:
— Ey Hişâm, oku bakayım! diye emretti.
O zaman Hişâm, Resûlullah'a karşı da benim kendisinden işittiğim bir edâ ile okudu. Resûlullah (s.a.) bunun üzerine:
— Bu sûre böyle inzâl buyuruldu, dedi. Sonra bana:
— Ey Ömer, sen de oku bakayım! buyurdu. Ben de sûreyi bildiğim şekilde okudum. Resûlullah (s.a.) bu sefer bana da:
— Bu sûre böyle inzâl buyurdu, diye kıraatimi tasvib etti. Ardından:
— Kur'ân, yedi lehçe üzerine inzâl buyurulmuştur. Bunlardan kolayınıza geleni okuyunuz, buyurdu. (Tecrid Tercemesi, 7/314-315)
HUBÂB b. MÜNZİR (r.a.)
Ensâr'dan olup, künyesi Ebû Ömer'dir. Soy silsilesi ise şöyledir: Hubâb b. Münzir b. Cemûh b. Zeyd b. Harâm b. Kâ'b b. Ganem b. Kâ'b b. Seleme el-Ensârî es-Sülemî. Habbâb şeklinde okuyanlar var ise de, isminin doğru okunuşu Hubâb'dır.
Hubâb, Hz. Peygamber'in, (s.a.) Medine'ye hicretinden önce İslâmiyet'i kabul ederek, hicrette Resûlullah'ı karşılayanlar arasında yer aldı. Şâir ve hatip bir sahâbî idi.
Hubâb, Resûlullah'ın (s.a.) bütün gazâlarında faal rol aldı. Bedir Savaşı'nda Hazrec kabilesinin sancağını taşıyordu. Hubâb, Hz. Peygamber'in ilk konakladığı yer için: "Ya Resûlallah, burası hakkında ne düşünüyorsun? Burası şayet, Allah'ın seni indirdiği bir konaklama yeri ise, bizim için ne ondan ileri ve ne de geri gitme hakkımız yoktur. Yoksa o bir rey, savaş ve hile midir?" diye sorduğunda, Hz. Peygamber, bunun Allah'ın bildirmesi değil, kendi görüşü olduğunu açıkladı. Bunun üzerine Hubâb: "Ya Resûlallah, burası konaklama yeri değildir. Orduyu kaldır, Kureyş'e en yakın olan suyun başına gidelim ve orada yerleşelim. O su hariç, diğer kuyuları bozalım. Kendimiz için de bir havuz yapıp, su depo edelim" teklifini getirdi. Resûlullah (s.a.) da bu teklifi beğendi ve öyle yaptı. Hatta Cebrâil, Hz. Peygamber'e bu olay münasebetiyle: "Doğru görüş, Hubâb'ın işâret ettiği gibidir" şeklinde bilgi verdiği için, Hubâb'a görüş sahibi anlamına "zü'r-rey" de denir oldu.
Uhud Savaşı'nda da Hubâb, Resûlullah tarafında düşman ordusu hakkında bilgi toplamakla görevlendirmiş, bu görevini başarı ile yapması sebebiyle, Hz. Peygamber'in (s.a.) övgüsüne nâil olmuştur. Yine Uhud Savaşı'nda bir ara, Resûlullah'ın yanında oniki kişi kalmıştı. Hubâb b. Münzir de, bu oniki kişiden biridir. Daha sonra Hendek, Hayber savaşlarına ve Mekke'nin fethine katılan Hubâb, Huneyn Savaşı'nda da, Hazrec kabilesinin sancağını taşımıştır. Hubâb, hicretin 9. yılında Tebük Savaşı'na katılmış ve Hazrec'in sancağını taşımıştır. Daha sonra Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte, hicrî 11. yılda Veda haccına gitmiştir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) hicretin vefatını müteakip Benî Sâide sakîfesinde, halife seçimi konusunda yapılan münâkaşalara katılan Hubâb, bu toplantıda, Ensâr'ın halife adayı Sa'd b. Ubâde'yi desteklemiş, fakat Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in devreye girmesi üzerine etkili bir nutuk irad ederek, bir Kureyş'ten ve bir de Ensâr'dan olmak üzere iki kişi seçilmesi teklifini getirmişti. Fakat bu teklif de benimsenmeyip, Hz. Ebû Bekir'e ilk halife olarak bîat edildi.
Hubâb b. Münzir, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında yapılan savaşlara ve fetih harekâtına da katılarak, büyük yararlılıklar göstermiş, Hz. Ömer'in hilâfeti esnasında, hicrî 21. yılda, 50 yaşının biraz üzerinde iken, Medine'de vefat etmiştir.
Kuvvetli bir şâir ve etkileyici bir hatip olan Hubâb b. Münzir, halife seçiminde hitabetiyle, etrafındakileri etkilemiş, fakat Hz. Ebû Bekir'in makul izahı ve gerekçeleri karşısında görüşünden dönerek Hz. Ebû Bekir'e bîat etmekte gecikmemiştir. Hubâb'ın bu seçimde Sa'd b. Ubâde'yi desteklemesi, kavmiyet ve kabilecilik ruhuyla değil de, şahsî fikir ve tercihinden kaynaklanıyordu. Fakat diğer sahâbîler gibi Hubâb da, daha doğru olanı görünce Hakk'a teslim olmasını bilmiştir. Bu olay sahâbenin en dünyevî gözüken meselelerde bile, ne kadar hakperest ve ferâgat sahibi kimseler olduğunu göstermeye kâfidir.
HUBEYB b. ADİY (r.a.)
Ensâr'da ilk müslümanlarından ve İslâm'ın ilk şehidlerinden olup, soy silsilesi şöyledir: Hubeyb b. Adiy b. Mâlik b. Âmir b. Mecdea b. Avs el-Evsî el-Ensârî.
Hicretten önce müslüman olan Hubeyb, Ensâr'ın Evs kabilesindendir. Bedir Savaşı'na katılmış, bu gazâda müşriklerden Hâris b. Âmir'i öldürmüştür. Hâris'in kabilesi de Hubeyb'in başı için büyük ödül koymuşlardı.
Hicretin 3. yılında Hz.Peygamber (s.a.) Âsım b. Sâbit komutasında on kişilik bir müfrezeyi, etrafı gözetleyip, bilgi toplamak üzere görevlendirdi. Hubeyb de bu müfrezede idi. Recî mevkiine doğru yola çıkan bu müfreze, yolda Huzeyl kabilesine mensup Lihyânoğulları tarafından pusuya düşürüldü. Âsım b. Sâbit arkadaşlarıyla müşâvere ederek teslim olmayı reddetti ve savaştılar. Çarpışmada yedi sahâbî şehid oldu. Üçü de müşrilerin fenalık etmeyecekleri hususunda söz ve emân vermeleri üzerine teslim oldu. Bunlar, Hubeyb, Zeyd b. Desinne ve Abdullah b. Târık idi. Müşrikler bunları bağladılar, yolda da Abdullah b. Târık'ı öldürüp, Hubeyb ile Zeyd'i Mekke'ye götürüp köle olarak sattılar.
Hubeyb'i, Mekke'de, Bedir'de öldürdüğü Hâris b. Âmir b. Nevfel oğullarının kardeşliği Huceyr b. Ebî İhâh satın aldı. Ondan sonra Hâris'in oğlu Ukbe satın aldı. Bir rivayete göre, Hubeyb'i babaları Bedir'de öldürülen 7-8 müşrik satın aldı. Aralarında, konuşarak, haram ayların çıkmasından sonra Hubeyb'i öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu kararı Hubeyb de öğrendi. Fakat sabır ve tevekkül ile sonunu bekledi. Tek arzusu kalbi iman dolu olarak, bedeni temiz olarak Allah'ın huzuruna çıkmaktı. Hapsedildiği evin kadınları, onun zaman zaman taze üzüm yediğini, bunu nereden bulduğunu sorduklarında; kendisine Allah'ın ikram ettiğini söylediğini anlatmışlardır.
Yine Hubeyb bir gün traş olmak için ustura istemiş, traş olurken hapsolunduğu evin çocuğu yanına gidip, kucağına oturmuş, annesi korkuya kapılınca Hubeyb, masum bir çocuğu öldürmeyeceğini, haksız yere cana kıymanın şiarı olmadığını söylemiştir.
Haram ayların çıkmasından sonra müşrikler, Hubeyb'i Mekke'nin kenarlarındaki Ten'im bölgesine götürdüler. Bütün Mekke halkı onun öldürülüşünü seyretmeye gelmişti. Hubeyb, kendisini katletmek isteyenlerden hiçbir talepte bulunmadı, sadece iki rekât namaz kılmak istedi. Müşrikler onun bu namaz talebini reddetmediler. Namazdan selâm verdikten sonra, etrafında kendisini öldürmek üzere sabırsızlıkla bekleyen müşriklere: "Allah bilir ki, beni ölümden korkmakla itham etmeyeceğinizi bilsem, namazımı biraz daha uzatırdım" demiş, etrafına bakmış ve: "Ya Rabbi, müslüman olarak öldükten sonra ne şekilde ölürsem öleyim, gam yemem. Çünkü bunlar, senin sevgin ve rızan uğrunadır" diyerek dua etmiştir.
Müşrikler, Hubeyb'e, dininden döndüğü zaman bağışlanacağını bildirdiklerinde: "Hayır dönmem. Dünyada olanların hepsi benim olsa, yine İslâmiyet'ten dönmem" cevabını vermiştir.
Müşriklerin, kendi yerine Muhammed'in öldürülmesi teklifi karşısında da: "Bırakın Muhammed'in ölümünü, O'nun ayağına bir dikenin batmasına bile gönlüm razı olmaz" cevabını vermiştir.
Hubeyb ölüm öncesi: "Ya Rabbi, bize Resûlün risâletini tebliğ etti, bize yapılanı da o Resûlü'ne tebliğ et, O'na selâmımı sen ulaştır" diye duâ etti. Hubeyb'in selâmını Cebrâil, Hz. Peygamber'e ulaştırdığında Resûlullah (s.a.): "O'na da selâm olsun" diyerek Medine'den selâmına karşılık verdi.
Müşrikler Hubeyb'i bir ağaca, yüzü Medine'ye gelecek şekilde bağladılar, fakat Hubeyb yüzünü hep Kâbe'ye çeviriyordu. Kaç defa denedilerse de muvaffak olamadılar. Hubeyb'in yüzü Kâbe'ye dönük kaldı.
Kureyş müşrikleri, Bedir'de babaları öldürülenlerden kırk kişiyi Ten'im'e çağırmışlardı. Bunlar mızraklarını Hubeyb'in vücuduna batırmaya başladılar. Hubeyb bu esnada yaptığı konuşma ve bedduâ ve sonunda getirdiği kelime-i şehâdet ile, orada bulunan bütün Mekke halkını ve ileri gelenlerini etkiledi. Bunlar ileride müslüman olduklarında da bu günü büyük bir teessürle hatırlamaktaydı. Hubeyb'in şehâdeti müşriklerin kalplerinde derin izler bıraktı.
Görüldüğü gibi, Hubeyb Allah'tan ve Resûlünden kendisini kurtarmalarını istememiş, tevhîd akidesi ve inancı uğruna seve seve, sabır ve tevekkülle canını fedâ edebilmiştir. Çünkü tevhîd inancının yerleşmesi, zulmün ve putperestliğin yıkılması için, belki de böyle şehâdetler gerekiyor, fedakârlıklar isteniyordu.
Hubeyb bu şekilde darağacında can veren ilk müslüman idi.
HUNEYS b. HUZÂFE (r.a.)
İslâm'ı ilk kabul edenlerdendir. Künyesi Ebû Huzâfe olup, soy silsilesi şöyledir: Huneys b. Huzâfe b. Kays b. Adiy b. Sa'd el-Kureşî es-Sehmî. Ayrıca Hz. Ömer'in kızı ve Hz. Peygamberimiz'in zevcesi Hz. Hafsa vâlidemizin ilk kocasıdır.
Huneys'in şehid olmasını müteakip, Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Hafsa vâlidemizle evlenerek, O'nu mü'minlerin annesi olmakla şereflendirmiştir.
Huneys b. Huzâfe, Mekke'de İslâm'ın ilk günlerinde, müslüman olma şerefine ermiş, nâdide sahâbîlerden birisidir. Ashâb içerisinde büyük bir yeri ve itibarı vardı.
Huneys, Mekke'de müşrikler tarafından çeşitli zulüm ve eziyetlere maruz kalınca, ikinci kafile ile Habeşistan'a hicret etmiştir.
Müslümanların büyük çoğunluğu, Medine'ye hicret edince Huneys de Habeşistan'dan Medine'ye gelmiş, Ensâr'dan Rifâa b. Abdülmünzir'in evinde misafir olarak kalmış, Resûlullah (s.a.) onu Ensâr'dan Abdurrahman b. Cebr el-Hârisî ile kardeş yapmıştır.
Huneys, Resûlullah (s.a.) ile birlikte Bedir Savaşı'na, daha sonra da Uhud Savaşı'na katılmıştır. Ancak Uhud Savaşı'nda aldığı ağır yaralardan kurtulamayarak, hicrî 3. yılda şehid olmuştur. Hz. Huneys'in cenaze namazını bizzat Hz. Peygamber (s.a.) kıldırmış ve Bakî' mezarlığına defnedilmiştir.
Huneys ile Hafsa’nın henüz çocukları olmamıştı. O'nun şehadetinden bir süre sonra, babası Hz. Ömer'in teklifi üzerine, Resûlullah (s.a.) Hafsa vâlidemizle evlenmiştir.
HUSEYL b. CÂBİR el-ABSÎ (r.a.)
İsmi Hisl şeklinde de rivayet edilmiştir. Huzeyfe b. Yemân'ın babasıdır.
Huseyl b. Câbir, bir kişiyi öldürmesi dolayısıyla memleketinden firar ederek Medine'ye iltica etmiş ve Evs kabilesinden Abdüleşheloğulları yanına yerleşerek onlarla dost olmuştur.
Huzeyfe ile babası daha önceden İslâm'a girdikleri halde Bedir Savaşı'na katılamamışlardır. Bedir'e gidişleri sırasında Kureyş müşriklerince yakalanmışlardı. "Siz Muhammed'in yanına gidiyorsunuz" diyerek onlara kötülük etmek istediklerinde bunu inkâr etmek mecburiyetinde kaldılar. Medine'ye gidecekleri ve Resûlullah ile birlikte harbe katılmayacaklarına dair Allah adına yemin ederek müşriklere söz verdiler. Bunun üzerine serbest bırakıldılar.
Kurtulduktan sonra Resûlullah'a gelip durumu anlattıklarında Hz. Peygamber kendilerine: "Burada durmayın, Medine'ye gidin" buyurdu. Bu yüzden ikisi de savaşa katılamamış oldular.
Uhud Savaşı'nda Resûlullah, Huseyl ile Abdüleşheloğullarından Sâbit b. Vakş'a, yaşları pek ilerlemiş olduğu için, Medine'nin sağlam binalarında kadın ve çocuklarla birlikte saklanmalarını emretti. Kendileri burada iken bir ara İslâm ordusunun bozgun haberinin gelmesi üzerine: "Biz bugün olmazsa yarın toprağa gireceğiz. Burada öleceğimize savaş meydanına gidip şehitlik kazanalım!" dediler.
Sonra bu iki ihtiyar, kılıçlarını çekerek müslüman ordusu arasına katıldılar. Sâbit b. Vakş, kardeşi Rifâa b. Vakş gibi, müşriklerin kılıçlarıyla şehid oldu.
Huseyl b. Câbir'e gelince; herhalde o günkü parolayı bilmediğinden olacak, müşriklerden biri zannedilerek müslümanlar tarafından şehid edildi. Huzeyfe b. Yemân, babasının üzerine çullanan mücahidleri gördüğünde: "Aman! Ne yapıyorsunuz? Babamdır, babam!.." deyinceye kadar işini bitirdiler.
Huzeyfe b. Yemân, babasının yanlışlıkla öldürülüşü üzerine: "Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerinen merhametlisidir" buyurmuş ve Resûlullah (s.a.) tarafından kendisine verilen diyeti de müslümanlara tasadduk etmiştir.
HUZEYFE b. YEMÂN (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.)'ın sırdaşı olup, birçok gizliliklere vâkıf ve ârif, kalb gözü açık bir sahâbî. Künyesi Ebû Abdullah olup, soy silsilesi şöyledir: Huzeyfe b. Huseyl b. Câbir b. Rebîa b. Ferve b. Hâris el-Absî. Babasının adı Huseyl, lâkabı ise Yemân'dır ve daha çok lâkabı ile meşhurdur.
Huzeyfe b. Yemân'ın kabilesi olan Absoğulları, Hayber ile Teyme arası bir bölgede ikâmet etmekte olup, hıristiyan idiler. Ancak son Peygamber'in zuhur edeceğini de biliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye hicret edince bunu haber alan Absoğulları'ndan bir grup, hemen Medine'ye gelerek müslüman oldular. Bunlar arasında Huzeyfe ile ihtiyar babası da vardı.
Huzeyfe b. Yemân ve babası, Bedir Savaşı'na katılmak istemişlerse de yolda müşrikler tarafından geri çevrilmişlerdi. İlk olarak Uhud Savaşı'na katılmışlardır. Medine'ye yeni geldiği için, kimse tarafından tanınmayan babası Huseyl, Ensâr'dan bir sahâbî tarafından yanlışlıkla şehid edilmiş, Huzeyfe babasının diyetini almamış, verileni de tamamen fakirlere dağıtmıştır. (Bk. Huseyl b. Câbir el-Absî)
Huzeyfe b. Yemân, sahâbenin ileri gelenleri arasında olup, Hendek Savaşı'nda Kureyş ordusu hakkında bilgi toplayıp, Resûlullah'a (s.a.) getirmiş ve gözcülük yapmıştır. Huzeyfe o günleri şöyle anlatır:
"Allah o günleri göstermesin. Biz bir tarafta saf bağlamış, oturuyorduk. Kureyş ordusu bir tarafta, Kureyza yahudileri alt tarafta. Yahudilerin Medine'de korumasız kalan çoluk-çocuğumuza zarar vermesinden korkuyorduk. Gece zifiri karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Münâfıklar Medine'deki evlerini bahane ederek, bir bir izin alıp gittiler. Resûlullah'ın (s.a.) etrafında, üçyüz küsur civarında müslüman kaldı. Tek tek yanında nöbet tutuyorduk. Sıra bana geldiğinde, üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kalkanım, ne de soğuktan korunacak bir elbisem vardı; sadece dizlerime kadar üzerimi örten bir bez parçası vardı..."
Huzeyfe b. Yemân, Resûlullah (s.a.) ile birlikte diğer bütün savaşlarda, Benî Kureyza ve Hayber Gazvesi'nde, Mekke fethinde, Huneyn ve Tâif savaşlarında bulunmuş, büyük yararlılıklar göstermiştir.
Huzeyfe b. Yemân, Râşid Halifeler döneminde de savaşlarda aktif olarak görev yapmış, Hz. Ebû Bekir devrinde, dinden dönenlerle savaşmak üzere Umman'a gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edilmiş, irtidâd hareketinin bastırılmasından sonra da Umman emiri olarak bir süre orada kalmıştır.
Hz. Ömer devrinde Medine'ye çağırılarak istişâre heyetine alınmış, hicrî 12. yılda Irak bölgesindeki savaşlara katılmış, bölük komutanı olarak Nihâvend Savaşı'nda bulunmuş, Hemedan ve Rey bölgesinin fethinde büyük payı olmuştur. Hz. Ömer devrinde uzun süre, Medâin şehrinde valilik yapan Huzeyfe, Medâin'e bir hırka ile gitmiş, bir hırka ile geri dönmüştür.
Hz. Osman devrinde, Azerbaycan ve Ermenistan bölgelerinin fethine katılan Huzeyfe, askerlerin Kur'ân'ın okunuş lehçelerinde ihtilâfını Halife Hz. Osman'a ileterek, Kur'ân'ın tek bir lehçe üzerinde cem' ve istinsah olunmasına hizmet etmiştir.
Hayatı, hemen hemen savaşlarda, fetihlerde geçen ve her bölgede savaşa ve hizmete koşan Huzeyfe, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayında Medine'de bulunuyordu ve artık iyice ihtiyarlamıştı. Hz. Ali'ye bîat ettikten sonra, aradan kırk gün kadar geçmedi ki, Huzeyfe hicrî 36. yılda vefat etti.
Huzeyfe b. Yemân'ın savaşlarla ve hareketle geçen dış dünyası yanında, daha sonraki sufiler tarafından rehber edinilmiş, sırlarla dolu bir iç âlemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.) belli aralıklarla topluma alenen bildirmediği bazı bilgileri ve gizlilikleri Huzeyfe'ye bildirmiş, onu sırdaş edinmiş, Huzeyfe de bu sırları korumuştur. Nitekim Huzeyfe: "Resûlullah (s.a.) beni hicret ile nusrat (yardım) arasında muhayyer bıraktı. Ben de nusratı seçtim" demektedir.
Huzeyfe, "Fitneyi mucip olan yerlere yaklaşmayın" dediğinde sordular: "Fitneyi mucip olan yerler neresi ey Huzeyfe?" O da cevaben: "İdarecilerin kapılarıdır. İçeriye girer, onun yalanını doğru diye tasdik eder, kendisinde olmayan hasletlerle onu medhedersiniz" buyurdu. Gerçekten de her devirde geçerli, eskimez bir söz.
Halife Hz. Ömer ganimet dağıtırken, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Muâz b. Cebel ve Huzeyfe'ye birer kese altın para gönderdi, üçünün de bu paraların hepsini ihtiyacı olanlara dağıttıklarını gördü. Bunun üzerine: "Allah'tan Ebû Ubeyde, Muâz ve Huzeyfe gibi adamlardan bir ev dolusu olmasını ve onlara Allah yolunda vazife vermeyi arzu ederdim" buyurdu.
Huzeyfe bir adama sordu: "İnsanların en kötüsünü öldürmek seni sevindirir mi?" O da: "Evet" cevabını verince O'na: "Öyleyse sen ondan daha kötüsün" buyurdu.
Huzeyfe, Resûlullah'tan (s.a.) 100 civarında hadîs rivayet etmiştir.
Huzeyfe anlatıyor: Resûlullah'a (s.a.): "İyiliği emredip, kötülüğe mâni olmak ne zaman terkedilir?" diye sordum. Bana: "İyileriniz zâlimlere yardakçılık eder, ilim kötülerinizin eline geçer, saltanat da küçüklerinizin elinde bulunursa, işte o zaman fitnenin hücumuna uğrarsınız ve birbirinize düşersiniz" buyurdu.
HUZEYME b. SÂBİT (r.a.)
Künyesi Ebû Ammâre, soy silsilesi ise; Huzeyme b. Sâbit b. Fâkih b. Sa'lebe b. Sâide b. Âmir b. Hatme'dir. Evs'in Hatmeoğulları kolundandır. Annesi ise, Kebşe bint Evs olup, Evs'in Sâide kolundandır.
Huzeyme, Ensâr'ın, hicretten önce müslüman olan sâbikûn-i evvelîn'den olup, Akabe Bîatı'nda müslüman olmuş, Bedir Savaşı dahil Hz. Peygamber (s.a.) ile bütün savaşlara katılmıştır. Mekke'nin fethinde Hatmeoğulları'nın bayrağını elinde tutmakta idi. Râşid Halifeler devrinde de bir kısım savaşlara katılan Huzeyme, Hz. Ali devrinde Cemel Savaşı'na katılmış fakat bilfiil savaşmamıştır. Hicrî 37. yılda Sıffîn Savaşı'nda da Hz. Ali'nin yanında bulunan Huzeyme, Ammâr'ın şehadeti üzerine savaşa fiilen katılmış ve şehid olmuştur. Ammâr, Amr ve Umre adında üç oğlunun olduğu bilinmektedir.
Huzeyme, Resûlullah'a (s.a.) son derece bağlı, yüksek ahlâk ve kemâl sahibi bir sahâbî idi. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.), a'râbî Sevâ b. Kays'tan bir kısrak satın aldı ve parasını ödemek üzere eve kadar kendisiyle gelmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a.) önde, a'râbî de kısrağıyla arkadan yürürken, kısrağın Resûlullah (s.a.) tarafından satın alındığını bilmeyen başka biri, kısrağa daha yüksek bir fiyat teklif etti. Sevâ b. Kays bu fiyatı duyunca, kısrağı Hz. Peygamber'e vermek istemedi ve alışverişi inkâr ederek Hz. Peygamber'den (s.a.) şahit istedi. Orada bulunan Huzeyme, Resûlullah'ın (s.a.) kısrağı satın aldığına şehadet etti. Resûlullah Huzeyme'ye: "Ey Huzeyme, neye istinâ-den şahitlik yapıyorsun?" diye sorduğunda Huzeyme: "Ya Resûlallah, seni tasdiken şahitlik ediyorum" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onun şehadetini iki şahit yerine saydı ve: "Huzeyme"nin şahitliği kâfidir" buyurdu. Bu, sadece Huzeyme'ye âit özel bir hükümdü. Bu sebeple de Huzeyme'nin lâkabı "Zü'ş-şehâdeteyn" (iki şehadet sahibi) oldu.
Huzeyme, Hz. Ebû Bekir devrinde, Kur'ân'ın toplanmasına memur edilen Zeyd b. Sâbit'e Tevbe sûresinin sonundaki iki âyeti getirmişti. (9/128-129) Zeyd herkesten iki şahit isterken, Huzeyme'nin bu özel imtiyazı sebebiyle, onun şahitliğini iki şahitlik olarak saymıştır.
Huzeyme, Resûl-i Ekrem'i (s.a.) çok severdi. Bir gece rüyasında Resûlullah'ı (s.a.) alnından öperken görmüş, ertesi gün rüyasını anlatınca, Resûlullah (s.a.) ona alnını öptürmüştür. Resûlullah'ın da Huzeyme'ye olan muhabbetini bilen Evs ve Hazrec, Huzeyme'yle iftihar ederlerdi.
Huzeyme, Resûlullah'tan (s.a.) kırka yakın hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de Câbir b. Abdullah, Ammâr b. Osman, İbn Hanif, Amr b. Meymûn gibi râvîler hadîs almışlardır. Rivayet ettiği hadîslerden biri "mest üzerine mesh" hadîsidir. Diğer bir hadîs de, sefer veya diğer sebeplerle de olsa, akşam namazının kısaltılmayıp, üç rekât olarak kılınacağı şeklindeki rivayetidir.
Hz. HÜSEYİN (r.a.)
Resûlullah'ın (s.a.) torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma'nın ikinci oğludur. On iki imamın üçüncüsü ve Ehl-i Beyt'in beşincisidir.
Hicretin 6. yılında Medine'de doğdu. Doğumunun yedinci günü, akîka kurbanı olarak Hz. Peygamber iki koç kestirdi, ismini koydu. Sağ kulağına ezan, sol kulağına da kâmet okudu. Sonra da saçını kestirdi ve kızı Fâtıma'ya: "Ey Fâtıma, Hüseyin'in saçını kes, saçının ağırlığınca sadaka ver" dedi. Hz. Fâtıma, Hz. Hüseyin'in kesilen saçının ağırlığınca gümüşü fakirlere dağıttı. Doğumunun yedinci günü de sünnet ettirdi.
Hz. Peygamber, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i çok severdi. Onların ağlamalarına bile tahammül edemezdi. Bir gün Hz. Hüseyin'in ağladığını duydu. Annesi Hz. Fâtıma'ya: "Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun?" dedi. Resûlullah yine: "Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokladığım reyhanımdır. Hasan ve Hüseyin'i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuş olur" buyurmuştur.
Hz. Abdurrahman b. Mes'ûd anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) namaz kılarken secdeye varınca Hasan ve Hüseyin (r.a.) gelip sırtına bindiler. Oradakiler engel olmak isteyince Resûlullah (s.a.) Efendimiz onlara karışmamalarını işaret etti. Namazı bitirince de onları kucağına alarak: "Kim beni seviyorsa bunların ikisini de sevsin" buyurdu.
Necran hıristiyanlarından bir grup Hz. İsa hakkında Peygamberimizle tartışıp onun tanrılığını ısrarla iddia etmeleri üzerine: "Artık, sana bu ilim geldikten sonra, kim O'nun hakkında seninle tartışacak olursa de ki: Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi dâvet edelim. Sonra duâ ve niyâz edelim de Allah'ın lânetini yalancıların üstüne okuyalım" (Âl-i İmrân, 3/61) âyeti nâzil olunca Hz. Peygamber Hz. Ali'yi, Hz. Fâtı-ma'yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i çağırıp: "Allah'ım, benim Ehl-i Beyt'im bunlardır" dedi. Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için Resûlullah (s.a.)'ın: "Ben bunlarla sulh olanlarla sulh olurum, çarpışanlarla da çarpışırım" dediği rivayet edilir.
Hz. Peygamber'in zevcesi Hz. Ümmü Seleme, Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edileceğini Cebrâil'in Resûlullah'a (s.a.) bildirdiğini şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.) bir gün yanı üzerine yattı. Kaygılı ve üzüntülü olarak uyandı. Sonra uyudu, yine kaygılı ve üzüntülü olarak uyandı. Yine uyudu. Sonra uyandı. Avucunda kırmızı toprak bulunuyor ve onu öpüyordu. Nedir bu? diye sordum. "Hüseyin için, Cebrâil O'nun Irak toprağında öldürüleceğini bana haber verdi. Bu da oranın toprağıdır" buyurdu.
Kerbelâ Faciası:
Muâviye b. Ebî Süyfân'ın hicretin 60. yılında Şam'da vefat etmesi üzerine, Şamlılar Muâviye'nin oğlu Yezid'e bîat ettiler. Zaten Muâviye; vefatından önce, şehirlerden gelen delegelerle görüşerek kendisinden sonra yerine Yezid'i veliaht yapmıştı. Medine'de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer dışında herkes Yezid'e bîat etmişti. Babasının ölümünden sonra Yezid, herkesin ve bu arada Hz. Hüseyin ve diğerlerinin bîatını da almak istiyordu. Bu isteğini o zaman Medine valisi olan Velid b. Utbe b. Ebî Süfyân'a bir mektup yazarak; her halükârda Hz. Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer ve Hz. Hüseyin'in bîatlarının sağlanmasını emretti.
Velid, emir gereği haber göndererek Hz. Hüseyin'i çağırttı. Hz. Hüseyin, vali konağına geldiğinde Velid, Muâviye'nin ölüm haberini ve bîat meselesi ile ilgili haberi kendisine tebliğ etti. Hz. Hüseyin, Muâviye için Allah'tan rahmet diledi. Bîat konusunda da şunları söyledi: "Benim gibi birinden gizli bîat alınmaz. Halkın önünde açıklanmadıkça, bu bîatı sen de istemezsin. Halkı toplayıp hepimizi bîat etmeye davet edersin, bu iş böye olur." İyi niyetli biri olan Velid, Hz. Hüseyin'e gidebileceğini, halk bîat için toplandığı zaman onlarla birlikte gelip bîat etmesinin gerektiğini söyledi.
O sırada Velid'in yanında bulunan Mervân, Velid'e: "Eğer Hüseyin şimdi yanından ayrılacak olursa, onu bir daha ele geçirmeye imkân bulamazsın. O'nu hapset. Yanından ayrılıp gitmeden ya bîat eder ya da boynunu vurursun" dedi. Velid buna şiddetle karşı koyarak: "Yazıklar olsun sana, sen bana, Resûlullah'ın (s.a.) kızı Fâtıma'nın oğlu Hüseyin'i öldürmemi mi telkin ve teklif ediyorsun? Ey Mervân, sen benim dinimi yıkacak bir şeye teşebbüs etmemi istiyorsun. Vallahi, Hüseyin'i öldürünce, dünyanın her tarafına, üzerine güneşin doğup battığı bütün dünya mal ve mülküne mâlik olacağımı bilsem, yine onu öldürmeyi arzu etmem" dedi.
İşin tehlikeli bir safhaya girdiğini gören Hz. Hüseyin, gece karanlığından faydalanarak bütün ev halkıyla birlikte Mekke'ye gitti.
Kûfeliler, Muâviye'nin vefat ettiğini, Hz. Hüseyin'in de Mekke'ye gittiğini öğrenince, Yezid hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Ehl-i Beyt taraftarlarından bir grup Süleyman b. Surad'ın evinde toplanarak bir durum değerlendirmesi yaptılar. Sonuçta Hz. Hüseyin'e, Kûfe'ye davet etmek üzere mektup yazmaya karar verdiler. Yazdıkları mektuplarında Kûfeliler, Hz. Hüseyin'i kendilerine imam seçtiklerini, bütün halkın kendisini gözlediğini, bîat ettiğini, yüzbin kişinin yanında olduğunu, kendilerini ona adadıklarını, geleceğini haber verdiği takdirde, hemen karşılamaya hazır olduklarını bildirdiler. Gönderilen mektupların yüz elliye yakın olduğunu kaynaklar yazmaktadır. Ayrıca Basralılar'dan Ehl-i Beyt taraftarları kendi aralarında toplantılar yaparak Hz. Hüseyin'i Basra'ya davet ettiler.
Hz. Hüseyin, bu durum karşısında Kûfeliler'e bir mektup yazarak cevap verdi. Mektupta şunlar yazılıydı: "Gönderdiğiniz mektuplar bana ulaştı. Sözlerinizden, yanınıza geldiğimiz zaman sevineceğinizi, bana sevgi göstereceğinizi anladım. Şimdi size amcamın oğlu ve güvendiğim akrabam Müslim b. Akîl'i gönderiyorum. Oraya vardığı zaman sizin durumunuz ve düşünceniz hakkında bana mektup yazmasını söyledim. Yemin ederim ki, halîfe, Kur'ân'la amel eden, adâletten ayrılmayan, hak dini yaşayan bir kimseden başkası olamaz."
Hz. Hüseyin (r.a.) Müslim b. Akîl'e: "Amcamın oğlu, seni Kûfe'ye gönderiyorum. Onlar bana gönderdikleri mektuplarında samimi iseler, bana acele bildirir. Görüşlerinin hangi noktada toplandığına bak. Eğer mektuplarında yazdıkları gibi ise bana yaz, yanına gelmekte acele edeyim. Durum başka türlü ise, sen geri dönmekte acele et" dedi.
Müslim b. Akîl, Kûfe'ye vardı. Burada bulunan Hz. Hüseyin taraftarlarına mektubu okudu. Haber Kûfe'ye yayıldı. O sırada Kûfe valisi Numan b. Beşîr idi. Kendisi, mutedil, iyiliksever, yumuşakbaşlı biri idi. Fitne ve ayrılıktan yana değildi. Şüphe, zan ve delilsiz hiç kimseyi cezalandırmazdı. Müslim'in Kûfe'ye geldiğini ve taraftarlarıyla birlikte toplantılar yaptığını haber aldığında Kûfeliler'e, bîatlarından vazgeçtikleri ve iptal ettikleri takdirde her türlü cezaya çarptırılacaklarını bildirdi.
Yezid'in Kûfe'de bulunan casusları, bir mektup yazarak, Kûfe'ye Müslim b. Akîl'in geldiğini, halkın ona bîat etmeye başladığını, vali Numan'ın hâkimiyet kuramadığını, Kûfe'yi gözden çıkarmak istemiyorsa valinin azledilmesi gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine Yezid, Numan'ı görevden aldı, yerine de Basra valisi olan Ubeydullah b. Ziyâd'ı atadı. Atama yazısında gönderdiği emirde Yezid şunları söylüyordu: "Haber aldığıma göre Kûfeliler, yanlarına gelmesi için Hüseyin'e mektup yazmışlar. Hüseyin de Mekke'den ayrılıp onlara doğru gelmeye başlamıştır. Onun hakkında yapılacak iş: Ele geçirilip âzadlanmak, ya da bir köle olarak geldiği yere geri çevrilmektir. Müslim b. Akîl'i de ele geçirinceye kadar define arar gibi arayıp buldurarak öldürmek, ya da sürgüne gönderilmektir."
Aldığı emir üzerine Kûfe'ye gelen Ubeydullah b. Ziyâd, halkı toplayarak onlara şunları söyledi: "Mü'minlerin emîri (Yezid), mazlumlarınıza insaf ve adâletle davranmamı, beni dinleyen ve bana itaat edenlerinize ihsanda bulunmamı, âsi olanlara, şüphe ve tereddüt içinde bulunanlara karşı ise, şiddetli ve sert davranmamı emretti. Kılıç ve kırbacım, emrimi kabul etmeyen, bana karşı koyanların üzerine olacaktır. İtâat edenlerinize karşı şefkatli bir baba, aykırı hareket edenlerinize karşı da ısıtılmış zehir gibiyim."
Müslim b. Akîl, İbn Ziyâd'ın tehditlerini işitince, hayatı hakkında endişeye düştü. Daha önce kaldığı Muhtâr'ın evinden gece çıkıp Kûfe eşrafından Hânî b. Urve'nin evine gitti. Orada Kûfelerin bîatlarını almaya devam etti. On sekiz bin kişinin bîatını aldı. Bu arada Müslim'in Hânî'nin evinde kaldığını öğrenen vali İbn Ziyâd, Hânî'yi tutuklatıp saraya hapsetti.
Durumu öğrenen Müslim b. Akîl, taraftarlarına, aralarında parolaları olan "Ya Mansûr" diye bağırdı. Halk Müslim'in etrafında toplandı; valinin sarayına doğru harekete geçtiler. Akşama kadar vali konağını kuşattılar. Bu durumda vali, Kûfe'nin ileri gelenleri ile görüşüp, bunları kendi tarafına çekmeye muvaffak olduktan sonra, halkı Müslim'in çevresinden koparmak için Muhammed b. Eş'as'a direktif verdi. Kendisine bağlı olanların affedileceğini, isyancıların ise öldürüleceğini ortalığa yaymasını söyledi. Bu haberi duyan halk ortalıktan dağılmaya başladılar. Öyle oldu ki, Müslim b. Akîl'in yanında kimse kalmadı.
Nereye gideceğini şaşıran Müslim, kaçarak bir kadının evine sığındı. Kadının ısrarla tenbihte bulunmasına rağmen, oğlu gidip valiye durumu bildirdi. Vali, Muhammed b. Eş'as'ı gödererek Müslim'i yakalatıp getirtti. Müslim şehid edilmeden önce bir vasiyette bulunmak üzere izin istedi. Ömer b. Sa'd b. Ebî Vakkâs'ı bir köşeye çekerek, Hz. Hüseyin'e acele bir mektup göndermesini, durumu bildirmesini, mektuplarında taraftar olduklarını söyleyen ve bîat eden on sekiz bin Kûfeli'nin ihânetine kendisinin de uğramaması için Mekke'ye dönüp gitmesini ve orada oturmasını bildirmesini ona rica ve vasiyet etti. Daha sonra da öldürüldü. Ardından da hâmisi Hânî katledildi.
Öte yandan Mekke'de bulunan Hz. Hüseyin, Müslim'in daha önce gönderdiği olumlu cevaba bağlı kalarak Kûfe'ye gitmeye karar vermişti. Pek çok kimse Mekke'den ayrılmamasını, Kûfeliler'den bir vefa ve hayır gelmeyeceğini, onların sebatlarının, azimlerinin olmadığını, Hz. Ali'yi öldürüp, kardeşini dövdüklerini, herşeyi ve her kötülüğü yaptıklarını, menfaatten başka birşey düşünmediklerini anlattılar.
Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Hüseyin'e gitmemesi için çok rica etti. Kûfeliler'in işlerine geldiği zaman kendisiyle bile çarpışmaktan çekinmeyeceklerini ısrarla söyledi. Kûfe'ye gidecekse bile âilesini ve çocuklarını yanında götürmemesi için çok yalvardı. Hz. Hüseyin: "Amcamın oğlu, vallahi biliyorum ki, sen benim için çok şefkatli bir ögütçüsün. Fakat ne çare ki ben Kûfe'ye gitmeye kesin karar vermiş ve hazırlanmış bulunuyorum. Allah'ın hükmü ne ise o yerine gelecektir" dedi.
Âilesini de yanına alarak yola çıkan Hz. Hüseyin, yolda şâir Ferazdak'la karşılaştı. Ona Irak halkının ne durumda olduğunu sordu. Ferazdak: "Onların gönülleri seninle, ama kılıçları senin üzerine çevrilmiştir. Ümeyyeoğulları'nı destekliyorlar" dedi.
Hz. Hüseyin yoluna devam etti. Zerod'dan ayrıldıktan sonra Esedoğulları'ndan bir adamla karşılaştı. Ondan Kûfe'de olup bitenler hakkında haber sordu. Adam: "Kûfe'den ayrılmadan önce, Müslim b. Akîl ile Hânî b. Urve öldürülmüştü. Çocukların, ayaklarından tutup cesedlerini sokaklarda sürüdüklerini gördüm" dedi. Hz. Hüseyin: "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn (=Allah'tan geldik yine O'na döneceğiz), Allah katındaki ecir ve sevabı umarız" dedi. Kûfe'den gelen adam: "Ey Resûlullah'ın (s.a.) oğlu, Allah aşkına kendine ve seninle birlikte şu ev halkına acı, geldiğin yere dön. Kûfe'ye gitmeyi bırak. Vallahi, orada sana yardımcı yok" dedi. Müslim'in çocukları ileri fırlayarak: "Ya intikamımızı alırız, ya da şehid oluruz. Ama asla geri dönmeyiz" dediler.
Hz. Hüseyin'in yolculuk sırasında uğradığı yerlerden yanına katılmış olanlar, Kûfe'den kendilerine yardımcılar geleceğini beklerlerken, Müslim ile Hânî'nin şehid edildiği haberini alınca yanından dağıldılar. Kendi dost ve yakınlarından başka kimse Hz. Hüseyin'in yanında kalmadı.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Şiraf mevkiinden ayrılır ayrılmaz, Hurr b. Yezid komutasında bin kişilik bir süvari birliğiyle karşılaştı. Süvariler yaklaşınca Hz. Hüseyin onlara: "Ey insanlar, Allah da biliyor siz de biliyorsunuz ki, ben buraya, sizlerin gönderdiğiniz mektuplar ve elçiler üzerine geldim. Eğer bana verdiğiniz sözlerde duruyorsanız şehre girerim. Aksi halde geldiğim yere dönerim" dedi. Kûfeli süvariler sustular. Hz. Hüseyin'in sözlerini reddetmediler. Komutan Hurr b. Yezid cevap verdi: "Sizinle karşılaştığımızda bir an bile beklemeden Kûfe valisi İbn Ziyâd'a götürmemiz emredildi." "Ölüm bundan daha hayırlıdır" diyen Hz. Hüseyin, adamlarına, atlarına binmelerini, geri döneceklerini söyledi.
Hurr b. Yezid, Hz. Hüseyin'in Medine'ye dönmesini önlemek için onu takibe başladı. Kerbelâ mevkiinin başlangıcına gelindiğinde Kûfe valisi İbn Ziyâd'ın yazılı emri Hurr'e getirildi. Vali bu yazılı emirde: Hz. Hüseyin ve maiyetinin susuz, taşsız, ağaçsız, otsuz ve bozkır bir yerde kuşatma altında tutulmalarını sıkı sıkıya tenbih ediyordu. Hurr b. Yezid, Hz. Hüseyin ve mâiyetini Kerbelâ denilen yere getirip durdurdu. Hz. Hüseyin: "Nedir bu yerin ismi?" diye sorduğunda: "Kerbelâ" dediler. Hz. Hüseyin: "Üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belâlı yer" dedi. Sonra şöyle devam etti: "Babam Sıffîn'e giderken, buraya uğramıştı. Ben de yanında idim. Durdu, buranın neresi olduğunu sordu. Adı söylenince de: "Onların hayvanlarından aşağı indirilecekleri yer, işte burasıdır, kanlarının döküleceği yer, işte burasıdır" dedi. Bunun ne demek olduğunu soranlara da: "Muhammed hânedânının yükleri, ağırlıkları, işte burada indirilecek" diye cevap verdi."
Kerbelâ'ya hicretin 61. yılı Muharrem ayının başında Çarşamba günü gelip kondular. Buraya gelişlerinin ikinci gününde Kûfe valiliğince savaşmak üzere Ömer b. Sa'd b. Ebî Vakkâs komutasında dört bin atlı gönderildi. Ömer, Hz. Hüseyin'e bir elçi göndererek, oralara kadar niçin geldiğini sordurdu. Hz. Hüseyin: "Hemşehrileriniz bana mektup yazdılar. İmamları bulunmadığını bildirdiler ve yanlarına gelmemi istediler. Bana kesin söz verdiler. Onsekiz bin kişi bîat ettikten sonra bana ihanet ettiler. Şimdi mektuplarına aldandığımı anladım. Geldiğim yere dönüp gitmek istediğimde Hurr b. Yezid bana engel oldu. Seninle aramızdaki yakın akrabalık adına, bırak beni geri döneyim" dedi.
Ömer, durumu bir mektupla valiye bildirdi. Vali İbn Ziyâd:
Şimdi pençelerimizi uzattığımız zaman mı kurtulmak istiyor?
Bu zaman kurtulma zamanı değil artık.
şeklinde bir şiir söyledi ve Ömer'e bir mektup yazarak, Hz. Hüseyin'in Yezid'e bîat etmesini sağlamasını emretti: "Aksi halde orada bulunan tek su kaynağıyla irtibatlarını kes ve onları susuz bırakarak kuşatma altına al" direktifinde bulundu.
Hz. Hüseyin, Medine'ye dönmek istediğini defalarca bildirdi ise de karşı taraf bunların dönmesini kabul etmiyor, İbn Ziyâd'ın vereceği hükme razı olmalarını teklif ediyorlardı. Bunun bir ölüm olduğunu bilen Hz. Hüseyin, artık savaşmaktan başka bir çare kalmadığını anlamıştı. İki taraf savaşa tutuştu. Irak ordusu ile sayıları sekseni geçmeyen küçük topluluk vuruşuyordu. Çok geçmeden Hz. Hüseyin ve adamları şehid edildiler. Yetmiş iki kişi Hz. Hüseyin tarafından, seksen sekiz kişi de Ömer'in ordusundan ölmüştü. Hz. Hüseyin'in vücudunda otuz üç mızrak, otuz dört kılıç yarası vardı. Şehid edildiğinde 57 yaşındaydı.
Bu savaşta Hz. Hüseyin'in hasta olan oğlu Aliyyü'l-Asgar ile dört yaşındaki oğlu Ömer'den başkası kurtulamadı. Kûfeliler Hz. Hüseyin'in kesilen başı ile diğer şehidlerin kesilen başlarını mızraklara takıp Kûfe'ye götürdüler. Oradan da Şam'da bulunan halife Yezid'e gönderdiler.
Hz. Hüseyin'in başı Yezid'in önüne getirilip konulduğunda, tıpkı Kûfe valisi İbn Ziyâd gibi onun da elindeki değnekle, Hz. Hüseyin'in dudaklarına vurduğunda, ashâbdan Ebû Berze el-Eslemî orada bulunuyordu. Yapılan çirkin harekete şiddetle karşı çıkan bu sahâbî: "Sen Hüseyin'in dudağına değnekle mi vuruyorsun? Çek onu dudağından. Vallahi ben arada sırada Resûlullah'ın (s.a.) o dudakları öptüğünü ve emdiğini görmüşümdür. Kıyamet gününde sen, yardımcın İbn Ziyâd ile Allah'ın huzuruna çıkacaksın. Hüseyin ise Kıyamet günü Allah'ın huzuruna, şefâatçısı Muhammed (s.a.) olduğu halde gelecek ve çıkacaktır" dedi ve kalkıp gitti.
Kaynaklar, Hz. Hüseyin'in başının Şam'da bir mızrağa takılarak asıldığını ve üç gün asılı bırakıldığını ve teşhir edildiğini yazmaktadırlar.
İMRÂN b. HUSAYN el-HUZAÎ (r.a.)
İmrân b. Husayn b. Ubeyd el-Huzaî (r.a.), ashâbın fakîhlerindendir. Medineli müslümanlardan biridir. Huzâa kabilesindendir.
Künyesi Ebû Nüceyd'dir.
Babası ve kız kardeşi de İslâm'a girmişlerdi. Bunların Hayber senesinde veya daha önce İslâm'ı kabul ettikleri rivayet edilmiştir.
Mekke'nin fethi gününde Huzâalıların alemdarı idi.
Hz. Ömer (r.a.) İmrân b. Husayn'ı, Basralılara fıkıh öğretmekle görevlendirmişti.
İTBÂN b. MÂLİK (r.a.)
Bedir Savaşı'na katılmış olan Ensâr'dandır. Hicretten sonra Resûlullah O'nu Ömer b. Hattâb ile kardeş ilân etmiştir.
Hazrec kabilesinden idi. Benî Sâlim'e imamlık yapardı.
Bir gün Resûlullah (s.a.)'ın yanına gelip:
— Ya Resûlallah, gözlerimde hayır kalmadı. Halbuki kavmime namaz kıldıran benim. Yağmurlar yağdığı vakit onlarla benim aramdaki dereden seller akıyor da mescitlerine gidip namaz kıldıramaz oluyorum. Ya Resûlallah, gönlüm ister ki, bana gelip evimde namaz kıldırasın da senin namaz kıldığın yeri namazgâh edineyim, dedi.
Resûlullah (s.a.) da, "İnşaallah, yaparım" diye vaad etti.
Ertesi sabah Resûlullah; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve ashâbtan birçok kimseyle birlikte İtbân'ın evine eldi. Gün yükseldiği bir saat idi. İzin isteyip eve girdikten sonra oturmayıp:
"— Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?" diye sordu.
Sonra, İtbân'ın gösterdiği yerde tekbir alıp namaza durdu, sahâbîler de arkasında saf tuttular. İki rekât namaz kılmdırıp selâm verdi. (Tecrid Tercemesi, 2/362-366)
İtbân b. Mâlik (r.a.), Muâviye'nin halifeliği dönemine kadar yaşamış ve ileri yaşlarda iken vefat etmiştir.
İYÂD b. ZÜHEYR (r.a.)
Ebû Sa'd lâkabıyla da anılan bu sahâbî, Kureyş kabilesine mensuptur. Annesinin adı, Selmâ bint Âmir'dir.
İyâd b. Züheyr'in ne zaman müslüman olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâmiyet'in ilk yıllarında, ikinci Habeşistan hicreti gerçekleşmeden önce müslüman olduğu söylenmektedir. Müşriklerin çeşitli ezâ ve cefâları karşısında sabır ve metanetle imanından asla taviz vermeyen bu sahâbî, daha fazla hakaretlere maruz kalmamak için, ikinci Habeşistan hicretine katılan kafile ile buraya hicret etti. Burada bir süre kaldıktan ve Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti gerçekleştikten sonra, Bedir Savaşı'ndan önce Medine'ye gelerek Ensâr'dan Hz. Külsüm b. Hidm'in evine konuk oldu.
Hz. İyâd b. Züheyr, Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde bulundu. Huneyn Gazvesi'nde büyük yararlılıklar gösterdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında meydana gelen dinden dönme olaylarına karşı yapılan savaşlara ve Hz. Ömer'in emriyle Suriye bölgesinde yapılan askerî harekâta katıldı. 30/650 yılında ikamet ettiği Şam'da vefat etti.
KÂ'B b. MÂLİK (r.a.)
Medine'nin önde gelen simalarından biri olan Kâ'b, aynı zamanda Resûlullah'ın (s.a.) üç şâirinden biridir. Cahiliye Dönemi'nde Ebû Beşîr lâkabıyla anılırdı. İkinci Akabe bîatında müslüman olduktan sonra Resûlullah ona Ebû Abdullah lâkabını verdi. Hz. Kâ'b bu bîatın oluşunu kısaca şöyle anlatmaktadır:
Biz Şi'bü'l-Akabe'de toplanıp Hz. Peygamber'in gelmesini bekliyorduk. Amcası Abbas ile birlikte geldiler. Abbas o zaman henüz müslüman olmamıştı. Fakat kardeşinin oğlunun yanında bulunmak ve işini sağlama almak istiyordu. Onun için de oturur oturmaz, konuşmaya başladı ve: "Ey Hazrecliler, biliyorsunuz ki, biz Muhammed'i canımız kadar severiz ve O'nu bugüne kadar düşmanlarından koruduk. Bununla beraber, kendisi illâ size varmak ve aranıza gelmek istiyor. Eğer siz O'na verdiğiniz sözde durarak O'nu düşmanlarından koruyacaksanız; alıp götürün. Yok eğer size geldikten sonra O'nu yalnız bırakıp perişan edecekseniz, şimdiden söyleyiniz de gelmesin. Zira O, kavmi ve akrabaları arasındadır ve hiç kimse O'na bir şey yapamaz" dedi.
Biz de Resûlullah'a (s.a.) dönerek: "Kendin için bizden ne gibi bir teminat istiyorsan iste" dedik. Bunun üzerine Peygamber konuşmaya başlayarak, Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okudu ve İslâmiyet'e teşvik edici sözler söyledi, sonra da: "Kendinizle âile fertlerinizi nasıl koruyorsanız, beni de öylece koruyacağınıza söz verir misiniz?" dedi.
Bunun üzerine Berâ b. Ma'rur kalkıp Hz. Peygamber'in elinden tuttu ve: "Evet, seni Hak Peygamberi olarak gönderen zâta yemin ederim ki, biz âile halkımızı nasıl himâye ediyorsak seni de öylece himâye edeceğiz..." dedi. Bu sırada Ebu'l-Heysem b. Teyyihân söze karışarak: "Ya Resûlallah, bizlerle komşularımız olan yahudiler arasında birtakım bağlar vardır. Seni yanımıza götürmekle o bağları koparmış olacağız. Sen yarın muvaffak olduktan sonra bizi bırakıp kendi akrabalarının arasına dönmeyecek misin?" dedi.
Bunu duyan Peygamber Efendimiz gülümseyerek: "Sizin kanınız benim kanım olacak, sizin mezarlığınız benim mezar yerim olacak, siz benden olacaksınız ve ben sizden olacağım. Siz kimlerle savaşırsanız o kimselerle ben de savaşacağım ve siz kimlerle dostluk ederseniz o kimseler benim de dostlarım olacaklardır" dedi. Bundan sonra Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İçinizden kendi kabilelerine İslâm'ı anlatacak on iki kişiyi temsilci olarak seçin." Onlar da Hazrec kabilesinden dokuz, Evs kabilesinden de üç kişi olmak üzere on kişi seçtiler.
Kâ'b b. Mâlik Bedir Savaşı'na katılmadı. Bunun sebebini kendisi şöyle ifade etmektedir: "Tebük Savaşı'ndan başka, Resûlullah'ın yaptığı savaşların hiçbirinden geri kalmadım. Her ne kadar Bedir Savaşı'nda da bulunmadımsa da Peygamber Efendimiz, Bedir Savaşı'na katılamayıp geri kalanlardan hiçbirini azarlamadı. Çünkü Bedir seferine savaş gayesiyle değil, Şam'dan gelen Kureyş kervanını hedef alarak yola çıkmıştı. Fakat Cenâb-ı Hak, müslümanlarla düşmanlarını beklemedikleri bir sırada karşılaştırdı. Halbuki ben, Akabe gecesi (biz Ensâr'ın, İslâm'a yardım etmek üzere bîat ettiğimiz gece) Peygamber Efendimiz'le beraber bulundum. Her ne kadar Bedir Savaşı halk arasında daha çok anılıyorsa da, hâlen benim için Bedir Savaşı'nda bulunmak, Akabe'de bulunmak kadar üstün değildir."
Hz. Kâ'b, Hendek, Benî Kureyza savaşlarına katıldı. Mekke fethinde bulundu. Huneyn Gazvesi'ne katıldı. Fakat Tebük seferine hiçbir mazereti yok iken katılmadı. Ashâbın tümü, en zor şartlar altında katılmış olmasına rağmen, Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye Medine'de kaldılar. Seferden döndükten sonra hiçbir sahâbî bu üç zâta selâm vermiyordu. Kâ'b b. Mâlik: "Resûlullah savaştan döndükten sonra kendisine selâm verdim, hiç iltifat etmedi" diyor. Bunun üzerine Kâ'b, Hz. Peygamber'e gidip kendisine: "Ya Resû-lallah, vallahi benim bu seferden geri kalışım hakkında hiçbir mazeretim yoktur. Vallahi, ben sizden geri kaldığım zaman kadar hiçbir vakit daha güçlü ve daha rahat olmadım" dedi. Bu sözler üzerine Resûlullah (s.a.): "Doğru söyledin, ey Kâ'b, Allah senin hakkında hükmedinceye kadar neticeyi bekle" buyurdu.
Hz. Kâ'b ve diğer üç arkadaşının bu halleri elli gün sürdü. Elli gün içinde kimse kendilerine ne selâm veriyor, ne de selâmları alınıyordu. Müslümanlar, kendileriyle her türlü ilişkilerini kesmişler, âdeta toplumdan tecrid etmişlerdi. Bir sabah namazını müteâkip Resûl-i Ekrem, o gece nâzil olan şu âyet-i kerimeyi tebliğ etti:
"Savaştan geri bırakılan o üç kişi yok mu? Sonunda bunlar o derece bunaldılar ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti, vicdanları da kendilerini tazyik ediyordu. Artık Allah'a sığınmaktan başka çâre olmadığını anladılar. İşte bu anda Cenâb-ı Hak tevbelerini kabul buyurdu; tâ ki, bunlar tevbekârlar arasına dönsünler. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder, ilâhî yardımını lütfeyler." (Tevbe, 9/118)
Sonra Kâ'b ve arkadaşlarına, tevbelerinin Allah katında kabul olduğunu müjdeledi. Bu müjde sebebiyle Kâ'b, şükür secdesi yaptı.
"Şâirlere ancak azgınlar uyar" (Şuarâ, 26/224) âyeti nâzil olunca, Medine'de bulunan şâirler çok rahatsız olmuşlardı. Hz. Kâ'b b. Mâlik, diğer müslüman şâirlerle birlikte üzülerek Resûlullah'a geldiler ve: "Ya Resûlallah, Allah Teâlâ bu âyeti indirdiğinde bizim şâir olduğumuzu biliyordu" dediler. Bunun üzerine Resûlullah, aynı sûrenin 227. âyetini onlara okudu: "Ancak iman edip, yararlı işler yapanlar" ki, bunlar sizlersiniz, "Allah'ı çok anarlar" ki, yine bunlar sizlersiniz, "Haksızlığa uğratılanların da haklarını alanlar müstesnâ", bunlar da sizlersiniz" diyerek gönüllerini aldı, âyet-i kerimenin kasdettiği şâirlerin kendileri olmadığını açıkladı.
Hz. Kâ'b, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde Medine'de kalarak müşâvere heyetine seçilmiştir. Hz. Osman döneminde de aynı görevi yapmıştır. Hz. Osman'ın şehâdeti olayında bütün olanları görmüş fakat tarafsızlığını korumuştur. Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde Basra taraflarına giderek meydana gelen olaylardan uzak kalmak istemiştir. Ancak, sonra buradan Şam'a geçerek Hz. Muâviye tarafını tercih ettiği ve onun safında yer aldığı söylenmektedir.
53/673 yılında Şam'da vefat eden Hz. Kâ'b'ın hanımının adı, Cübeyr b. Sahr'ın kızı Ümeyre'dir. Abdullah, Abdurrahman, Ubeydullah, Ma'bed ve Muhammed adlarında çocukları vardır.
Hz. Kâ'b b. Mâlik, Peygamberimiz'den 80 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir.
KÂ'B b. UCRE (r.a.)
Medineli olan bu sahâbînin künyesi, Ebû Muhammed veya Ebû İshak ya da Ebû Abdullah olarak zikredilmektedir. Annesinin ismi Ümmü Kâ'b'dır.
Hz. Kâ'b'ın ne zaman müslüman olduğu ve hangi savaşlara katıldığı hakkında kaynaklar bilgi vermemektedir. Ancak Resûlullah'ın her zaman manevî desteğini aldığı, kötü hareket ve bâtıl inançlarını, güzel amel ve gerçek imâna çevirdiği, din ve dünyasını Allah'ın rızasına uydurarak Hakk'a hizmet etme ve insanlara yararlı olma yolunda gayret sarfettiği bilinmektedir.
Hz. Kâ'b'ın, Resûlullah (s.a.)'tan rivayet ettiği hadîs-i şeriflerin sayısı 47'dir. Bunlardan iki tanesinin meâli şöyledir:
Tâbiîn'in büyüklerinden Abdurrahman b. Ebî Leylâ anlatıyor: Bana bir kere Kâ'b b. Ucre rastladı ve dedi ki: "Ey İbn Ebî Leylâ, Hz. Peygamber'den işittiğim bir salât-ü selâmı sana hediye edeyim mi?" Ben de: "Evet, onu bana hediye et" dedim. Kâ'b şöyle dedi: Biz bir kere Resûlullah (s.a.)'a: Ya Resûlallah, Allah bize yalnız (namazda) sana: "Ey Allah'ın Peygamberi, sana selâm olsun, her fenalıktan emin ol. Ve Allah'ın rahmetleri ve bereketi üzerinde bulunsun" dememizi öğretti. Ehl-i Beyt'ine has olarak nasıl salât edelim? diye sorduk. Resûlullah bize: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrahim. İnneke hamîdün mecîd, deyiniz" buyurdu.
Kâ'b b. Ucre diyor ki: Bir gün Resûlullah (s.a.) bize: "Minbere yaklaşın" dedi. Yaklaşık. Sonra minbere çıktı. Birinci basamakta âmin, dedi. İkinci basamakta da âmin, dedi. Üçüncü basamakta yine âmin, dedi ve minberden indi. Biz: "Ya Resûlallah. Bugün senden, hiçbir gün işitmediğimiz bir şey işittik" dedik. Efendimiz: "Ben minbere çıkarken Cibril (a.s.) bana görünüp: "Uzak olsun o kimse ki, Ramazan ayına yetişir de günahları afvolunmaz" dedi. Ben de âmin, dedim. İkinci basamağa çıktığımda: "Uzak olsun o kimse ki, senin adın kendi yanında anılır da sana salâvat getirmez" dedi. Ben yine âmin, dedim. Üçüncü basamağa çıktığımda: "Uzak olsun o kimse ki, ana ve babasının ikisi yahut biri kendi yanında iken ihtiyarlık onlara yetişir de onu Cennet'e sokmazlar" (Yani hizmet edip onları razı ederek Cennet'e girmez) dedi. Ben yine âmin, dedim" buyurdu.
Hz. Kâ'b, Veda haccına katılmış, hac ibâdetini yerine getirdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) ve Ensâr ile birlikte Medine'ye dönmüştür. Resûlullah'ın vefatından sonra Kûfe'ye gitmiş ve burada ikamet etmiştir. Ömrünün sonlarına doğru tekrar Medine'ye gelen Hz. Kâ'b, burada Hz. Muâviye zamanında vefat etmiştir. İshak, Muhammed, Abdullah ve Rebîa adında çocukları olduğu rivayet edilmektedir.
KÂ'B b. ZEYD (r.a.)
Doğum tarihi bilinmeyen bu sahâbî, Medineli Neccâroğul-ları'ndandır. Hicretten sonra müslüman olan Kâ'b b. Zeyd, Medineli ilk müslümanlardandır. Ensâr'ın ileri gelenlerinden biri olarak da bilinen bu sahâbî, Kur'ân-ı Kerim'i öğrenmede ve öğretmede, dinî bilgileri ile ashâb arasında tebârüz etmiştir.
Hz. Kâ'b b. Zeyd, Bedir ve Uhud savaşlarına katılarak ashâb-ı Bedir ve ashâb-ı Uhud'dan olma mertebesine ermiştir.
Hicretin 3. yılında Necid'de ikâmet eden Âmiroğulları kabilesine Kur'ân-ı Kerim'i öğretmek, dinin emir ve yasaklarını tebliğ ederek İslâm'a davet etmek üzere Resûlullah (s.a.) tarafından gönderilen kırk kişilik grubun arasında Hz. Kâ'b b. Zeyd de bulunuyordu. Ancak, bu seçkin sahâbîler Bi'r-i Maûne denilen mevkiye geldiklerinde pusuya düşürülerek kuşatıldılar. Âmiroğulları'nın hunharca saldırıları sonunda hepsi şehid oluncaya kadar dövüştüler. İçlerinden yalnız Kâ'b b. Zeyd hazretleri kurtuldu. Ölülerin arasından kalkıp yavaş yavaş Medine'ye geldi. Hendek Savaşı'na kadar yaşadı.
Hendek Savaşı'nda Hz. Kâ'b, bütün ailesi ile birlikte hendek kazmada görev aldı. Aç kaldı, susuz kaldı ama Resûlullah'ın yanından ayrılmadı. Sonunda bu savaşta şehid oldu.
KÂ'B b. ZÜHEYR (r.a.)
Kâ'b b. Züheyr b. Ebî Sülmâ.
Cahiliye döneminin şiirleri Kâbe'nin duvarına asılan yedi meşhur şairinden biri olan Züheyr b. Ebî Sülmâ'nın oğludur. Annesinin adı, Kebşe bint Ammâr'dır.
Müslüman oluşu, daha önce İslâm'a girmiş olan kardeşi Büceyr b. Züheyr vasıtasıyla olmuştur.
Resûlullah (s.a.) Tâif'ten döndüğünde Büceyr b. Züheyr, kardeşi Kâ'b'a bir mektup yazarak, Hz. Peygamber'in, Mekke'de kendisini hicveden ve bu yolla kendisine eziyet eden birkaç kişiyi öldürttüğünü, geri kalan Kureyş şairlerinden İbn Ziba'râ ve Hübeyre b. Ebî Vehb'in de sağa sola kaçtıklarını haber verdi. "Hayatına ihtiyacın varsa koş gel Resûlullah'a. O, tevbe edip müslüman olarak kendisine gelenlerin hiçbirini öldürmüyor. Eğer bunu yapmazsan başının çaresine bak!"
Kâ'b, ona şöyle cevap vermişti:
Benden Büceyr'e şu mektubu iletiniz:
Dediğin şeye senin ihtiyacın yok mudur?
Eğer bunu yapacak değilsen bize bildir.
Seni bundan başkasına yönelten nedir;
Babanın ve ananın sahip olmadığı bir ahlâka?
Bu hususta kendine bir kardeş bulamazsın.
Şayet dediğimi yapmazsan buna hiç üzülmem.
Ve ayağın sürçerse, geçmiş olsun demem.
O me'mun sana kana kana bir kâse içirdi.
Sonra ardından bir daha yine içirdi.
Mektup kendisine ulaşınca, Büceyr olan biteni Resûlullah'tan gizlemeyi uygun bulmadı ve mektuptaki şiiri O'na okudu. Resûlullah (s.a.): "Me'mun sana içirdi" mısraını duyunca: "O her ne kadar büyük bir yalancıysa da bunu doğru söylemiş" buyurdu. "Babanın ve ananın sahip olmadığı bir ahlâk" mısraını duyunca da: "Evet, ne anası ne de babasının sahip olmadığı bir ahlâk" buyurdu.
Bundan sonra Büceyr, Kâ'b'a şu şiiri gönderdi:
Kâ'b'a kim iletecek (ve soracaktır) ki:
Kınadığın şeyde bâtıl bir taraf var mıdır?
Senin o kınadığın, sadece Allah'a bağlar; Lât ve Uzzâ'ya değil.
Kurtuluş istiyorsan, müslüman olur ve kurtulursun.
İnsanlardan hiç kimsenin kaçıp kurtulamıyacağı bir günde;
Yalnızca kalbi temiz müslüman kurtulacaktır.
Züheyr'in dini benim için hiçbir şey değildir.
Ebû Sülmâ'nın dini ise artık bana haramdır.
Bu mektup Kâ'b'a ulaştığında artık dünya kendisine dar gelmeye başlamıştı. Hayatından endişe ediyordu. Kabilesindeki bazı düşmanları da: "Kâ'b öldürülecek!" diyorlardı. Başka bir çaresinin kalmadığını anladı. Resûlullah'ı (s.a.) öven meşhur kasidesini söyledi. Bu kasidede, korkusunu ve iftiracı düşmanlarından duyduğu endişelerini dile getiriyordu. Sonra yola çıktı ve Medine'ye geldi.
Kâ'b, Medine'de, daha önceden aralarında bir tanışıklık bulunan Cüheyne kabilesinden bir müslümanın yanına misafir oldu. Bu kişi de Kâ'b'ı alıp, sabah namazını kılmak üzere olan Resûlullah'ın (s.a.) yanına götürdü. Namazdan sonra adam Kâ'b'a Resûlullah'ı göstererek: "İşte, Resûlullah budur; kalk ve kendisinden emân dile" dedi.
Kâ'b yerinden kalktı, Hz. Peygamber'in yanına gelip oturdu. Elini eline aldı. Resûlullah (s.a.), kendisini tanıyordu. Kâ'b şöyle dedi:
— Ey Allah'ın Resûlü; Kâ'b b. Züheyr, tevbe edip müslüman olarak senden emân diliyor; ben onu size getirirsem kabul eder misiniz?
Resûlullah:
"— Evet" dedi. Bunun üzerine Kâ'b:
— Ben, Kâ'b b. Züheyr'im, ya Resûlallah!
Bu sırada Ensâr'dan bir kişi Kâ'b'ın üzerine atılıp onu öldürmek istemişti. Fakat Resûlullah (s.a.):
— Bırak onu, tevbe etmiş ve eski halini terkederek gelmiştir, diye buyurdu.
Bundan sonra Kâ'b, Resûlulah'ın (s.a.) huzurunda, O'nu öven meşhur kasidesini okumaya başladı. Kasidenin ilk beyti şöyledir:
"Bânet suâdü fekalbi'l-yevme metbûlü
Müteyemmemün isrehâ lem yüfde mekbûlü"
Suat benden uzaklaştı, bugün kalbim yaralıdır.
Onun peşinde esaretten kurtulamamış, zillete düşmüştür.
..........
Bana haber verildiğine göre, Resûlullah beni tehdid etmiş;
Buna rağmen, affetmesi her zaman umulabilir.
..........
Peygamber (s.a.) kendisiyle aydınlanılan bir nur;
Allah'ın yalın kılıçlarından bir hind kılıcıdır.
Resûlullah (s.a.), Kâ'b'ın bu kasidesini dinleyince çok memnun oldu. Üzerinde bulunan, bürde denilen çizgili Yemen kumaşından yapılmış hırkasını çıkartıp Kâ'b'ın omuzlarına örttü. Bu yüzden bu kaside, "Kaside-i Bürde" diye meşhur oldu.
Rivayetlere göre; bu hırka, günümüze kadar saklanıp gelmiş olan İstanbul'daki Topkapı Sarayı'nın Mukaddes Emanetler arasındaki hırka-i şeriftir. Hz. Muâviye, şairin oğlundan bu hırkayı satınalıp devlet hazinesinde muhafaza altına aldırmıştır. Daha sonra Emevilerden Abbasilere intikal etmiş; Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethettiğinde, Mukaddes Emanetler arasında bu hırkayı da İstanbul'a getirtmiştir.
Kâ'b b. Züheyr, Arap edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. Bu ailede Kâ'b ile babasından başka, oğlu Ukbe, onun oğlu Avvâm b. Ukbe de önde gelen şairlerden idiler. Yine meşhur şair Tümâdir (el-Hansâ) da bu ailenin tanınmış bir şairi idi.
Kâ'b b. Züheyr'in doğum ve ölüm tarihleri belli değildir. Fakat, oldukça yaşlı olarak vefat ettiği tahmin edilmektedir.
KATÂDE b. NUMAN (r.a.)
Evs kabilesine mensup olan bu sahâbî, Medine'de takrîben Milâdî 580 yılında doğdu. Meşhur sahâbî Ebû Saîd el-Hudrî Hazretleri'nin kardeşidir. Annesi Neccâroğulları'ndan Kays'ın kızı Enîse'dir.
Katâde b. Numan, hicret sırasında müslüman oldu. Künyesi Ebû Amr el-Ensârî'dir. Bedir Savaşı'na katıldı ve Bedir ehlinden olma şerefine erdi. Uhud Savaşı'nda Hz. Peygamber'e gelen oklara kendini siper ederek, Resûlullah'ı canından ve nefsinden daha çok sevdiğini ispat etti. Bu hususu bizzat kendisi şöyle anlatıyor:
"Birisi Peygamber Efendimiz'e bir yay hediye etti. O da Uhud günü o yayı bana verdi, ben de o yayla Peygamber Efendimiz 'in önünde kaşı aşınıncaya kadar ok attım. O gün akşama kadar kendimi Peygamber (s.a.)'e siper yaptım. Peygamber Efendimiz'e hangi yönden ok gelirse, hemen yüzümü o tarafa çeviriyordum. Nihayet bir ok yüzüme isabet edip gözbebeğimi dışarıya fırlattı. Ben de onu avucumun içine alıp Peygamber Efendimiz'e gösterdim. Resûlullah (s.a.) gözbebeğimi avucumun içinde görünce gözleri yaşarıp: "Allah'ım; Katâde senin Peygamber'ini kendi yüzü ile korurken, gözünü kaybetti. Onun bu gözünü eksisinden daha iyi yap" diye dua etti ve onun duası üzerine bu gözüm diğerinden daha iyi oldu."
Hz. Katâde b. Numan, Hendek ve Hayber gazveleri ile Mekke fethine katıldı. Mekke fethinde Benî Zafer'in sancağını tışama şerefine nâil oldu. Bundan sonra Huneyn Gazvesi'ne katılarak şecaat ve kahramanlık örneği gösterdi. Hicretin 9. yılında yapılan Tebük seferine katıldı, fevkalâde yararlılıklar gösterdi. Hz. Ebû Bekir devrinde meydana gelen isyanlara, baş kaldırmalara ve dinden dönmelere karşı yapılan savaşta bizzat görev aldı. Yaşının bir hayli ilerlemiş olması sebebiyle, Hz. Ömer zamanında Medine'de kalarak müşâvere heyetinde bulundu. 24/644 yılında Medine'de 65 yaşında vefat etti.
Hz. Katâde b. Numan, devamlı olarak Resûlullah (s.a.)'ın yanından ayrılmaz, O'ndan feyiz alırdı. Evinden uzak olmasına rağmen Mescid-i Nebevî'ye sürekli olarak gelir, ibâdetini burada Resûl-i Kibriya'nın huzûrunda ifâ ederdi.
Bir defasında yatsı namazını kılmak üzere Mescid-i Nebevî'ye gelmişti. O gece hava bulutlu ve rüzgârlı idi, şimşek çaktı. Hz. Peygamber, Katâde b. Numan'ı gördü. O'na: "Ey Katâde, hayırdır, bu karanlıkta ne arıyorsun?" dedi. Katâde: "Ya Resûlallah, bugün namaza gelenlerin az olacağını bildiğim için geldim" dedi. Allah'ın Resûlü: "Namazı kıldıktan sonra ben senin yanından geçmedikçe yerinden ayrılma" dedi ve namazdan sonra ona bir hurma dalı verip: "Bunu al, bu senin on arşın kadar önünü, on arşın kadar da arkanı aydınlatır. Evinin köşesinde bir karartı görürsen o şeytandır. Bununla ona vur" buyurdu.
Katâde diyor ki: "Hurma dalını elime alıp mescidden ayrıldım. Dal mum gibi yanmaya ve önümü aydınlatmaya başladı. Evime vardım. Çocuklarımın hepsi yatmışlardı. Her tarafı yokladım. Bir de baktım ki, köşede bir kirpi duruyor. Hurma dalı ile ona vurmaya başladım. Nihayet çıkıp gitti."
KAYS b. ABDULLAH (r.a.)
Huzeymeoğulları'ndan olan bu sahâbî, aslen Mekkelidir. İslâmi-yet'in ilk günlerinde Hz. Peygamber'in İslâm'a davetine cevap vererek müslüman oldu.
Hz. Kays b. Abdullah, insanlar arasında sevgi, saygı ve kardeşlik duygularını geliştirmeyi amaçlayan bir dine yürekten inanmanın sevincini gönlünde taşıyordu. Bunun için de müşriklerin işkence ve hakaretlerine maruz kaldı. İnkârcılarla gün geçtikçe alevlenen mücadelede canlarından olmamak için Habeşistan'a göç etmeye başlayan ashâb gibi Hz. Kays da göç etmeye karar verdi. Yanına karısı Bereke bint Yâser ile kızı Âmine'yi de alarak Habeşistan'a hicret etti.
Hz. Kays'ın Habeşistan'dan Mekke veya Medine'ye hicret edip etmediği, nerede vefat ettiği hususunda kaynaklar bilgi vermemektedirler.
KUDÂME b. MAZ'ÛN (r.a.)
Ebû Ömer künyesiyle bilinen bu sahâbî, Kureyş kabilesine mensuptur. Milâdî 590 yılında Mekke'de doğduğu rivayet edilmektedir. Hz. Ömer'in amcazâdesi olan Kudâme, aynı zamanda Ömer (r.a.)'in kız kardeşi Safiyye bint Hattâb ile evlenmiştir.
Kudâme, Abdullah ve Osman adlarındaki kardeşleriyle birlikte İslâm'ın ilk günlerinde Resûlullah'ın davetine icabet ederek müslüman olmuştur. Böylece de ilk müslümanlardan olma şerefine ermişlerdir. Müslüman olduktan sonra yeni bir dine girmenin, hidayete ermenin manevî hazzını gönlünde duyan Hz. Kudâme ve iki kardeşi, ilme, amele hazırlanma, cihad, sebat ve azmin örneğini verme yolunda büyük gayret göstermişler, Allah Resûlü'nün değerine, büyüklüğüne hiçbir halel getirmeme faziletini göstermişlerdir. Derin imanları ve Allah için kendilerini adamaları sebebiyledir ki, eski inançlarını, çirkin örf, âdet ve geleneklerini kısa zamanda güzele, iyiye ve sevgiye çevirmişlerdir. Böylece Allah'ın elçisi etrafında kenetlenip tek Allah'a imanı hâkim kılmak için dayanma ve direnme güçlerini ortaya koymuşlardır.
Ancak, insan aklının yorumlamaktan ve kavramaktan âciz kaldığı Mekkeliler'in zulmü karşısında Hz. Kudâme ve kardeşleri, vatanlarından ayrılmak zorunda kalmışlar ve Habeşistan'a Hz. Peygamber'in izniyle hicret etmişlerdir. Vatan hasreti, yurt özlemi ve Peygamber sevgisiyle tutuşan Hz. Kudâme, uzun süre, burada kalmış, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretini duyar duymaz da hemen Medine'ye hareket etmiştir.
Hz. Kudâme, Bedir Savaşı'na katılıp, Bedir ashabından olma şerefini de kazanmıştır. Bundan sonra, Uhud, Hendek ve diğer gazvelere de katılmıştır.
Hz. Ebû Bekir devrinde mürtedlere karşı yapılan savaşa katıldığı gibi Suriye taraflarında fetih hareketlerinde de bulunan Hz. Kudâme b. Maz'ûn, Hz. Ömer devrinde Bahreyn valiliğine tayin edildi. Kaynaklar, Hz. Kudâme'nin bir süre sonra Bahreyn valiliğinden Hz. Ömer tarafından azledildiğini yazmaktadırlar.
Hz. Kudâme, Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında hicretin 36. senesinde 68 yaşında vefat etti. Ömer, Fâtıma, Âişe, Safiyye ve Hafsa adındaki çocukları olduğunu kaynaklar belirtmektedir.
KÜLSÜM b. HİDM (r.a.)
Resûlullah (s.a.) Medine'ye hicret ettiğinde, Benî Amr b. Avf Oğulları yurdunda, Kuba'da 14 gün kaldı.
Sevr mağarasından bir Pazartesi günü yola çıkmışlardı. Kuba'ya yine bir Pazartesi günü öğle vaktinden biraz önce, Rebîulevvel ayı 8. günü varmışlardı (21 Eylül 622).
İslâm'da ilk mescid burada inşa edildi. Kıblesi Beytü'l-Makdis'e doğru idi. Resûlullah (s.a.) Kuba'da ikameti esnasında Evs kabilesinden Külsüm b. Hidm'in evinde misafir kalmıştı.
Muhâcirlerden bazı bekârlar ise Sa'd b. Hayseme'nin evinde duruyorlardı.
Kuba'daki ikamet müddeti hakkında 14, 24, 18 ve 4 gün rivayetleri vardır. Sonra Kuba'dan ayrılıp Medine'ye gitmek üzere yola çıkıldı. Yolda, Sâlim b. Avf oğulları yurdunda Rânûnâ vadisinde ilk Cuma namazı kılındı.
Külsüm b. Hidm, daha sonra Kuba Mescidi'nde imamlık yapmaya devam etti. Seriyyeler hazırlanması başlamadan önce, yaşlı bir halde vefat etmiştir.
LEBÎD b. REBÎA (r.a.)
Cahiliye döneminde şiirleri Kâbe'nin duvarına asılan yedi meşhur Arap şâirinden biridir.
Lebîd, hicretin 9. yılında kabilesi halkı ile Medine'ye gelip müslüman olmuştur.
Resûlullah (s.a.), Lebîd'in bir beyti için: "Hiçbir şâirin ağzından bunun kadar güzel bir söz çıkmamıştır" buyurmuştur.
Bu beyit şöyledir:
"Elâ küllü şey'in mâ hala'llâhu bâtılu
Ve küllü na'îmin lâ mahâlete zâilu"
Bilmiş ol ki, Allah'tan başka her mevcud fânidir;
Ve her nimet sahibi muhakkak zevâle mahkumdur.
Lebîd'in Cahiliye Devri'ne ait şiirleri pek çoktur. 12.000 beyit olduğu rivayet edilir. Müslüman oluşundan sonraki şiirleri ise çok azdır.
Ömer b. Hattâb (r.a.) bir gün Lebîd'e: "Ey Ebû Akîl; bana şiirlerinden bir şey okur musun?" demişti. Lebîd: "Allah Teâlâ, Bakara sûresi ile Âl-i İmrân sûresini öğrettikten sonra ben şiir söyleyemez oldum" cevabını vermişti.
Böylelikle büyük şair, Kur'an-ı Kerim'in fesahat ve belâgatı karşısında şiirlerinin hiçbir değer taşımadığını belirtmek istemiştir.
Hz. Ömer, Lebîd'in tahsisatına beşyüz dirhem ilâve ederek ikibin dirheme çıkarmıştı. Daha sonra Hz. Muâviye devrinde bu tahsisatına beşyüz dirhem daha ilâve edilmek istendiyse de: "Artık ben ölmek üzereyim. Bu ikibini de size bırakıyorum" diye kabul etmeyip bundan bir müddet sonra da vefat ettiği rivayet edilmiştir.
Lebîd 90 yaşında müslüman olmuş ve Hz. Muâviye'nin vefat ettiği yıla (60/683) kadar yaşamıştır. Müslüman olduktan sonra 50 sene yaşayan Lebîd'in 140 ya da 141 yaşında vefat ettiği rivayet edilmiştir. (Tecrid Tercemesi, 4/22-28)
MAHMİYE b. CEZ' (r.a.)
İslâm davetinin ilk yıllarında müslüman olmuş bir sahâbîdir. O, Allah ve Resûlü'ne yürekten inanmış, gönül vermiş, güçlü bir iradeye sahip fazilet ve sadâkat derecelerine yükselmiş biridir.
Hz. Mahmiye, Mekke'de fitne ve baskı gücünü elinde bulunduranlara ve İslâm'ın yayılmasını engelleyenlere karşı, bir avuç mü'min ile beraber hareket etmiş, yıkılmaz bir irade ve iman ile karşı koymuştur. Malı ve canı ile Allah'ın gayesini, iyiliği, güzelliği, adâleti ve gerçek insanlığı tahakkuk ettirmek için gayret sarfetmiş, bu yüzden çeşitli hakaret ve haksızlıklarla karşılaşmıştır.
İkinci muhâcirler kafilesi ile birlikte Habeşistan'a hicret eden Hz. Mahmiye, burada uzun süre kaldıktan sonra, Bedir veya Müreysî Gazvesi'nden önce Medine'ye gelmiş ve Müreysî Gazvesi'ne katılmıştır. Bu gazvede Resûl-i Ekrem, beşte bir ganimet vergisi toplamak üzere Hz. Mahmiye'yi görevlendirmiştir.
Hz. Mahmiye'yi Peygamberimiz, Hz. Fadl b. Abbas'ın kızı ile evlendirmiştir. Evlilik mehrini de zekât malından vermiştir.
Hendek Savaşı dahil bütün savaşlara katılan Hz. Mahmiye, Hz. Ebû Bekir devrinde mürtedlerle yapılan savaşlara katılmıştır. En son Mısır'ın fethinde bulunan Hz. Mahmiye'nin, bundan sonraki hayatı hakkında aydınlatıcı bilgi bulunmamaktadır.
MAHMUD b. er-REBÎ' el-ENSÂRÎ (r.a.)
Küçük yaşta Resûlullah'ı (s.a.) görüp sahâbî olma şerefine erenlerden biridir.
Buhârî'deki bir hadîste, çocukluk yıllarına ait bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
"Mahmud b. Rebî' (r.a.) dedi ki: Beş yaşımda iken Nebî (s.a.)'in bir keresinde bir kova(daki su)dan (ağzına alıp) benim yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum, demiştir." (Tecrid Tercemesi, 1/80,H.N. 69)
Bu hatıra, Resûlullah'ın çocukları sevdiğine ve onlarla oynadığına güzel bir örnektir.
MÂLİK b. ZEM'A (r.a.)
Zem'a'nın oğlu olan Mâlik, Kureyş kabilesine mensuptur. Ümmü'l-Mü'minin Hz. Sevde bint Zem'a'nın öz kardeşidir.
Hz. Peygamber'in Mekke'de etrafına sadık bir mü'min grubu toplandığında Mâlik b. Zem'a da bu kafileye katılmıştır. Resûlullah'ın başlattığı tevhid akidesine karşı sürdürülen muhalefeti haksız ve zulüm olarak gören Hz. Mâlik, Hz. Peygambere giderek müslüman olmuş, ortaya atılan iman meşalesini gönlüne, kalbine yerleştirmiş ve ilk müslüman cemaatinden olma şerefini kazanmıştır.
Hz. Mâlik b. Zem'a, yapılan baskı ve zulümlere ancak ikinci Habeşistan hicretine kadar dayanabilmiştir. Habeşistan'a giden ikinci kafile ile, karısı Umeyre bint Sa'di b. Vikdân'ı da alarak gitmiştir.
Bundan sonraki hayatı hakkında kaynaklar bilgi vermemektedir.
MA'MER b. ABDULLAH (r.a.)
Kureyş kabilesine mensup olan Ma'mer'in babası, Abdullah'tır.
Doğum tarihi bilinmediği gibi annesinin adı da kaynaklarda zikredilmemektedir.
Hz. Ma'mer, İslâm'ın ilk yıllarında müslüman oldu. Mekkelilerin zulüm ve işkencelerinden canını kurtarmak için ikinci Habeşistan hicretine katılmak zorunda kaldı. Burada bir süre kaldıktan sonra vatanı olan Mekke'ye döndü. Müslümanların Medine'ye hicretinden sonra Mekke'de uzun süre kalan Hz. Ma'mer b. Abdullah, Veda haccından kısa bir süre önce Medine'ye hicret etti.
Hz. Peygamber'le Veda haccına katılan Hz. Ma'mer, Resûlullah'ın deve üstündeki mahmilinin bakımı ile görevlendirildi. Büyük bir dikkat ve itina ile bu görevi yürüten Hz. Ma'mer, Resûlullah (s.a.)'ın sevgisine ve takdirlerine mazhar oldu. Ayrıca Resûl-i Ekrem'in gerek hacda Mina mevkiinde olsun, gerekse diğer zamanlarda olsun mübarek saçını kesme şerefine de nâil oldu. Hatta bir seferinde Hz. Ma'mer usturayı hazırladığı bir sırada, latife olsun diye Peygamberimiz: "Ma'mer, Allah'ın Resûlü, kulağının memesini sana teslim etmiştir" dedi. Hz. Ma'mer de: "Ya Resûlallah, bu Hakk'ın ne kadar büyük bir nimeti ve ihsanıdır ki, ben zât-ı âlinizin saçını kesmek şerefine nâil olmuş bulunuyorum" dedi.
Hz. Ma'mer'in âilesi ve vefatı hakkında kaynaklar bilgi vermemektedir. Kendilerinden iki hadîs-i şerif rivayet edilmiştir. Bu hadîslerden birinin meâli şöyledir: "Yiyecek şeyleri alırken dikkat edin, aynı olsun. Fazla veya noksan olmasın." (Müslim, 1/633)
MA'MER b. EBÛ SERH (r.a.)
Ebû Saîd künyesiyle de bilinen bu sahâbî, Kureyş kabilesine mensuptur. Annesinin ismi Zeyneb'tir. Kendisi, Aşere-i Mübeşşere'den (Cennet'le müjdelenmiş on kişi) Ebû Ubeyde b. Cerrah'ın eniştesidir.
Müslümanlara karşı yapılan baskı, işkence ve zulme maruz kalan Hz. Ma'mer b. Serh, Habeşistan'a ikinci kafile ile hicret etmek zorunda kaldı. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretine kadar burada bulundu. Resûlullah'ın hicretini haber alır almaz Habeşistan'dan Medine'ye hareket etti. Burada Ensâr'dan Külsüm b. Hidm'in evinde misafir edildi.
Hz. Ma'mer, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve Mekke'nin fethinde bulundu. Arkasından Huneyn Gazvesi'ne katıldı. Tebük seferinden sonra Veda haccında bulundu. Hz. Ebû Bekir devrinde ortaya çıkan mürtedlere karşı yapılan savaşlara katıldı. Hz. Ömer zamanında Irak, İran ve Suriye taraflarına yapılan seferlerde yer aldı.
Hz. Osman devrinde Medine'ye yerleşerek ömrünün sonuna kadar burada yaşadı. 30/650 yılında vefat etti. Cenazesi Bakî' kabristanına defnedildi.
Hz. Ma'mer'in Ümâme bint Âmir'den Abdullah adında bir oğlu ile Ebû Ubeyde b. Cerrah'ın kız kardeşinden de bir oğlu vardır.
MA'MER b. HÂRİS (r.a.)
Kureyş kabilesine mensup olan bu sahâbî ashâbın ileri gelenlerinden Osman b. Maz'ûn'un yeğenidir. Annesi Hz. Osman b. Maz'ûn'un kız kardeşi Kâtile bint Maz'ûn'dur.
İslâmiyet, Mekke'de doğduğu sırada, Hz. Peygamber henüz Erkam'ın evine sığınmadan önce Ma'mer b. Hâris ilk mü'minlerden olma şerefine ermiştir. Mekke 'de hâkim olan Kureyş'in zulümlere karşı Hz. Peygamber'le birlikte mücadele vermiş, Resûl-i Ekrem'in yanından ayrılmamıştır.
Hicret gerçekleştikten sonra, Mekke'den Medine'ye, göç eden Hz. Ma'mer, Ensâr'dan Muâz b. Afrâ ile din kardeşi olmuştur. Bedir, Uhud, Hendek savaşları ile Hudeybiye Antlaşması'na katılan Hz. Ma'mer, öz yurdu olan Mekke'nin fethine katılmış, daha sonra da Huneyn ve Tebük seferlerinde bulunmuştur. Hz. Peygamber ile birlikte Veda haccına katılmak üzere Mekke'ye gelen Hz. Ma'mer, hac görevini ifâ ettikten sonra tekrar Medine'ye dönmüştür.
Hz. Ma'mer, Hz. Ebû Bekir devrinde vuku bulan dinden dönme olaylarına karşı düzenlenen orduda görev almış ve önemli yararlılıklar göstermiştir. Hz. Ömer devrinde vefat eden bu güzide sahâbî, Bakî' mezarlığına defnedilmiştir.
Kaynaklarda Cemil b. Ma'mer adında bir oğlunun varlığından sözedilmektedir.
MA'N b. ADİY (r.a.)
Medineli'dir. Evs kabilesinin Ubeyd koluna mensuptur. Âsım b. Adiy'in kardeşidir. İkinci Akabe bîatında bulundu.
Mekke'den Medine'ye hicret gerçekleştiğinde, Hz. Ömer'in baba bir kardeşi Ebû Abdurrahman Zeyd b. Hattâb ile din kardeşi oldu. Allah ve Resûlünün hizmetinde yarış eden bu iki sahâbî, Yemâme Savaşı'nda birlikte şehitlik mertebesine eriştiler.
Hz. Ma'n b. Adiy, Bedir ve Uhud savaşlarına katılıp, büyük kahramanlık gösterdi. Hicretin 5. yılında yapılan Hendek ve Benî Kureyza Savaşı'nda bulundu. Ardından Mekke'nin fethi, daha sonra da Huneyn ve Tebük gazvelerine katıldı. Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda haccına gitti.
Resûlullah'ın vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde irtidâd olayları baş gösterince, Hâlid b. Velid (r.a.) emrinde Yemâme Savaşı'na katıldı. Bu savaşta, düşmana karşı büyük bir saldırıya geçtikleri ve iki taraf arasında şiddetli çarpışma başladığı bir sırada Hz. Ma'n b. Adiy şehid oldu.
Bütün hayatı fazîlet ve sadâkat örneği ile dolu olan Hz. Ma'n, gerek Bedir ve Uhud savaşlarında, gerekse katıldığı diğer bütün savaşlarda Yüce Allah'ın rızasını düşünmüş, i'lâ-yı kelimetullah uğrunda can vermiştir. Kâfirler Mekke'yi müslümanlara bir işkence diyarı yaptıklarında, Hz. Ma'n b. Adiy ve diğer Ensâr, kucaklarını Resûlullah'a ve O'nun sevgili ashâbına açmışlar, iman davasını fazîletli omuzlarında taşımışlardır. Hakîki mü'min olmanın ihlâsını ve fedakârlığını göstermişler, böylece de her kula nasip olmayan saâdetin ve şerefin sahibi olmuşlardır.
MÂRİYE (r.a.)
Resûlullah (s.a.), hicretin 7. yılında, çevredeki devlet başkanlarına gönderdiği İslâm'a davet mektupları arasında bir mektubu da Mısır Mukavkısı diye adlandırılan Bizans'ın İskenderiye valisine göndermişti. Hâtıb b. Ebû Beltea'nın götürdüğü mektubu okuyan Mısır Mukavkısı müslüman olmadı ama gelen elçiyi çok iyi ağırladı. Geri dönerken de Resûl-i Ekrem'e bazı hediyeler yanında iki de cariye göndermişti. İşte bunların birisi Mâriye idi.
Mâriye, Medine-i Münevvere'ye gelip Resûlullah (s.a.) ile görüştükten sonra müslüman oldu ve cariye iken hürriyete kavuştu. Hz. Peygamber, Hz. Mâriye'yi kendisine nikâhladı ve Mâriye, Resûlullah'ın pâk zevceleri arasına girdi. Bir yıl sonra hicretin 8. yılında Hz. Mâriye, İbrahim'i dünyaya getirdi. Allah'ın Resûlü'ne doğum müjdesi geldiğinde çok sevindi ve bir köle bağışladı. Doğumunun yedinci günü Hz. İbrahim'in saçlarını kestirip ağırlığınca gümüşü sadaka olarak verdi. Hz. İbrahim'i, hem o günün âdet ve geleneğine göre, hem de annesi Mâriye'nin hür ve asil bir kadın olduğunu göstermek için süt annesi olarak Medine'de bulunan Ümmü Seyf isimli bir kadına verdiler.
Allah Resûlü'nün öpüp kokladığı gönül çiçeği Hz. İbrahim'in ne yaşta vefat ettiği ihtilâflıdır. Bazılarınca 22 aylık, bazılarınca da 16 ay ve 8 günlük iken. İbrahim'in namazını Resûl-i Ekrem (s.a.) kıldırdı ve onu Medine'nin mezarlığı Bakî'de toprağa verdi. Kabri üzerine su döktü. Hz. Peygamber'in evladı minimini İbrahim'in öldüğü gün Güneş tutulması oldu. Halk: "Güneş İbrahim'in vefatından ötürü tutuldu" diye konuşmaya başladılar. Allah'ın Resûlü, işin gerçeğini ve sözün doğrusunu söyledi: "Ay ve Güneş, Allah'ın âyetlerinden (büyüklüğüne delâlet eden alâmetlerden) ikisidir ve kimsenin ölümünden ötürü tutulmazlar..."
Hz. Mâriye (r.a.), Resûlullah'ın vefatından sonra beytülmaldan kendisine ayrılan ödenek ile geçinirdi. 16/637 yılında Hz. Ömer devrinde vefat etti. Bakî' mezarlığına defnedildi.
Hz. Mâriye Allah'ın Resûlü'nün hizmetinde, en iyi ülfet ve muâşeret içinde hayatını sürdürdü, mü'minlerin annesi olma şerefini kazandı.
MERSED b. EBÛ MERSED (r.a.)
Aslen Mudaroğulları'ndan olan bu sahâbî, İslâm'ın ilk günlerinde Mekke'de müslüman oldu. Cesaret ve kuvveti ile maruf olan Mersed, Mekke'nin ileri gelen ailelerinden birine mensup olduğu ve gözüpekliği sebebiyledir ki müslüman olduktan sonra Mekkeli müşrikler kendisine pek dokunmamışlardır. Hz. Mersed'in, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra hicret etmesi bunu doğrulamaktadır.
Medine'ye hicretinde, diğer ashâbı arasında olduğu gibi Hz. Peygamber, Mersed b. Ebû Mersed'i Ensâr'dan Evs b. Sâmit ile kardeş yaptı.
Hz. Mersed, Bedir Savaşı'nda gösterdiği cesaret ve kahramanlığı sebebiyledir ki Resûlullah'ın takdir ve tebriklerine mazhar oldu. Esir düşen müslümanları Mekke'den Medine'ye taşıma görevini Resûlullah (s.a.) ona verdi. Bu maksatla Mekke'ye vardığında, Cahiliye Devri'nde alâka kurduğu Mekke aşîretlerine mensup İnak adında bir kadına rastladı. Yanına yaklaşan kadının gösterdiği yakınlığa ve geceyi beraber geçirme teklifine red cevabı veren Hz. Mersed: "Ben müslüman oldum, İslâm dininde Allah zinayı yasaklamıştır" dedi. Bu kesin ve olumsuz cevaba üzülen kadın, hiç kimseye birşey söylemeden üzülerek evine kapandı.
Hz. Mersed, Medine'ye geldikten sonra, İnak'ı nikahlamak istediğini Hz. Peygamber'e söyledi. Resûlullah (s.a.) cevap vermedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: "Zina eden erkek, zina eden bir kadın veya putperest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadın da, ancak zina eden veya putperest olan bir erkekle evlenebilir. Bu mü'minlere yasak edilmiştir." (Nûr, 24/4)
Hz. Mersed b. Ebû Mersed hicretin 4. yılında, Benî Huzeyl kabilesine Kur'ân-ı Kerim'i öğretmek, İslâm'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmek üzere bir grup sahâbî ile birlikte Resûlullah tarafında gönderildiğinde, yolda Recî mevkiinde, anılan kabilenin adamları tarafından pusuya düşürülerek şehid edildi.
Müslüman olduktan sonra kısa sürede ilim ve irfan sahibi olan bu sahâbî, Resûl-i Ekrem'in himayesinde yetişmiş yüzlerce Kur'ân-ı Kerim öğretmenlerinden biri idi.
MES'ÛD b. REBÎ' (r.a.)
Ebû Umeyr lâkabıyla da bilinen bu sahâbî, İslâm'a ilk giren müslümanlardan oldu. Mekke'den ayrılmadı. Müşriklerin bütün baskı ve zulümlerine dayandı. Resûlullah (s.a.) ile birlikte kâfirlere karşı mücadele verdi.
Hz. Mes'ûd b. Rebî' Resûl-i Ekrem ile birlikte Medine'ye hicret etti. Medine'de, Ensâr'dan Hz. Ubeyd b. Teyyihân ile Mes'ûd b. Rebî' arasında kardeşlik bağı kuruldu. Kısa sürede Medine'de ticaret ve ziraat yaparak durumunu düzeltti.
Bedir Savaşı başta olmak üzere, bütün gazvelere katıldı. Hudeybiye'de bulundu. Burada yapılan Bîat-ı Rıdvân'a katıldı. Mekke'nin fethi, Huneyn Gazvesi, Tebük seferi ve Veda haccında bulundu. Hz. Ebû Bekir devrinde başgösteren dinden dönenlere ve yalancı peygamber Müseylemetü'l-Kezzâb'a karşı savaştı. Suriye harekâtına katıldı. Hz. Osman zamanında Medine'de müşâvere heyetinde bulundu.
Hz. Mes'ûd b. Rebî', 30/650 senesinde Medine-i Münevvere'de 60 yaşlarında iken vefat etti ve Bakî' mezarlığına defnedildi.
MEYMÛNE bint HÂRİS (r.a.)
Resûlullah (s.a.)'ın hanımı, mü'minlerin de annesidir. Cahiliye Devri'nde Mes'ûd b. Amr'ın karısı iken ondan ayrıldı ve Uzzâoğulları'ndan Şehcere b. Abdüluzzâ ile evlendi. Bu da vefat edince dul kaldı.
Hz. Peygamber, Hudeybiye Antlaşması'nı takip eden senenin Zilkâde ayında Umre yapmak üzere Medine'den ayrılıp Ye'cül mevkiine geldiğinde, Hz. Câfer b. Ebû Tâlib'i, Hz. Meymûne'ye aracı gönderip, nikâhlamak istediğini bildirdi. Hz. Meymûne de teklifi olumlu bularak Hz. Abbas b. Abdülmuttalib'i kendisine vekil tayin etti. Zira Meymûne'nin kız kardeşi Ümmü'l-Fadl, Hz. Abbas ile evli idi. Hz. Abbas, Hz. Meymûne'nin nikâhını kıydıktan sonra Serif'de bekleyen Resûlullah'a gönderdi ve Hz. Peygamber burada zifafa girdi.
Hz. Meymûne, Resûlullah'ın hanımlarının sonuncusu idi. Büyük kardeşi Ümmü'l-Fadl, daha önce de söylendiği gibi Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas'ın hanımıydı. Hz. Meymûne (r.a.), zamanını ibadet ve tâatla geçirirdi. Nitekim Hz. Âişe (r.a.): "Meymûne, hepimizden daha müttakî idi, akrabayı ziyareti daha çok yapardı" demiştir.
Hz. İbn Abbas, teyzesi Hz. Meymûne'nin ev düzenini ve Allah'ın Resûlü sevgili kocasına olan hürmetini şöyle anlatıyor: "Bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Teyzem o akşam namaz kılmıyordu. Önce bir kaftan, sonra bir başka kaftan getirip yatağın başucuna koydu. Bana da kendi yatağı yanında bir yatak serdi. Yatağa girip başımı onun yatağı üzerine koydum. Peygamber Efendimiz yatsı namazını kıldıktan sonra gelip yatağın başucundaki kaftanlardan birini aldı ve elbisesini çıkarıp astıktan sonra, onu giyerek teyzemle birlikte aynı yatağa yattı. Gecenin sonlarına doğru kalkıp asılı bulunan su tulumunu indirerek abdest almaya başladı..."
Allah Resûlü'ne hizmette, temizlikte, incelikte, fazîlette, hayâ ve edepde herkese örnek olan bu fazîlet örneği mü'minlerin annesi Hz. Meymûne (r.a.), Mekke'ye altı mil uzaklıkta, Resûlullah ile evlendiği yer olan Serif'de 67 yaşlarında iken vefat etti.
MİKDÂD b. ESVED (r.a.)
Yaklaşık olarak Milâdî 584 yılında Behra'da doğdu. Babasının asıl adı Amr b. Sa'lebe'dir. Amr, kavmi Hadramut'a katıldığı ve Kindeliler'in halîfi olduğu için O'na el-Kindî denilmiştir. Babası, Kinde'ye gelip burada evlendikten sonra, Mikdâd b. Esved dünyaya gelmiş, büyüdüğü sırada Şemmer b. Hucr adında birini öldürüp Mekke'ye kaçmıştı.
Mikdâd, Mekke'ye geldiği zaman, burada Esved b. Abdiyagûs'un halîfi olmuştur. Mikdâd'ı çok seven Abdiyagûs, onu babasının adı yerine kendi adı ile Mikdâd b. Esved olarak çağırmaya başlamış ve bu ad ile şöhret bulmuştur. Ebû Esved, Ebû Amr ve Ebû Saîd künyeleriyle çağırılırdı.
Mikdâd b. Esved, rivayete göre, İslâm'ı kabul eden ilk yedi kişiden biridir. Mekke'de Hz. Peygamber'in amcasının oğlu Zübeyr'in kızı Dubâa bint Zübeyr ile evlenmiştir. Böylece Resûlullah'ın akrabası olmuştur.
Hz. Mikdâd b. Esved, müslüman olduktan sonra Mekke'de müşriklerin, eza ve cefalarına sabır ve metânetle karşı koymuş, Allah Teâlâ'ya iman ettiği için her türlü hakaret ve kötülüğe maruz kalmıştır. Allah'a yakınlık ve Hz. Muhammed (s.a.)'e bağlılıktan başka birşey düşünmeyen Hz. Mikdâd, bu uğurdaki zulümlere daha fazla maruz kalmamak için Habeşistan'a hicret eden ikinci kafile ile birlikte göç etmiştir. Burada, Hz. Peygamber Efendimiz hicret edene kadar kalmış, hicret haberini alır almaz Medine'ye hareket etmiştir. Muhacirlerle Ensâr arasında kardeşlik tesis edildiğinde Resûl-i Ekrem, Mikdâd b. Esved'i Abdulah b. Revâha ile kardeş yapmıştır.
Hayatı hakkında kaynaklarda başka bilgi yoktur.
MİKDÂD b. MA'DÎKERB (r.a.)
Yaklaşık Milâdî 607 yılında Şam'da dünyaya gelen bu sahâbînin künyesi: Ebû Küreyme, Ebû Salih, Ebû Yahya olarak bilinir. Bazı kaynaklarda adı Mikdâm olarak yazılmakta ise de, doğrusu Mikdâd olarak kabul edilmiştir.
Hz. Mikdâd'ın ne zaman müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Resûlullah (s.a.) ile birlikte bulunduğu, pek çok hadîs rivayet ettiği bilinmektedir. Tebük Gazvesi'ne ve Veda haccına katıldığı söylenmektedir.
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde Suriye taraflarına yapılan askerî harekâta katılan Hz. Mikdâd, uzun süre Şam'da ikâmet ettikten sonra Humus'a gitmiş, daha sonra buradan da tekrar Şam'a dönmüş ve burada 91 yaşında vefat etmiştir.
Hz. Mikdâd, vefat ettiğinde geriye Küreyme, Yahya ve Salih adında üç çocuk bırakmıştır. Bunlardan Yahya, babasından öğrendiği hadisleri, devrin ünlü hadîsçilerine ve diğer zevata nakletmiştir.
Hz. Mikdâd'ın Resûlullah'tan rivayet ettiği hadîslerden birkaçı şöyledir:
Resûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Misafirin, herhangi bir müslümanın evine konakladığı gece, ev sahibinin izzet ve ikram görevi vardır. Herhangi bir konuk, hâne sahibinden hüsnü kabul görmez de, ev civarında sabahlarsa, ev sahibi üzerinde tahakkuk eden bu bir borçtur. Misafir dilerse bu hakkını ondan alır, dilerse bırakır."
Resûlullah (s.a.) Mikdâd b. Ma'dîkerb'e: "Büyüklenmeden, taşkınlık yapmadan ye, giy, iç" buyurmuştur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hâne-i saadetten dışarı çıkarken bin dirhem değerindeki elbise ile çıkarlardı. Fakat namazı dört bin dirhem değerindeki bir elbise ile kılarlardı. Büyüklüğe ve gurura vesile olmamak şartı ile cumalarda, bayramlarda ve toplum içine çıkarken güzel ve temiz elbiseler giymenin her müslümanın en önemli görevlerinden biri olduğunu buyuran Hz. Peygamber (s.a.): "Ne olur, her biriniz gündelik iş elbisesinden ayrı olarak cumaya mahsus, iki takım elbise alıverse" demiştir.
"Bir müslümanın cuma günü olunca, dişlerini misvaklaması, elbisesinin güzellerinden birini giymesi, bir de varsa güzel koku ile kokulanması üzerine borç olan haklarındandır" buyuran yüce Peygamber: "Kumaşlarınızdan beyaz olanları giyiniz" hadîsleriyle, müslümanın iç ve dış görünümünün tertemiz, pırıl pırıl olmasını istemiştir.
Hz. Mikdâd b. Ma'dîkerb'in Resûlullah'tan rivayet ettiği en önemli hadîslerden biri de: Hz. Peygamber'in (s.a.)'in: "Şüphesiz ki insan, eliyle ve gücüyle kazanarak yediği yemekten daha hayırlı hiçbir yemek yiyemez" sözleridir.
İnsan için en doğru olan, el emeği ve alın teriyle kazanılan maldır. Hz. Peygamber: "Sizden birinizin urganını alıp arkasına odun yüklenip getirerek satması ve alın teriyle bu kazancından dolayı Allah'ın, onun yüzü suyunu nâmert önüne dökülmekten esirgemesi, elbette bu iffetli kimse için halktan istemekten çok daha şereflidir. Kim bilir, onlar da ya verirler, minnet altına girer, yahut vermezler, zilletini çeker" demiştir.
Hz. Ali: "İnsanlar bir kısım kazancı ayıp ve eksiklik olarak telâkki ederler. Ben derim ki, gerçek ayıp ve âr olan, dilenmektir, istemektir."
Bir Türk edîbi de, hadîs-i şerîfte yasaklanan, dilenerek insanlara yüz suyu dökmenin rezâletinden şu iki beyit ile Allah'a sığınmıştır:
Âb-ı rû dökmek gibi bir zül tasavvur eylemem,
Hâlikım, bir kulunu bir kuluna muhtaç eyleme,
Âb-i rûyi ihtiyaç dökmekle kâimse eğer,
Öldür Allah'ım beni, nâmerde muhtaç eyleme.
Hz. Mikdâd b. Ma'dîkerb anlatıyor: «Hz. Ömer vurulduğu zaman kızı Hafsa ona: "Ey Resûlullah'ın sahâbîsi, ey Resûlullah'ın kaynı, ey Mü'minlerin Emiri" diyerek keder ve üzüntüsünü bildirdi. Bunun üzerine Ömer, oğlu Abdullah'a: "Kolumdan tut, beni kaldır. Ben dayanamam" dedi ve Abdullah onu kaldırınca: "Kızım, eğer benim senin üzerinde bir babalık hakkım varsa, benim için ağlayıp medh ü senâmı yapma. Ben senin gözlerini ağlamaktan menedemem. Fakat medh ü senâmı yapıp menkıbelerimi sıralama. Zira, ölürken kendisi için ağlanıp medh-ü senâsı yapıldığı halde melekler tarafından hakkında zabıt tutulmayan hiçbir ölü yoktur." dedi.»
Hz. Mikdâd, Medine'de bütün samimiyeti ve imanı ile Allah'ın Resûlünün yanından ayrılmamış, her zaman O'nun yanında yer almıştır. Bedir Savaşı için ashâbiyle görüşmek üzere bir divan kurulduğunda, söz alan Hz. Mikdâd: "Ya Resûlallah, biz Mûsa Peygamber'in kavminin kendisine: "Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz, burada oturacağız" dedikleri gibi diyecek değiliz. Biz, senin sağında, solunda, önünde ve arkanda daima düşmanla savaşırız" diyerek Allah'ın Resûlü'nü hoşnut etti ve dualarını aldı.
Bedir Savaşı'nda süvari olarak görev alan Hz. Mikdâd, kahramanlığı ve cesareti ile savaşta kendini göstermiştir. "Resûlullah'ın süvarisi" lâkabını da bu savaşta almıştır. Uhud, Hendek, Hayber ve Benî Kureyza savaşlarına katılmıştır.
Hz. Peygamber, bir askerî birlikle Hz. Mikdâd'ı yola çıkartmıştı. Birlik, savaşmak istediği kabileyle karşılaşır karşılaşmaz, kabilenin bütün adamları dağıldılar. Ancak malı çok olan bir adam kaçmayıp yerinde kaldı. Adam, müslümanlara kelime-i şehâdet getirdiği halde Mikdâd b. Esved onu vurup öldürdü. Mikdâd'ın arkadaşlarından biri: "Sen, Lâ İlâhe İllallah diyen bir kimseyi nasıl öldürürsün? Ben bunu Allah'ın Peygamberine söyleyeceğim" dedi.
Medine'ye geldikleri zaman Peygamber Efendimiz'e: "Ya Resûlallah, Mikdâd; Lâ İlâhe İllallah diyen bir kimseyi öldürdü" dediler. Peygamber Efendimiz de: "Bana Mikdâd'ı çağırın" buyurdu. Mikdâd geldiği zaman: "Yarın; Lâ İlâhe İllallah kelimesinin elinden halin ne olacak?" dedi. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, Allah yolunda sefere çıktığınız zaman herşeyi iyice anlamaya çalışın. Size müslüman olduğunu söyleyene, dünya hayatının geçici çıkarına göz dikerek: 'Sen mü'min değilsin' demeyin. Allah'ın hazinesinde ganimetler çoktur. Önce siz de öyle idiniz" (Nisâ, 4/94) meâlindeki âyet-i kerime nâzil oldu. Peygamber Efendimiz bundan sonra Mikdâd'a: "Adamcağız kâfirler içinde olduğu için imanını gizliyordu. Sizi görünce mü'min olduğunu açığa vurdu. Buna rağmen sen onu öldürdün. Sen de Mekke'de iken onun gibi değil miydin?" buyurdu.
Hz. Mikdâd, Mekke fethi, Huneyn Gazvesi, Tebük seferi ve Veda haccında bulundu. Sonra Medine'ye yerleşti. Resûlullah'ın vefatına kadar yanından ayrılmadı. Allah katındaki sonsuz nimetlere nâil olmak için, Hz. Muhammed (s.a.)'e yakınlık ve bağlılıktan başka çare olmadığını biliyordu. Resûlullah: "Allah bana ashâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip benim de onları sevmemi söyledi ki, bunlar: Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer'dir" diyerek Hz. Mikdâd'ın ne derece fazîletli biri olduğunu açıklamıştı.
Hz. Mikdâd, Resûlullah vefat edince, Benî Sâide mevkiinde Hz. Ebû Bekir'e ilk bîat edenlerden oldu. Mürtedlerle yapılan savaşlara katıldı. Kur'ân-ı Kerim'in kitap halinde toplanması için oluşturulan komisyonda görev aldı. Hz. Ömer devrinde Suriye harekâtına katıldı. Mısır'ın fethi için Amr b. Âs'a yardımcı komutan olarak görevlendirildi.
Hz. Ömer vurulduğunda, Hz. Mikdâd'ı çağırarak: "Ey Mikdâd, beni kabre koyduğunuzda şûra meclisini bir evde topla. İçlerinden birini halîfe seçinceye kadar onları dışarı bırakma" emrini verdi ve Hz. Mikdâd da, verilen bu emri yerine getirdi.
Hz. Mikdâd, ömrünün son anlarına kadar savaştan ve cihaddan vazgeçmemiş, yaşlı olmasına rağmen Hak yolunda mücâdeleden yılmamıştır. 33/653 yılında Medine-i Münevvere'de 70 yaşlarında vefat etti.
Kur'ân-ı Kerim öğretimine ve hadîs rivayetine çok önem veren Hz. Mikdâd, fırsat buldukça öğretmenlik görevini de ifâ etmeyi şerefli bir görev kabul ederdi. Ayrıca, herkeste gördüğü eksiklikleri ve haksızlıkları, kimseden çekinmeden yüzüne karşı söylerdi. Bir defasında adamın biri, devrin ileri gelen devlet erkânından birini, yüzüne karşı övmeye başlaması üzerine Hz. Mikdâd, adamın yüzüne toprak atarak: "Peygamberimiz, övgücülerin yüzüne toprak atmamızı emir buyururdu" dedi.
Hz. Mikdâd, ashâb ile birlikte birgün otururken, adamın biri yanlarından geçti ve Mikdâd'a işaret ederek: "Allah'ın O büyük Peygamber'ini gören şu iki göze ne mutlu. Ey Mikdâd, Allah'a yemin ederim ki, senin gördüğün O büyük insanı görmediğimiz, O'nun sohbetinde bulunamadığımız için hasret içindeyiz" dedi.
Hz. Mikdâd, adama şöyle dedi:
«Allah Teâlâ'nın size nasip etmediği bir şeye niçin üzülüyorsunuz? Eğer sen O'na yetişmiş olsaydın, sonunun ne olacağını kesin olarak bilir misin? Allah'a yemin ederim ki, O'nu gören birçok kimseler vardır ki Cenâb-ı Allah onları yüz üstü ateşe atmıştır. Zira o kimseler O'na kulak vermediler, O'nu yalanladılar. Allah'a hamd etmelisiniz ki, siz dünyaya geldiğiniz zaman O'na inandınız ve her türlü gâileler başınızdan defedilmiş olarak gözlerinizi hayata açtınız. Sen şu dinin böyle olarak ortaya çıktığını mı zannediyorsun? Allah'a yemin ederim ki, Peygamberimiz'e en kötü ve sıkıntılı bir durum ve en ağır şartlar içinde peygamberlik görevi verildi. İnsanlar fetret ve câhiliyet devrini yaşıyor ve putlara tapmaktan daha üstün bir din tanımıyorlardı. İşte böyle bir durumda O, hak ile bâtılı ayırd eden bir kitap getirdi. Ana-baba ile evlatları birbirinden ayırdı. O derecede ki, kişi kalbinin kilidi iman ve İslâmiyet'e açılmış olduğu halde ana babasını, evlâdını, ya da kardeşini küfür ve dalâlet içinde görüyor ve bunun için üzülüp duruyordu. Zira en yakınını Cehennemlik ve ateş içinde gören kimsenin gözü hiç bir zaman aydın olamaz. Bunun için değil midir ki, Allah: "Ey Rabbimiz, eşler ve çocuklarımız hususunda gözümüzü aydın kıl" (Furkân, 25/75) diye dua etmemizi tavsiye buyurdu.»
MİSTAH b. ÜSÂSE (r.a.)
Kureyş'in Muttaliboğulları'ndandır. Esas ismi Avf b. Üsâse'dir. Künyesi Ebû Ubâd'dır. Lâkabı olan Mistah ismiyle bilinmektedir. Annesinin ismi Ebû Rühm b. Muttalib bint Selmâ'dır ve Hz. Ebû Bekir'in teyzesidir.
Mistah, İslâm'a davetin ilk günlerinde müslümanlardan olma şerefine erdi.
Hicret-i Nebevî gerçekleştikten sonra Hz. Mistah, Medine'ye göç etti. Bedir Savaşı'na katıldı. Bundan sonraki gazvelerde bulundu ve önemli yararlılıklar gösterdi.
Bundan başka Mistah, Ebû Süfyân'ın maiyetinde Mekke'den Mısır'a gitmekte olan ikiyüz kişilik kafileye taarruz için Şevval ayının başında sevkedilen Ubeyde b. Hâris'in müfrezesinin beyaz bayrağını Hz. Mistah taşıdı.
Hicretin 5. yılında yapılan Benî Mustalik Gazvesi'nden sonra münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl'ün kışkırtmalarıyla Hz. Âişe'ye iftira atılmıştı. Bu iftiraya ve tahrike kapılanlardan biri de Mistah b. Üsâse idi. Savaştan dönüldükten sonra, yapılan iftirayı halk arasında yaymaya başladılar. Mistah ise bu çirkin iftirayı önce annesine, sonra da başkalarına anlatmaya başladı.
Hz. Âişe'nin ise hakkındaki bu dedikodulardan hiç haberi yoktu. Çünkü savaştan döndükten sonra ağır bir şekilde hastalanmıştı, evinde dinleniyor ve istirahat ediyordu.
Bu olayın Mistah b. Üsâse'yi ilgilendiren yönünü Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatmaktadır:
«O sırada bu dedikodudan kulağıma hiçbir şey gelmiyordu. Meğer bu dedikodu Peygamber Efendimiz'in kulağına da gelmiş ve annemle babam işitmişler. Fakat hiçbiri ne az, ne çok bana birşey söylemiyordu. Ancak şu var ki eskiden hastalandığım zaman Peygamber Efendimiz'den gördüğüm ilgi ve acıma duygusunu bu hastalığımda kendisinden görmüyordum. Sadece eve geldiği zaman bana bakan anneme: "Şu nasıldır?" diyor ve bundan daha fazla birşey söylemiyordu. Nihayet kendisinden gördüğüm bu ilgisizlikten canım sıkıldı ve O'na: "Ya Resûlallah, müsaade et de beni babamın evine kaldırsınlar. Annem bana orada baksın" dedim. O da: "Sen bilirsin" dedi. Bunun üzerine annemin evine kaldırıldım. Benim hâlâ bir şeyden haberim yoktu. Yirmi küsur geceden sonra gözümü açtım. Tabiî biz Arab'ız. Acemler'de olduğu gibi evlerimizde tuvalet yapmak âdetimiz değildi. Koku yapar diye biz bundan tiksinir, geceleri binaların dışına çıkıp kazâ-yı hâcet yapardık. Bir gece yine kazâ-yı hâcet maksadı ile dışarı çıktım. Ebû Rühm b. Muttalib'in kızı Ümmü Mistah da benimle beraberdi. Bir ara eteğine basıp ayağı kaydı ve oğlu Mistah'a beddua etti. Ben de ona: "Ne kötü bir şey yaptın. Hicret etmiş ve Bedir Savaşı'nda bulunmuş bir sahâbîye nasıl beddua ediyorsun?" dedim. Bana: "Ey Ebû Bekir'in kızı, Mistah'ın senin hakkında yaptığı dedikodudan haberin yok mu?" dedi. "Ne dedikodusu?" dedim. "Evet, vallahi şöyle olmuş böyle olmuş" diye bana olayı anlattı. Vallahi ben artık kazâ-yı hâcet yapmadım ve âdeta kendimden geçip geri döndüm. Öyle ağlıyordum ki, ağlamak neredeyse benim ciğerlerimi parçalayacaktı. Anneme: "Allah senden razı olsun. Benim hakkımda bu kadar dedikodu yapılıyor da sen bana niçin birşey söylemiyorsun" dedim. Annem: "Kızım, işi bu kadar kendine ağırlaştırma. Senin gibi kocası tarafından sevilen ve sâhibi bulunan güzel kadınlar için böyle şeyler normaldir. Gerek fitneciler, gerekse halk onları gözden düşürmek için böyle şeyleri yapagelmişlerdir" dedi.»
Olay Hz. Ebû Bekir'e intikal etti. O da, alınan ganîmetten Mistah'a hiçbir şey verilmeyeceğini söyledi. Ayrıca Hz. Ebû Bekir, zaman zaman yaptığı yardımları da durdurduğunu, bundan sonra Mistah'a yardım yapmayacağını bildirdi. Çok fakir olan Mistah, bütün olanlara çok üzüldü ne yapacağını şaşırdı. Kimsenin yanına varamaz oldu. İşte bu sırada Nûr sûresinin 22. âyeti nâzil oldu: "Sizden dinde fazîlet ve dünyada servet sahibi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere yardımda bulunmayacağız diye yemin etmesinler ve onları affetsinler. Allah'ın sizi affetmesini istemiz misiniz? Allah çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicidir."
Hz. Mistah b. Üsâse, Hz. Ebû Bekir devrinde çeşitli savaşlara katıldı. Hz. Osman zamanında 34/654 yılında vefat etti.
MİSVER b. MAHREME (r.a.)
Kureyş kabilesine mensup olan bu sahâbînin künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Annesi, Abdurrahman b. Avf'ın kız kardeşi Şifâ'dır. Hem Misver hem de babası Mahreme, sahâbîdir.
Hz. Misver, hicretten iki yıl sonra Mekke'de doğdu. Sekiz yaşında iken babası ile birlikte Medine'ye hicret etti. Allah Resûlü'nün sevgisine ve duasına mazhar oldu. Böylece Hz. Misver, daha küçük yaşta iken şereflerin en yücesine erdi. Sahâbî olmanın bahtiyarlığına nâil oldu. Resûlullah'ın yanında Kur'ân-ı Kerim'i ezberleme şerefine, ilim ve fazîlet yolunda ilerleme saadetine erişti.
Hz. Misver, Medine döneminde, Allah Resûlü'nün önünde, O'nun mescidinde yetişti. Hadîs öğrendi, hadîs rivayet etti.
Taberânî, Hz. Misver'den şu hadîsi rivayet etmiştir:
«Bir gün Resûlullah (s.a) ashâbına şöyle buyurdu: "Cenâb-ı Hak beni yalnız sizler için değil bütün insanlara rahmet olarak göndermiştir. Öyleyse bu görevi yerine getirmede bana yardımcı olun. İsâ (a.s.)'a karşı havârîlerin ihtilâfa düştüğü gibi siz de düşmeyin. Zira İsâ (a.s.), havârilerinden kendisine yardımcı olmalarını istediğinde, uzak yerlere gitmesi istenenler, bu insanların dillerini bilmediklerini ileri sürerek gitmek istememişler. İsâ (a.s.)'ın bu durumdan yakınması üzerine her biri gideceği kavmin dilini konuşabilir bir duruma gelivermişti. İsâ (a.s.) da: "İşte gördünüz, demek Cenâb-ı Hak bu görevi mutlaka sizden istiyor, o halde görevinizi yapmalısınız" demişti. Resûlullah'ın ashâbı da: "Ya Resûlallah, biz sana yardım etmeye hazırız. Bizi istediğin yere gönderebilirsin" dediler. Bunun üzerine Resûlullah, Abdullah b. Huzâfe'yi Kisrâ'ya, Hâtıb b. Ebû Beltea'yı Mısır Mukavkıs'ına, Salît b. Amr'ı Yemâme hükümdârı Hevze b. Ali'ye, Alâ b. el-Hadramî'yi Hecer hükümdarı Münzir b. Sâvâ'ya, Amr b. Âs'ı Umman'ın iki meliki Cülendâ oğulları Ceyfer ile Abbâd'a, Dıhyetü'l-Kelbî'yi Kayser'e, Şücâ' b. Vehb el-Esedî'yi Münzir b. Hâris b. Ebî Şimr'e ve Amr b. Ümeyye ed-Damrî'yi de Necâşî'ye gönderdi. Hepsi de verilen görevi yerine getirerek Peygamber Efendimiz'in vefatından önce Medine'ye döndüler. Ancak, Alâ b. el-Hadramî Bahreyn'de iken Nebî (s.a.) vefat etti.»
Hz. Misver b. Mahreme, çok genç yaşta olması sebebiyle savaşlara katılamadı. Hz. Ömer devrinde, O'nun himayesinden ve gözetiminden ayrılmadı. Nitekim kendisi: "Günah işlemekten titizlikle sakınmayı Hz. Ömer'den öğrendim" demektedir.
Bir hac mevsiminde Mekke'nin dışında cemaat toplanmıştı. Namaz vakti geldiğinde Ebû Saîd el-Mahzûmî (r.a.)'nin kabilesinden biri namaz kıldırmak için öne geçmişti. Cemaat içinde bulunan Hz. Misver, imamın arkasından tutup geri çekti ve başkasını öne sürdü. Bu olayı duyan Hz. Ömer Medine'ye varıncaya kadar Misver'e birşey söylemedi. Medine'ye gelince Misver'i çağırtıp: "Sen niçin adamın kalbini kırdın?" diye kınadı. Hz. Misver: "Ey Emîrü'l-mü'minîn, lütfen beni dinle, ondan sonra ne yaparsan yap. İmam, Kur'ân okumasını bilmeyen biriydi. Bildiğiniz gibi hac mevsimi olduğu için cemaat içinde uzak yerlerden gelen kimseler de vardı. Cemaatin onu dinleyip de onun gibi okumalarından korktum" dedi. Hz. Ömer: "Gerçekten senin maksadın bu muydu?" diye sordu. Hz. Misver: "Vallahi başka bir maksadım yoktu" deyince Hz. Ömer: "Öyleysediyeceğim yok" dedi.
Hz. Misver anlatıyor: "Bir gece Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf ve birkaç kişi ile birlikte şehri kontrol etmek için Medine'nin sokaklarında dolaşırlarken bir evde ışık gördüler ve eve yaklaştıklarında kapının kapalı olduğunu, içerden de birtakım bağrışmalar ve nâralar duydular. Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf'ın elinden tutup: "Bu ev kimindir biliyor musun?" dedi. Abdurrahman: "Rebîa b. Ümeyye b. Halef'in evidir ve halen içki içiyorlar. Artık sen buna nasıl bir şey düşünürsün?" dedi. Hz. Ömer (r.a.) de: "Bana öyle geliyor ki, biz Cenâb-ı Allah'ın yasak ettiği bir şeyi yapmaktayız. Allah Teâlâ: "Kimsenin gizli hallerini araştırmayın" (Hucurât, 49/12) buyurduğu halde biz bunu yapıyoruz" dedi ve onları kendi hallerine bırakıp geri döndüler."
Hz. Osman zamanında Hz. Misver, zaman zaman şûraya davet edilir, fikir ve bilgilerinden istifade edilirdi. Hz. Osman'ın şehâ-detinden sonra Mekke'ye gitti. Burada uzun zaman kaldı. Tarafsızlığını korudu. Muâviye vefat ettikten sonra yerine oğlu Yezid hükümdar olunca, Hz. Misver, yakın arkadaşı olan Hz. Abdullah b. Zübeyr tarafını tuttu.
Hükümdar Yezid b. Muâviye, Abdullah b. Zübeyr'i emir altına almak için Hüseyn b. Nümeyr kumandasındaki bir orduyu Mekke'ye gönderdi. 62/683 tarihinde Hüseyin b. Nümeyr Mekke'yi kuşatıp, Kuaykana tepesine kurduğu mancınıklarla Kâbe'ye taş ve ateş yağdırdığı bir sırada, Beytullah'da namaz kılan Hz. Misver, atılan taşlardan birinin isabet etmesi sonucunda ağır yaralardı. Beş gün sonra da vefat etti.
MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN (r.a.)
İlk Emevî halifesi olan Muâviye, Kureyş'in reisi Ebû Süfyân ile Utbe b. Rebîa'nın kızı Hind'in oğludur. Milâdî yaklaşık 610 yılında Mekke'de doğdu.
Mekke'nin fethi yılında (kendi ifadesine göre Umretü'l-Kazâ'da) müslüman olan Muâviye, Medine'ye gelerek Hz Peygamber'in vahiy kâtibi oldu. Çünkü Hz. Muâviye, Cahiliye Dönemi'nden beri okuma yazmayı bilenlerden biri di.
Hz. Muâviye, hicretin 9. yılında yapılan Tebük seferine katıldı. Hz. Peygamber'le birlikte Veda haccında bulundu. Hz. Ebû Bekir'in halîfeliği döneminde, kardeşi Yezid ile birlikte Suriye fethine gönderilen Hz. Muâviye, burada önemli icrâatta bulundu. Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında ise, Kayseriye'nin ve Finike sahilindeki diğer şehirlerin alınması gibi askerî sahada önemli başarılar elde etti. Kardeşi Yezid'in ani ölümü üzerine Hz. Muâviye, Şam valisi olarak onun yerine geçti. Hz. Ömer, Muâviye'yi Şam'da yalnız ordu ve vilayeti yönetmekle görevlendirdi ve kendisine: "Hak'tan ayrılma ki, Hak da sana hak sahiplerinin yerini göstersin ve ancak hak ile hükmet" diye yazdı.
Halîfe'nin vefatından sonra, Hz. Osman'ın zamanında Suriye'nin diğer vilayetlerini de idaresi altına alan Hz. Muâviye, hâkimiyeti altındaki kimseleri kendine iyice inandırdı ve yirmi yıllık idaresi altındaki Suriye'yi devletin en iyi teşkilâtlandırılmış ve en iyi yetiştirilmiş askerî birliklerine sahip, örnek bir eyâlet haline getirdi. Muâviye, Hz. Osman'ın şehâdet olayı ortaya çıkıncaya kadar bu görevini vali olarak sürdürdü. Hz. Ali halife olunca Hz. Muâviye, Hz. Osman'ın katillerinin yakalanmadığını bahane ederek, Hz. Ali'ye bîat etmedi, kendi emirliğini ve halîfeliğini ilân etti.
Hz. Muâviye'ye: "Hilâfet hususunda sen Hz. Ali'den daha mı lâyıksın ve sen Hz. Ali'ye benzer misin?" diye sorulduğunda: "Hayır, ben Ali'ye hilâfet hususunda rekabet etmek istemem ve çok iyi bilirim ki, Ali benden üstündür ve hilâfete daha lâyıktır. Fakat iyi bilirsiniz ki, Hz. Osman'ın amcası oğluyum ve velîsiyim. O'nun kanını talep ediyorum. Haydi Ali'ye gidiniz, Hz. Osman'ın katillerini bana teslim etmesini söyleyiniz" dedi. Ebû Müslim el-Havlânî yanına bazı sahâbeyi de alarak Hz. Ali'ye Muâviye'nin teklifini götürdüler. Hz. Ali: "Muâviye önce bîat etsin, sonra maznunların yargılanmaları için bana müracaatta bulunsun" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ali, Irak'tan ordusuyla hareket edip Sıffîn mevkiine geldi. Muâviye de buraya daha önce gelmişti. İki ordunun burada karşılaşması hicretin 36. senesinin Zilhicce ayına rastlamaktadır.
Her iki ordunun da savaşmaması ve karşı karşıya gelmemesi için büyük gayret sarfedilmiş ise de bu mümkün olmadı, savaş başladı. Muâviye'nin ordusu mağlup olmaya başlayınca, savaş danışmanı Amr b. Âs'ın talimatı üzerine mızrakların uçlarına mushaf yaprakları takılarak Hz. Ali ordusuna karşı çıkıldı ve: "Biz sizi Kur'ân'ın hükmüne davet ediyoruz" dediler. Bunun üzerine savaşa son verildi. Mevcut ihtilâfın ise her iki tarafın seçeceği hakemlerin kararıyla çözümlenmesinin doğru olacağı hükme bağlandı. Ancak, Hz. Muâviye'nin hakeminin hileye başvurması sonucunda adâletli bir sonuç ortaya çıkmamıştır.
İslâmiyet'in ilk devirlerinde ortaya çıkan bu türlü olaylar üzerinde durmanın bir fayda vereceğine inanmadığımız için, Hz. Muâviye hakkındaki tarihî bilgileri burada yazıldığı kadarıyla vermekle yetinmek istiyoruz. Çünkü birer fitneden ibaret olan bu tür vak'alar üzerinde durmayı İslâm âlimleri uygun bulmamışlardır. Hatta bu kanlı bâdirelerden bahsetmek isteyenleri selef âlimleri: "Bir kan ki eliniz bulaşmamıştır, diliniz ve kaleminiz de bulaşmasın" diyerek menetmişlerdir. Sadece bu konuda değil, millî birlik ve beraberliği bozan zararlı konuları ve tarihî olayları gündeme getirmek de aynı şekilde zararlıdır ve faydasızdır.
İbn Asâkir, Hz. Muâviye'nin hayatını anlatırken, Ebû Zür'a'dan naklettiği haberde Ebu'l-Kâsım diyor ki: "Amcam Ebû Zür'a'ya birisi geldi, konuşma sırasında: Muâviye'ye kinim var, dedi. Amcam: Niçin? diye sorunca: Haksız yere Ali ile savaştı ve adam öldürdü, cevabını vermesi üzerine, amcam şöye dedi: Muâviye'nin Rabbi çok rahmet sahibi olan Allah'tır. Düşmanı da kerem sahibi olan Hz. Ali'dir. Sana ne oluyor ki, ikisi arasına giriyorsun?"
Hz. Muâviye 60 yılı Receb ayında (680 Nisan) Şam'da vefat etti. Hz. Peygamber'in kendisine ikram ettiği bir gömleğe sarılarak, Şam'daki Bâbü's-Sagîr denilen yere defnedildi. Vefatından önce, oğlu Yezid b. Muâviye için halktan bîat aldığı için Yezid babasının yerine hükümdar oldu.
MUAYKIB b. EBÛ FÂTIMA (r.a.)
Soyu Ezd kabilesine kadar ulaşan bu sahâbî, Yemen'deki Devs kabilesindendir. Bu kabile Benî Abdüşşems adıyla anılırdı.
Muaykıb b. Ebû Fatıma, Mekke'de Hz. Peygamber'i dinleyen ve O'na inanan ilk müslümanlardandır. Allah Resûlü'nün bağlılarının sayılarının az olup işkencelerin arttığı bir dönemde Hz. Muaykıb, Hak dini için vatanından, akrabalarından ferâgat edip Habeşistan'a hicret etti. Burada bir süre kaldıktan sonra Hayber Savaşı sırasında Medine'ye geldi.
Hayber seferinden döndükten sonra Resûlullah, Muaykıb'ı Ashâb-ı Suffa arasına dâhil etti. Resûlullah'ın hizmetinde bulundu. Resûl-i Ekrem, mübarek mührünü taşıma görevini bu sahâbîye verdi. Yazılan mektupların altlarına Resûlullah'ın mührünü basardı. Resûlullah'ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, aynı görevi yine Hz. Muaykıb'a verdiler. Ayrıca mâliye ve vergi işleriyle de görevlendirdiler.
Hz. Muaykıb, müslümanların ileri gelenlerinden ve ilk müslümanlardan olması sebebiyle Hz. Ömer kendisine çok saygı duyardı. Hatta, cüzzam hastalığına yakalandığı sırada Hz. Ömer bizzat ilaç getirterek bakımını deruhte etti. Bir seferinde akşam yemeği sofrasında misafirlerle birlikte yemeğe başlarken Hz. Ömer'in gözü Muaykıb'a ilişti. Ona: "Sen de gel, ye. Allah'a yemin ederim ki, eğer sendeki hastalık başkasında olsaydı, kendimi o kimseden en az bir mızrak boyu kadar uzak tutardım" dedi. Hz. Ömer, Muaykıb'ın hastalıktan iyileşmesi için ülkenin ünlü tabiblerini davet etti. Yemenli bir tabibin yaptığı ilaç sayesinde Hz. Muaykıb'ın hastalığı nüksetmedi. İbn Tîn'in bildirdiğine göre, ashâb arasında Muaykıb b. Ebû Fâtıma'dan başka cüzzam hastalığına yakalanan kimse olmamıştır.
Muaykıb, Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında Resûlullah'ın (s.a.) yüzüğünü Erîse kuyusuna düşürmüş ve yüzük kaybolmuştur. Bütün aramalara rağmen yüzüğü bulmak mümkün olmamıştır.
Hz. Muaykıb, Hz. Osman (r.a.)'ın son zamanlarında vefat etti. Muhammed isminde bir çocuğu olduğu rivayet edilir.
MUÂZ b. CEBEL (r.a.)
Yaklaşık milâdî 605 yılında Medine'de doğdu. Ensâr'ın Hazrec koluna mensuptur. Annesi, Amr b. Adiy'in kızı Ümmü Manîa Esmâ'-dır. Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Muâz, Medine'de kibarlığı, güzel giyimi ile tanınan, beyaz tenli nur yüzlü bir delikanlıydı. Kavmi arasında hoşgörülü, herkese karşı güleryüzlü ve tatlı dilli bir kişiydi.
Muâz b. Cebel, onsekiz yaşlarında iken, annesi ile İkinci Akabe Bîatı'nda, Hz. Muâz b. Amr b. Cemûh ile beraber müslüman olarak Resûlullah'a bîat ettiler.
Hz. Muâz, müslüman olduktan sonra Resûlullah'ın yakın ilgisini gördü. Hz. Peygamber sıcak ve şefkatli kucağını Muâz'a açtı. Muâz da Allah'ın sevgilisinin mübarek hizmetine canla başla koştu.
Hz. Muâz b. Cebel, Resûl-i Ekrem ile Bedir Savaşı'na katıldı. Bedir ashâbından olma şerefine erdi. Daha sonra Uhud, Hendek, Benî Kureyza ve Hayber gazvelerine katıldı. Mekke'nin fethinden sonra yapılan Huneyn Gazvesi'nde Resûlullah, Muâz'ı Mekke'de kendi yerine vekil tayin etti. Halka Kur'ân-ı Kerim'i öğretmesini, dinî bilgileri açıklamasını emretti.
Huneyn Gazvesi bittikten sonra, Medine dönüşü hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber Muâz'ı yine Mekke'de vekil olarak bırakıp Medine'ye geri döndü. Resûlullah'ın sevgisini ve güvenini burada da kazanan Hz. Muâz'ın bütün gayesi artık İslâm'a hizmet olmuştu. Allah'ın Resûlü Muâz'ın elini tutup: "Ey Muâz, ben seni severim" deyince Hz. Muâz da: "Anam, babam sana feda olsun Ya Resûlallah, ben de seni severim" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: "Ey Muâz, sana bir tavsiyede bulunayım, her namazdan sonra: 'Allah'ım, ancak Sana şükretmek, Seni anmak ve Sana yönelmek için bana yardım et' duasını ihmal etme" dedi.
Hz. Muâz, Mekke'den Medine'ye döndükten sonra Kur'ân-ı Kerim'i ve dinî ilimleri öğrenmeye gayret etti. Bu gayreti kendisini ilimde zirveye ulaştırdı. Zira Hz. Peygamber onun hakkında: "Kıyamet günü Muâz b. Cebel, ulemâdan bir ok atış mesafesi kadar ileridedir" buyurdu. Hz. Muâz'ın ilimdeki üstünlüğü sebebiyledir ki, Resûlullah hayatta iken bile fetva vermek üzere kendisine ruhsat vermişti. Nitekim bu konuda Sehl b. Ebî Hayseme şunları söylemektedir: "Peygamber Efendimiz zamanında fetva verenler, üçü Muhâcirlerden, üçü de Ensâr'dan olmak üzere altı kişi idiler. Bunlar; Ömer, Osman, Ali, Übey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel ve Zeyd b. Sâbit idi."
Hz. Muâz, hicretin 9. yılında Tebük seferine katıldı. Bu seferden dönüşünde Resûl-i Ekrem tarafından Yemen'e vali olarak atandı. Kendisine Resûlullah (s.a.): "Ey Muâz, bir şey hakkında hükmetmek zorunda kalırsan, ne ile hükmedeceksin?" dedi. Hz. Muâz: "Allah'ın Kitab'ı ile hükmederim" dedi. Resûlullah: "Allah'ın Kitab'ında o şeye dair bir hüküm bulamazsan, ne yapacaksın?" dedi. Muâz da: "Allah Peygamberi'nin sünneti ile hükmederim" cevabını verdi. Hz. Peygamber: "Eğer Allah'ın Peygamberi'nin sünnetinde de o şeye dâir bir hüküm bulumazsan ne yapacaksın?" dediğinde, Hz. Muâz: "O zaman kendi görüşüme ve ictihâdıma dayanarak hükmederim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah: "Allah elçisinin elçisini, Allah elçisinin isteğine göre konuşmaya muvaffak kılan Allah'a şükürler olsun" buyurdu.
Bu konuşmadan sonra Resûlullah Hz. Muâz'a şu talimâtı verdi:
«Müjdeleyici ol, nefret ettirici olma kolaylaştırıcı ol, zorlaştırıcı olma. Yemen'e vardığında yanına Ehl-i Kitap'tan bir kavim gelerek sana muhakkak; Cennet'in anahtarı nedir? diye soracaklar. Sen onlara cevaben: "Lâ ilâhe illallah cümlesidir. Fakat bu kelime-i tevhid Cennet'in dişsiz bir anahtarıdır. Eğer sen Cennet'in kapısı önüne dişli bir anahtarla gidersen Cennet sana açılır, yoksa açılmaz" diye cevap ver... Onları Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet etmeye davet et. Eğer bunda sana uyarlarsa onlara, Allah'ın kendilerine yirmi dört saatte beş defa namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Eğer bunda da sana uyarlarsa, Allah'ın kendilerine, zenginlerinden alıp fakirlerine verilecek bir zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer bunda da sana uyarlarsa, mallarından iyisini seçme. Mazlumun bedduasından sakın, zira, mazlumun bedduasıyla Allah arasında perde yoktur. Ey Muâz, belki birbirimizi bir daha göremeyiz ve şu mescidimle kabrimin yanından geçersin.»
Bunun üzerine Hz. Muâz ağladı. Sonra Resûlullah, yüzünü Medine'ye doğru çevirdi ve: "Bana en yakın olanlar kim ve nerede olursa olsunlar, Allah'tan korkanlardır" buyurdu. Sonra da: "Ağlama ey Muâz, zira ağlamak şeytanın işidir" diyerek Hz. Muâz'ı yolcu etti.
İnsanların en güzel yüzlüsü, en iyi ahlâklısı ve eli en açık olanı Hz. Muâz, Yemen'e vardığı zaman Resûlullah'ın arzu ettiği tebliğ metodunu uygulayarak onları İslâm'a davet etti. Onlar da müslüman oldular. Hz. Muâz, Yemen'de uzun süre kaldı. Halkı din ve dünya işlerinde aydınlattı.
Resûlullah'ın (s.a.) vefatından sonra Medine'ye gelen Hz. Muâz, burada kaldığı süre içinde Hz. Ebû Bekir'in danışma heyetinde bulunurdu. Hz. Ebû Bekir görüş ve anlayış sahiplerine, fakih kişilere danışmak istediği bir mesele ile karşılaştığı zaman, Muhâcirler ve Ensâr'dan birkaç kişiyi, özellikle Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ'b ve Zeyd b. Sâbit'i (r.a.) çağırırdı. Bunların hepsi onun zamanında fetva verirlerdi ve herkes onlara danışırdı. Ebû Bekir vefat edinceye kadar bu durum böylece devam etti. Ondan sonra Hz. Ömer işbaşına geldi. O da bunları çağırdı.
Hz. Muâz b. Cebel, Medine'de bir süre kaldıktan sonra Suriye taraflarına gönderildi. Burada meydana gelen savaşlara katıldı. Şam'da müslümanlara Kur'ân-ı Kerim ve dinî ilimleri öğretmeye başladı. Burada halka bir hutbe okuyarak şunları söyledi: "Siz müslümansınız, siz Cennet ehlisiniz. Vallahi ben Fars ve Rumlardan esir edeceğiniz kimselerin de (müslümanlığı kabul ederek) Cennet'e girmelerini umarım. Zira bu esirler herhangi birinize bir hizmette bulunduğu zaman o kimse: "Allah senden razı olsun, seni bağışlasın" diyecektir." Sonra buna şahid olarak: "Allah, iman edip salih amel işleyenlerin duasını kabul eder ve kendi lütfiyle onların ecrini arttırır." âyet-i kerimesini okudu.
Hz. Ömer devrinde Muâz b. Cebel gereken saygıyı ve takdiri görmüş, devletin en üst seviyesinde görev almıştı. Hz. Ömer, Hz. Muâz'ı halka şöyle takdim etti: "Ey insanlar, her kim Kur'ân-ı Kerim'den bir şey sormak isterse Übey b. Kâ'b'e gitsin. Kim fıkıhtan birşey sormak isterse Muâz b. Cebel'e gitsin ve kim dünya malını isterse bana gelsin. Zira Cenâb-ı Allah malın bakım ve dağıtım görevini bana tevdî etmiştir."
Hz. Ömer, Muâz (r.a.)'a: "Ey Muâz, bu ümmet ne ile ayakta durur?" diye sordu. Hz. Muâz da: "Üç şey ile: Biri güven ve dürüstlük, diğeri namazdır ki dinin direğidir. Üçüncüsü de ulü'l-emre itaattır ki bununla toplum bozulmaktan korunur" diye cevap verdi.
Hz. Muâz, bu sözleriyle devlet ve millet bütünlüğünü ayakta tutan esasları ifade etmiş bulunuyordu. İnsanlar arasında sağlam bir âhengin, müslümanlar arasında güven ve itimadın, İslâmî ve insanî esaslara bağlı bir toplumun ancak bunlarla kaim olacağını söylemek istiyordu. Nitekim öyle de olmuştu. Kültürleri, medeniyetleri ve devletleri olmayan, askerî, idârî ve siyâsî hasletleri bulunmayan göçebe Arapları, Hz. Muâz'ın ifade ettiği, din, devlete itâat ve birbirlerine güven duygularından oluşan güzel hasletler, dünya tarihinde en yüce mertebelere ulaştırmıştır.
Hz. Ömer devrinde önce Kılâb'a zekât memuru olarak görevlendirilen Hz. Muâz b. Cebel, daha sonra Humus'a gönderildi. Burada halka Kur'ân ve dinî ilimleri öğretti.
Ebû Müslim el-Havlânî diyor ki: "Humus'ta bir gün camiye gittim. Ashâbdan otuza yakın insan oturuyordu. İçlerinde kara gözlü, dişleri parlak, temiz ve ağırbaşlı bir genç vardı, hiç konuşmuyordu. Ashâb herhangi bir konuda tereddüt edince ona dönüp soruyorlardı. Yanımdaki adama: Bu genç kimdir? diye sordum. "Muâz b. Cebel" dedi. Kendisine olan kalbî sevgim ve saygım arttı, cemaat dağılıncaya kadar oradan ayrılmadım."
Hz. Muâz, Humus'tan Filistin bölgesine geçti. 18/639 tarihine kadar burada kaldı. Bu sırada ortaya çıkan tâun hastalığından Hz. Muâz, ailesi, oğlu Abdurrahman ve iki kızı da vefat etti.
İlim ve irfan sahibi olan bu büyük sahâbî, vefat edeceği sırada sık sık: "Sabah oldu mu?" diye sorardı. O'na "olmadı" diye cevap verilirdi. Nihayet birinde: "Sabah oldu" diye cevap verdiklerinde Hz. Muâz: "Sabahında ateşe gidilen geceden Allah'a sığınırım. Ey ölüm, hoş geldin, safa geldin. Bütün ömrüm boyunca sen ilk kez bana uğrayan bir ziyaretçisin, fakir bir dostuna uğrayan bir sevgilisin. Allah'ım, bugüne kadar ben senden korkuyordum. Fakat bugün senin rahmetini umuyorum. Bilirsin ki ben, dünya malı biriktirmek, su kanalları açıp tarlaları bağ bahçe haline getirerek meşgul olup dünyada kalmak istemiyorum. Şiddetli sıcaklarda susuz kalayım, dünya hayatının zorluk ve çetin saatlerini çekeyim, ilim halkalarında âlimlerle dizdize oturup seni anayım diye dünyada kalmak istiyorum" dedi. Yanında gözyaşı döküp ağlayanlara da: "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. Onlar: "Ölümün ile ilmin sonu geleceği için ağlıyoruz" dediler. Hz. Muâz: "İlim ile imanın sonu gelmez. Bunlar Kıyamete kadar bâki kalacaklardır. Onları arayan kimse mutlaka bulur... Âlimin ayağının kaymasından da sakının ve ilmi kim size verirse ondan alın. Bâtıl ise, kimden gelirse gelsin onu reddedin" dedi.
Hz. Muâz b. Cebel, ilmin değerini şerefini ve yüceliğini şu sözleriyle ifade etmiştir:
"İlim öğrenin. Çünkü, Allah rızası için ilim öğrenmek Allah'tan korkmaktır. İlim öğreniminde bulunmak Allah'a kulluk yapmaktır. İlmî meseleleri tartışmak, Allah'ı yüceltmektir. İlmî araştırmalarda bulunmak, Allah yolunda cihad etmektir. Bilmeyenlere bilmediklerini öğretmek, yoksula yardım elini uzatmaktır, hayır ve ecir kazanmaktır. Çünkü ilim, iyi ve kötüyü bildiren bir rehberdir, Cennet yolunu gösteren bir kılavuzdur. İlim, sen yalnızken sana arkadaştır, yabancı iken sana yoldaştır, kederli iken seni eğlendiren kardeştir, sevinç ve üzüntülerde senin elinden tutan bir dosttur. Düşmanlarına karşı silahındır, dostlarına karşı ziynet ve süsündür. Allah Teâlâ, ilim vasıtası ile birtakım kimseleri yüceltir. Onları insanları rehber ve önder kılar. Eserlerinden istifade edilir, görüş ve davranışlarına uyulur. Melekler onlarla arkadaşlık yapmak ister ve kanatlarını onlara sürerler. Kuru ve yaş ne varsa, hatta denizdeki balık ve sürüngenler, karadaki koyun ve canavarlar bile onlara Allah'tan rahmet dilerler. Çünkü ilim yolu ile ölü kalpler dirilir, görmeyen gözler aydınlanır. Kişi ancak ilimle iyilerin mertebesine ve dünya ile âhirette en yüksek kemâle erer. İlmî düşünce oruç tutmaya ve ilmî tartışma gece kalkıp namaz kılmaya sevap yönünden denktir. İlim ile yakınların hakkı gözetilir ve kötü iyiden ayırt edilir. İlim amelin önderidir. Amel de ilmin arkasından gelir ve ilme tâbîdir. İlim ancak mutlu kişiye nasip olur. Şakî ve bahtı kara kimseler ilim fazîletini idrak edemez."
Hz. Muâz, Peygamberimiz'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kul, Kıyamet günü dört şeyden sorulmadıkça adalet divanından ayrılamaz. Bunlar: Bedenini nerede kullandığı, ömrünü ne ile geçirdiği, malını nerede kazanıp nereye harcadığı ve ilmiyle amel edip etmediğidir."
MUĞÎRE b. ŞU'BE (r.a.)
Yaklaşık 600 yılında Tâif'te doğdu. Döneminin Arap yarımadasındaki dört dâhîden biri olarak bilinir.
Rivayete göre, Muğîre b. Şu'be, Sakîf'ten ve Mâlikoğulları'ndan bazı kimselerle Mısır melîki Mukavkıs'ı ziyaret etmek üzere Mekke'den çıkmıştı. Mukavkıs, Muğîre'nin arkadaşlarına bol bol ihsan ve ikramda bulundu, fakat Muğîre'yi mahrum etti. Bu duruma canı çok sıkılan Muğîre, yolda şarap içilip arkadaşları sarhoş olarak uyuduğu bir sırada onları katletti. Mallarını alarak Medine'ye geldi. Daha sonra burada bulunan müslümanların hal ve hareketlerine, imanlarına ve insanlara olan sevgi ve saygılarına bakarak müslüman oldu.
Hz. Muğîre, müslüman olduktan sonra, Resûl-i Ekrem'in yanından ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yapılan savaşlara katıldı. Bu arada hicretin 9. yılında bir seriyyenin başında Resûlullah (s.a.) onu, Ebû Süfyân b. Harb ile birlikte Tâif taraflarına gönderdi. Burada büyük kahramanlık ve yararlılık göstererek düşmanı mağlup ettiler. Ayrıca Hz. Muğîre, Mekke'nin fethine, Huneyn Gazvesi'ne ve Tebük seferine katıldıktan sonra Veda haccında da bulundu.
Hz. Muğîre, Allah'ın Resûlü'ne bütün varlığıyla bağlanan ve O'nu bütün ruhuyla seven bir sahâbîdir. Her işini, her şeyini O'na sorar, O'nun izni olmadan hiçbir şey yapmazdı. Bir seferinde evleneceği kadının kendisi için uygun olup olmadığını sorduğunda Resûlullah (s.a.): "Sen kızı gördün mü?" diye sordu. Hz. Muğîre: "Görmedim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kızı gör, çünkü kızı görüp de onunla evlenirsen aranızda karşılıklı sevgi daha fazla olacaktır" dedi.
Hz. Muğîre diyor ki: "Resûlullah'ın emri üzerine ben de gidip kızın baba ve annesine, kızı bana göstermelerini teklif ettim. Birbirlerine bakıştılar. Bundan teklifimin hoşlarına gitmediğini anladım ve kalkıp giderken kız saklandığı perde arkasından: "Doğru söyle, eğer gerçekten Resûlullah bana bakmanı istemişse, bana bak. Yoksa sana görünmem" dedi. Ben: Vallâhi Resûlullah istedi, dedim ve kıza baktım. Allah'a yemin ederim ki, ben pek çok kadınla evlendim. Hiç birini bunun kadar sevmedim."
Hz. Muğîre, Resûl-i Ekrem'in vefatında, mübarek vücudlarını kabre indirenler arasında bulunma şerefine erdi. O, inanıyordu ki, Hz. Peygamber, insanoğullarının en seçkini ve en hayırlısı idi. Allah bu nimete, bu yüceliğe, O'nu seçmiş ve O'nu tercih etmişti. Bunun için de Peygamber'i seveni Allah da severdi. Nitekim öyle de oldu. Allah'ın sevgili kulları ve Resûlullah'ın ashâbı arasında olma bahtiyarlığına erişti. Hz. Muğîre, Resûlullah'ın mübarek vücudu defnedilip kabrine toprak atıldığı sırada parmağındaki yüzüğünü kasden kabre düşürdü ve Hz. Ali'ye yüzüğünün düştüğünü söyledi. Almak bahanesiyle kabre indi. Yüzüğünü alırken Resûl-i Ekrem'in mübarek ayaklarını eliyle meshetti. Bunun için de Resûlullah'tan en son ayrılan kimse Hz. Muğîre olmuş oldu.
Resûlullah'ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde önemli görevlerde ve hizmetlerde bulunan Hz. Muğîre, hicretin 15. yılında Kâdisiye meydan savaşından önce İranlılar'a elçi olarak gönderilenler arasında yer aldı. Olay şöyle oldu:
Kâdisiye Savaşı öncesinde Hz. Muğîre b. Şu'be'ye, İran ordusu komutanına elçi olarak gidip konuşması istendi. Hz. Muğîre: "Benimle birlikte on kişi daha gönderin" dedi ve üzerine elbisesini sıkıca bağlayıp eline bir kalkan aldı. Sonra yola çıkarak İran ordusu komutanı Rüstem'in yanına vardı. Rüstem'in elçisi kendilerine: "Ey Araplar, siz ne pis insanlarsınız, sizin buraya niçin geldiğinizi biliyorum. Siz memleketinizde doyabilecek kadar yiyecek bulamıyorsunuz. Alın, size yeteri kadar yiyecek verelim. Biz mecûsî dînine mensup bir milletiz. Sizi öldürmek istemiyoruz. Çünkü sizi öldürürsek toprağımız sizin kanınızla kirlenmiş olur" dedi.
Bu konuşmaya karşılık olarak Hz. Muğîre söz aldı ve şunları söyledi: "Allah'a yemin ederim ki biz bunun için gelmedik. Fakat biz öyle bir milletiz ki, taşlara ve putlara tapıyorduk. Bir yerde daha iyi bir taş gördük mü, taptığımız taşı atıp yenisine tapardık. Nihayet Cenâb-ı Allah içimizden bize bir Peygamber gönderdi ve bizi İslâm'a davet eden bu Peygamber'e tâbi olduk. Biz yiyecek için gelmiş değiliz. Biz, İslâm dininden olmayanlardan düşmanlık yapanlarla savaşmak görevi ile emredilmişizdir..."
Hz. Muğîre, Nihâvend'in fethedilmesi için Hz. Ömer tarafından ordunun kumandanlığına getirildi. Başına da Numan b. Mukarrîn atandı. Savaşın zaferle sonuçlanması, bu iki kahramanın ve ashâbın kahramanca savaşmalarına bağlıdır.
Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında meydana gelen hilâfet mücadelesinde Hz. Muâviye tarafını tutan Muğîre, hicretin 41. yılında Kûfe valiliğine tayin oldu. Bu sırada ortaya çıkan Hâricîlere karşı büyük önlemler ile fitnenin önünü aldı, kısa zamanda bu meseleyi halletti.
Hicretin 50. yılında Kûfe çevresinde ortaya çıkan veba hastalığı salgın halinde etrafı kasıp kavurduğunda, Hz. Muğîre'ye de bulaştı ve bu hastalıktan 70 yaşlarında iken vefat etti.
Vefatı üzerine Cerir b. Abdullah minbere çıkıp: "Size yalnız Allah'a ibadet ederek O'na ortak koşmamayı ve yalnız O'ndan korkmayı, daima vakarlı ve ağırbaşlı olmayı tavsiye ederim. Zira şu iki elimle Peygamber Efendimiz'e İslâmiyet üzerine bîat ettim. Bana, bütün müslümanlar hakkında öğütçü ve hayırhah olmayı tavsiye buyurdu. Bunun için yemin ederim ki, hepimiz hakkında hayırhahım" dedi ve Allah'tan mağfiret dileyerek minberden indi.
İlmî, askerî ve siyasî sahalardaki üstünlüğü ile tanınan Hz. Muğîre, Resûlullah'tan 133 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Bunlardan dokuzu Buhârî ve Müslim'de ortak olarak, biri yalnız Buhârî'de, ikisi de Müslim'de geçmektedir.
Hz. Muğîre'nin, Urve, Hamza ve Akar adında üç çocuğu olduğu rivayet edilmektedir.
MUHAMMED b. MESLEME (r.a.)
Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Soy silsilesi şöyledir: Muhammed b. Mesleme b. Süleym b. Hâlid b. Adiy b. Mecdea b. Hâris el-Evsî el-Ensârî. Künyesi Ebû Abdurrahman olup Abdüleşheloğulları'nın anlaşmalısı idi.
Muhammed b. Mesleme, Hz. Peygamber'in (s.a.) Akabe bîatlarından sonra Medine'ye İslâm'ı yayması ve öğretmesi için gönderdiği Mus'ab b. Umeyr vasıtasıyla müslüman olmuştur. Bu itibarla Medineliler'in ilk müslümanlarından sayılır. Hicretten sonra Resûlullah (s.a.), Muhammed b. Mesleme'yi, Ebû Ubeyde ile kardeş yapmıştır. Ebû Ubeyde'nin, Sa'd b. Muâz'la kardeş yapıldığı yolunda rivayetler de vardır.
Muhammed b. Mesleme Bedir Savaşı'nda, daha sonra da Uhud ve Hendek savaşlarında bulunmuş, üstün kahramanlık ve şecaat örneği olmuştur. Ashâbın ileri gelenlerinden olup gözü pek, cesur ve savaşçı oluşu sebebiyle Resûlullah'ın gazvelerinde genellikle öncü kuvvetleri komutanı olarak görev yapardı. Bazen de Hz. Peygamber O'nu Medine'de yerine vekil olarak bırakırdı. Hicretin 6. yılında yapılan Hudeybiye barışında bulunmuş ve anlaşmaya imza atan şahitlerden biri olma şerefini kazanmıştır. Hayber Savaşı'nda da Muhammed b. Mesleme'nin büyük yararlılığı ve kahramanlığı olmuştur.
Bedir Gazvesi'nden sonra Resûlullah'a suikast düzenlemek isteyen yahudi Nadîroğulları'na Resûlullah, aralarında Muhammed b. Mesleme'nin de bulunduğu bir elçi grubu göndererek on gün mühlet vermiş ve bu süre zarfında Nadîroğulları'nın yurtlarını terketmesini istemiştir.
Bedir Savaşı akabinde müşriklerin ölüleri için ağıtlar, müslümanlar için hicviyeler yazan azılı yahudi şâiri Kâ'b b. Eşref'i öldüren fedailerden biri de Muhammed b. Mesleme'dir. Muhammed b. Mesleme, Mekke'nin fethinde de Resûlullah'ın yanında yer almış, O'nunla birlikte Huneyn Savaşı'na katılmıştır.
Hicretin 9. yılında Resûlullah (s.a.) Tebük seferine çıktığında Muhammed b. Mesleme'yi Medine'de vekil olarak bırakmıştır. Resûlullah'ın Medine'de vekili olmak, çok az kişiye nasib olmuş bir şereftir. Muhammed b. Mesleme, Resûlullah'ın bu iltifatı ile daima iftihar ederdi.
Halife Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye bölgesindeki savaşlara katılan Muhammed b. Mesleme, Hz. Ömer devrinde genellikle zekât âmilliği yapmıştır.
Hz. Ömer devrinde bir gün Muhammed b. Mesleme iki Kureyşli müslümana, Ensâr'dan bir başka müslümana göre ganimetten daha yeni bir kumaşın verildiğini gördü. Bunun üzerine Mescid-i Nebevî'ye giderek yüksek sesle: "Allah ve Resûlü doğru söyler!" diye bağırdı. Bu hareketinin sebebini soran Hz. Ömer'e müslümanlara böyle farklı kumaşlar verildiğini anlattıktan sonra: "Ey mü'minlerin emiri, Allah Resûlü: "Benden sonra başkaları size tercih edilecek" buyurmuştu. Ben, Resûlullah'ın bu söylediğinin senin zamanında zuhur etmesini arzu etmezdim" dedi. Bu cevap üzerine Hz. Ömer ağladı, Allah'tan af ve mağfiret talep edip bundan sonra bu hususa azamî dikkat göstermeye söz verdi.
Başka bir gün Hz. Ömer, yolda rastladığı Muhammed b. Mesleme'ye, durumunu ve halka adaletli davranıp davranamadığını sordu. O da: "Seni, arzu ettiğim gibi, senin iyiliğini arzu edenlerin umduğu gibi buluyorum. Zekâtı toplamakta, onu korumakta ve dağıtmakta adaletli davranıyorsun. Şayet azıcık da olsa kötülüğe meyledersen, seni eğri okların düzeltildiği gibi düzeltiriz" cevabını verdi. Gerek Hz. Ömer'in insanlara en küçük işlerde bile adaletli davranmaya özen göstermesi, gerekse Muhammed b. Mesleme'nin doğru sözlülüğü ve hakperestliği, sahâbenin İslâm'la şereflendikten sonra ulaştığı kemâl ve fazileti göstermeye yeter.
Hz. Ömer, zaman zaman valilerin yanına elçiler göndererek onları, durumlarını, hal ve tavırlarını kontrol ettirirdi. Bu sebeple Muhammed b. Mesleme'yi Kûfe şehrine Irak valisi Sa'd b. Ebî Vakkâs'ı kontrol için gönderdi. Başka bir zaman da, Mısır'a, vali İyâz b. Ganem'in durumunu kontrol için gönderdi. O da, vali İyâz b. Ganem'i, üzerindeki süslü ve gösterişli elbiselerle birlikte Medine'ye halife Hz. Ömer'in huzuruna getirdi.
Muhammed b. Mesleme, Hz. Osman devrinde meydana gelen fitne ve kargaşadan uzak kaldı. Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine de kılıcını evinin bahçesindeki taşa vura vura kırdı. Niçin böyle yaptığını soranlara da şöyle cevap verdi: "Resûlullah bana dedi ki: "Ey Muhammed, bu kılıcı al ve müslümanların birbirine düştüğünü görünceye kadar Allah yolunda savaş. Müslümanlardan iki cemaatin birbiriyle çarpıştığını görürsen hemen kılıcını taşa çal ve kır. Sonra da ecelin gelinceye veya bir zalim gelip seni öldürünceye kadar sus, evinde otur ve bekle."
Muhammed b. Mesleme, Hz. Ali devrindeki olaylardan da uzak durmuş, Sıffîn ve Cemel vak'asına karışmamış, Muâviye devrinde, hicretin 43. yılında Medine'de vefat etmiş ve Bakî' kabristanına defnedilmiştir.
Muhammed b. Mesleme, Resûlullah'ı (s.a.) çok severdi. O'nun fedaisi idi. Ömrü, savaşlarda çarpışmakla, Allah ve Resûlü yoluna baş koymakla geçmiştir. Kendisinden çok az hadîs rivayet edilmiştir.
MUHREZ b. NADLE (r.a.)
Kureyş kabilesine mensup olan bu sahâbî Ebû Fadle lâkabıyla tanınır. Yaklaşık Milâdî 590 yılında Mekke'de doğdu. Ahlâken mazbut, görünüşü ve davranışlarıyla herkesin sevgi ve sempatisini kazanan Muhrez, İslâm'a ilk giren ashâbdan biridir.
Hz. Muhrez, müslüman olduktan sonra Mekkeli müşriklerin her türlü saldırı ve işkencelerine sabır ve metânetle karşı koyarak Resûlullah'ın yanından ayrılmamış, O'nu tek başına bırakmamıştır. Allah korkusu ve âhiret mükâfatı bu sahâbînin duygularında ve davranışlarında tebârüz etmekteydi. Kuvvetli inancı ve saf imanını sözlerinde ve yaşayışında görmek mümkündü. Kendilerine hiçbir zarar ve faydası olmayan putlara tapan müşriklerin Allah'a kul olan, yalnız bu yolda ikrar eden mü'minlere topyekün savaş ilân ettikleri bir sırada, zâlimlerin zulüm pençelerinden kurtulmak, İslâm kardeşliğini tesis edip, kabile ve ırk taassubunu ortadan kaldırmak, insanları Allah'ın kulu ve Resûlü'nün ümmeti yapmak için Medine'ye yapılan hicrete Hz. Muhrez de katıldı. Medine'de Ammâr b. Hazmî ile kardeş oldu. Kısa zamanda burada örnek alınacak bir kişiliğe erişti.
Hz. Muhrez, Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Savaş meydanlarına ilk atılanlardan ve ilk savaşanlardan oldu. Kaynaklar O'nun şehid oluşunu şöyle anlatmaktadır:
Hicretin 6. yılında Benî Fezâre'den bir çete Medine'ye akın etmişti. Bunlara karşı koymak üzere Hz. Seleme b. Ekvâ'ın komutasında bir birlik teşekkül ettirilerek üzerlerine gönderildi. Hz. Seleme, çetenin yağmaları anında götürdükleri hayvanları birer birer kurtarmayı başardı. Eşkıya geriliye geriliye Seniyye geçitlerine vardı. Müslümanlara taarruza geçecekleri bir sırada Resûlullah tarafından gönderilen Hz. Muhrez, Seleme'nin imdadına yetişti.
Hz. Seleme, Hz. Muhrez'in hayvanının dizginini tutarak ona: "Dikkat et, bunların pususuna düşme, Resûlullah'ın bize yetişmesini bekleyelim" dedi, fakat Hz. Muhrez ona şu cevabı verdi: "Seleme, Allah'a ve âhirete iman ediyorsan benim şehid olmama engel olma."
Bunun arkasından Hz. Muhrez eşkiya üzerine hücum ederek şehâdet mertebesine erişti.
Dünya hayatının anlamını, uhrevî hayatın ebedî ve kalıcı olduğunu idrak eden Hz. Muhrez, dünyada en çok istediği şehidlik zevkini tatmıştı.
MUS'AB b. UMEYR (r.a.)
Mekke'nin en zengin ve en asil ailesine mensup olan Mus'ab, refah ve bolluk içinde yetişmiş, kılık kıyafetiyle, nezaketiyle ve fizikî yapısı ile herkesin beğenisini kazanmıştı. Son derece zekî, akıllı, aynı zamanda güzel ve açık konuşmasıyla da herkesin gıpta ettiği bir genç idi. Annesi ve babası tarafından da çok sevilen Mus'ab'ın dünya nimeti olarak erişemediği herhangi birşey de yoktu. Annesi onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besler, elbisenin en ince ve en güzelini giyirir, en güzel kokuları sürerdi.
Ancak, Mus'ab'ın gönlü, bunca güzelliklere ve bunca nimetlere nâil olmasına rağmen bir türlü dışı gibi rahat ve huzurlu değildi. Manevî bir boşluk, rûhi bir bunalım içindeydi. Putlara, yıldızlara hatta akıl almaz şeylere tapan Mekkeliler'in hayatlarını, zulüm üzerine kurdukları sistemlerini, büyük tutkularını, azgınlık ve sapıklık içinde debelenmelerini bir türlü idrak edemiyor, havsalası kabul edemiyordu. Birgün ashâbtan Osman b. Talha'yı ibâdet ederken gördü. Duyduğu tevhîd akîdesi bu muydu? Derin derin düşündü. Hemen Erkam'ın evinde bulunan Resûl-i Ekrem'in yanına geldi ve müslüman oldu.
Hz. Mus'ab, müslüman olunca sevincinden uçuyordu. Sevinci dudaklarında nurdan bir tebessüm halini almıştı. Bu saâdete ermenin mutluluğunu yaşıyordu. Allah Mus'ab'ın kalbini nurlandırmış ve Resûlü'nün hizmetine vermişti.
Ancak, âilesi müslüman olduğunu öğrenince çok üzülmüşler ve dininden vazgeçirmek için her çareye başvurmuşlardı. Bu yüzden O'nu haksız ve ölçüsüz zulüm ve işkenceye tâbi tuttular. Mekke'yi Hz. Mus'ab'a zindan ettiler. Ama Allah ve Resûlü'ne olan sevgisinden ve imanından vazgeçiremediler. Daha önceden yaşadığı servet ve refah dönemi, yerini fakirliğe bırakmıştı, ama gönlü iman ile zengin olmuştu.
Hz. Mus'ab, Mekke müslümanlara zindan olduğu bir sırada, doğup büyüdüğü yurdunu terkedip Habeşistan'a hicret etti. Burada, bir süre kaldıktan sonra çok geçmeden geri döndü. İman pınarından ilim ve hikmet katreleri yudumlamak üzere Resûlullah'a kavuştu.
Âmir b. Rebîa onun imanını, kişiliği ile arkadaşlığını şöyle ifade eder: "Mus'ab b. Umeyr, müslüman olduğu günden, şehid düştüğü Uhud Savaşı'na kadar benim dostum ve arkadaşım idi. Habeşistan'a ettiğimiz her iki hicrette de bizimle beraberdi. Kafile içinde benim arkadaşım o idi. Ben, ondan daha iyi ahlâklı ve daha uysal kimse görmedim."
Birinci Akabe Bîatı'nda Medineliler, İslâmiyet'i kendilerine öğretecek bir öğretmen isteyince, Resûlullah (s.a.) Mus'ab b. Umeyr'i bu önemli göreve tayin etti. Hz. Mus'ab, Medine'ye giderek Es'ad b. Zürâre'nin evinde İslâmiyet'i anlatmaya ve Kur'ân-ı Kerim'den parçalar okumaya başladı. Mus'ab böylece Sa'd b. Muâz'ın yanından ayrılmayıp devamlı olarak halkı Allah'ın dinine dâvet etti ve onun eliyle her gün birçok kimse müslüman oldu. Medine'de içinde müslüman bulunmayan hiçbir ev kalmadı. Medine'nin eşraf ve ileri gelenleri, bu arada Amr b. Cemûh da müslüman oldular ve putları kırdılar.
Böylece görevini tamamladıktan sonra Peygamber Efendimizin yanına döndü ki, bundan dolayı ona Kur'ân'ı güzel okuyan ve öğreten anlamına gelen Mukrî dendi.
Hz. Mus'ab'ın yorulmak bilmez gayreti ve çalışmaları sayesinde Medine'de bir İslâm cemaati meydana geldi. Bu cemaat, Resûlullah'tan izin alarak Sa'd b. Hayseme'nin evinde ilk defa Cuma namazı kıldı. Medine'de ilk kılınan Cuma namazı budur.
Hac mevsiminde Medineliler'le Mekke'ye döndüğü zaman Akabe'de Medineliler'den 75 kişilik bir cemaatın, Resûlullah'a bîatta bulunmalarını ve Medine'ye geldiği takdirde, kendisini, canları ve âile efradını korudukları gibi koruyacaklarına kesin söz vermelerini sağladı.
Hz. Mus'ab, Bedir ve Uhud savaşlarına katılarak, bu savaşlarda cesaret ve kahramanlıklar gösterdi. Uhud'da İslâm sancağını taşıyarak yiğitce savaşırken, İbn Kam'e adında biri onu, Resûlullah sanıp üzerine hücum ederek şehid etti. Sonra da Hz. Muhammed'i öldürdüğünü ilân etti. Hz. Peygamber (s.a.) şehidler arasında kısa bir hırka içerisinde sarılı olduğu halde, Mus'ab b. Umeyr'e rastladı. Yanına gelince: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan kimisi şehid oluncaya kadar çarpışacağına dair adağını yerine getirdi, kimisi de şehid olmayı bekliyor. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmediler" (Ahzâb, 33/23) âyetini okudu.
Hz. Mus'ab'ın üzerindekini görünce Resûlullah: "Bakınız şu yiğitteki imana, Allah onun kalbini nurlandırdı da, o, anne ve babası arasında sizin görmediğiniz yiyecek ve içeceklerin en iyileriyle beslenmekte iken, Allah ve Resûlü'nün sevgisi ona anne ve babasını bıraktırdı" buyurdu. Sonra da: "Ben, sizin Allah katında diriler olduğunuza şahidim" dedikten sonra, yanındaki sahâbîlerine: "Bunları ziyaret ediniz ve selâmlayınız. Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bunlar Kıyamet gününe kadar, kendilerini selâmlayanlara mukabele eder" buyurdu.
Abdullah b. Fadl naklediyor: "Uhud günü Resûlullah (s.a.), bayrağı Mus'ab b. Umeyr'e verdi. Mus'ab şehid düşünce onun benzeri bir melek bayrağı aldı. Akşama doğru Resûlullah (s.a.): "Mus'ab gel" dedi. Bu emir üzerine melek, Resûlullah'ın yanına gelerek: "Ben Mus'ab değilim" dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü anladı ki, o yardım için gönderilmiş bir melektir."
Buhârî'nin rivayet ettiği bir haberde Hz. Habbâb şunları söylüyor: "Biz Peygamber (s.a.) ile Allah rızasını kazanmak için hicret ettik. Cenâb-ı Allah da ecrimizi vermeyi üzerine aldı. Kimimiz ecrinden birşey yemeden dünyadan göç etti ki, Mus'ab b. Umeyr onlardandır. Mus'ab, Uhud günü şehid düştüğü zaman kendisinden geriye benekli bir şaldan başka bir şey kalmadı. O şalla başını örttüğümüzde ayakları, ayaklarını örttüğümüzde de başı açıkta kalıyordu. Nihayet Peygamber Efendimiz: "Onunla başını örtün de ayaklarının üstüne izhir otu koyun" buyurdu. Kimimiz de çalışmasının meyvesine ulaşıp onu şimdi toplamaktadır."
Hz. Mus'ab b. Umeyr'in Hamne bint Cahş ile evlendiği ve ondan Zeyneb adında bir kızı olduğu, ayrıca Muhammed isminde bir de oğlu bulunduğunu kaynaklar belirtmektedir.
MÜNZİR b. AMR (r.a.)
Hazrec kabilesine mensup olan bu sahâbî, İslâm'dan önce Medineliler arasında okuma yazma bilenlerden biri idi.
Müslüman olup son Akabe Bîatı'nda bulundu. Bu bîatta, Ensâr kabilelerini temsil eden 12 temsilciden birisi idi. Hazrec'in Benî Sa'lebe kolunu temsilen görevlendirilmişti.
Hicret sırasında Mekke'den Medine'ye giden ashâbdan Tuleyb b. Umeyr'i Peygamberimiz Hz. Münzir ile kardeş yapmıştı. Bedir ve Uhud savaşlarında bulunan Hz. Münzir, önemli yararlılıklar göstermiştir. Bu yüzden de Resûlullah'ın lütuf ve iltifatlarına mazhar olan Hz. Münzir, Allah'ın Resûlü ile geçirdiği günlerde O'ndan en çok yararlanan, feyz alan sahâbîlerden biri olmuştur. O, Allah Resûlü'nün nezdinde gerektiğinde öğretmen olarak atanabilme derecesine de yükselmişti.
Nitekim, Âmiroğulları'nın reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, bir ara Medine'ye gelerek Resûl-i Ekrem'i ziyaret etmişti. Bu ziyaret sırasında Resûlullah, Âmir'e müslüman olmasını teklif etmişti. Âmir İslâm'ı açıkça kabul etmemekle beraber, karşı da çıkmadı ve şöyle dedi: "Ya Muhammed, Necid halkına ashâbdan bir heyet gönderir de İslâm'a davet edersen, önemli bir kuvvet olan bu kalabalık kavmin, davetine olumlu cevap vereceklerini umarım." Resûl-i Ekrem'in: "Necidliler'in ashâbıma kötü muamele edeceklerinden korkarım" buyurmalarına karşı, Âmir: "Ben onları garantim altına alırım, sakın çekinme gönder, halkı İslâm'a davet etsinler" demişti.
Bu teminat üzerine Resûlullah (s.a.), Necid'e İslâm'ı öğretmek üzere Münzir b. Âmr'ın başkanlığında kırk kişilik bir heyet gönderdi. Bu irşad ekibi, Âmiroğulları yurdu ile Süleymoğulları diyarının ortasında bulunan Bi'r-i Maûne denilen bir kuyu başına geldiklerinde, pusuya düşürülerek hepsi kılıçtan geçirilip şehid edildiler. Bu baskından sadece Kâ'b b. Zeyd kurtulmuş ve ağır yaralanmıştı. O da daha sonra Hendek Savaşı'nda şehid düşmüştür.
İrşad heyetinin başkanı Hz. Münzir b. Amr'ın şehâdetini haber alan Hz. Peygamber, O'nun hakkında; "ölüme koşan" buyurmuş ve ashâbına: "Sizin arkadaşlarınız vuruldular, vurulurken Allah'a: Ey Rabbimiz, bizim dostlarımızı bizden haberdar et. Bizim senden hoşnut olduğumuzu, senin de bizden hoşnut olduğunu onlara bildir, diye niyazda bulundular" buyurdu.
NEVFEL b. HÂRİS (r.a.)
Ebû Hâris lâkabıyla da bilinen bu sahâbî, Kureyş kabilesine mensuptur. Hz. Peygamber'in amcasının oğludur. Annesi Gâziye bint Kays'tır.
İslâm'ın ilk yıllarında, çok yakını olmasına rağmen Hz. Peygamber'e karşı çıkan Nevfel, ilâhî vahiy ve Allah Resûlü ile inkârcılar arasında meydana gelen sürekli ve zorlu mücadelede, müşrikler safında yer aldı. Allah'ın emrine, salih ve iyi amellere yönlendirmek, şirkten ve kötü işlerden sakındırmak ve imana teşvik etmek için Hz. Peygamber'in yaptığı davete karşı müşrikler şiddetle inkâr, alay ve sürekli zulüm yapmaya başladıkları sırada Nevfel b. Hâris istemeyerek de olsa bunları yapanların meclisinde, tarafında yer alıyordu. Ancak zaman zaman akrabalık damarlarının tuttuğu da oluyordu. Hz. Peygamber'e yapılan düşmanlıkta ileri gittiklerinde gönlü buna razı olmuyordu. Bedir Savaşı'na müşriklerin şiddetli ısrarları karşısında çaresiz kalarak katılanlardan biridir.
Savaşın en kızgın anlarında müslümanlar tarafından esir alınan Nevfel, Hz. Peygamber'in huzuruna getirildiği zaman Resûl-i Ekrem, Nevfel'e, kendisi gibi esir düşen Abbas ve Akîl için de fidye vererek hem kendini, hem de onları kurtarmasını istedi. Nevfel ise: "Ya Resûlallah, benim bunlara fidye verecek kadar bir şeyim yok" dedi. Sonra da kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Hz. Nevfel, müslüman olduktan sonra Mekke'ye döndü. Hakkı hakikatı hedefinden saptıran Mekkelilere Muhammed'in bir şair olmadığını, aklın ve Hakk'ın gerektirdiği şeyleri tebliğ ettiğini, mümkün ve makul olmayan fakat kökleşmiş, ama gerçekle bir ilgisi bulunmayan Kureyşliler'in inanç ve düşüncelerinin saçma olduğunu ilân ettikten sonra ölüp kabre gidinceye kadar Allah ve Resûlü'nün mefkûresi üzerinde sebat edeceğini açıkça ifade etti.
Hz. Nevfel, bir süre Mekke'de kaldıktan sonra Hz. Abbas'la birlikte Medine'ye geldi. Resûlullah bu iki yakın akrabayı birbirine din kardeşi yaptı. Onlara iki yer tahsis etti.
Hz. Nevfel, Resûlullah'ın kendisini evlendirdiğini de şöyle anlatıyor: Evlenmek için Resûlullah'tan yardım istedim. Beni bir kadınla evlendirdi. Fakat benden kadına verilmek üzere bir mihr istedi. Verecek bir şeyim olmadığı için Resûlullah, kendi zırhını Ebû Râfi' ile Ebû Eyyûb (r.a.)'e verip bir yahudiye gönderdi. Ebû Râfi' ve Ebû Eyyûb zırhı yahudiye rehin vererek ondan otuz ölçek hurma ödünç aldılar. Resûlullah hurmayı bana verdi. O hurmadan altı ay yedikten sonra ölçtük, yine otuz ölçek duruyordu. Bunu Allah'ın Resûlü'ne anlattım. Bana: "Eğer ölçmeseydin, sağ kaldığın sürece ondan yiyecektin" buyurdu.
Medine'ye geldikten sonra Hz. Nevfel, ilk önce Mekke fethine sonra da Tâif ve Huneyn gazvelerine katılarak yararlılıklar gösterdi.
Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde Medine'de vefat etti. Cennetü'l-Bakî'e defnedildi.
Hz. Nevfel'in, Abdullah, Abdurrahman, Rebîa, Said, Muğîre adında çocukları vardı. Her biri önemli ve faydalı görevlerde bulundular.
NUAYM b. ABDULLAH (r.a.)
Kureyş kabilesine mensup olan bu sahâbînin annesi Fahihte bint Harb b. Abdüşşems'tir. Nahhâm lâkabıyla anılır. Bu lâkabı ona ashâb verdi. Veriliş sebebi şöyledir:
Resûlullah (s.a.) Nuaym'ı Cennet'le müjdeleyerek: "Bir kere Cennet'e girdim. Orada Nuaym'ın nahmesini (öksürüğünü) işittim" buyurmuş ve bundan böyle Nuaym, Nahhâm diye anılmıştır.
Hz. Nuaym, İslâm'a ilk giren sahâbîlerdendir. Mekke'nin fethi zamanı yaklaşıncaya kadar Mekke'de kaldı. Sebebi de Kureyş'in, Medine'ye hicret etmesine engel olmasıdır. Çünkü Hz. Nuaym, Mekke'de oldukça zengin biri idi. Mekkeliler eskiden beri ekonomik yönden Nuaym'dan yararlanıyorlardı. O, Medine'ye hicret etmek üzere hazırlık yapmak istediğinde, Mekkeliler kendisine müracaat ederek: "Sen hicret etme, içimizde yaşa da hangi dini arzu edersen o dinde bulun" diye İslâmî hayatına katlanmışlardı. O da, Mekke fethinden kısa bir süre önce Medine'ye hicret etmişti. Medine'ye geldiği zaman Resûl-i Ekrem, kendisini kucaklayıp öpmüş ve bu suretle müstesna bir iltifata mazhar olmuştu.
Kaynaklar, Hz. Nuaym'ın, müslümanlara hicret izni verilince bütün müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret ettiğini yazmaktadırlar. Mekke'de bulunan çocuklarını korumak, onları himayesi altına almak için, Habeşistan seferinden dönüp Mekke'ye gidenlerle birlikte O da Mekke'ye geldi. Hicretin 6. yılına kadar Mekke'de kaldı. Sonra kırk aile ile birlikte Medine'ye tekrar hicret etti.
Medine'ye gelince, Nuaym, Hz. Peygamber'in huzuruna vardı. Hz. Peygamber kendisine: "Ey Nuaym, Hak yolunda senin kabilen mi daha efdaldır, benim kabilem mi?" diye sordu. Nuaym: "Elbette sizin kabileniz ya Resûlallah" diye cevap verdi ve: "Benim kabilem bu şereften mahrumdur" sözlerini ilâve etti.
Hz. Nuaym, Medine'ye geldikten sonra yapılan bütün savaşlara katıldı. Hicretin 15. yılında Yermük Savaşı'nda şehid oldu. Allah Resûlü'nün sevgisine mazhar olan Hz. Nuaym'ın İbrahim ve Esmâ adında çocukları olduğu rivayet edilmektedir.
Hz. Nuaym, Hz. Ömer'den önce müslüman olmuş ve Hz. Ömer'in müslüman olmasına da vesile olmuştu. Bilindiği üzere Hz. Ömer, Hz. Peygamber'i öldürmek ve ortadan kaldırmak üzere harekete geçtiğinde, yolda Hz. Nuaym'a rastlamıştı. Nuaym, Hz. Ömer'e, nereye gittiğini sorduğunda Hz. Ömer (r.a.); Hz. Muhammed'i öldürmek istediğini, bunu ancak kendisinin becerebileceğini ifade etmişti. Bunun üzerine Hz. Nuaym, şiddetle Hz. Ömer'e karşı çıkmış, Hz. Muhammed'i öldürmenin mümkün olamayacağını ifade etmiş, eğer bunu yapacaksa önce kız kardeşi ile eniştesinden bu işe başlaması gerektiğini, çünkü onların da müslüman olduklarını söylemişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, yolunu değiştirip, doğruca kız kardeşine ve eniştesine giderek duyduğu haberin doğru olup olmadığını öğrenmek istemişti.
Hz. Nuaym b. Abdullah, Hz. Ömer'in yolunu değiştirmiş ve müslüman olmasına sebep olmuştur. Hz. Ömer'in müslüman olmasıyla da müslümanlar rahat bir nefes almış ve yeni bir devir açılmıştır.
NUAYM b. MES'ÛD (r.a.)
Ebû Seleme künyesiyle de bilinen bu sahâbî, Gatafan kabilesine mensuptur. Ne zaman doğduğu ve annesinin kim olduğu hususunda kaynaklar bilgi vermemektedirler.
Nuaym b. Mes'ûd, önceleri atalarının tâbi olduğu bâtıl yolda idi. Kulağına daima küpe takardı. Hendek Savaşı sırasında kabilesi ile birlikte müslümanlara karşı savaşıyordu. Müslümanların savaştaki durumunu gören Nuaym b. Mes'ûd, Hz. Peygamber ile olan eski dostluğunu, etrafındaki müslümanların onu yüceltmek için bütün gayretlerini sarfettiklerini, günahlara düşmekten korunmak için savaştıklarını görünce, kalbi İslâm'a açıldı ve müslüman olmaya karar verdi.
Savaşın dindiği bir günde, Nuaym, Hz. Peygamber'e bir yakınını gönderip kendisini görmek istediğini ve izin verdiği takdirde ziyaretine geleceğini söyledi, izin aldı. Gece karanlığından yararlanarak, müslümanların arasından yürüyerek Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. O sırada Resûl-i Ekrem yatsı namazını kılıyordu. Namaz bittikten sonra gelenin kim olduğunu sordu. Resûlullah'ın sesini duyan Nuaym: "Kulağı küpeli köleniz geldi" dedi. "Her ne emriniz varsa yapmaya hazırım" diyerek hem müslüman olduğunu, hem de müslümanların hizmetine âmâde olduğunu bildirdi.
Resûlullah (s.a.) Nuaym'a: "Ahzâbda toplanmış olan Arap kabilelerini yatıştırmaya gayret et" buyurdu. Hz. Nuaym: "Ya Resûlallah, müşrikler ve adamlarım benim müslüman olduğumu bilmiyorlar. Bu durumdan yararlanarak dinimizce bir sakıncası yoksa müşriklere bir savaş hilesi yapabilirim" dedi. Peygamberimiz de: "Savaş hileden ibarettir" diyerek bunun bir sakıncası olmadığını söyledi.
Savaş meydanına toplanmış olan Arap kabilelerini dağıtmak, planlarını alt üst etmek için Hz. Nuaym, önce Benî Kureyza kabilesi ile müşriklerin, sonra da kendi kabilesi olan Gatafanlılar ile Kureyş'in arasını açmayı başaran planını uyguladı. Kısa zamanda, anılan kabileler arasında husûmet ve birbirlerinde şüphe etme olayı başladı. Meseleyi bir türlü çözemeyen Ebû Süfyân konuyu çok yönlü incelemeye başladı. Sonuçta, Nuaym'dan kaynaklandığını anladı. Fakat harekâta katılan yahudiler, Nuaym'ın bunda rolü olmadığına Tevrat üzerine yemin ettiler, onun bu işle ilgisinin asılsız olduğunu ifade ettiler. Karışıklık, güvensizlik ve dağılma devam ettiği bir sırada büyük bir fırtına koptu. Müşrik ordusunun çadır bağlarını kopardı. Tozu dumana kattı. Yaralananlar, kaçanlar, hatta bu olayı uğursuzluk sayanlar oldu. Büyük bir hezimete uğradılar. Böylece Hz. Nuaym'ın hilesi amacına ulaştı. Müslümanlar rahata erdiler.
Bu savaştan sonra Hz. Nuaym b. Mes'ûd, Medine'ye hicret etti. Resûlullah'ın yanında kalarak O'ndan feyz aldı. Kendini İslâm'a adayan Hz. Nuaym, İslâm'a başkaldıran, müsümanlara savaş açan kavim ve topluluklara karşı yapılan bütün savaşlara katıldı. Hz. Peygamber, Arap kabilelerine ve Mekke'ye halkı cihada davet etmek için adamlar gönderdiğinde Hz. Nuaym b. Mes'ûd'u da Gatafan kabilesinin bir kolu olan Eşca' koluna göndermişti.
Kıvrak zekâsı ve kurnazlığı ile bilinen Hz. Nuaym'ın vefatı hakkında kaynaklar farklı bilgi vermektedirler. Hz. Osman döneminde vefat ettiğini söyleyenler olduğu gibi, Hz. Ali'nin hilâfetinin ilk yıllarında Cemel olayında şehid edildiği de söylenmektedir.
NUMAN b. BEŞÎR (r.a.)
Ensâr'ın Hazrec koluna mensup olan bu sahâbî, Resûl-i Ekrem'in Medine'ye hicretinden sonra dünyaya geldi. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Babası Ensâr'ın ileri gelenlerinden biridir. Vâkıdî, Hz. Numan'ın hicretten on dört ay sonra doğduğunu, Abdullah b. Zübeyr'den altı ay büyük olduğunu yazmaktadır.
Hz. Numan b. Beşîr, Medine'de Resûlullah'ın yanından ayrılmadı. O'nun etrafında pervaneleşen sahâbîler halkasının içinde yer aldı. Allah'ın Resûlü'nün lütuf ve iltifatlarına mazhar oldu. O'nun himayesinde kemâle erdi. Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerîf, Hz. Numan'ın henüz küçük yaşta iken Resûlullah'ın yanından ve mescidinden ayrılmadığını göstermektedir: Peygamber (s.a.), şu ağaçlar yahut şu minber üzerinde: "Aza şükretmeyen kimse çoğa da şükretmez. İnsanlara şükretmeyen kimse Allah'a da şükretmez. Allah'ın verdiği nimeti söylemek ve hatırlamak şükür, söylememek ve hatırlamamak nankörlüktür. Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır" buyurdu.
Yine Hz. Numan b. Beşîr (r.a.) anlatıyor: Bir gün Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.), Peygamber Efendimiz'in yanına girmek için izin isterken, Âişe'nin Efendimiz'e bağırdığını işitti ve içeri girince: "Resûlullah'a karşı nasıl bağırıyorsun?" diyerek ona tokat atmaya davrandıysa da Peygamber Efendimiz kendisine izin vermedi. Hz. Ebû Bekir de oradan kızgın olarak çıktı. O çıktıktan sonra Peygamber Efendimiz Âişe'ye: "Gördün mü, ben seni adamın elinden kurtardım" dedi.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Ebû Bekir bir daha izin isteyip Peygamber Efendimiz'in yanına girdiğinde bu sefer Peygamber Efendimiz'le Âişe'yi barış içinde görerek sevindi ve onlara: "Beni nasıl kavganıza kattınızsa barışınıza da katıyor musunuz?" dedi. Resûlullah: "Kattık, kattık" buyurdu.
Allah'ın huzurunda bağlanan safların şekli hakkında Resûlullah'tan yaptığı rivayette Hz. Numan şunları söylemektedir:
"Peygamber Efendimiz ok nasıl düzeltiliyorsa, saflarımızı da öylece düzeltirdi. Hatta bir gün namaza çıktığında bir adamın göğsünü saftan dışarıda görerek: "Ey Allah'ın kulları, saflarımızı düzgün tutmazsanız Cenâb-ı Allah aranıza tefrika sokacaktır" buyurdu. Bunun üzerine adam, omuzunu arkadaşının omuzuna, dizini onun dizine ve topuğunu onun topuğuna yapıştırdı."
Hz. Numan b. Beşîr, Resûlullah ile yaptığı bir yolculukta ashâb arasında şahid olduğu bir olayı da şöyle anlatır: "Nebî (s.a.) ile birlikte yolculukta idik, adamın biri devesinin sırtında uyukladı. Bir başkası da onun okluğundan bir ok çekti. Bunun üzerine adam birden bire uyanıp ürktü. Bunu gören Peygamber Efendimiz: "Hiçbir kimse için müslüman kişiyi ürkütmek câiz değildir" buyurdu."
Hz. Numan b. Beşîr, Hz Ömer devrinde de ashâb-ı kirâmın ilim meclisinden ayrılmamıştır. Nitekim, bir gün Ensâr ve Muhâcirler birlikte olduğu bir sırada, Hz. Numan da orada bulunuyordu. Hz. Numan bu arada Hz. Ömer'in içeri girerek Ensâr ve Muhâcirlere şöyle dediğini rivayet eder: "Eğer sizin herhangi bir işinizde gevşeklik edersem ne yapacaksınız?" diye sordu. Kimse cevap vermedi. Ömer, bu sözünü iki veya üç defa tekrarladıktan sonra Beşîr b. Sa'd: "Eğer sen öyle yaparsan, ok nasıl doğrultuluyorsa seni de öylece doğrultacağız" dedi. Hz. Ömer bundan sevinç duyarak: "O zaman ilerlersiniz, o zaman ilerlersiniz" dedi.
Hz. Osman, Hz. Numan'ı Fudâle b. Ubeyd'den sonra Şam'a kadı olarak tayin etti. Hz. Muâviye devrinde Kûfe şehrinde görevlendirildi. Daha sonra Humus şehrine atandı. Ubeydullah b. Ziyâd Kûfe'ye geldiğinde Numan b. Beşîr de Şam'da bulunuyordu. Muâviye vefat ettiğinde de Şam'da idi. Hz. Numan'ın, çok iyi hitabeti vardı.
Mervân b. Hakem Emevî tahtını ele geçirince, Hz. Numan b. Beşîr, ashâbtan Hz. Dahhâk b. Kays tarafını tuttu. Mercürâhit'te 65/685 yılında Mervân ile Dahhâk taraftarları savaşa tutuştuğunda, Dahhâk tarafında çarpışan Hz. Numan b. Beşîr şehid düştü.
NUMAN b. KAVKAL (r.a.)
Asıl ismi Numan. Babası Mâlik b. Sa'lebe'dir. Bedir gazasına katılmış, Uhud Savaşı'nda şehid olmuştur.
Uhud Savaşı günü İbn Kavkal: "Ya Rabbi, Senin mukaddes adına andederim ki, bugün ben Cennet'teki yüce makamıma ayak basmadıkça gün batmayacaktır" demiş ve hakikaten o gün şehitlik mertebesine ulaşmıştır.
İbn Kavkal'ın şehid oluşu üzerine Resûlullah (s.a.): "İbn Kavkal'ı ben Cennet'te gördüm" buyurup aziz şehidin yemininin aynen tahakkuk ettiğini bildirmiştir.
Numan b. Kavkal'ı, Uhud'da şehid eden Ebân b. Saîd b. Âs el-Emevî'dir. Ebân, Uhud Savaşı sırasında henüz müslüman olmamıştı.
NUMAN b. MUKARRÎN (r.a.)
Benî Müzeyne kabilesine mensuptur.
Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra ve Mekke fethinden önce kendi kabilesinden dörtyüz kişilik bir toplulukla Resûlullah'a gelerek müslüman oldu. Müslüman olan bu kişiler arasında Numan'ın kardeşleri Süveyd b. Mukarrîn ile Nuaym b. Mukarrîn de bulunmaktaydı. Her üç kardeş de, askerî bakımdan kumandanlık derecesine yükselmiş sahâbîlerdir. Mekke fethi günü bin kişilik askerî birliğin bayrağını taşıyan Hz. Numan, fetihten sonra Huneyn Savaşı'na katıldı. Veda haccında Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte bulundu. Resûlullah'ın vefatından sonra Medine'de ikâmet etti.
Hz. Numan; Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde, mürtedlerle yapılan savaşlara katıldı. Hz. Ebû Bekir'in vefatına şâhid oldu. Hz. Ömer zamanında iki önemli meydan savaşına adını yazdıran sahâbe Hz. Numan b. Mukarrîn'dir. Bilindiği üzere Hz. Ömer, İran'ın fethini gerçekleştirmek için Sa'd b. Ebî Vakkâs komutasında bir ordu düzenlemişti. Ordu Kâdisiye'ye vardığında Kisra Yezdicerd, müslümanları, Rüstem kumandasındaki yüz yirmi bin kişilik bir ordu ile karşıladı. Bu ordunun sağ kanadında Hürmüzan bulunuyordu. Buna karşılık İslâm ordusunun mevcudu ise çok daha azdı. Hicretin 14. yılında iki ordu arasında meydana gelen kanlı savaş sonunda İran ordusu bozguna uğradı. Savaş sırasında şiddetli bir fırtınanın çıkması sonucu Rüstem'in tahtı başta olmak üzere, ordunun bütün çadırları darmadağın oldu. Savaşın müslümanların lehine tecelli etmesinde şiddetli rüzgârın büyük rolü oldu. Rüstem öldürüldü. Otuz bin askeri esir alındı. İslãm ordusu, o zamanki saltanat merkezi olan Medâin'e kadar ilerledi.
Başkomutan Sa'd b. Ebî Vakkâs, kralın sarayına girip onu bomboş görünce şu âyet-i kerimeyi okudu: "Bak şu bedbahtlara; bağlardan, bahçelerden, pınarlardan, ırmaklardan, verimli topraklardan, muhteşem saraylardan ve türlü nimetlerden neler bırakmışlar? Onlar dün bu refah ve saadet içinde, bu saraylarda yaşıyorlardı. Bu böyle iken, Biz bugün bütün bunları başka bir kavme miras bıraktık. O mağrur kavme ne gök, ne yer halkı ağladı, ne de onların cezâları geciktirildi." (Duhân, 44/25-30)
Bu savaşta Hürmüzan firar etmişti. Daha sonra Ebû Mûsa el-Eş'arî komutasındaki İslâm ordusu, Hürmüz idaresindeki İran ordusunu Tuster'de kuşatma altına alarak iyice sıkıştırdı. Bunun üzerine Hürmüz aman dileyerek, Medine'ye Hz. Ömer'e gönderilmesini rica etti. Medine'ye geldiğinde Hz. Ömer'in huzurunda müslüman oldu.
Hz. Ömer (r.a.), İran fethini tamamlamak, İsfahan ve Azerbeycan'ı elde etmek ve hangisinin fethine daha önce başlamak gerektiği konusunda Hürmüzan ile görüştü. Hürmüzan da: "Bu toprakların ve buralarda bulunan İslâm düşmanı halkın durumu, iki kanadı, iki ayağı ve bir başı bulunan bir kuşa benzer. Bu kuşun bir kanadı kırıldığı farzedilirse, kuş ölmez. Bir kanadı ve bir başı ile iki ayağı üstünde durur. Öbür kanadı da kırılmış olsa, kuş bir başı ve iki ayağı ile yaşar durur. Ama kuşun başı ezilirse ayakları da, kanatları da, başı da kırılır, ezilir gider. İşte bu kuş Kisrâ'dır. Kanadın biri Kayser'dir. Diğeri de Fars'tır. Ya Emire'l-Mü'minîn, şimdi siz müslümanlara emrediniz de toptan Kisrâ üzerine hareket etsinler" dedi.
Hz. Ömer, İran fethinin ikinci safhasını, yapılan görüşmelerden sonra gerçekleştirmiştir. Bir ordu düzenleyerek başına Hz. Numan b. Mukarrîn'i getirdi. Kâdisiye fethinden yeni gelen Hz. Numan'a İbn Ömer ve ashâbdan pekçok kimse katıldı. Ordu Medine'den hareket ederken Hz. Ömer Ebû Mûsa el-Eş'arî'ye Basra kuvvetleriyle, Huzeyfe'ye de Kûfe kuvvetleriyle hareket etmelerini ve Nihâvend'de birleşmelerini emretti. Emir gereği kuvvetler Nihâvend'e varıp birleştiler. Kisrâ'nın kumandanı kırk bin kişilik bir kuvvetle karşıladı. Kumandanlarının adına bazı şeyler soracağını söyledi, içlerinden bir tercüman istedi. Ashâbdan, edip ve hitabeti ile ünlü olan Muğîre b. Şu'be, sorulara cevap vermek üzere ortaya çıktı. Kisrâ'nın tercümanı: "Siz ne mikrop insanlarsınız? Buralarda ne işiniz var? Açlık ve yoksulluk sizleri buralara kadar itti" dedi.
Muğîre b. Şu'be buna şu cevabı verdi: "Biz Arap ırkından kimseleriz. Vaktiyle azgın bir halde, zorlu bir belâ ve mihnet içinde yaşardık. Açlıktan hurma çekirdeği, deri parçası soyarken, deve yününden ve kıldan elbiseler giyerken, ağaca ve taşa taparken, koyu bir vahşet ve cehâlet içinde iken, göklerin ve yerin Rabbı olan Allah Teâlâ bize kendi aramızdan bir peygamber gönderdi. Bu azîz Peygamberimiz bize; siz yalnız bir Allah'a ibadet edinceye veyahut cizye verinceye kadar sizinle savaşmamızı emir buyurdu. Peygamberimiz, Allah adına bize haber verdi ki bizden cihad uğruna hayatını feda edenler doğru Cennet'e gider. Orada Allah'ın görülmemiş nimetlerine nâil olurlar. Şehid olmayıp da geride kalanlar sizi esir edip ganîmetlere mâlik olurlar."
Bu konuşmanın bir sonuç vermemesi ve savaştan başka bir çıkar yol bulunmaması sonucunda Muğîre, kumandan Hz. Numan b. Mukarrîn'e savaşa başlamasını teklif etti. Bunun üzerine Numan: "Aziz kardeşim Muğîre, Resûlullah, herhangi bir savaşta bulunup da sabah serinliğinde savaşa başlamadığı zaman, namaz vakti gelmeden acele etmezdi. Onun için ben taarruz emrini vermiyorum. Ta rüzgâr esip öğle sıcaklığı geçinceye ve namazlar kılınıncaya kadar beklememiz uygun olur" cevabını verdikten sonra: "Allah'ım, bugün senden, İslâm'ı azîz ve küfrü zelil edecek bir fetih ile gözümün aydın kılınmasını dilerim. Bunu yaptıktan sonra da bana şehidlik nasip et ve canımı al" diye dua etti. Askerlere de: "Arkadaşlar, Allah sizden razı olsun, âmin deyiniz" dedi. Askerler de âmin dediler.
Savaş özet olarak şöyle cereyan etti: Hz. Numan b. Mukarrîn, askerin sağ cenahına Huzeyfe'yi, sol cenahına da kardeşi Nuaym b. Mukarrîn'i kumandan tayin etti. Öğle sıcağı geçinceye kadar düşmanın saldırılarına karşı geri çekildi. Sonra Hz. Numan, uygun bir zaman ve ortam oluşunca askeri karşı taarruza sevketti. Kanlı bir savaş sürerken Hz. Numan, pek çok yerinden yaralanmıştı. Bunun üzerine bir de atının ayağı sürçünce, mecalsiz bir halde yere yıkıldı. Yere düşen bayrağı Huzeyfe b. el-Yeman alarak savaştı. Akşam üzeri zafer müslümanların tarafına tecellî etti. Nihâvend alındı. Pek çok esir ve ganimet elde edildi.
Hz. Numan b. Mukarrîn, atından yere düştüğü sırada: "Kimse dönüp bana bakmasın!" diye bağırdı. Müslümanlar önce bozuldularsa da Amr b. Ma'dîkerb'in duruma müdahale etmesi üzerine tekrar toparlandılar. İran ordusu, komutanları Zül-hâcibeyn'in, katırından düşüp karnının yarılması üzerine yenilgiye uğradılar.
Ma'kil b. Yesâr diyor ki: Savaş müslümanların kesin zaferi ile sonuçlandıktan sonra koşarak Hz. Numan'ın yanına geldim. Mataramda biraz su vardı. Yüzündeki toprakları yıkadım. Bana: "Sen kimsin?" dedi. "Ma'kil b. Yesâr'ım" dedim. "Bizimkiler ne yaptılar?" dedi. "Allah onlara fethi müyesser kıldı" dedim. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena ettikten sonra: "Durumu hemen Ömer b. Hattâb'a yazın" dedi ve rûhunu teslim etti.
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Numan b. Mukarrîn'in ölüm haberini duyduğu zaman elini başının üstüne koyarak ağladı.
Hz. OSMAN b. AFFÂN (r.a.)
İslâmiyet'ten önce künyesi Ebû Amr idi. Müslüman olduktan sonra Peygamberimiz'in kızı Rukiyye'den Abdullah isminde bir oğlu doğdu. Bunun üzerine müslümanlar ona Ebû Abdullah künyesini verdiler. İsmi ve soyu: Osman b. Affân b. Ebu'l-Âs b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenâf el-Kureşî.
Annesi; Ervâ bint Kurezî b. Rebîa'dır. Hz. Osman'ın ailesi Kureyş'in eşrafındandır. Fil Olayı'ndan 6 yıl sonra milâdi 577'de doğdu. İlk müslümanlardandır. Şam'a yaptığı ticaret seferinden dönerken Maan ile Zerka arasında uyukladığı bir sırada: "Ey insanlar; uyanın! Mekke'de Ahmed çıktı" diye bir ses işitti. Döndüğünde Peygamberimiz'in İslâm'a davete başladığını öğrendi. Bunun üzerine Zübeyr b. Avvâm aracılığı ile Peygamberimiz'in huzuruna çıkarak müslüman oldu.
Hz. Peygamber'in kızı Rukiyye, Ebû Leheb'in oğlu ile evli idi. İslâmiyet'ten sonra Peygamberimiz, kızını ondan boşattı ve Hz. Osman'la evlendirdi.
Hz. Osman, müslümanlar Habeşistan'a hicret ettiklerinde hanımı ile birlikte bu hicrete katıldı. Peygamberimiz'in hicretinden sonra ailesiyle birlikte Medine'ye hicret etti.
Bedir Savaşı öncesi Hz. Rukiyye hastalandı. Bu yüzden Hz. Osman Bedir Savaşı'na katılamadı. Fakat Peygamberimiz savaşa katılmış gibi ona da ganimetten pay ayırdı. Bedir Savaşı'ndan hemen sonra Hz. Rukiyye vefat etti. Bunun üzerine Peygamberimiz diğer kızı Ümmü Külsüm'ü Hz. Osman'la evlendirdi. Peygamberimiz'in iki kızıyla evlenmiş olması sebebiyle Hz. Osman'a, "Zü'n-Nûreyn=İki nur sahibi" lâkabı verilmiştir.
Hicrî 4. yılındaki Zâtürrikâ gazasına çıkılırken Hz. Peygamber tarafından Medine'ye vekil olarak bırakılmıştır. Bedir ve bu gaza dışında Peygamberimiz'in bütün gazalarına katıldı.
Hudeybiye barışı öncesinde Hz. Peygamber onu Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Hz. Osman'ın öldürüldüğü şekilde bir haber geldi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Şeceretü'r-Rıdvan" denilen ağacın altında ashâbından bîat aldı ve savaş hazırlıklarına başladı. Her sahâbî tek tek Peygamberimiz'in elini tutarak bîat ediyordu. Peygamberimiz iki elini birbirinin üstüne koyarak: "Bu da Osman'ın bîatı" buyurdu. Hz. Osman'ın sağ olduğu anlaşılınca savaştan vazgeçildi ve Hudeybiye barışı imzalandı.
Hz. Osman zengin bir sahâbî idi ve malı ile İslâm için çok önemli hizmetler vermiştir. Medine'de tek bir içme suyu kuyusu vardı. Rûme denilen bu kuyu bir yahudinin mülkiyetindeydi. Yahudi bu kuyunun suyunu satarak büyük kazanç sağlıyordu. Hz. Osman kuyuyu satın almayı teklif etti. Yahudi ancak yarısının mülkiyetini satabileceğini söyledi. Hz. Osman bu kuyunun yarısını satın alarak müslümanlara vakfetti. Kuyunun suyunu bir gün yahudi, bir gün müslümanlar kullanıyordu. Böylece müslümanlar su sıkıntısından kurtuldular.
Yine hicretten bir süre sonra Mescid-i Nebevî müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Hz. Osman kendi malından harcayarak mescidi genişletti.
Tebük Savaşı'na çıkılırken malının yarısını bağışladı. Bin dinar miktarındaki bu bağışla ordu donatıldı. Peygamberimiz (s.a): "Artık bundan sonra Osman'ın yaptıkları affedilmiştir" buyurdu.
Hz. Osman, Veda haccına da katıldı.
Peygamberimiz'in irtihalinden sonra Benî Sâide sofasında Hz. Ebû Bekir'e bîat edenlerdendi. Hz. Ebû Bekir ve Ömer devrinde şûra meclisinin üyesiydi. Hz. Ömer'in, vefatından önce tayin ettiği altı kişilik komisyon tarafından halife seçildi (H. 24).
Bu tarihten hicrî 35 yılına kadar halifelik yaptı. O'nun zamanında İskenderiye, Kuzey Afrika, Antakya ve Tarsus arasındaki bölge, Ermenistan, Kafkasya, Horasan İslâm ülkesinin sınırları içine girdi. İstanbul'a Şam valisi Hz. Muâviye komutasında bir sefer düzenlendi. Yine Kıbrıs, Girit, Rodos adaları onun döneminde Hz. Muâviye tarafından fethedildi. Hicrî 31 yılında Bizans'la yapılan bir deniz savaşında 500 gemilik düşman donanması büyük bir yenilgiye uğratıldı.
Hz. Osman'ın yapmış olduğu önemli bir hizmet de Kur'ân-ı Kerim nüshalarının çoğaltılmasıdır. Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber döneminde vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Peygamberimiz'in ömrünün sonuna kadar Kur'ân-ı Kerim'in inişi devam ettiği için bir kitap halinde bir araya toplanması mümkün olmamıştı. Bu toplama işini Hz. Ebû Bekir yapmış ve bu yegâne Kur'ân-ı Kerim nüshasını Peygamberimiz (s.a.)'in hanımı Hafsa'ya teslim etmişti. Hz. Osman Hz. Hafsa'daki bu nüshayı 6 nüsha olarak çoğalttırdı ve önemli İslâm merkezlerine gönderdi. Kur'ân-ı Kerimler'in bu nüshalara bakılarak yazılmasını emretti. Bu olay Kur'ân-ı Kerim'in hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşmasında önemli rol oynamıştır.
Hz. Osman çok halim selim, yumuşak başlı, hayâ sahibi, hiç kimseyi incitmeyen bir kişiydi. Sıla-i rahme çok önem verir, akrabalarına ikramda bulunurdu. Akrabalarına önemli devlet görevleri vermesi bazı fitne odaklarının istismarına yol açtı. Halbuki bu kişiler liyâkatlı idarecilerdi. Şam valisi Muâviye, Mısır valisi İbn Ebû Serh, çok büyük fetihlerde bulunmuşlardı. Fesatçılar, halkı valiler aleyhine kışkırtmışlar, özellikle Mısır valisinin görevden alınması için Mısır halkı baskı yapmaya başlamıştı. Abdullah b. Sebe denilen yahudi dönmesi münafık Mısır'a yerleşmiş, sürekli fesat ateşini körüklüyor, Hz. Osman'ın ailesini kayırdığını propaganda ediyordu. Ayrıca Kûfe ve Basra'da da ihtilâlci gruplar türemişti. Hz. Osman'ın ailesine muhalif olan büyük Arap aileleri de rekabet hissiyle aleyhteki faaliyetleri destekliyorlardı. İslâm düşmanları bütün ülke çapında çok organizeli komplo hareketleri düzenlemişlerdi.
Nihayet değişik bölgelerden âsiler hac bahanesiyle yola çıkıp Medine'de toplandılar. Hz. Osman'a isteklerini iletebilmek için ileri gelen ashâbdan bazılarının aracı olmasını istediler. Hiçbiri bu isteği kabul etmedi. Hz. Osman cuma günü hutbede bütün icraatını gerekçeleriyle anlattı. Dinleyenler ikna oldular. Derken bu sırada fitneciler, Hz. Osman'ın yardımcılarından Merve tarafından yazıldığını ileri sürdükleri, isyancıların öldürülmesini emreden sahte bir mektubu ortaya atarak durulan havayı yeniden ateşlediler.
İsyancılar Hz. Osman'ın istifasını istediler. Böyle bir geleneğin kapısının açılmaması için o bunu reddetti. Evini kuşatma altına aldılar (18 Zilhicce 35/ 17 Haziran 656). Bu güne Yevmü'd-Dâr denildi. Âsilerle savaşmak isteyen birçok sahâbîye Hz. Osman, kan dökülmemesi için engel olmuştu. "Bir kişiyi öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir" demişti. Hatta 40 gün süren bu kuşatmada âsiler Hz. Osman'ın hanımının dışardan su almasına bile engel olmuşlardı. Hz. Ali âsilerle görüşmek istemiş, bunu da kabul etmemişlerdi.
Hz. Osman, evinden âsilere şunları söylemişti: "Peygamberimiz'in emriyle genişlettiğim mescidde namaz kılmama engel oluyorsunuz. Satın alıp vakfettiğim Rûme kuyusunun suyunu bana çok görüyorsunuz. Bir kişi ya zina sebebiyle veya kasden adam öldürmesi veya dinden çıkması sebebiyle öldürülür. Ben bu suçlardan hiç birisini işlemedim."
Bu sözlerin de bir etki yapmaması üzerine Hz. Osman, tevekkül ile sonucu beklemeye başladı. Bir gece rüyasında; Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in: "Oruçluyuz, seni iftara bekliyoruz" dediklerini gördü. Artık âhiret yolculuğu vaktinin geldiğini anlamıştı. Oturup Kur'ân-ı Kerim okumaya ve ibadete başladı.
Âsiler, kapıda nöbet bekleyen Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hasan ve arkadaşlarının bir kısmını yaralayıp etkisiz hale getirerek içeri girdiler. Hz. Osman'ın başına demirle vurdular, dokuz hançer yarasıyla bu büyük sahâbîyi şehid ettiler. Hz. Osman şehid edildiğinde Kur'ân okuyordu. Kendisini korumak için araya giren hanımı Nâile'nin de parmakları kesildi (H. 35).
Bu tarihte Hz. Osman 80 yaşlarında idi. Halifeliği 12 yıl sürmüştü. Rivayete göre şehid edildiğinde Hz. Osman'ın 30 milyon dirhemi ve 150 bin dinarı vardı. İsyancılar bunları da yağmaladılar.
Bütün Medineliler olayı duyunca çok üzüldüler. Hiç kimse, Hz. Peygamber'in şehrinde O'nun halifesinin bu şekilde öldürüleceğine ihtimal vermiyordu. Âsiler Hz. Osman'ın evine kimseyi yaklaştırmadılar. Cesedi iki gün öylece kaldı. Nihayet dört cesur müslüman eve girip cesedi aldılar ve defnettiler. Bu büyük halifenin namazını sadece onyedi kişi kıldı.
Bu olay ile İslâm'ı içten yıkmak isteyenler emellerine büyük ölçüde ulaşmış oldular. Müslümanlar arasında günümüze kadar kapanmayan yaralar açıldı.
Hz. Osman güzel ahlâk örneği bir kimse idi. Fıtraten çok temizdi. Cahiliye döneminde bile içki içmemiş, zina etmemişti. Hz. Peygamber onun için: "Melekler bile Osman'dan hayâ eder" buyurmuştu. Herhangi bir işi olduğunda hizmetçileri uyuyorsa onları uyandırmaz, işini kendisi yapardı. Yine Peygamberimiz başka bir hadîslerinde: "Cennet'te her peygamberin bir refiki (arkadaşı) vardır. Benim arkadaşım da Osman'dır" buyurmuştu. Sağlığında Cennet'le müjdelenen on kişiden birisi olma şerefine ermişti.
Geceleri namazla, gündüzleri oruçla geçirirdi. Hanımı bir rekâtta Kur'ân'ı hatmettiğini söylemektedir.
Çok mütevaziydi. Halifeliği sırasında mescidde, kumlar üzerinde uyuduğu kaydedilir. Çok sade bir hayat yaşardı. Devlet malından muhtaçlara ziyafet verir, kendisi evine gider, zeytinyağı ve sirke yerdi. Kölesini devesinin arkasına bindirirdi. Allah'tan çok korkardı.
Bir kabre uğradığında ağlar, gözyaşlarından sakalı ıslanırdı. "Cennet'le Cehennem arasına getirilip: 'Bekle, senin hangisine gireceğin belli değil' denilse, o sırada kül olmayı tercih ederdim" derdi. Hz. Osman; yakışıklı, parlak tenli, sık sakallı, geniş omuzlu bir zattı. Sakalına kına yakardı.
Peygamberimiz'den şöyle bir hadîs naklederdi: "Yavan ekmek, tatlı su ve gölgelenecek ev dışındaki herşey âdemoğlu için fazladır."
Hz. Peygamber'den (s.a.) doğrudan ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer vasıtası ile hadîs nakletmiştir. Naklettiği hadîsler 145'tir.
Kendisinden hadîs nakledenler arasında çocukları Ebân, Ömer ve Saîd; amcaoğlu Mervân b. Hakem, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbas, Zübeyr, Zeyd b. Sâbit, Ebû Hüreyre gibi sahâbîler; Ahnef, Abdurrahman b. Ebû Damra, Saîd b. Müseyyeb, Ebû Vâil gibi ünlü hadîsçiler vardı.
Hz. Osman sekiz civarında evlilik yapmış ve pek çok çocuğu olmuştur. İbn Sa'd tek tek bunların isimlerini vermektedir (Tabakât, 3/54). Çocukları içerisinde en ünlüsü büyük âlim Ebân b. Osman'dır.
OSMAN b. ÂMİR b. AMR (r.a.)
Hz. Ebû Bekir'in babası olan Osman b. Âmir, Ebû Kuhâfe diye ünlüdür. Babası, Âmir b. Amr'dır. Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuştur.
Oğlu Ebû Bekir'den, torunu Esmâ'nın naklettiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'yi fethedince, doğrudan Mescid-i Harâm'a gitmiş ve Kâbe'deki putları kırmıştı. Bu sırada Hz. Ebû Bekir, babası Ebû Kuhâfe ile birlikte Hz. Peygamber'in yanına gelmişti. Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir'i görünce: "Ey Ebû Bekir, ben kendisine gelinceye kadar, ihtiyara ilişmeseydin ya" dedi. Ebû Bekir de: "Ey Allah'ın Elçisi, senin ona gelmenden, onun sana gelmesi daha münasiptir" dedi. Bundan sonra Resûlullah, O'nu önüne oturttu ve elini kalbinin üzerine koyarak: "Ey Ebû Kuhâfe, müslüman ol ki, selâmette olasın" dedi. O da kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu. Müslüman olduğu zaman saçı sakalı ağarmıştı. Hz. Peygamber: "Bu beyazlıkları giderin" buyurdu.
Ebû Kuhâfe, sürekli Mekke'de kaldı, yani hicret etmedi. Oğlu Hz. Ebû Bekir'in halifeliğini gördü. Oğlu kendisinden önce vefat etti. Oğlunun mirasından kendisine altıda bir hisse düşmesine rağmen, bunu almadı, torunlarına bağışladı. 14/635 yılında vefat etti. (İbn Sa'd, Tabakât, 5/451; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/453)
OSMAN b. EBU'L-ÂS (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.) döneminde Tâif, Hz. Ömer döneminde ise Umman ve Bahreyn valisi olarak görev yapan Osman b. Ebu'l-Âs, hicretin 9. yılında müslüman oldu. Babası, Ebu'l-Âs b. Bişr'dir. Aslen Tâiflidir ve Sakîfoğulları kabilesine mensuptur.
Tâif kuşatmasından sonra Hz. Peygamber'e gelerek müslüman olan Sakîfoğulları heyetinin içinde Osman b. Ebu'l-Âs da vardı. Kendisi, heyet üyeleri içinde yaşça en küçük olanı idi. Bu sebeple heyet üyeleri, Hz. Peygamber'in huzuruna girerken develerinin başında onu bırakmışlardı. Resûlullah'ın; "Sizden başka kimse var mı?" sorusu üzerine Osman'ı da getirdiler.
En son olarak Hz. Peygamber'in huzuruna giren Osman b. Ebu'l-Âs; O'ndan, kendisini dinde derin anlayış sahibi yapması ve ilimde ilerlemeyi nasip etmesi için Allah'a dua etmesini istemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber O'nunla sohbet etmiş ve O'nun akıllı, din ve hayır işlerinde gayretli birisi olduğunu anlamıştı. Kendisini Tâif valiliğine atadı ve O'na: "Kendin tek başına namaz kılarken, dilediğin şekilde namaz kılabilirsin. Ancak imam olduğun zaman namazını uzatma" tavsiyesinde bulundu. (İbn Sa'd, Tabakât, 5/508)
Osman b. Ebu'l-Âs, Hz. Peygamber'in kendisini vali seçmekle ne kadar isabet ettiğini, O'nun vefatından sonra meydana gelen irtidad olaylarında gösterdi. O, irtidad olayları başlayınca, yeni müslüman olmalarına rağmen, Tâif'te irtidad olaylarına meydan vermedi. Ufak tefek kıpırdanmalara karşı: "Size ne oluyor! Daha yeni müslüman oldunuz. Bari dinden dönmede ilk olmayınız" diyerek dinden dönmek isteyenlere mani oldu. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/353)
Hz. Ebû Bekir döneminde de Tâif valisi olarak görevine devam eden Osman b. Ebû'l-Âs, Hz. Ömer döneminde Umman ve Bahreyn'e vali oldu. Buradaki görevi ve görevinden ayrılışı ile ilgili yeterli bir bilgi bulunmayan Osman b. Ebu'l-Âs, daha sonra Basra'ya yerleşmiş ve orada 50/670 yılında vefat etmiştir.
Hasan el-Basrî, O'nun hakkında: "Osman b. Ebu'l-Âs'tan daha faziletli bir kimse görmedim" demişti. Kendisinden rivayet edilen hadîsler Kütüb-i Sitte'nin bazı kitaplarında yer almaktadır. Hz. Ömer'in vefatından sonra O'nun hanımlarından biriyle evlenen Osman b. Ebu'l-Âs; bu evliliği çocuk ve mal için değil, sadece Hz. Ömer'in geceleyin kıldığı namazı öğrenmek için yaptığını söylemiştir.
O'nun cömertliğini Ebû Nadra adlı birisi şöyle anlatmaktadır: "Osman b. Ebu'l-Âs'ın yanına gitmiştim. O'nu sohbet ederken buldum. O sırada kendisine bir koç getirdiler. Koçu getirene: "Kaça aldın?" diye sordu. "On iki dirheme" diye cevap verdi. Ben bu arada: "Eğer on iki dirhemim olsaydı, bu koçu alır, keser, çoluk çocuğuma yedirirdim" dedim. Daha sonra oradan ayrılırken, Osman bana, içinde elli dirhem olan bir kese verdi. Çok muhtaçtım. Allah rızası için verdiği bu paradan daha bereketli hiç para görmedim."
OSMAN b. HUNEYF (r.a.)
Sahâbe arasında matematik, özellikle arazi ölçme bilgisine sahip, pratik zekası ve tecrübesiyle tanınan ve bu sebeple de Hz. Ömer tarafından Kûfe arazisini ölçmekle görevlendirilen Osman b. Huneyf, Ensâr'dandır ve Evs kabilesine mensuptur. Babası, Huneyf b. Vâhib b. Hukeym'dir.
Osman, Sehl b. Huneyf'in kardeşidir. Kardeşi Sehl ile birlikte müslüman olmuştur. Bedir'de bulunduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Ancak daha sonraki savaşlarda bulunmuştur.
Osman b. Huneyf'i sahâbe arasında ünlü eden olay, hiç şüphesiz Hz. Ömer tarafından Kûfe arazisinin ölçülmesinde görevlendirilmesidir. O dönemde hesap işlerini bilen, arazi ölçümlerinden anlayan pek az kimse vardı. Bu sebeple Hz. Ömer, bu konuda uzman kişi bulmada zorluk çekiyordu. Irak fethedilince Kûfe arazisinin ölçülmesi ve buna göre vergi alınması gündeme gelmişti. Yapılan araştırma neticesinde Hz. Ömer'e bu konuda uzman olan ve elinden her türlü iş gelen Osman b. Huneyf tavsiye edildi, o da Osman'ı Kûfe arazisini ölçmekle görevlendirdi.
Osman b. Huneyf de dağ, bayır, nehir, sahil ne varsa ziraata elverişli olan on milyon altıyüz bin dönümlük bir arazinin ölçümünü yaptı. Daha sonra Hz. Ömer, O'nu Kûfe'ye vergi müdürü olarak tayin etti. O da kısa zamanda vergi gelirlerini arttırarak hazineye büyük gelir getirdi. Kûfe'deki gelir artınca, Hz. Ömer, o sırada Basra valisi olan Ebû Mûsa el-Eş'arî'ye bir mektup yazarak, Basra'da da Kûfe usulü vergi alınmasını ondan istedi. Kûfe'nin vergisi, bu usulle yirmi milyondan otuz milyona çıkmıştı. Hz. Ömer'in vefatından sonra Osman b. Huneyf, Kûfe'den ayrılarak Medine'ye döndü.
Osman b. Huneyf'in ikinci kez ortaya çıkışı, Hz. Ali döneminde olmuştur. Hz. Ömer döneminde bir çeşit kadastro ve vergi uzmanı olarak çalışan Osman b. Huneyf, Hz. Ali döneminde idareci olarak görev yaptı ve Basra valisi oldu. Bu görevinde ne yazık ki çok kalamadı. Talha ve Zübeyr olayları ortaya çıkınca, bunun uzantısı kısa zamanda Basra'ya ulaşmakta gecikmedi. Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr taraftar toplamak üzere Basra'ya gelmişlerdi. Osman b. Huneyf, hükümeti yani Hz. Ali'yi temsil ediyordu. Hz. Âişe ve grubu ise, Hz. Ali'ye karşıydı. Osman b. Huneyf, pek tabiî olarak temsil ettiği hükûmeti müdafaa etmek zorundaydı. O da bunu yaptı. İki grup arasında çıkan çatışmada Osman b. Huneyf'in tarafı kaybetti ve yakalandı.
Talha ve Zübeyr, Osman b. Huneyf'i öldürmek istedilerse de, Hz. Âişe'nin müdahalesiyle ölümden kurtuldu ve hapsedildi. Hz. Âişe; Osman'ın Ensâr'dan olduğunu, ölümü halinde Ensâr'la aralarında mesele çıkabileceğini, bu sebeple de O'nu öldürmenin doğru olmayacağını söyledi. Osman b. Huneyf öldürülmedi ama, kendisine işkence edildi. Saçını ve sakalını kestiler. Osman'ın hapsedilip de kendisine işkence yapıldığını duyan taraftarları, Hz. Âişe grubuna bir ültimatom vererek, O'nun serbest bırakılmasını istediler. Zübeyr, önce buna yanaşmadı ise de, sonradan O'nu serbest bıraktılar.
Osman, Medine'ye geldi. O sırada Hz. Ali de oradaydı. İkisi karşılaşınca Osman, Hz. Ali'ye, başından geçenleri tek tek anlattıktan sonra: "İşte böyle, ey Emirü'l-mü'minîn, sizin huzurunuzdan yaşlı başlı, saç sakal sahibi olarak ayrılmıştım. Fakat bugün huzurunuza tüysüz bir çocuk gibi geldim. Elbet bunun da bir ecri vardır" dedi.
Cemel Savaşı'ndan sonra Osman b. Huneyf, bu defa Kûfe valisi oldu. Muâviye döneminde vefat etti.
OSMAN b. MAZ'ÛN (r.a.)
Medine'de vefat eden ve Bakî'e gömülen ilk Muhâcir olarak tanınan Osman b. Maz'ûn, Mekke'de İslâm'ı kabul eden ondördüncü kişidir. Lâkabı, Ebû Sâib'tir. Kudâme b. Maz'ûn ve Abdullah b. Maz'ûn'un kardeşidir. Osman b. Maz'ûn; Übey b. Hâris, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'e gelerek müslüman olmuş bir sahâbîdir.
Osman b. Maz'ûn, Muhâcirlerin ileri gelenlerindendir. Allah'a olan bağlılığı ve zahitliği ile tanınmıştır. Habeşistan'a hicret etmiştir. Geriye döndüğü zaman, Velid b. Muğîre'nin himayesine girmişti. Zira o dönemde zayıf ve güçsüz kişilerin, zengin ve güçlü kişilerin himayesine girmeden yaşamaları âdeta imkânsızdı. Ancak Hz. Peygamber ve ashâbına yapılan çeşitli eziyet ve işkenceleri görünce; arkadaşlarım ve dindaşlarım çeşitli eziyet ve işkencelere katlanırken, benim bir müşrikin himayesinde yaşamam doğru değil, diyerek Velid b. Muğîre'ye gelmiş ve himayesinden çekildiğini söylemişti. Bunun üzerine her ikisi de Kâbe'ye gelerek bu durumu halka ilân etmişlerdi.
Bir gün Osman b. Maz'ûn, şair Lebid b. Rebîa'yı dinlerken, söylediği şiirin muhteviyâtı kendisini rahatsız etmiş ve açıkça Lebid'in yüzüne karşı, şiirini beğenmediğini söylemişti. Bunun üzerine aralarında münakaşa çıkmış ve iş kavgaya dönüşmüştü. Kavga sırasında Lebid, Osman b. Maz'ûn'a bir yumruk atarak gözünü şişirmişti. Bu olaya şahid olan Velid b. Muğîre: "Ah yeğenim, himayemde iken başına bunlar gelmiyordu, gözün de sağlamdı" dedi. Osman b. Maz'ûn da buna karşılık: "Doğru söylüyorsun. Ama bence Allah yolunda öbür gözüme de bir şey olmazsa, o zaman o gözüm sakattır. Ben senden daha şerefli ve daha güçlü bir kimsenin himayesindeyim yâ Velid" diye cevap verdi.
Osman b. Maz'ûn hicret izni çıkınca hemen Medine'ye hicret etti. Bedir'de bulundu. Medine'de ibadetle en çok meşgul olan bir sahâbî oldu. Gündüzleri devamlı oruç tutuyor, geceleri ise namaz kılıyordu. Çok az uyku uyuyor, hanımından uzak duruyordu. Bu durumdan şikâyetçi olan Osman'ın hanımı, Hz. Peygamber'in hanımlarına gelerek, onlara kocası hakkında; gündüzlerini oruçla gecelerini ise namazla geçiriyor, diye serzenişte bulunmuştu.
Osman b. Maz'ûn'un bu durumu, Hz. Peygamber'e intikal edince, Resûlullah (s.a.) durumu tetkik ettirmiş ve doğruluğunu öğrenince, O'nu yanına çağırmış ve şöyle demişti: "Böyle yapma, gözünün senin üzerinde hakkı vardır. Cesedinin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin de senin üzerinde hakkı vardır. Bazen nafile namaz kıl, bazen de uyu. Bazen nafile oruç tut, bazen de tutma." (İbn Sa'd, Tabakât, 3/395)
Bir başka rivayette ise, Osman b. Maz'ûn, özel bir yer yaptırmış ve orada devamlı ibadetle meşgul olmaya başlamıştı. Resûlullah bunu öğrenince oraya gelmiş ve ibadet ettiği yere girmişti. O sırada Osman ibadetle meşguldü. Hz. Peygamber, ibadeti bitirince Osman'a: "Ey Osman, muhakkak ki Allah Teâlâ beni ruhbanlık tesis etmek için göndermedi" buyurdu. Hz. Peygamber bu sözü birkaç kez tekrar etti. Daha sonra: "Allah indinde dinin en hayırlısı, kolaylık üzerine kurulan Hanîf dinidir" dedi. (İbn Sa'd, 3/395)
Bir gün Resûlullah (s.a.) ashâbına Kıyametin vasıflarını anlatmıştı. Bunun üzerine bir grup sahâbe, Osman b. Maz'ûn'un evinde toplandı. On kişiydiler. Bu on kişi, gündüzleri oruç tutmaya, geceleri de namaz kılmaya, yatakta yatmamaya, et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, yün elbise giymemeye, dünyayı terketmeye, yeryüzünü gezip dolaşmaya ve bu konularda birbirini kontrol edip eksiklerini söylemeye söz verdiler.
Hz. Peygamber, bu konuşmayı haber alınca, hemen Osman'ın evine gitti ve onlara: "Ben bununla emrolunmadım. Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gecenin bir kısmında ibadet edin, bir kısmında uyuyun. Ben geceleri bazen kalkar namaz kılarım, bazen de yatar uyurum. Bazen oruç tutar, bazen de tutmam. Et ve yağ yerim. Kim benim sünnetimden ayrılırsa, benden değildir" dedi.
Sonra mescide gelerek şöyle ikazda bulundu: "Bazılarına ne oluyor ki, kendilerine kadınları, yiyecekleri, helâl nimetleri, uyku ve dünyanın diğer meşru zevklerini haram kılıyorlar. Dikkat ediniz, ben size hristiyanların keşiş ve ruhbanları gibi olmanızı esinlikle emretmedim. Bizim dinimizde et yememek, kadınları terketmek, hristiyanların yaptıkları gibi, devamlı ibadet edilecek özel yerler kullanmak yoktur. Ümmetimin inzivası, oruç; ruhbaniyeti ise cihaddır. Allah'a ibadet ediniz. O'na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Haccediniz ve umre yapınız. Namazı kılınız ve zekâtı veriniz. Ramazan orucunu tutunuz. Sizden önce, çok aşırı gidenler helâk oldular. Siz nefsinize sıkıca sahip olunuz." Resûlullah daha sonra: "Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin. Aşırı da gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." (Mâide, 5/87) âyetini okudu. (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 137-138)
Osman b. Maz'ûn, Hz. Peygamber'den hadım olmak için izin bile istemiş, fakat Hz. Peygamber, O'na izin vermemişti.
O'nun bu derece ibadete düşkünlüğü, sahâbe arasında kendisini meşhur etmiş, âdeta zâhidliğin sembolü haline gelmişti. Ancak Hz. Peygamber, aşırılıkları sevmeyen ve daima dengeli olmayı emreden bir peygamberdi. Bu sebeple, yoğun bir ibadet hayatı süren Osman b. Maz'ûn'u zaman zaman ikaz etmiş, ibadette yaptığı aşırılıkları uygun görmemiştir.
Osman b. Maz'ûn çok hayâ sahibi bir sahâbî idi. Bir gün Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Allah'ın Elçisi; karımın, avret yerimi görmesini istemiyorum" dedi. Resûlullah: "Niçin?" diye sordu. Osman da: "Utanıyorum" cevabını verdi. Resûlullah: "Allah karını, sana seni de karına elbise kılmıştır. Benim ailelerim de avret mahalimi görür, ben de onların avret mahallerini görürüm" buyurdu. Bunun üzerine Osman: "Sen de mi bunu yapıyorsun ya Resûlullah?" dedi. O da: "Evet" dedi. Bunu işiten Osman, ayrılıp gitti. O gidince Hz. Peygamber: "Osman çok hayâ sahibi ve avret mahallini örtmeye çok düşkün biri" dedi. (İbn Sa'd, 3/394)
Osman b. Maz'ûn'un, fıtraten kötülüklere karşı bir antipatisi vardı. Bu sebeple içki haram kılınmadan önce; aklımı gideriyor ve benden daha aşağıdaki kimselere beni rezil ediyor, diyerek içki bile içmezdi.
Hicretin 2. yılında (M. 624) Medine'de vefat etti. Medine'de Mu-hâcirlerden ilk vefat eden sahâbî odur. Bakî' mezarlığına gömüldü. Bu mezarlığa ilk gömülen kişi oldu. Mezarının başına, Resûlullah'ın emriyle, işaret olmak üzere bir taş konuldu. Hz. Peygamber, gözlerinden yaşlar akarak O'nun nâşını öpmüştü. (Tirmizî, Cenâiz, 14)
OSMAN b. TALHA (r.a.)
İslâm öncesi ve sonrasında Kâbe'nin anahtarcısı olan Osman b. Talha (r.a.), Kureyş kabilesine mensuptur. Abdüddâroğulları'ndandır.
Babası, Talha b. Abdullah, Uhud Savaşı'na katılan ve bu savaşta ölen müşriklerdendir. Müslüman olmadan önce kendisi de, Mus'ab b. Umeyr'i namaz kılarken görmüş ve bu durumu annesi ve kabilesine ihbar etmişti. Bununla birlikte iyiliksever biriydi.
Ümmü Seleme, O'nun hakkında şu bilgiyi vermektedir:
«Abdülesedoğulları'nın yanında bulunan oğlumu alarak deveme bindim ve Medine yolunu tuttum. Yapayalnız idim. Ten'im mevkiine vardığım zaman, Abdüddâroğulları'ndan Osman b. Talha ile karşılaştım. Bana: "Nereye böyle?" dedi. Ben de: "Medine'ye, kocamın yanına gidiyorum" dedim. "Yanında kimse yok mu?" dedi. Ben de: "Allah'tan ve şu yanımda bulunan yavrumdan başka kimse yok" dedim. Bunun üzerine devemin yularını tuttu ve beni Medine'ye götürmeye başladı. Allah'a yemin ederim ki, bu kadar şerefli bir Arab'a rastlamadım. Konak yerine vardığımızda, devemi çökertiyor, geri çekilip inmemi bekliyor, devemden inip yanından ayrılınca da, onu alıp bir ağaca bağlıyor, kendisi de bir ağaç altına gidip yatıyordu. Hareket zamanı gelince devemi yüklüyor, geri çekilerek: "Bin" diyordu. Binip yerleşince de devemin yanına geliyor, yularından tutup bir diğer konak yerine kadar beni böylece götürüyordu. Medine'ye kadar hep böyle devam etti. Kuba'da Amr b. Avf Oğulları'nun köyü görününce bana: "Kocan burada, haydi Allah'ın lütfuyla yanına git" dedi. Osman b. Talha'dan daha şerefli bir arkadaş görmedim.»
O, Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra müslüman oldu. Hâlid b. Velid ve Amr b. Âs ile birlikte Medine'ye hicret etmişlerdi. Önce Hâlid b. Velid, daha sonra da Osman b. Talha, üçüncü olarak da Amr, Hz. Peygamber'e bîat etmişti.
Osman b. Talha, Mekke'nin fethinde bulunmuştur. O ve Bilâl, Hz. Peygamber ile birlikte Mescid-i Harâm'a girmişlerdi. Hz. Peygamber, Osman'dan Kâbe'nin anahtarını istemiş, O da koşarak annesi Selâfe'de bulunan anahtarı alıp getirmişti. Daha sonra Kâbe'nin kapısını açmış ve üçü birlikte Kâbe'nin içine girmişlerdi. Hz. Peygamber, Kâbe'nin içinde arkası kapıya dönük olarak namaz kılmış ve daha sonra dışarı çıkmışlardı.
Vâhidî'ye göre, Kâbe'nin anahtarı önce Hz. Ali'ye verilmiş, fakat; "Allah size emanetleri ehlinize vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder" (Nisâ, 4/58) âyeti nâzil olunca, Hz. Peygamber, Kâbe'nin anahtarını tekrar Osman b. Talha'ya vermişti. (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 104-105; Tecrid Tercemesi, 7/280)
Osman b. Talha, Mekke'de kaldığı sürece Kâbe'nin anahtarı onda kalmış, kendisi Medine'ye gitmeyi arzu ettiği zaman, anahtarı amcasının oğlu Şeybe b. Osman'a bırakmıştı. Bundan sonra, Kâbe'nin anahtarcılığını yürütme görevi Şeybeoğulları'nda devam etti. Osman b. Talha 42/662 yılında vefat etti. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/452; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ,3/10)
Hz. ÖMER b. HATTÂB (r.a.)
Halife Hz. Ömer, Kureyş'in eşrafındandı. Soy silsilesi şöyledir: Ömer b. Hattâb b. Nüfeyl b. Abdüluzzâ b. Riyah b. Abdullah b. Rizah b. Adiy b. Kâ'b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr el-Kureşî. Annesi ise, Hanteme bint Hâşim b. Muğîre'dir. Peygamberimiz'le soyu sekizinci dedede birleşir.
Hz. Ömer, hicretten kırk yıl kadar önce doğmuş olup, çocukluğunda ailesinin develerini gütmüştü. Hatta, halife olduktan sonra bir gün deve güttüğü yerlerden geçerken gözleri yaşararak şöyle demişti: "Yâ Rab, ne büyüksün. Hayatımda öyle bir zaman geçti ki bu yerlerde deve güder, bîtap kalarak biraz dinlenmek istediğimde babam bana çıkışırdı. Bugün ise müslümanların başkanlığını yapıyorum, Allah'tan başkasına baş eğmiyorum."
Hz. Ömer, Kureyş'in eşrâfından, hatırı sayılıp sözü dinlenenlerden idi. Cahiliye devrinde elçilik, Kureyş adına sözcülük çoğu kez ona verilirdi. Soy ilmini iyi bilir, çok iyi silâh kullanır, güreş tutar, çok etkili hitabette bulunurdu. Birkaç kez Şam taraflarına gitmiş, Kureyş adına o bölgelerin hâkim ve krallarıyla görüşmüştü.
Hz. Ömer, Peygamberimiz'e (s.a.) nübüvvet görevinin tevdi edilmesinden altı yıl sonra, bi'setin 6. yılında, Zilhicce ayında müslüman oldu. Müslüman olmazdan önce İslâm'a ve müslümanlara karşı çok sert ve katı davranırdı. Peygamberimiz Dâru'l-Erkam'da, bir pazartesi günü: "Allah'ım, şu iki adamdan, Ebû Cehil veya Ömer'den hangisi sana sevgili ise, onunla İslâm'ı azîz kıl" diye dua etmişti. O günlerde Resûlullah Kâbe'de namaz kılarken Hz. Ömer yanına yaklaşmış ve O'nu dinlemişti. Resûlullah namazda Hâkka sûresini okuyordu. Hz. Ömer, dinlediği âyetler karşısında sarsıldı ve yumuşadı. Yine bir başka gün Ebû Cehil'in teşvik ve büyük bir servet vaadiyle Hz. Ömer Hz. Peygamber'i (s.a.) öldürmek için Kâbe'den ayrıldı. Yolda, müslüman olduğu halde bunu gizleyen Nuaym'a rastladı. Hz. Ömer O'na maksadını söyleyince: "Ey Ömer, seni nefsin aldatmış. Sen önce kendi ev halkınla ilgilen. Enişten ve kız kardeşin, müslüman oldular" diyerek Hz. Ömer'i yolundan alıkoyarak başka yöne yönlendirdi.
Nuaym'ın bu haberi üzerine Hz. Ömer hemen geri dönüp ablası ve eniştesinin evine gitti. Evde, Habbâb b. Eret onlara Kur'ân okuyordu. Hz. Ömer'i görünce Habbâb saklandı. Ellerindeki Kur'ân sayfalarını da sakladılar. Fakat Hz. Ömer önce eniştesi ve amca oğlu Saîd b. Zeyd'i sonra da ablası Fâtıma'yı iyice dövdü. Onlar da: "Evet biz müslüman olduk. Allah ve Resûlü'ne imân ettik. Sen bildiğini yap" dediler. Hz. Ömer, okudukları Kur'ân sayfasını istedi. Bu sayfalarda Tâ-Hâ sûresi yazılı idi. Alıp okudu, etkilendi, sarsıldı ve neticede müslüman olmaya karar verdi.
Habbâb onu alıp Resûlullah'ın bulunduğu eve götürdü. Hz. Ömer orada müslüman oldu. Daha sonra da azılı müşriklerin evlerini tek tek dolaşarak onlara müslüman olduğunu haber verdi. Bu olay, Resûlullah'ın duasının üçüncü gününde veya ertesi günü idi. Bir gün önce de Hz. Hamza müslüman olmuştu.
Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulü, İslâm davetinde yeni bir devir açtı. Müslümanlar İslâm'ı açıkça tebliğ etmeye, Kâbe'de açıktan açığa cemaatle namaz kılmaya başladılar.
Hicretten sonra da Hz. Ömer, Resûlullah'ın bütün gazâ ve seferlerine, anlaşmalarına, idarî tedbirlerine ve İslâm yolundaki bütün teşebbüslerine aktif bir şekilde katılmıştı. Namaz vaktinin bir müslüman tarafından ilân olunması fikrinin vahiyle de desteklenmesi onu çok mutlu etmişti. Bedir Savaşı'na, Hz. Ömer'in korkusundan Benî Adiy kabilesi pek katılamamış, Hz. Ömer bu savaşta müşrik dayısı Âs b. Hâşim'i öldürmüştü. Uhud Savaşı'nda da Resûlullah'ın yanından ayrılmadı, Hâlid b. Velid'in hücumunu geri püskürttü. Diğer savaşlarda, söz gelimi Hendek, Hayber, Mekke fethi, Huneyn gibi savaşların hepsinde, Hz. Ömer aktif bir şekilde görev almış, müslümanları teşvik ve teşcî etmiş, kendisi de cansiperâne savaşmıştır.
Hz. Peygamber'in irtihalini müteakip yapılan halife seçimi toplantısında müslümanların birbirine düşmesinin önlenip Hz. Ebû Bekir'e bîatın sağlanmasında, Hz. Ömer'in basiret ve feragat dolu davranışının büyük payı vardır. Halife Hz. Ebû Bekir'in bütün işlerinde yardımcısı ve yakın danışmanı Hz. Ömer idi. Hz. Ebû Bekir, son günlerinde, kendisinden sonra halife olarak Hz. Ömer'i seçtiğini söylemiş, bütün sahâbe de itirazsız ve sevinerek bunu kabul ederek Hz. Ömer'e bîat etmiştir.
Hicretin 13. yılında halifeliği üstlenen Hz. Ömer'in devri, her yönüyle İslâm tarihinin ve İslãm davet ve cihadının en parlak devirlerinden biridir. İslâm ordusu Şam, Filistin, Irak, İran, Mısır, İsfahan ve Horasan bölgelerini bu devirde fethetmiş, devlet teşkilâtı kurulmuş, bütçe ve maliye düzene konmuş ve İslâm devleti ve toplumu, altın çağlarından birini yaşamıştır. Bu itibarla Hz. Ömer büyük bir devlet adamı, adaletli bir yönetici, âlim ve fakîh bir sahâbî, muttakî ve basiretli bir halife idi. Hicret'in 23. yılında mecûsî köle Ebû Lü'lü tarafından, mescidde sabah namazını kıldırırken şehid edildi.
Hz. Ömer cesaretli, özü ve gözü pek bir insandı. Abdullah b. Mes'ûd der ki: "Ömer'in müslüman oluşu bir fetih, hicreti bir yardım, halifeliği de bir rahmet olmuştur." Gece yarısında kalkıp namaz kılar ve: "Allah'ım, beni iyiler ile öldür. Beni kötülere halef kılma. Cehennem azabından koru ve hayırlı kişiler arasına kat" diyerek dua ederdi. Yüzüğünün kaşında: "Ey Ömer, sana vâiz olarak ölüm yeter" cümlesi yazılı idi.
Hz. Ömer valilerine şöyle talimat vermişti: "Sizi, saltanat sürmeniz, tahakküm ve zorbalık etmeniz için tayin etmedim. Siz, insanlara hidayet kılavuzu olacak, herkes tarafından tâbi olunacaksınız. Müslümanların hukukunu sağlayınız, onları dövmeyiniz ki zillete düçâr olmasınlar. Onları haksız yere medhetmeyiniz ki şımarmasınlar. Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki kuvvetliler zayıfları yemesinler..." Onun devrinde valiler, kapısında kapıcı bulundurmamaya, her gelene kapısını açık bulundurmaya, ipekli elbise giymemeye, gösterişten uzak kalmaya söz verir ve özen gösterirdi.
Irak toprakları fethedildiğinde, bu toprakları gazilere dağıtmayıp yerli halka harac vergisi karşılığı geri verdi. Bu kararının isabetliliği daha sonra anlaşıldı. Böylece hem o bölge halkını tedirgin etmemiş, ziraî üretimi devam ettirmiş, hem de devlete önemli bir gelir kaynağı temin etmiş oldu. Ayrıca, arazilere yerleşip çift çubuk sahibi olmanın, müslüman savaşçıların cihad ruhunu söndüreceğini de biliyordu.
Hz. Ömer, artık kendi devrinde İslâm'ın aziz ve hâkim olduğunu, bu sebeple bazı kimselere, sırf gönlünü İslâm'a ısındırmak veya şerrini engellemek için mal verilmesine gerek kalmadığını söyleyerek, müellefe-i kulûb'un zekât ve ganimet hissesini iptal etmiştir. Yine Hz. Ömer, aç bırakıldığı için hırsızlık yapan kölelerin elini kesmemiş; müslümanların, gayrimüslimlerin kadın ve kızlarıyla evlenmesini yasaklayarak İslâm toplumunun safiyetini korumasını hedeflemiştir.
Hz. Ömer'in adâleti vali ve kadılara bu yönde verdiği talimat ve tavsiyeler, onun İslâm tarihi içerisinde "Ömerü'l-Âdil" veya "Ömerü'l-Fâruk" ismiyle anılmasına yol açmış, O'nun âdil idare ve kararları hakkında müstakil kitaplar yazılmış, asırlar boyu anılmış, nümûne-i misal ve menkıbe olmuştur.
Bir defasında Übey b. Kâ'b ile bir anlaşmazlığı olmuş, meseleyi kadı Zeyd b. Sâbit'e götürmüşler, dava sırasında Zeyd b. Sâbit, Halife Hz. Ömer'e biraz daha müsamahalı davranmaya kalkınca: "Senin huzurunda sıradan bir insanla Ömer eşit olmazsa, sen hiçbir zaman hâkimliğe lâyık olamazsın" buyurmuştur.
Hz. Ömer, Allah'ın ve Resûlü'nün koyduğu ahkâmı tatbik konusunda zengin ile fakir, eşraf ile kimsesiz, şah ile köle arasında, hatta müslüman ile gayrimüslim arasında fark gözetmezdi. Devlet görevine tayin edeceği memurlarda liyâkatı esas alırdı. Devlet hazinesini harcarken kuruşuna dikkat eder, haksız kazanç sağlayanlarla mücadele ederdi. Üzerinde, halife olduğunu gösteren hiç bir alâmet ve fazlalık bulunmaz, sade giyinir ve memurlarından da bunu isterdi.
Geceleri Medine sokaklarını dolaşır, halkın ahvalini tetkik ederdi. Bir defasında geceleyin bir kadının, açlıktan ağlayan çocuklarını avutmaya ve uyutmaya çalıştığını görünce, gidip devlet hazinesinden sırtına un, yağ, hurma gibi gıda maddeleri yüklenmişti. Taşırken kendisine yardım etmek isteyen Eslem'in bu teklifini kabul etmemiş ve O'na: "Kıyamet günü benim yüküme katılacak değilsin, bırak da yükü kendim taşıyayım" buyurmuş, kendi eliyle çocukların karınlarını doyurmuştur. Halife Ömer, İslâm ülkesinde bir aç-açık oldu mu, kendisini sorumlu tutar, o yarayı kapatmaya koşardı.
Hz. Ömer, âlim ve fakîh bir devlet adamı idi. Ortaya çıkan yeni durumlar karşısında Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın sünnetinin genel ve özel naslarından hüküm çıkarır, etrafındaki fakîh sahâbîlere de danışır ve en doğru gördüğü hükmü uygulardı. Abdullah b. Mes'ûd: "Arap kabilelerinin ilmini terazinin bir gözüne, Hz. Ömer'in ilmini terazinin bir diğer gözüne koysak, Ömer'in ilmi ağır gelir" der, Saîd b. Müseyyeb de: "Resûlullah'tan sonra Ömer'den daha âlim bir zat bilmiyorum" derdi. Bu sebeple Hz. Ömer'in hükmü ve fetvaları daha sonra gelen âlimler ve mezheb imamları tarafından büyük bir itina ile korunmuş ve devam ettirilmiştir.
Hz. Ömer, Resûlullah zamanında da, verdiği isabetli kararlar sebebiyle Resûlullah'ın övgüsüne mazhar olmuştur. Nitekim, Bedir'de alınan esirlere ne yapılacağı hususu gündeme gelince, başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere bir kısım ashâb onların fidye karşılığı salıverilmesini teklif etmiş, Hz. Ömer ise, "İslâm devletinin yeni kurulduğunu, bu uygulamanın müslüman toplumunu za'fa uğratacağını, onların boyunlarının vurulması gerektiğini" ileri sürmüş, daha sonra bu konuda nazil olan âyet Hz. Ömer'in görüşünü desteklemiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Hattâb oğlu Ömer'in sözüne uymamakla, bize büyük bir azabın dokunmasına az kalmıştı. Eğer azab inmiş olsaydı, Ömer'den başka kimse kurtulamazdı" buyurmuştur.
Hz. Ömer, İslâm devletinin idaresi altındaki gayrimüslim vatandaşların (zimmîlerin) haklarını korumada da çok hassasiyet gösterirdi. Fethettiği ülkelerdeki gayrimüslimlere her türlü dinî ve insanî haklarını tanımıştır. Hz. Ömer, kölelerin hürriyete kavuşmasında büyük gayret göstermiş, Mısır valisi Amr b. Âs'ın oğlu, bir Mısırlıyı tokatlayınca onu cezalandırmış ve: "Herkes anasından hür olarak doğmuşken, siz ne zaman onları köleleştirdiniz?" buyurmuş ve bu sözü tarihe malolmuştur.
Hz. Ömer, Kur'ân hukukunun uygulanması kadar Resûlullah'ın sünnetinin tatbikinde de hassas idi. Ancak, herkesin rastgele hadîs rivayetine izin vermez, Hz. Peygamber'den bir rivayette bulunandan hemen delil veya şahid isterdi. Bu tutumunun, hadîs rivayetinde disiplin ve ciddiyetin sağlanmasında önemli yararı olmuştur. Kendisi de Resûlullah'tan (s.a.) 537 hadîs rivayet etmiştir. Hz. Peygamber'le devamlı surette bir arada olan ve O'nun meclislerini takip eden Hz. Ömer'in, daha fazla sayıda hadîs rivayet etmemiş olması, Resûlullah'a (s.a.) yanlış isnadda bulunma korkusundan kaynaklanmaktadır.
Hz. Ömer bir gün hutbede müslümanlara, yanlış yola saptığı takdirde ne yapacaklarını sordu. Bir zat hemen ayağa kalkarak: "Seni kılıcımızla doğrulturuz" cevabını verince Hz. Ömer, ümmetin içinde böyle kimselerin bulunmasından dolayı Allah'a hamd ü senâ etti.
Hz. Ömer, insanların dış görünüşüne ve zahirine aldanmaz ve: "Bir adamın şöhretine, görünüşüne aldanmayınız. Namaz ve niyazına bakmayınız. Aklına, doğruluğuna bakınız" derdi.
Hz. Ömer, cihan tarihinin mümtaz bir adâlet örneğidir. Cahiliyye devrindeki sert mizaçlı Ömer, İslâm'la şereflenip Allah ve Resûlü'nün yoluna baş koyunca, insanlık tarihinin her zaman hasret ve övgüyle anacağı âdil, basîretli ve müşfik bir halife olmuştur. O, Mehmet Âkif'in de dediği gibi;
Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer'den onu
Bir ihtiyar karı bîkes kalır, Ömer mesûl,
Yetîmi, girye-i hüsrân kalır, Ömer mesûl,
Bir âşiyân-ı sefalet bakılmayıp göçse
Ömer kalır altında, hiç değil kimse.
diye düşünüp, bu mesuliyet hissiyle hareket etmiş, sırtındaki emaneti bu idrakle taşımış ve teslim etmiştir.
ÖMER b. EBÛ SELEME (r.a.)
Hz. Peygamber'in üvey oğlu ve Hz. Ali döneminin Bahreyn valisi olan Ömer b. Ebû Seleme, Resûlullah'ın hanımı Ümmü Seleme'nin oğludur. Babası Ebû Seleme b. Abdülesed'dir. Ömer, Ümmü Seleme'nin Ebû Seleme'den olan oğludur. Daha sonra Hz. Peygamber'le evlendiği için Ömer, Hz. Peygamber'in de üvey oğlu olmuş oldu.
Doğumu ile ilgili çeşitli rivayetler mevcuttur. Habeşistan'da ikinci yılda doğduğu rivayet edildiği gibi, bundan önce de sonra da doğduğu rivayet edilmektedir. Hendek Savaşı'nda annesiyle birlikte Hassan b. Sâbit'in müstahkem evinde kalmıştır. Hz. Peygamber vefat ettiğinde henüz dokuz yaşındaydı. Hz. Ali döneminde, Bahreyn valisi oldu. Cemel Savaşı'na katıldı ve burada şehid düştü (12/633). Bir başka rivayete göre, Abdülmelik b. Mervân zamanına kadar yaşadı ve Medine'de vefat etti.
Hz. Peygamber'den naklettiği bir hadîs şöyledir: "Ben Resûlullah'ın terbiyesi altında bir oğlandım. Yemek yerken elim yemek kabının her tarafında dolaşırdı. Resûlullah bana: "Ey oğul, (yemeğe başlarken) Bismillahirrahmanirrahim, de. Sağ elinle ye ve sana yakın olan taraftan ye" buyurdu. Bundan sonra ben, her zaman besmele ile, sağ elimle ve önümden yemek yedim." (Tecrid Tercemesi, 11/379)
RÂFİ' b. AMR (r.a.)
Râfi' b. Amr el-Gıfarî hakkında İbn Mâce'de yer alan bir hadîsten başka yeterli bir bilgi mevcut değildir. Bu hadîsten, O'nun Resûlullah ile görüştüğünü anlıyoruz. Râfi' şöyle demektedir:
Ben küçük bir çocuk iken hurma ağaçlarındaki hurmalara taş atardım. (Bu durum Hz. Peygamber'e şikâyet edildi ve) beni Hz. Peygamber'e götürdüler. Hz. Peygamber: "Ey çocuk, niçin hurma ağaçlarını taşlıyorsun?" dedi. Ben de: Yemek için, dedim. Resûlullah: "Hurma ağaçlarına taş atma, ağaçtan yere düşenleri ye" diye tenbihte bulundu. Sonra başımı sıvazladı ve: "Allah'ım; bunun karnını doyur" diye duada bulundu. (İbn Mâce, Sünen, H.N. 2299)
Daha sonra Basra'ya yerleşti ve orada vefat etti. (Ö. 50/670)
RÂFİ' b. AMR et-TÂÎ (r.a.)
Râfi' b. Amr et-Tâî, Zâtüsselâsil seriyyesini bize nakleden sahâbîdir. Müslüman olmadan önce, hırsızlık yapan Râfi', müslüman olduktan sonra bunu terketmiş, iyi bir casus olmuştur.
Zâtüsselâsil seriyyesini O, şöyle anlatmaktadır: Resûlullah (s.a.) Amr b. Âs komutasında Zâtüsselâsil'e bir ordu göndermişti. Orduda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve ashâbın diğer ileri gelenleri de vardı. Medine'den hareket edip Cebel-i Tay denilen yere geldiklerinde konakladılar. Hz. Ömer: Bir kılavuz bulun, dedi. O'na: Râfi' b. Amr'dan başka kılavuz yok. O, aynı zamanda iyi bir casus ve güçlü bir yiğittir, dediler.
Savaşın sonunda karargâha geldim. Hz. Ebû Bekir'i arayıp buldum. Kendisine: Ey sofrasında helâl yemek yenen zât. Ashâb arasında seni arayıp buldum. Bana öyle şeyler söyle ki, onları tatbik ettiğim zaman, ben de sizin gibi olayım, dedim. O da: O halde parmaklarınla say, dedi. Ben de: Peki sayıyorum, dedim.
Şöyle dedi:
— Tek Allah'tan başka ilâh olmadığına, ortağının bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Resûlü olduğuna şehadet ederim, dersin. Namaz kılarsın. Malın zekâtını verirsin. Haccını ifâ edersin. Ramazan ayında orucunu turarsın. Tamam mı? dedi.
— Tamam, dedim.
Sonra şöyle devam etti:
— Diğerlerine gelince: İki kişiye de olsa başkan olma, dedi.
Ben de:
— Başkanlık sadece siz Bedir'e katılanlara mı has? dedim.
Şöyle dedi:
— Senin ve senden daha aşağı olanların da başkan olacağı günler yakındır. Allah, Peygamber'ini gönderince insanlar İslâm'a girdiler. Bir kısmına Allah doğru yolu gösterdi. Onlar kendiliğinden İslâm'a girdiler. Allah'ın zimmetini kabul ederek O'nun dostu oldular. Bir kimse başkan olunca, halk ondan şikâyetçi olur, hakkını alamazsa, Allah başkandan halkın intikamını alır. Sizden birinizin komşusunun davarı çalınsa, komşusuna kızgınlığından dolayı buna sevinse, hiç iyi olmaz. Komşu Allah'ın himayesindedir.
Aradan seneler geçtikten sonra Hz. Ebû Bekir halife seçildi. Hayvanıma binip yanına gittim. Ben Râfi'im. Şu, şu yerlerde senin yardımcın idim, dedim. O da: Tanıdım, dedi. Beni başkan olmaktan menetmiştin, kendinse bütün ümmet-i Muhammed'e başkan oldun, dedim. O da: Evet, kim müslümanlar için Allah'ın Kitab'ını hâkim kılmazsa, Allah ona lânet eder, dedi.
RÂFİ' b. HADÎC (r.a.)
Râfi' b. Hadîc, Ensâr'dandır. Hârisoğulları kabilesine mensuptur. Babası, Hadîc b. Râfi'dir. Annesi ise, Urve b. Mes'ûd'un kızı Halîme'dir. Künyesi Ebû Abdullah'dır. Züheyr b. Râfi'in yeğenidir.
Râfi' b. Hadîc, yaşı küçük olduğu için Bedir Savaşı'na katılamamıştır. Yaşının küçük olması sebebiyle Hz. Peygamber tarafından geri çevrilmiş; Uhud başta olmak üzere Hz. Peygamber ile birlikte diğer bütün savaşlara katılmıştır. Kabilesinin en bilgili kişisi olmuştur.
Kendisine Uhud veya Hayber'de bir ok isabet etmişti. Resûlullah'a gelerek: Ya Resûlallah, göğsümdeki oku çıkar, dedi. Resûlullah da: "Ey Râfi', istersen oku başı ile birlikte çıkarayım, istersen başı kalsın, sadece oku çıkarayım. Okun başı Kıyamet günü senin şehid olduğuna şehadet etsin" buyurdu. O da: Ya Resûlallah; oku çıkar, başı kalsın. Kıyamet günü benim şehid olduğuma şahit olsun, dedi.
Râfi', Muâviye'nin hilâfetine kadar yaşadı. Bir gün okun başının bulunduğu yara deşildi ve ikindiden sonra da vefat etti. En sağlam rivayete göre, 74/693 senesi başlarında 84 yaşında iken vefat etmiştir. Diğer bir rivayete göre Muâviye'nin hilâfetine kadar yaşamış ve 59/679'da vefat etmiştir. Cenaze namazını Abdullah b. Ömer kıldırmıştır. Hicrî 74 senesi İbn Ömer'in de vefat ettiği senedir. Râfi'in cenaze namazı kılınmadan önce kadınlar feryad ve figân etmeye başlayınca, Abdullah b. Ömer'in: "Susun, Râfi' ihtiyar bir kimsedir. Allah'ın azabına takatı yoktur" dediği nakledilmektedir. (Tecrid Tercemesi, 2/505)
Râfi' b. Hadîc'ten 78 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan beş hadîsin rivayetinde Buhârî ile Müslim ittifak etmişlerdir. Müslim'in tek başına rivayet ettiği hadîs ise üçtür. Kendisinden oğlu Rifâa ile Süleyman b. Yesâr, Beşir b. Yesâr ve Tâvûs b. Keysân hadîs rivayet etmişlerdir.
Râfi' b. Hadîc'den nakledilen hadîslerden iki örnek:
Biz akşam namazını Resûlullah (s.a.) ile birlikte kılardık da her birimiz, namazdan çıktığında attığı okun nereye düştüğünü görecek kadar henüz aydınlık bulunurdu. (Tecrid Tercemesi, 2/506)
Amcam Züheyr, Resûlullah (s.a.) bize suhûletli olan bir işten bizi nehyetti, dedi. Ben de: Resûlullah'ın söylediği söz muhakkak ki hakikattır, dedim. Züheyr: Resûlullah, bir keresinde beni huzuruna çağırdı ve: "Tarlalarınızı nasıl idare edersiniz?" diye sordu. Ben de: Bunları, sulak tarafı bize ait olmak üzere ve hurmadan, arpadan vesk denilen ölçekler mukabilinde icara veririz, dedim. Resûlullah da: "Öyle yapmayınız. Bunları ya kendiniz ekiniz, veya başkasına ücretsiz verip ektiriniz, yahut da boş tutunuz" buyurdu. Bu hadîsi amcasından işiten Râfi': Sem'an ve tâaten (işittim ve itaat ettim), demişti. (Tecrid Tercemesi, 7/229, H.N. 1057)
RÂFİ' b. MÂLİK b. ACLÂN (r.a.)
Râfi' b. Mâlik, Ensâr'dandır ve Hazrec kabilesine mensuptur. Künyesi, Ebû Mâlik veya Ebû Rifâa'dır. Ensâr arasında müslümanlığı ilk kabul edenler arasında yer almaktadır.
Râfi' b. Mâlik, Birinci Akabe Bîatı'na katılan on iki kişi arasında yer aldığı gibi (621 senesi), ertesi yıl yapılan İkinci Akabe Bîatı'na katılan yetmiş kişi arasında da yer almıştır. Akabe bîatlarına katılmak, O'nun en büyük övünç kaynağı olmuştur. Nitekim Bedir Savaşı'na katılamayan Râfi' b. Mâlik: "Akabe'ye mukabil, Bedir'de bulunmam beni bu kadar sevindirmezdi" demiştir.
Râfi' b. Mâlik, Hz. Peygamber'in hicretinden önce Mekke'ye gitmiş ve O'ndan Yûsuf sûresini öğrenerek Medine'ye dönmüştü. Râfi' b. Mâlik, Uhud Savaşı'na katılmış ve bu savaşta şehid düşmüştür (3/624). Râfi', İslâmiyet'in neşri için canla başla çalışmış, malı ve canı ile cihad etmiş bir sahâbî idi.
RÂFİ' MEVLANNEBÎ (r.a.)
Râfi', Saîd b. Âs'ın kölelerinden idi. Ebu'l-Behiy diye anılırdı. Saîd b. Âs'ın birçok kölesi vardı. Bu kölelerini, her oğluna karşılık âzad etmişti. Bunlar içinde âzad etmediği tek köle kalmıştı. Râfi' adındaki bu köleyi de; Hz. Peygamber aşkına O'nu da âzad ediyorum diyerek âzad etmişti. Hz. Peygamber aşkına âzad edildiği için, bundan sonra kendisi "Mevlannebî" diye anılmıştır. (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/488)
REBAH MEVLANNEBÎ (r.a.)
Hz. Peygamber'in kölesiydi. Kaynaklarda adı, Hz. Peygamber'in huzuruna girmek için Hz. Ömer'in, kendisi için Resûlullah'tan izin almasını istemesi konusunda geçmektedir.
Hz. Peygamber ile hanımı Hafsa arasında meydana gelen huzursuzluk sebebiyle Hz. Ömer çok üzülmüştü. Önce kızı Hafsa ile konuştu, sonra Hz. Peygamber'in odasının kapısına kadar geldi. Kapıda Rebah vardı. Hz. Ömer Rebah'a: Ya Rebah, Resûlullah'ın huzuruna girebilmem için bana izin iste, dedi. Resûlullah bu istek üzerine sustu. Hz. Ömer birkaç kere Rebah'ın adını anarak izin istedi. Üçüncü kez izin istedi, yine de izin verilmeyince Hz. Ömer dönüp gitmek istedi. O sırada Hz. Peygamber, Rebah'ı çağırarak kendisine izin verildiğini bildirdi.
Rebah ile ilgili bir başka olay da, Seleme b. Ekva'ın olayı sebebiyle geçmektedir. Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Rebah ile Seleme b. Ekva', Hz. Peygamber'in develerini otlatmak için kıra çıkmışlardı. Akşam üzeri deve sürüsüne bir baskın olmuştu. Seleme, Rebah'a: Bu ata bin ve Resûlullah'a sürüsüne baskın yapıldığını haber ver, demişti. Bundan sonra Seleme b. Ekva'ın olağanüstü kahramanlığına şahit olmaktayız. (Bk. Seleme b. Ekva')
Kaynaklarda Rebah ile ilgili başka bilgilere rastlanılmamaktadır.
REBÎ' b. ZİYÂD (r.a.)
Rebî' b. Ziyâd el-Hârisî, Hz. Peygamber'le görüşmüş, fakat tâbiînden olduğunu söyleyenler de bulunmuştur. Sicistan'ın fethine katılmış ve orasını fethetmiştir. Ebû Mûsa el-Eş'arî ise, O'nu Bahreyn'e zekât memuru olarak göndermiştir.
Hz. Ömer: "Bana, müslümanların çok önemli bir işine tayin edeceğim bir adam söyleyin" deyince, yanındakiler: Abdurrahman b. Avf, dediler. Hz. Ömer: "Zayıf" dedi. Falan, dediler. Hz. Ömer de: "O bu işe yaramaz" dedi. Nasıl birisini istiyorsunuz? dediler. Hz. Ömer de: "Başkan olduğu zaman, içlerinden biri imiş gibi hareket eden, başkan olmadığı zaman da, başkanları imiş gibi hareket eden birisi olmalı" dedi. Yanındakiler: Öyleyse Rebî' b. Ziyâd el-Hârisî'den başkasını bilmiyoruz, dediler. Hz. Ömer de onların görüşünü doğru bularak: "Doğrusunuz" dedi.
Rebî' b. Ziyâd, Hz. Ömer gibi bir halifenin itimadını kazanmış bir kişi idi. (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/492) Şu hâdise Hz. Ömer'in kendisine güvendiğini göstermektedir:
Hz. Ömer, sahâbeden bir grup toplamış ve onların fikrini almak istemiştir. Birkaç kişiye söz veren Hz. Ömer, hiçbirinin konuşmasını beğenmemiştir. Sonunda beyaz tenli, zayıf bir kişiye gözü takılır ve O'na söz verir. O da kalkar ve: "Sen bu ümmetin işini üzerine aldın. Üzerine aldığın işleri yaparken, özellikle halk ile olan münasebetlerini sürdürürken, Allah'tan kork. Çünkü sen, sorguya çekilecek, hesap vereceksin. Seni emin biliyoruz. Üzerindeki emanetleri yerine getirmen gerekir. Yaptığın işlere göre mükâfatın verilecektir" dedi.
Hz. Ömer: "Halife olduğum günden beri, bana böyle doğruyu konuşan olmadı. Kimsin sen?" diye sordu. O zât da: Rebî' b. Ziyâd'ım, dedi. Hz. Ömer: "Muhâcir b. Ziyâd'ın kardeşi mi?" diye sordu. O da: Evet, dedi.
Daha sonra Hz. Ömer bir ordu hazırladı ve Ebû Mûsa'yı komutan tayin etti. O'na şöyle dedi: "Rebî' b. Ziyâd'a dikkat et. Eğer söylediklerinde samimi ise, bu işte sana yardımcı olur. O'nu kumandan tayin et. O gün yanınıza gelmesin. Şayet sözlerinde samimi değilse, O'nun mesuliyetini ben üzerime alıyorum. Sanki O'nu kumandan tayin eden benmişim gibi, onun sorumluluğu bana ait. Hz. Peygamber, (s.a.) bize: "Benden sonra, sizinle ilgili korktuğum şeylerin en tehlikelisi, yaldızlı kelimelerle konuşan münafıkların türemesidir" diye buyurmuştu."
REBÎA b. EKSEM (r.a.)
Rebîa b. Eksem, Huzeymeoğulları'ndandır. Ebû Zeyd diye künyelenmiştir. Kısa boylu bir sahâbî idi. Bedir'den önce müslüman olmuş ve hicret ederek Medine'ye gelmişti. Bedir'de bulundu. Bu sebeple Bedir ashâbından sayılmaktadır. Daha sonra Uhud, Hendek ve Hudeybiye'de bulundu. Hayber'in kuşatması sırasında yahudi Hâris tarafından atılan bir okla şehid oldu (7/628). Şehid düştüğünde yaşı 39 idi. (İbn Sa'd, Tabakât, 3/95)
REBÎA b. HÂRİS (r.a.)
Rebîa b. Hâris, Hz. Peygamber'in amcası Hâris'in oğludur. Cahiliye döneminde Hz. Osman'ın ticaret ortağı idi. Bu sebeple Bedir Savaşı'nda Kureyşliler'le birlikte bulunmamıştır. Savaş yapıldığı sırada kendisi Şam tarafında idi. Ne zaman müslüman olduğu kesin olarak belli değildir. Mekke'nin fethinden önce müslüman olduğu tahmin edilmektedir.
Huneyn ve Tebük seferlerine katılan Rebîa, Veda haccında bulundu ve Resûlullah'ın hutbesinde adı zikredildi.
Olay şudur: Rebîa'nın pek çok çocuğu vardı. Bunlardan Âdem, Sa'doğulları'na emzirilmeye verilmişti. Evin önünde oynarken Leysoğulları'na mensup biri tarafından atılan bir taşla öldürülmüştü. Bu sebeple Rebîa ile öldürülen taraf arasında kan davası başlamıştı. Kan davası, Cahiliye Döneminin en önemli âdetlerinden biriydi. İşte bu sebeple Hz. Peygamber Veda hutbesinde: "Bu beldede, bu ayda, bugünün kutsallığı gibi, kanlarınız, mallarınız da kutsaldır. Şunu iyi bilin ki Cahiliye Devri'ndeki kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Rebîa b. Hâris'in kan davasıdır" demişti.
Rebîa, Hz. Ömer dönemine kadar yaşadı ve 23/644 yılında Medine'de vefat etti. O'nun sahâbe arasında en ünlü olan yanı, Hz. Peygamber'in akrabası oluşuydu. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/257; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/493)
REBÎA b. KÂ'B (r.a.)
Rebîa, Kâ'b Mâlik'in oğludur. Ensâr'dandır ve Eslemoğulları kabilesine mensuptur. Medine'ye gelerek buraya yerleşmiş ve müslüman olmuştu. Fakir olduğu için Hz. Peygamber, O'nu Suffa'ya yerleştirmişti. Bu sebeple ashâb-ı suffâdan sayılmaktadır. Rebîa, Suffa'da bulunduğu için, Hz. Peygamber'e hizmet eder, abdest suyunu getirirdi. Gece namazlarında Hz. Peygamber'i uyandırırdı. O'ndan nakledilen bir hadîste Hz. Peygamber'in namazda, "Semiallahu limen hamideh" dediği nakledilmiştir. Bu nedenle bu ibare namazda sünnet olarak kabul edilmiştir. Rebîa, bu olayı şöyle anlatmaktadır:
Bütün gün Resûlullah'a hizmet ediyordum. O kadar ki, Resûlullah, yatsı namazını kılıp evine girdikten sonra bile, belki bir ihtiyacı olur diye kapısında durur, oturur, O'nun "Sübhanallahi ve bihamdihi" dediğini duyardım. Böylece orada ya uyuyup kalırdım, ya da bir ihtiyacının olmadığını anlayarak çekip giderdim. Bir gün kendisine hizmetimden dolayı bana: "Yâ Rebîa b. Kâ'b, iste, istediğini vereceğim" dedi.
Ben de: "Düşüneyim de sana bildiririm, ya Resûlallah" dedim. Kendi kendime; dünya geçicidir, yok olup gidecektir. Benimse dünyada yeteri kadar servetim ve gelirim var, diye düşündüm. Allah yanında bir mevkii olduğuna göre Resûlullah'tan âhiret için bir şey isteyeyim, dedim. Resûlullah'a geldim ve O'na: Ya Resûlallah, Rabbimin beni Cehennem'den âzad etmesi için bana şefaat etmeni istiyorum, dedim. Resûlullah da: "Bunu sana kim öğretti ya Rebîa?" dedi. Ben de: Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, kimse öğretmedi. Sen bana; istediğini vereceğim, demiştin. Senin Allah katında bir merteben olduğuna göre, kendi kendime, dünyanın geçici ve fâni, benimse dünyada yeteri kadar gelirim olduğunu düşündüm. Senden âhiretim için bir şey isteyeyim, dedim, diye karşılık verince Re-sûlullah, uzun bir süre düşündü, sonra bana: "Peki yapayım, fakat çok namaz kılmak suretiyle sen de bana yardımcı ol" buyurdu.
Fakir olmasına rağmen, dünyası için değil de âhireti için Hz. Peygamber'den bir şey isteyen Rebîa, Medine'de 63/682 yılında vefat etmiştir. Firâs adında bir çocuğu olan Rebîa'ya bu yüzden Ebû Firâs da denilmiştir. Hz. Peygamber'den 12 hadîs rivayet etmiştir.
RİB'Î b. ÂMİR (r.a.)
Rib'î b. Âmir, Âmir b. Hâlid'in oğludur. İleri gelen askerî şahıslardan biridir. Kâdisiye ve Nihavend savaşlarında bulundu. Horasan'ın fethine katıldı. O'nu asıl ünlü eden olay, Kâdisiye'de Rüstem'e elçi olarak gitmesi ve orada yaptığı hareketlerdir. Olay şöyledir:
Sa'd b. Ebî Vakkâs, Rüstem'in daveti üzerine Rib'î b. Âmir'i ona elçi olarak gönderdi. Bunun üzerine Rib'î, ordugâhında bulunan İran komutanı Rüstem'in yanına gitmek için yola çıktı. İran muhafızlarının bulunduğu bir köprüye geldiğinde, askerler kendisini bırakmadılar ve durumu Rüstem'e bildirdiler. Rüstem de İran devlet adamlarıyla görüştü ve onlara: Ne diyorsunuz, kendimizi gösterelim mi? diye sordu. Topluca kendilerini göstermeye karar verdiler. Kıymetli halıları yere yaydılar ve süslendiler. Rüstem'e altından bir taht hazırlandı. En güzel elbiselerini giydiler.
Rib'î, boyu kısa, yelesi uzun bir at üstünde parlak kılıcı, mızrağı, öküz derisinden kılıflı kalkanı ile Rüstem'e doğru ilerledi. Halıları çiğnememesi için, atından inmesini istediler. O buna aldırmayarak Rüstem'in yanına kadar atını sürdü. Orada atından indi. İki yastık alarak ortasını deldi ve atını ona bağladı. Buna mani olamadılar. İranlılar kendisini küçük düşürmek istemişlerdi. O da küçük düşmemek için bunları yapmıştı. Rib'î'nin üzerinde kımıldadıkça parıldayan bir zırh vardı. O'na: Silahını bırak, dediler. O da: Ben size gelmedim ki, sizin emrinizle silahımı bırakayım. Siz beni davet ettiniz, ya istediğim gibi gireceğim ya da çekip gideceğim, dedi.
Bunun üzerine Rüstem: Bırakınız gelsin, nasıl olsa bir kişidir, dedi. Rib'î, Rüstem'in yanına vardı ve yere oturdu. Niçin yere oturdun? denilince: Bu sizin çok değer verdiğiniz şeylerin üzerine oturmayı biz caiz görmeyiz, dedi.
Rüstem: Sizi ülkemize getiren sebep nedir? dedi. O da: Bizi buraya Allah'a kulluk yapmalarını sağlamak, sıkıntılı dünyadan, geniş hayata çıkarmak, bâtıl dinlerin zulmünden İslâm'ın adâletine kavuşturmak için Allah gönderdi. O, insanların kula kul olmalarını istemez, dedi. Bunun üzerine Rüstem adamlarına: Yazıklar olsun sizlere, elbiselere bakmayın. Fakat görüş, söz ve davranışlara bakın. Araplar yemeğe önem vermezler, ama asaletlerini muhafaza ederler. Ne sizin gibi giyinirler ne de sizin gibi düşünürler, dedi.
İranlılar, Rib'î'yi küçümsemişlerdi. Daha sonra Rib'î şunları söyledi:
— Allah bize, kullarını kendisine davet edelim diye bize bir din gönderdi. Kim bu dini kabul ederse, bizden olur. Biz de döner gideriz. Kim de kabul etmez ise, Allah'ın vaad ettiğine kavuşuncaya kadar onunla savaşırız.
Allah'ın vaad ettiği nedir? dediler. Rib'î de: Kâfirlerle savaşırken ölen için Cennet, geride kalanlar için ise zafer vardır, dedi. Rüstem: Söylediklerini dinledim. Bu konuyu düşünmemiz için zaman verir misin? dedi. Rib'î de: Evet, diye cevap verdi. O: Kaç gün? dedi. Rib'î de: Bir veya iki gün, diye cevap verdi. Rüstem: Hayır, bilginlerimiz ve ileri gelenlerimizle danışmamız gerek, bu az olur, diye karşılık verdi. Rib'î: Peygamberimiz düşmanla karşılaştığımız zaman üç günden fazla süre vermememizi emretti. Düşün ve adamlarına sor. Bu süre içinde üç şıktan birini, (müslüman olma, cizye verme veya savaşma) tercih et, dedi.
Rüstem: Sen onların efendisi misin? dedi. O da: Hayır, fakat müslümanlar, birbirlerini koruyan tek vücut gibidirler, diye cevap verdi.
İşte, Rib'î'nin Rüstem karşısındaki bu tavrı ve konuşması, O'nun ününü birden arttırdı.
RİFÂA b. RÂFİ' (r.a.)
Rifâa b. Râfi', Râfi b. Mâlik'in oğludur. Annesi Ümmü Mâlik'tir. Babası Bedir'de bulunmamasına rağmen, kendisi bulunmuş ve Bedir ashâbından olmuştur. Uhud ve diğer savaşlarda Hz. Peygamber'le birlikte bulunmuştur. Cemel ve Sıffîn savaşlarında bulunduğuna dair bazı rivayetler mevcuttur. 41 veya 42/661-662 yılında vefat ettiği söylenmektedir. Rifâa'dan rivayet edilen hadîslerden birkaçı, Buhâ-rî'de yer almaktadır. Bunlardan birinin meali şöyledir:
Bedir Savaşı sırasında, bir ara Cibril, Nebî (s.a.)'ye geldi de: Yâ Resûlallah, içinizden Bedir kahramanlarını ne mertebe sayarsınız? diye sordu. Resûlullah da: "Müslümanların en faziletli simaları sayarız" buyurdu. Cibril: Biz de meleklerden Bedir'de hazır bulunanları böylece meleklerin hayırlısı addederiz, dedi. (Tecrid Tercemesi, 10/147-148, H.N. 1564)
Rifâa b. Râfi'nin Hz. Ali'ye söylediği şu sözler, O'nun siyasî konulara olan vukûfiyetini gösteren bir ölçü mahiyetindedir. Zira O, Hz. Ali taraftarı olmasına rağmen, kendisine karşı geldiği için Hz Âişe ve taraftarlarına kızan Hz. Ali'ye karşı: "Ey mü'minlerin emiri, Hz. Peygamber'in irtihali üzerine en çok düşünülmesi icap eden nokta, dinin galip gelmesi idi. Onun için o anda hilâfet tam yerini buldu. Bu işte, Resûlullah'a yakın olmaktan daha fazla, imanda ve hicrette öncelik, Hakk'a hizmet, Kitap ve sünneti ikame hususlarında temayüz lâzımdı. Mü'minler de bu şekilde hareket etmişler ve hakkı gerçekleştirmeye çalışmışlardı. Bugün ise söz sizindir. Emrediniz, yapalım" demişti.
RUFEYFİ' b. SÂBİT (r.a.)
Rufeyfi' b. Sâbit, Ensâr'dandır ve Neccâroğulları kabilesine mensuptur. Hz. Peygamber'le görüşmüş ve Huneyn Savaşı'na katılmıştır.
Medine'deki hayatı hakkında pek bilgi bulunmayan Rufeyfi'nin, asıl ünlü olduğu yer, Mısır'dır. Muâviye dönemine kadar, ne yaptığı ve ne ile meşgul olduğu pek bilinemeyen Rufeyfi', Muâviye döneminde Trablusgarb valisi olarak atandı (46/666). Bekra'ya yerleşen Rufeyfi', buradan Trablusgarb'ı idare etmeye başladı. 47/667'de Mısır valisi Mesleme b. Muhalled tarafından hazırlanan bir ordunun başına getirilen Rufeyfi', Tunus, Cezayir ve Fas'a kadar giderek Cerbe'yi aldı. Tekrar geri döndü ve Berka'ya yerleşti.
Mesleme b. Muhalled, Rufeyfi'i harac işlerini yürütmekle görevlendirmek istedi ise de, bunu kabul etmedi. Valilik görevinde yaklaşık on yıl kaldı. 56/676'da Berka'da vefat etti ve oraya defnedildi.
Rufeyfi'den sekiz hadîs rivayet edilmiştir. Sürekli Hz. Peygamber'in güzel ahlâkından söz etmiş, savaşta olmasına rağmen, hak ve adâletten ayrılmamıştır. Özellikle Huneyn Savaşı'nı anlatmış ve bu savaşı çok beğendiğini söylemiştir. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 3/36)
RÜBEYYİ' bint MUAVVİZ (r.a.)
Rübeyyi' bint Muavviz, Ensâr kadınları arasında en ileri gelenlerindendir. Hazrec'in Neccâroğulları koluna mensuptur. Babası, Muavviz b. Afrâ'dır. Yetmiş küsur yaşlarında Abdülmelik döneminde vefat etmiştir.
Buhârî'de yer alan bir hadîsten anladığımıza göre, Hz. Peygamber O'nun evlenme törenine katılmıştır. Hadîs şöyledir:
Ben gelin olduğumun kuşluk vaktinde Nebî (s.a.) evlenme törenime geldi. O sırada bir takım kızcağızlar, def çalarak babalarımızdan Bedir Gazası’nda şehid olanların menkıbelerini yâdediyorlardı. Nihayet bu kızlardan birisi: "İçimizde bir Peygamber vardır ki, O, yarın ne olacağını bilir" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, o kıza: "Kızım, öyle söyleme, evvelce söylemiş olduklarını söyle" dedi. (Tecrid Tercemesi, 10/157)
Rübeyyi'in hem babası, hem de kardeşi Muâz, Bedir şehidlerindendir. Ebû Cehil'i yaralamışlar, fakat Ebû Cehil'in oğlu İkrime tarafından şehid edilmişlerdi.
Rübeyyi' de diğer müslüman kadınlar gibi, savaşa katılmış ve hastabakıcılık görevi yapmıştır. Kendisi şöyle demektedir: "Biz kadınlar, Nebî (s.a.) ile beraber savaşta bulunurduk. Mücahidlere su verir ve onlara hizmet ederdik. Yaralıları tedavi eder, şehidleri Medine'ye naklederdik." (Tecrid Tercemesi, 8/319-320)
Rübeyyi' bint Muavviz ile eşi (ki amcasının oğlu idi) arasında bir konuşma geçmiş ve kocasına: Benim her şeyim senin olsun, buna karşılık beni boşa diye, takılmıştı. Kocası da: Boşadım gitti, demişti. Bunun üzerine kocası, yatağına varıncaya kadar her şeyini almıştı. Rübeyyi' Hz. Osman'a gelmiş ve olayı anlatarak O'ndan yardım istemişti. Hz. Osman da: Şart geçerlidir, sana ait ne varsa, hatta saç tokana kadar her şeyini alabilir, demişti. (İbn Sa'd, Tabakât, 8/447-448)
Şu hadîs de O'ndan nakledilmiştir:
"Nebî (s.a.) Ensâr köylerine aşûra günü kuşluk zamanı şöyle haber gönderdi: Her kim iftar ederek sabahladı ise, gününün geri kalan zamanında imsâk etsin. Kim ki oruçlu olarak sabaha ulaştı ise, orucunu tamamlasın. Rübeyyi' der ki: Bundan sonra aşûra orucunu tutardık. Küçük çocuklarımıza da tutturur, onlarla mescide giderdik. Oruçlu çocuklarımıza, boyalı yün softan oyuncak düzerdik. Bunlardan yemek diye ağlayan olursa, iftar vakti gelinceye kadar ona bu oyuncağı verir eğlendirirdik." (Tecrid Tercemesi, 6/343)
SÂBİT b. AKRAM (r.a.)
Sâbit b. Akram, Akram b. Sa'lebe'nin oğludur. Mûte Savaşı'nda Abdullah b. Rehâva şehid düşünce, sancağı yerden alıp Hâlid b. Velid'e vermesiyle ünlüdür.
Sâbit b. Akram, başta Bedir olmak üzere, Uhud Hendek ve diğer savaşlara katılmıştır. Bedir ashâbındandır. Hz. Ebû Bekir döneminde irtidad olaylarını bastırmak üzere Hâlid b. Velid ile birlikte savaşlara katıldı. Yalancı peygamberlerden Tuleyha b. Huveylid'le yapılan savaşta, Ukkâşe b. Mihsan ile birlikte Sâbit b. Akram da Tuleyha tarafından şehid edildi (12/633). Daha sonra Tuleyha müslüman olmuş ve Kâdisiye Savaşı'na katılmıştır. Kendisine, Sâbit b. Akram gibi birisini şehid ettin, seni nasıl sevelim? diyen bir sahâbiye, Tuleyha: Allah O'na benim elimle ihsanda bulundu, diye cevap vermişti.
Sâbit b. Akram'ı ünlü eden olay, hiç şüphesiz Mûte Savaşı'nda gösterdiği ferasettir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, Mûte'ye giden orduya Zeyd b. Hârise'yi komutan tayin etmiş, şayet O şehid düşerse komutayı Câfer b. Ebû Tâlib'in almasını, O da şehid düşerse Abdullah b. Revâha'nın komutan olmasını emretmişti. Yapılan savaşta üçü de şehid düşünce, ordu komutansız kalmıştı. İşte bu sırada Sâbit b. Akram, yere düşen sancağı kapıp almış ve Hâlid b. Velid gibi askerî bir dehaya vererek, O'nun komutan olmasını sağlamıştı. Her ne kadar Halid b. Velid, Sâbit b. Akram'a: Sen Bedir'de bulundun ve yaşça benden daha büyüksün, demiş ve komutanlığı kabul etmek istememiş ise de, Sâbit'in ısrarı karşısında sancağı almak zorunda kalmıştı. O'nun komutan olmasıyla da savaşın kaderi değişmiş ve müslüman ordusu savaşı kazanmıştı.
Ebû Hüreyre'nin anlattığına göre, kendisi de Mûte Savaşı'na katılmıştı. Düşman ordusu yaklaşınca, müslümanlar gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. Bunun üzerine Sâbit b. Akram, yanında bulunan Ebû Hüreyre'ye: Ey Ebû Hüreyre, galiba sen, düşmanın kuvvetini çok fazla görüyorsun, demişti. Ebû Hüreyre de: Evet, diye cevap verince, Sâbit: Sen bizimle Bedir Savaşı'nda bulunmadın. Biz düşmanı sayı çokluğu ile yenmedik, diye karşılık vermişti.
SÂBİT b. DAHDAHA (r.a.)
Sâbit b. Dahdaha, Uhud Savaşı'nda yaptığı konuşma ve gösterdiği kahramanlık ile ünlü oldu. Dahdaha b. Nuaym'ın oğludur. Ebu'd-Dahdaha diye künyelenmiştir.
Uhud Savaşı'nda müslümanlar dağılmış bir durumda iken Sâbit b. Dahdaha birden ortaya çıkmış ve müslümanların şaşkın bakışları arasında şu ünlü konuşmayı yapmıştır:
"Ey Ensâr, ben Sâbit b. Dahdaha'yım. Bana doğru gelin, eğer Muhammed (s.a.) öldürdürse, Allah Hayy'dır, O ölmez. Dininiz uğruna savaşın. Allah sizi galip getirecektir ve sizin yardımcınızdır." Bu konuşma üzerine bir kısım Ensâr, onun yanına koştu. Sâbit de yanındaki müslümanlar ile birlikte hücuma geçti. Kureyş'ten silahlı bir grup onları durdurdu. Bu grup içinde Hâlid b. Velid, Amr b. Âs ve İkrime b. Ebû Cehil gibi ünlü askerler vardı. Bunlardan Hâlid b. Velid, Sâbit'e mızrakla saldırdı. Mızrak Sâbit'in göğsünü delip dışarı çıktı. Sâbit hemen bulunduğu yere yıkılıverdi. Yanında kendisiyle birlikte savaşan Ensâr'ın hepsi de Sâbit ile birlikte şehid düştü.
Bu grubun, Uhud Savaşı'nda müslümanlardan en son şehid olanlar olduğu söylenir. Cenazeleri, Hz. Peygamber'in emri üzerine toplanmış ve namazlarını Hz. Peygamber kıldırmıştır. Bazılarına göre, Sâbit, bu savaşta şehid düşmemiş, aldığı yaradan kurtularak daha sonra vefat etmiştir.
SÂBİT b. DAHHÂK (r.a.)
Sâbit b. Dahhâk, Ensâr'dandır ve Eşheloğulları kabilesine mensuptur. Babası, Dahhâk b. Halife'dir. Ebû Zeyd diye anılmaktadır.
Rıdvan Bîatı'nda bulunan Sâbit b. Dahhâk'ın Bedir'de bulunup bulunmadığı bilinmemektedir. Bu konuda farklı rivayetler mevcuttur. Hendek Savaşı'nda Hz. Peygamber'in terkisine binmiş ve O'na kılavuzluk etmiştir.
Sâbit'in hicretten sonra 3. yılda doğduğu söylenmekte ise de, bu yanlıştır. Hicretten sonra değil de bi'setten sonra 3. yılda doğmuş olması daha gerçeklere uygundur. Zira hicretten sonra Hudeybiye'de bulunarak Hz. Peygamber'e bîat edecek yaş, ancak bi'setten sonra doğmuş olmakla mümkündür. Yoksa hicretten sonra doğmuş olsaydı, o zaman üç yaşında olan bir çocuğun Hz. Peygamber'e bîat etmesi gerekirdi. (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/195)
Sâbit b. Dahhâk, daha sonra Basra'ya yerleşmiş ve Abdullah b. Zübeyr döneminde vefat etmiştir. Önce Şam'a daha sonra Basra'ya, oradan da tekrar Şam'a döndüğü söylenmektedir.
Buhârî'de yer alan iki hadîsinin meâli şöyledir:
Resûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Kim ki, İslâm'dan başka bir dine yalancı ve kasdedici olarak yemin ederse, o kimse dediği gibi yalancıdır. Kim ki, keskin bir aletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azab olunur." (Tecrid Tercemesi, 4/711)
Nebî (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim İslâm'dan başka bir millet adına and içerse, o andığı millet gibidir. Âdemoğlu'na mâlik olmadığı malı nezretmesi doğru değildir. Her kim de dünyada bir vasıta ile kendisini öldürürse, Kıyamet gününde intihar ettiği nesne ile azab olunur. Her kim de, mü'mine lânet ederse, bu da onu öldürmek gibi (günah)'dir. Her kim de, bir mü'mine küfür isnad ederse bu da onu öldürmek gibi günahtır." (Tecrid Tercemesi, 12/138, H.N. 1989)
SÂBİT b. KAYS b. HÂTİM (r.a.)
Sâbit b. Kays, Ensâr'dandır ve Kays b. Hâtim'in oğludur. Babası, Cahiliye Dönemi'nin ünlü şâirleri arasında yer alıyordu. Uhud Savaşı'na katıldı ve bu savaşta yaralandı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra yapılan fetihlere katıldı. Saîd b. Âs, O'nu Kûfe'ye vergi tahsildarı olarak görevlendirdi.
Hz. Ali döneminde, Medâin'e tahsildar olarak gönderildiyse de, Muğîre'nin Kûfe valisi olması üzerine, bu görevinden azledildi. Muâviye dönemine kadar yaşadı. Hz. Ali taraftarı olduğu için Muâviye tarafından iltifat görmedi. Hatta kendisine eziyet bile edildi. Muâviye'nin hilâfeti döneminde vefat etti. (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/196)
SÂBİT b. KAYS b. ŞEMMÂS (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.)'ın emrine aykırı davranıştan çekinmesi ile sahâbe arasında ünlü olan Sâbit b. Kays Ensâr'dandır. Babası, Kays b. Şemmâs'dır. Anne tarafından Abdullah b. Revâha ile kardeştir. Münafıkların ünlü reisi, Abdullah b. Übey b. Selûl'ün kızı Cemile ile evlenmiştir. Ensâr'ın hatibi ünvanına da sahip bulunan, Sâbit b. Kays, sesi gür bir sahâbî idi. Kulağı ise az işitiyordu. Belki de bu sebeple olacak konuşurken bağırarak konuşuyordu.
Bedir Savaşı'na katılan Sâbit b. Kays Uhud'da da bulundu. O'nu asıl meşhur eden olay, Hucurât sûresinin ikinci ve üçüncü âyetleri nâzil olduğu zaman gösterdiği duyarlılıktır. Hemen hemen bütün rivayet tefsirlerinde ve hadîs kitaplarında yer alan ve O'nu ünlü eden olay şöyle olmuştur:
"Ey iman edenler, seslerinizi Peygember'in sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber'e bağırmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider." (Hucurât, 49/2) âyeti nâzil olunca, Sâbit b. Kays, yola oturarak ağlamaya başlamıştı. Aclânoğulları kabilesinden Âsım b. Adiy, O'na rastgelmiş ve niye ağladığını sormuştu. Sâbit de Hucurât sûresindeki bu âyeti kastederek: Şu âyet-i kerîmeden dolayı ağlıyorum. Çünkü benim hakkımda inmiş olmasından korkuyorum. Ben yüksek ve gür sesli biriyim, dedi.
Âsım, bir şey söylemeden oradan ayrılıp Hz. Peygamber'in yanına gitti. Sâbit ise hanımı Cemile'nin yanına vardı ve O'na: Ben kısrağımın ahırına girince, ahırın kapısını üzerime çivile dedi. O da denileni yaptı ve çiyiyi çaktı. Sâbit buraya adeta kendisini hapsetti. Sonra da: Burada Allah beni öldürünceye ya da Resûlullah benden razı oluncaya kadar kalacağım, dedi. Bu sırada Âsım, Hz. Peygamber'in yanına gelmiş ve Sâbit'le ilgili olayı O'na anlatmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Git O'nu çağır" dedi. Âsım da O'nu gördüğü yere geldi, fakat bulamadı. Sonra evine gitti ve O'nu kısrak ahırında buldu. Sâbit ahırdan çıktı ve beraberce Hz. Peygamber'e geldiler.
Hz. Peygamber, Sâbit'e: "Ey Sâbit, seni ağlatan nedir?" diye sordu. Sâbit de: Ben gür sesli biriyim. Seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın, âyeti nâzil olunca, bu âyetin benim hakkımda nâzil olmasından korktum, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber O'na: "Sen övülmüş olarak yaşamak, şehid olarak ölmek ve Cennet'e gitmek istemez misin?" dedi. Bunun üzerine Sâbit, Allah ve Resûlü'nün müjdesinden hoşnutum. Bir daha sesimi Allah'ın Resûlü'nün sesinden daha yüksek çıkartmayacağım, diye karşılık verdi. Ve hayatı boyunca da bu sözüne sadık kaldı.
Müslim'in rivayet ettiği hadîse göre, Sâbit b. Kays da cennetlik sahâbîlerdendir. Sâbit, kendisinin cehennemlik olduğunu Hz. Peygamber'e söyleyince, Hz. Peygamber de: "Hayır, sen cennetliksin" buyurmuştu.
Enes b. Mâlik O'nun ölümünü şöyle anlatmaktadır: O, aramızda dolaşırken biz, O'nun cennetlik olduğunu bilirdik. Yemâme Savaşı'nda bizim tarafta bir çözülme başlamıştı. O sırada Sâbit b. Kays geldi. Beyaz elbisesini (kefen olarak) giymiş ve koku sürünmüştü. Ölümü hiçe sayan bir hali vardı. Bize: Akranlarınızı ne kötü alıştırıyorsunuz, dedi ve şehid düşünceye kadar savaştı. (İbn Kesîr, Tefsir, 7/346-357)
Sâbit b. Kays'ın kızının anlattığına göre; "Şüphesiz Allah kibirlenip gururlananları ve övünenleri sevmez" (Lukmân, 31/18) âyeti gelince Sâbit'in durumu hemen değişmiş ve evine giderek ağlamaya başlamıştı. Daha sonra olay Hz. Peygamber'e haber verilmiş, O da Sâbit'i çağırarak; niye böyle yaptığını sormuştu. Sâbit de: Ben şık gezmeyi severim ve kavmimin büyüğü olmak da istiyorum, ama bu âyet bana hitab ediyor, dedi. Hz. Peygamber de: "Sen âyet-i kerîmede söylenenlerden değilsin. İyi bir hayat sürüyorsun. Hayırlı bir şekilde de öleceksin, Allah seni Cennet'e sokacak" buyurdu.
Sâbit b. Kays, güzel konuşan bir sahâbî idi. Bu sebeple Ensâr'ın hatibi diye ün kazanmıştı. Bir keresinde Temîmoğulları'ndan bir heyet Hz. Peygamber'e gelerek, şiir ve güzel konuşma münazarası yapmak istemişlerdi. Hz. Peygamber de: "Ben şiir ve güzel konuşma ile münazara yapmak ve övünmek için gönderilmedim" demiş, bununla birlikte tekliflerini kabul ederek, şiir yarışmasına Hassan b. Sâbit'i, güzel konuşma yarışmasına ise Sâbit b. Kays'ı çıkartmıştı. Münazara sonunda Temîmoğulları İslâmiyet'i kabul etmişti. (Tecrid Tercemesi, 9/305-306)
O'nunla ilgili bir menkıbe vardır: Buna göre, Sâbit'in bir zırhı çalınmıştır. Sâbit ise şehid düşerek vefat etmiştir. Birisi, rüyasında Sâbit'i görür. Sâbit, rüya sahibine, zırhım filân yerdeki ocakta ve çömleğin içinde, git onu oradan al, der ve bazı isteklerde bulunur. Rüya sahibi, gider ve dediği yerde zırhı bulur ve O'nun vasiyetini yerine getirirler. Öldükten sonra vasiyeti yerine getirilen tek sahâbî olma özelliğini de taşıyan Sâbit b. Kays olmuştur. Bundan başka hiçbir kimse bilinmemektedir. (Tecrid Tercemesi, 8/304-305)
SA'D b. ÂİZ el-MÜEZZİN (r.a.)
Sa'd b. Âiz, Ammâr b. Yâsir'in kölesidir. Babasının adı, Abdurrahman'dır. Selem ağacının yapraklarını ve meyvesini sattığı için kendisine Sa'd el-Karaz da denilmiştir.
Bir defasında Hz. Peygamber'e gelerek elinin darlığından şikâyet etmiştir. Hz. Peygamber de ticaret yapmasını söylemiştir. O da doğruca çarşıya giderek selem ağacının yaprağından bir miktar satın alarak, onu satmıştır. Bu alış verişten kâr elde etmiş ve bunu da Hz. Peygamber'e anlatmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ticarete devam etmesini emretmişti. O da bu emri yerine getirmiş ve ticaretle uğraşmıştır.
el-Müezzin denilmesi ise, Kuba Mescidi'nde ezan okuması sebebiyledir. Daha sonra Mescid-i Nebevî'de ezan okumaya devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de ezan okumuştur. Haccâc dönemine kadar yaşadığı ve bu dönemde vefat ettiği söylenmektedir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/27)
SA'D b. EBÎ VAKKÂS (r.a.)
İlk müslümanlardan olan Sa'd b. Ebî Vakkâs, ünlü bir sahâbîdir. Künyesi, Ebû İshâk olup soy silsilesi şöyledir: Sa'd b. Mâlik b. Vehb b. Abdimenâf b. Zühre b. Mürre b. Kâ'b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr el-Kureşî. Annesi Hamne bint Süfyân b. Ümeyye olup, soyu hem anne ve hem de baba tarafından Resûlullah ile birleşmektedir.
Sa'd b. Ebî Vakkâs, İslâmiyet'i kabul ettiğinde 17 yaşlarında idi. İlk müslümanlardandır. Hatta kendisinin Hz. Ali, Hz. Zeyd ve Hz. Ebû Bekir'den sonra erkeklerden dördüncü olarak müslüman olduğu rivayeti de vardır.
Sa'd'ın annesi, oğlunun müslüman olduğunu duyunca, cahiliye asabiyet ve körlüğü sebebiyle çok müteessir olmuş ve Sa'd'dan tekrar atalarının dinine geri dönmesini istemiş, yoksa yemeyi, içmeyi ölünceye kadar terkedeceğini söylemiştir. Gerçekten de Sa'd'ın annesi bu sözleri söyledikten sonra oğluyla konuşmamaya, yemeyi-içmeyi terketmeye başlamış, üçüncü günün sonunda da halsiz düşerek bayılmıştı. Sa'd, annesinin bu durumuna üzülüyor ve bu yüzden herhangi bir vebalinin olup olmayacağını bilemiyordu. Konuyu Resûlullah'a arzettiğinde şu âyet-i kerime nâzil oldu:
"Biz, insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer ana-baba seni körü körüne bir şeyi Bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızdan size haber veririm." (Ankebût, 29/8)
Sa'd'ın, bunun üzerine annesine: "Senin bin canın olsa da bunları birer birer teslim etsen ben yine İslâmiyet'ten ayrılmam" dediği naklolunur. Bu da Sa'd'ın İslâmiyet'i ne kadar derin ve samimi duygularla kabul ettiğini gösterir.
Sa'd b. Ebî Vakkâs, hicret dönemine kadar Mekke'de kaldı. Bu dönem müşriklerin, sırf kendi dinlerini ve putlarını reddetmeleri sebebiyle müslümanlara karşı amansız bir zulüm ve işkenceye, dinmez bir saldırıya geçtiği mihnet dolu bir devirdi. Resûlullah ve ashâbı mümkün olduğu ölçüde ibadetlerini gizliyorlar, böylece müşriklerin şerlerinden kurtulmak istiyorlardı.
Bir gün Sa'd ve birkaç müslüman Mekke'nin dışında tenha bir yerde ibadetle meşgulken Kureyşli müşriklerden bir grubun saldırısına ve çirkin sözlerine muhatap oldular. Bunun üzerine Sa'd, orada eline geçirdiği bir değnek ile müşriklerden birinin kafasını yarmıştı. İslâm tarihinde dökülen ilk kan buydu.
Mekke müşriklerinin müslümanlara olan eziyet ve şiddeti artık dayanılmaz bir hal alınca, Resûlullah, İslâm'ın daha iyi yaşanabileceği ve tebliğ edilebileceği Medine'ye hicrete izin verdi. Bu izin çerçevesinde Sa'd da Medine'ye hicret etti.
Hicretten sonra Sa'd bütün gazvelere aktif bir şekilde, kahraman veya komutan olarak katıldı. Nitekim hicretin ikinci yılında müşriklerin hareketleri hakkında bilgi toplamak üzere Sa'd kumandasındaki bir müfrezeyi Resûlulah (s.a.) Ebvâ tarafına gönderdi.
Sa'd, Bedir Savaşı'nın da en değerli kahramanlarındandı. Müşrik atlılarının komutanı Saîd b. Âs'ı, O öldürmüştü. Fakat Sa'd'ın kardeşi Umeyr, Bedir'de şehid olmuş ve bu sebeple Sa'd, çok müteessir olmuştu.
Uhud Savaşı'nda da Sa'd b. Ebî Vakkâs büyük yararlılıklar göstermiş, bir ara müslümanların dağılmasına rağmen metanetini koruyarak ok atmaya devam etmiştir. Ok atmakta çok usta idi. Resûlullah da bu esnada Sa'd'dan hoşnutluğunu belirtmek için: "Anam babam sana feda olsun, al şunları da at" diyerek terkisindeki okları da Sa'd'a vermişti. Hz. Ali der ki: "Resûl-i Ekrem (s.a.) bu sözleri Sa'd'dan başka kimseye söylemedi. Bunları ona Uhud günü söylemişti"
Sa'd, Resûlullah'ın bu iltifatıyla her zaman iftihar eder, her yerde tekrarlardı. Sa'd'ın Uhud Savaşı'nda bin civarında ok attığı, birçok müşrikin hakkından geldiği rivayet edilir. Hatta Resûlullah'ın (s.a.) verdiği son ve kenarları kırık oku, Ümmü Eymen'e ok atan müşrik Habbân b. Urfe'ye atmış, onu da göğsünden vurmuş ve Ümmü Eymen'in intikamını almıştı.
Sa'd b. Ebî Vakkâs, Uhud'dan sonra diğer gazâlara da katılmış, her birinde dillere destan kahramanlıklar göstermiştir. Resûlullah'la birlikte Mekke'nin fethine katılmış, Huneyn Savaşı'nda yine Resûl-i Ekrem'in yanında ve çevresinde sebat ederek Uhud Savaşı'ndaki hatıraları kemâliyle yaşatmıştır.
Veda haccında hastalanan ve Resûlullah'ın (s.a.) şifa ve hayır dualarına mazhar olan Sa'd, herhalde bu duanın kabulü sayesinde, seksen yıldan çok yaşamış, Irak ile İran'ın bir kısmı O'nun himmet ve gayretiyle fetholunmuştur.
Resûlullah'ın (s.a.) irtihalinden sonra Sa'd'ın hilâfet ve riyaseti deruhte etmesi konuşulmuş ise de Sa'd bundan kaçınarak hemen Hz. Ebû Bekir'e bîat etmiştir.
Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan savaşlarda aktif şekilde rol alan ve büyük yararlılıklar gösteren Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Ömer tarafından Irak ordusuna başkomutan olarak tayin edildi (14/ 635). Gerek Halife Hz. Ömer'in ve gerekse Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın askerî dehası müslümanların Allah yolunda savaşmakta gösterdikleri üstün fedakârlık ve kahramanlık sayesinde, Kâdisiye'de İran orduları perişan edildi. Sa'd, savaştan önce, gönderdiği elçi aracılığıyla İran şahı Yezdicerd'i İslâm'a davet etmiş; gayesinin fetih olmayıp İslâm'ı dünyaya hâkim kılmak olduğunu, Allah'ın kelimesi hâkim oluncaya kadar savaşacaklarını bildirmiş, fakat Şah bu teklifi şiddet ve hakaretle reddetmiştir. Savaş sırasında İran ordularının başkumandanı Rüstem'i, Hilâl b. Alkame öldürmüş, müslümanlar bu savaşta sekiz bin kişi şehid verirken karşı taraf otuz bin insan kaybetmişti.
Kâdisiye'den sonra Sa'd, İslâm ordusuyla ilerleyerek Medâin'i aldı (H. 16). Beyaz Saray'a girince şu âyeti okudu: "Onlar geride nice bahçeler, akan pınarlar, çeşitli bitkiler, güzel konaklar, zevk ve safa ile içinde yaşadıkları nimetler bıraktılar. Böylece Biz, onlara verdiğimiz nimetleri başka bir kavme miras bıraktık." (Duhân, 44/25-28)
Sonra sarayı cami haline getirerek orada ilk cuma namazını kıldı. Bu, Irak'ta kılınan ilk cuma namazı idi. Sa'd ve ordu komutanları, bunu takip eden diğer savaşlarda da Sasanîler'i mağlup ederek Savâd bölgesi tamamen müslümanların eline geçmiş oldu.
Büyük bir komutan ve askerî bir dehâ olan Sa'd, aynı zamanda başarılı bir idareci ve devlet adamı idi. Halife Hz. Ömer'le devamlı bir irtibat içinde olarak fetih sonrası müslümanların Irak topraklarında teşkilatlanmasına, Kûfe gibi yeni şehirlerin kurulmasına nezaret etmiş, fethedilen bölgelerde nüfus sayımı ve arazi ölçümü yaptırmış ve hicretin 21. yılına kadar bu bölgenin genel valisi olarak görev yapmıştır. Fakat daha sonra, Kûfeliler'in şikâyeti üzerine Hz. Ömer Sa'd'ı Medine'ye çağırmış, şikâyet sebeplerini tahkik etmiş, Sa'd'ın haklı olduğuna inanmakla birlikte fitne ve tefrikaya sebep olmamak için, hem de Sa'd kendisini şikâyet eden insanlara tekrar vali olmayı reddettiği için, O'nu tekrak Kûfe'ye göndermemiş, yerine Abdullah b. Abdullah b. Utbân'ı göndermiştir.
Hz. Ömer, şehâdeti sırasında, kendisinden sonra hilâfete altı aday göstermişti. Bunlardan biri de Sa'd b. Ebî Vakkâs idi. Fakat Sa'd hilâfeti istemedi, adaylıktan çekildi.
Hz. Osman devrinde de bir ara Kûfe valiliği yapan Sa'd, bundan sonra, genelde münzevî bir hayat sürmeye, fitne ve kargaşadan uzak kalmaya çalışmıştır. Hz. Osman'ın şehid edilmesi ve müslümanlar arasında fitnenin başgöstermesi üzerine Sa'd, Medine'nin dışındaki evinde kendi halinde kalmaya başlamış, kendisine hilâfet teklif ederek, "Yüz bin kılıç sahibi var ki, hepsi de seni hilâfet için en liyâkatlı olarak tanıyor. Haydi kalk" diyenlere: "Bu sizin yüz bin kılıcınızdan daha kuvvetli bir kılıç vardır ki o, mü'mine çekilince onu kesmeyen, kâfire karşı sıyrılınca onu kesen kılıçtır" cevabını vermiştir. Hz. Ali de, Sa'd'ın tarafsızlığından ümitlenerek O'nu kendi tarafına çekmek istemiş, bu maksatla yazdığı mektuba Sa'd: "Biz bu işi başından istemedik. Sonunda da istemeyiz" cevabını vermiştir. Sa'd, Muâviye'ye "melik" diye hitap etmiş, Muâviye'nin ısrarına rağmen O'na "emîrü'l-mü'minîn" şeklinde hitap etmemiştir.
Sa'd b. Ebî Vakkâs, hicretin 55. yılında Medine'de vefat etmiş, namazını Mervân kıldırmış ve Bakî' mezarlığına defnolunmuştur.
Sa'd, sözünün doğruluğuyla tanınan bir sahâbî idi. Hz. Ömer, O'nun hakkında oğluna: "Oğlum, Sa'd, Resûlullah'tan bir hadîs rivayet etti mi, artık o meseleyi bir başkasından sorma" demiştir. Sa'd, yüksek ahlâk sahibi, zâhid ve müttaki bir zattı. Resûlullah'ın sünnetine sıkı sıkıya bağlı idi. Duası kabul olunan bir zâttı. Kisrâların taç ve tahtları eline düşmüş, fakat tevazu ve mahviyetten zerre kadar ayrılmamıştı. Çok zengin olduğu halde son derece sade yaşar, gösterişten uzak dururdu. Kahramanlık ve fedakârlık örneği idi.
SA'D b. HAVLE (r.a.)
Sa'd b. Havle, ile müslümanlardandır ve Câfer b. Ebî Tâlib ile birlikte Habeşistan'a hicret etmiştir. Soyu hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir. Bazı kaynaklar O'nun İranlı olduğunu nakletmektedir. Bazılarına göre ise mevâlîdendir.
Sa'd b. Havle, Habeşistan dönüşü Medine'ye gelmiş ve Külsüm b. Hidm'in evinde misafir olarak kalmıştır. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarına katılmış, Hudeybiye'de bulunmuş ve nihayet Veda haccına katılmıştı. Bu hac sırasında birçok muhacir hastalanarak vefat etmişti. Vefat edenler arasında Sa'd b. Havle de vardı. Hz. Peygamber, Sa'd'ın vefatına çok üzülmüş ve bunu da ihsas ettirmişti (11/632).
Sa'd hakkında bundan başka yeterli bir bilgi mevcut değildir. Ancak Bedir'de savaşırken 25 yaşında olduğu rivayet edilmektedir. Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın Mekke'deki hastalığını bize nakleden ve bu konuda bilgi veren Sa'd b. Havle'dir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/23)
SA'D b. HAYSEME (r.a.)
Sa'd b. Hayseme, Hayseme b. Hâris'in oğludur. Evs kabilesine mensup dört Sa'd'dan biridir. Ensâr'dandır. Ebû Hayseme diye ünlüdür. Sa'd, Bedir Savaşı'na katılmış ve bu savaşta şehid düşmüştür. Babası Hayseme ise, Uhud Savaşı'nda şehid olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.), Bedir Savaşı için yola çıktığında Sa'd b. Hayseme ve babası Hayseme b. Hâris, ikisi birlikte savaşa katılmak istediler. Hz. Peygamber ise, ikisinin de birlikte savaşa katılmasını istemedi ve birinin katılmasını emretti. Bunun üzerine kur'a çekildi ve kur'ada Sa'd kazandı ve savaşa katıldı. Kur'a öncesinde babası Hayseme, Sa'd'a: "Birimizin burada kalması gerekiyor. Sen karınla beraber burada kal" demişti. Sa'd ise: "Eğer bu, Cennet'ten başka bir şey için olsaydı, seni kendime tercih ederdim. Fakat ben bu savaşta şehid olmak istiyorum" diye cevap vermişti. Sa'd işte böylesine içi şehid olma arzusuyla doluydu. Sadece Sa'd mı? Bütün sahâbe aynı arzu ile yanıp tutuşuyordu. İnsanda mevcut güçlü yaşama motifi karşısında, ölüme seve seve gidebilmek, yaşama motifinden daha güçlü bir imanın varlığını göstermektedir. Sahâbeyi de yücelten işte bu güçlü imandır.
Sa'd b. Hayseme, babası ile birlikte, İkinci Akabe Bîatı'na katılmış ve Hz. Peygamber'e bîat etmişti. (Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/266)
Hz. Peygamber, hicret sırasında Kuba'ya geldiklerinde Amr b. Avf Oğuları'nda ikamet etmiş, daha sonra da Sa'd b. Hayseme'ye misafir olmuştu. Zira o bekârdı ve bu sebeple de evi daha uygundu. Böylece O, Hz. Peygamber'e ev sahipliği yapmış bir sahâbî idi.
SA'D b. MÂLİK (r.a.)
Duasının kabul edilmesiyle ünlü olan Sa'd b. Mâlik, Kureyş kabilesine mensuptur. Babası, Mâlik b. Üheyb'dir. Süvarilerdendir ve Allah yolunda ilk oku atan kimsedir. Irak fethinde bulundu. Hz. Ömer, O'nu Kûfe'ye vali tayin etti ise de sonradan azletti. Hz. Osman döneminde ise tekrar vali oldu. Ölüm tarihi ihtilâflıdır. Hicri 51 ile 58 tarihleri arasında öldüğü nakledilmektedir.
Sa'd b. Mâlik, yolda yürürken, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr'e küfreden bir adama rastladı. O'na: "Sen Allah'ın, haklarında hükmünü verdiği bir grubu kötülüyorsun. Şimdi ya onlara küfretmekten vazgeçersin, ya da sana beddua ederim" deyince adam: "Şuna bak, bir peygamber gibi beni tehdid ediyor" dedi. Bunun üzerine Sa'd: "Allah'ım, eğer bu adam senin hakkında hükmünü verdiğin kemselere küfrediyorsa, onun başına bugün bir musibet gönder" diye beddua etti. Bu sırada bir dişi deve ortaya çıktı, halkı yararak ilerledi ve o adamın yanına gelerek onu tepeleyiverdi. Sa'd oradan ayrılmıştı. Halk hemen Sa'd'a gelerek durumu haber verdiler ve: Allah duanı kabul etti, dediler. Bunun üzerine Sa'd bir köle âzad ederek bir daha kimseye beddua etmemeye yemin etti.
Saîd b. Zeyd'e göre, Sa'd b. Mâlik Cennet'le müjdelenen on kişi arasındadır.
Hz. Âişe ise Sa'd ile ilgili şu olayı anlatmaktadır:
«Resûlullah bir gece uykusuz kalmıştı. Yanında Hz. Âişe vardı. Hz. Âişe Resûlullah'a: "Ne oluyorsun?" diye sormuştu. Resûlullah da: "Keşke ashâbımdan salih biri geceleyin beni bekleseydi" diye cevap verdi. Onlar böyle konuşurken, dışarıda bir ses duymuşlardı. Hz. Peygamber: "Kim o?" diye seslendi. Dışarıdaki ses: "Ben Sa'd b. Mâlik'im" dedi. Hz. Peygamber: "Neden geldin?" diye sordu. O da: "Ey Allah'ın elçisi, seni beklemek için geldim" diye cevap verdi.» (İbn Kesîr, Tefsir, 3/143)
Hâlid b. Umeyr, bir konuşmasında sıkıntılı günlerden bahsederken: "Bir hırka bulmuştuk. Hemen onu yırtarak Sa'd b. Malik'le aramızda pay ettim. Yarısını ben etek yaptım, yarısını da Sa'd. Bugün ise, o arkadaşların hepsi bir şehirde validir" demişti.
Sa'd b. Mâlik: "Ben kelime-i tevhid'i söyleyen bir adamla savaşmam" demişti. Bunun üzerine bir adam: "Allah, «Fitne kalkıncaya ve Allah'ın dini hâkim oluncaya kadar çarpışın» (Enfâl, 8/39) buyurmuyor mu?" diye sordu. Sa'd da: "Biz, fitne yok olup da Allah'ın dini hâkim oluncaya kadar savaştık" diye cevaplamıştı (İbn Kesîr, Tefsir, 3/579)
Bedir Savaşı sonunda Sa'd b. Mâlik, bir kılıç bulmuş ve onu Resûlulah'a getirmişti. Kılıcı verirken de: "Ey Allah'ın Elçisi, bugün Allah müşriklerden intikamını almak suretiyle benim kinimi giderdi. Şu kılıcı bana ver" demişti. Hz. Peygamber de: "Bu kılıç ne senin, ne de benimdir" dedi. Sa'd bunun üzerine geri dönüp gitmişti. Daha sonra Hz. Peygamber O'nu çağırıp kılıcı Sa'd'a vermişti.
Sa'd b. Mâlik'in anlattığına göre Lukmân sûresinin 15. âyeti kendisi hakkında nâzil olmuştur: O şöyle diyor: "Şayet onlar, seni körü körüne bana şirk koşman için zorlarsa, onlara itaat etme" (Lukmân, 31/15) âyeti benim hakkımda nâzil oldu. Ben anneme iyilik eden birisiydim. Müslüman olduğum zaman annem: "Ey Sa'd, senin uydurduğunu gördüğüm bu şey nedir? Ya sen bu dini bırakacaksın, ya da ölünceye kadar yemeyeceğim, içmeyeceğim de, benim yüzümden seni ayıplayacaklar, sana ana katili diyecekler" dedi. Ben de: "Ey anneciğim, yapma, şüphesiz ben şu dinimi hiç bir şey için bırakacak değilim" dedim. Bir gün bir gece geçti, bir şey yemedi. Izdırap içinde sabahladı. İkinci gün de aynı şekilde yaptı ve ızdırabı daha da arttı. Ben bu durumu görünce: "Ey anneciğim, Allah'a yemin ederim ki yüz canın olsa da birer birer çıksa, ben yine bu dini bırakacak değilim, ister ye, ister yeme" dedim. Bunun üzerine o da yedi ve içti. (İbn Kesîr, Tefsir, 6/340)
Hz. Peygamber'e olan bağlılığı, gözüpekliliği ile Sa'd b. Mâlik, Hz. Peygamber'in sevgisini kazanmış bir sahâbî idi. Bedir'de bulunduğu için Bedir ashâbından sayılmaktadır. Her ne kadar O'nun Bedir'de bulunduğu bazı kaynaklarda zikredilmiyorsa da, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki bir rivayetten O'nun Bedir Savaşı'nda bulunduğunu anlıyoruz. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/178; İbn Kesîr, Tefsir, 3/547)
SA'D b. MUÂZ (r.a.)
Ensâr'ın ileri gelenlerinden ve Evs kabilesine mensup Eşheloğulları kolunun başkanı olan Sa'd b. Muâz, Mus'ab b. Umeyr'in daveti sonunda müslüman olmuş ünlü bir sahâbîdir.
Babası, Muâz b. Numan, annesi ise Kebşe bint Râfi'dir. Babası, Cahiliye Dönemi'nde vefat ettiği halde, annesi müslüman olmuş ve kendisinden sonra vefat etmiştir.
Mus'ab b. Umeyr, Medine'ye gelince Es'ad b. Zürâre'nin evinde ikamet etmiş ve müslümanlığı buradan yaymaya başlamıştı. Es'ad, Sa'd b. Muâz'ın teyzesinin oğluydu. Eşheloğulları'nın reisi olduğu için de Mus'ab'ın İslâmî faaliyetlerini tasvip etmiyordu. Fakat teyze oğluna karşı da kırıcı olmak istemiyordu. Bu sebeple Üseyd b. Hudayr'la anlaşarak Mus'ab'ın Medine'den çıkartılmasını O'ndan istedi. Üseyd de, Es'ad b. Zürâre'nin evine gelerek, olay çıkartmış ve Mus'ab'ı tehdid etmişti. Mus'ab, tehdidlerden korkan bir insan değildi ve işlerini daima sakinlikle çözerdi. Tatlı konuşması, güler yüzlülüğü, ikna edici sözleriyle Üseyd'i etkileyerek yumuşattı. Sonunda Üseyd müslüman oldu.
Üseyd, müslüman olduktan sonra doğrudan Sa'd b. Muâz'ın yanına gitti. O'na; Mus'ab'la konuştuğunu, onun fena bir insan olmadığını söyledi. Amacı, Sa'd b. Muâz'ın da Mus'ab'ın yanına gitmesi ve O'nun da müslüman olmasıydı. Bunun için de Sa'd b. Muâz'a, Hâriseoğulları'nın Es'ad b. Zürâre'nin hareketlerinden hoşlanmadıkları için, O'nu öldürmeye teşebbüs etttiklerini söyledi. Bunu da, senin teyze oğlun olduğu için, sana hakaret olsun diye yapacaklarını duydum, demeyi de ihmal etmedi.
Bu sözler Sa'd'ı hemen harekete geçirdi ve hemen Es'ad'ın evine gitti. Amacı teyze oğlunu korumaktı. Çünkü Eşheloğulları ile Hâriseoğulları arasında bir düşmanlık vardı.
Sa'd b. Muâz, teyze oğlunun evine gelince, durumun hiç de söylendiği gibi olmadığını anladı ve çok kızdı. Aynı yumuşak tavrı ile Mus'ab, Sa'd b. Muâz'a da hitab etti ve ikna edici konuşmasıyla Sa'd'ı büyüledi ve O'nun da müslüman olmasını sağladı. Daha sonra O da doğrudan Eşheloğulları'na gitti. Onları topladı ve: Ey Eşheloğulları, beni nasıl tanırsınız? diye sordu. Onlar da: Sen bizim efendimiz ve en faziletlimizsin, dediler.
Sa'd b. Muâz bunun üzerine, müslüman olduğunu söyledi ve: "Allah ve Resûlü'ne iman edinceye kadar sizinle konuşmak bana haram olsun" dedi. O günün akşamına kadar Eşheloğulları'ndan müslüman olmayan hemen hemen kalmadı. Böylece Sa'd'ın müslüman oluşu Medine'de bir olay oldu. Bu olay, Hz. Peygamber'e bildirildiği zaman, Mekke'de bir bayram sevinci yaşandı. Bu yıla, sevinç yılı denildi. Sa'd b. Muâz, İkinci Akabe'de Hz. Peygamber'e bîat ederek, O'na olan bağlılığını da pekiştirdi.
Sa'd b. Muâz, hicretten sonra Mekke'ye umre için gitti. Ümeyye b. Halef, eski dostu olduğu için O'nun evinde misafir kaldı. Kâbe'yi tavaf ederken yanlarına Ebû Cehil gelmişti. Ümeyye'ye, yanındakinin kim olduğunu sordu. Ümeyye de: "Sa'd b. Muâz" dedi. Bunun üzerine Ebû Cehil: "Siz bizim dinimizden ayrılanları himaye edip barındırdınız, onlara her türlü yardımda bulundunuz, şimdi de gelip burada güven içinde Kâbe'yi tavaf ediyorsunuz. Yanında Ümeyye olmasaydı, bir daha yurduna dönemezdin" dedi. Bu tehdid, Sa'd'ı kızdırdı ve O'na: "Eğer sen beni tavaftan menedersen, ben de senin Medine yolunu kapatırım" diye cevap verdi. Bu sefer de Ümeyye kızdı ve Sa'd'a, sesini yükseltmemesini söyledi. Bunun üzerine Sa'd b. Muâz, Ümeyye'ye: "Bırak böyle lafları, Hz. Peygamber senin öldürüleceğini söyledi" diyerek O'na da cevap verdi. Bu cevap Ümeyye'yi son derece korkuttu.
Sa'd b. Muâz, Bedir Savaşı'na katıldı ve bu savaş öncesinde söylediği nutukla hem Hz. Peygamber'in hem de müslümanların kalbini fethetti. Hz. Peygamber, Bedir Savaşı öncesi, ashâba Kureyşliler'le savaş konusunda ne düşündüklerini sormuş, ilk anda kimse birşey söylememişti. Üçüncü soruşta Sa'd b. Muâz ayağa kalkarak:
— Her halde bizim fikrimizi öğrenmek istiyorsun ya Resûlallah, demiş ve Resûlullah da: "Evet" diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Sa'd b. Muâz:
"Biz sana inandık, seni tasdik ettik. Getirdiğin şeylerin hak olduğuna iman ettik. Her konuda seni dinleyeceğimize, sana itaat edeceğimize söz verdik. İstediğin yere git ya Resûlallah, biz seninle beraberiz. Seni hak din ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, bizim seninle beraber denize dalmamızı da istesen, tereddütsüz dalarız. Bizden hiç kimse geri kalmaz. Bizi düşmanlarımızla karşılaştırmanı bile hoş karşılarız. Biz savaşta çok sabırlı, düşmanla karşılaştığımızda da sözlerimize sadık kimseleriz. Umarım ki Allah sana, bizden memnun olacağın şeyler gösterir. Allah'ın lütfu ile yürü ya Resûlallah" dedi. Bu sözler Hz. Peygamber'i çok memnun etti.
Bir başka rivayette ise Sa'd b. Muâz şunları söylemiştir:
"Seni peygamberlikle şereflendiren ve sana Kitab'ı indiren Allah'a yemin ederim ki, Bedir'e hiç gitmedim. Orası hakkında bilgim de yok. Değil Bedir'e, Yemen'de bulunan Berku'l-Gımâd'a kadar da gitsen, elbet seninle beraber gideriz. Biz Hz. Mûsa'ya: Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız, diyen yahudiler gibi değiliz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın biz de sizinle beraber savaşacağız. Olur ki, sen bir şeye karar verirsin de, Allah başka bir şey emreder. Sen Allah'ın emrettiğine bak ve o yolda yürü. İstediğinle anlaşma yap, dilediğinle de anlaşmayı boz. İstediğinle savaş, istediğinle de barış yap. Mallarımızdan istediğin kadarını da al."
Savaş öncesi Ensâr'ın ileri gelenlerinden Sa'd'ın bu konuşması, büyük bir heyecan meydana getirmiş ve sahâbeyi coşturmuştu. O'nun savaş öncesi Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, istersen sana bir gölgelik yapalım, binek hayvanlarını da hazırlayalım. Sen orada otur, biz düşmanla savaşalım. Eğer Allah bizi düşmana galip getirirse, ne alâ. Zaten istediğimiz de budur. Şayet aksi olursa, sen hayvanına biner Medine'ye dönersin. Oradakiler de seni en az bizim kadar sevmektedirler" demesi de büyük bir sevinç doğurmuştu.
Uhud Savaşı'nda da bulunan Sa'd b. Muâz'ın asıl etkinliği Hendek Savaşı ve sonrasında olmuştur. Kuşatma devam ederken, Gatafan kabilesinin reisi olan Uyeyne b. Hısn, Hz. Peygamber haber göndererek Medine'ye ait hurma mahsulünün yarısını istemişti. Mekkeliler'in kuşatması devam ederken yapılan bu teklif, Hz. Peygamber'i bir hayli endişelendirmişti. Bununla birlikte Ensâr'la görüştü. Sa'd b. Muâz: "Ya Resûlallah, biz ve onlar Allah'a şirk koştuğumuz putlara ibadet ettiğimiz, Allah'ı tanımadığımız, O'na kulluk etmediğimiz günlerde bile, bunlara misafirlik ve alış veriş hariç mahsullerimizden tek hurma vermedik. Onlar bunu akıllarından bile geçiremezlerken, şimdi Allah bizi İslâm ile şereflendirip doğru yolu gösterdikten sonra, üstelik seni ve bu dini vasıta ederek bizi galip getirdikten sonra mı, onlara haraç vereceğiz?" diyerek fikrini söylemiş ve Hz. Peygamber de yapılan teklifi geri çevirmişti.
Savaş devam ederken Kureyş kabilesinden birisinin attığı okla Sa'd b. Muâz kolundan yaralanmıştı. Yarası da ağırdı. Hz. Peygamber, O'nu her gün ziyaret edebilmek için Mescid-i Nebevî'nin içine bir çadır kurulmasını emretti. Sa'd da çadıra yerleştirildi ve Rufeyde adındaki bir kadını da O'na hastabakıcı olarak tayin etti. Hz. Peygamber, her gün O'nu ziyaret eder, hal ve hatırını sorardı. (İbn Hişâm, es-Sîre, Mısır, 1355, 3/250)
Hendek Savaşı sonunda Kureyzaoğulları üzerine sefer yapılmış ve kuşatma da uzun sürmüştü. Bunun üzerine Kureyzalılar, Sa'd b. Muâz'ın vereceği karara razı olacaklarını söylediler. Hz. Peygamber de bu teklifi kabul etti. Yaralı olarak Sa'd'ı olay mahalline getirdiler. O da, eli silah tutulanların öldürülmesine, diğerlerinin esir alınmasına ve mallarının müsadere edilmesine karar verdi. Hz. Peygamber bunun üzerine: "Allah ve Resûlü'nün vereceği hükmün aynısını verdin" diyerek O'nu taltif etti. Zira Kureyzalılar, Hendek Savaşı'nda Hz. Peygamber'le, anlaşmış olmalarına rağmen, buna riayet etmeyerek Kureyşliler'e yardım etmişlerdi. Kuşatma bitince de Hz. Peygamber, Kureyza üzerine sefer yapmıştı. Sa'd bu hükmü verirken Tevrat'taki hükümleri esas alarak vermişti.
Sa'd bu olaydan sonra tekrar çadırına döndü ve aldığı o yara sebebiyle de bir süre sonra vefat etti (5/627). Ok kolundaki atardamara tesadüf ettiği için tedavi edilememiş ve kan kaybından vefat etmişti. Hz. Peygamber, O'nun ölümü üzerine Arş'ın titrediğini ifade etmişti. O'nun ölümünden de çok müteessir olmuştu. Güçlü ve etkili bir kişiliği olan Sa'd'ın ölümü bütün müslümanları üzmüştü. Medine'de İslâm'ın yerleşmesine etkin rolü olmuştu.
Hz. Peygamber, Sa'd b. Muâz'ın tabutunu meleklerin de taşıdığını söylemişti. (İbn Sa'd, 3/430; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/279; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/36 vd.)
SA'D b. OSMAN (r.a.)
Sa'd b. Osman Ensâr'dandır ve Hazrec kabilesine mensuptur. Künyesi Ebû Ubâde'dir. İslâmiyet'ten önceki hayatı ile ilgili yeterli bir bilgi bulunmadığı gibi, İslâmiyet'ten sonraki hayatı hakkında da yeterli bilgi mevcut değildir. Ancak Medine'nin Harre mevkiinde bir su kuyusu ile arazisinin bulunduğu bilinmektedir.
Sa'd b. Osman, Bedir'e katılan sahâbedendir. Bu sebeple Bedir ashâbındandır. Uhud Savaşı'na da katılmıştır.
Hz. Peygamber, bir gün Harre mevkiine gitmiş ve orada dolaşırken Sa'd b. Osman'a ait bu su kuyusuna da uğramıştı. O sırada Sa'd b. Osman, oğlu Ubâde'yi kuyunun yanına bırakarak, bir yere gitmişti. Hz. Peygamber, Ubâde'den su istemiş ve o da Hz. Peygamber'e su vermişti. Daha sonra babası kuyunun yanına gelince, Resûlullah'ın eşkalini tarif ederek, bir adamın gelip kendisinden su istediğini anlatmıştı. Sa'd ise, gelenin Hz. Peygamber olduğunu anlamış ve oğlu Ubâde'ye, gelenin Hz. Peygamber olduğunu söyleyerek: "Koş ve O'na yetişerek hayır duasını al" demişti. Oğlu da koşmuş ve Hz. Peygamber'e yetişerek hayır duasını almıştı. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/28-29)
SA'D b. REBÎ' (r.a.)
Sa'd b. Rebî', Ensâr'dandır ve Ensâr'ın ileri gelenleri arasında yer alır. Hazrec kabilesine mensuptur. Rebî' b. Amr'ın oğludur.
Sa'd b. Rebî', Birinci Akabe Bîatı'na katılmış ve müslüman olmuştur. İkinci Akabe Bîatı'na da katılan Sa'd, hicretten sonra, Hz. Peygamber tarafından Abdurrahman b. Avf ile kardeş yapılmıştır. Bu kardeşlik olayı, bu iki sahâbenin şahsında adeta sembolleşmiştir. Hz. Peygamber bu iki sahâbîyi kardeş yapınca, Sa'd, Abdurrahman'a: "Kardeşim, ben Medine'nin en zengin kişilerinden biriyim. Bak malımın yarısını al. İki hanımım var, hangisi hoşuna giderse, onu boşayayım. Onunla evlen" teklifinde bulundu. Bunun üzerine Abdurrahman: "Allah, aileni de malını da sana bağşlasın. Siz bana çarşının yolunu gösterin" dedi. Daha sonra O'na çarşının yolunu gösterdiler. O da ticarete başladı ve kısa zamanda zengin oldu.
Sa'd b. Rebî', bu davranışı ile İslâm kardeşliğinin en güzel örneğini göstermek istemiş, fakat Abdurrahman da en az O'nun kadar asil davranarak, bir müslümanda bulunması gereken inceliği ve asaleti göstermiştir.
Bedir'e katıldığına dair yapılan rivayetlerde ihtilâf olmakla birlikte, Uhud'a katıldığı kesindir. Savaş sonunda, Hz. Peygamber, Zeyd b. Sâbit'i, Sa'd'ı savaş meydanında araması için göndermiştir. Giderken de Sâbit'e: "O'nu görürsen selâmımı söyle ve O'na: Resûlullah, kendini nasıl buluyorsun? diye soruyor, de" diye tembihde bulundu. Zeyd diyor ki: Ölüler arasında dolaşmaya başladım. O'nu son nefesini vermek üzereyken buldum. Vücudu kılıç, ok ve mızrak yaralarıyla delik deşik olmuştu. O'na: Ya Sa'd, Resûlullah'ın sana selâmı var. Kendini nasıl hissediyorsun? diye soruyor, dedim O da: "Selâm Resûlullah'ın ve senin üzerine olsun. O'na Cennet kokusu duyduğumu söyle. Kavmime de: Sağ olduğunuz sürece Resûlullah'ın başına bir şey gelirse, Allah indinde hiçbir mazeret ileri süremezsiniz, diye söyle" dedi ve ruhunu teslim etti. (İbn Sa'd, 3/89; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/24; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/318)
Sa'd'ın Hz. Peygamber nezdinde büyük bir itibarı vardı. Gatafanlı Uyeyne b. Hısn, Resûlullah'a gelerek Medine'ye ait hurma mahsulünün yarısını istediği zaman, Hz. Peygamber, Sa'd b. Muâz, Sa'd b. Ubâde ile birlikte Sa'd b. Rebî'i de davet ederek O'nların fikrini almıştı. Bunlarla yaptığı görüşme sonucuna göre de kararını vererek teklifi geri çevirmişti.
SA'D b. UBÂDE (r.a.)
Sa'd b. Ubâde, Hazrec kabilesinin ünlü reisidir. Siyasî kişiliği ile ünlüdür. Babası, Ubâde b. Duleym'dir. Hazrec kabilesinin Sâide koluna mensuptur. Cahiliye Dönemi'nin ünlü putu Menât, bu kabilenim putu idi. Gerek Cahiliye Dönemi'nde, gerekse müslüman olduktan sonra Medine'de ağırlığı olan ve sözü dinlenen bir kişiydi.
Sa'd b. Ubâde, iyi bir eğitim görmüş ve kendini yetiştirmiş bir liderdi. İkinci Akabe Bîatı'na katılmış ve burada müslüman olmuştu. Medine'nin ileri gelen zenginleri arasında yer alan Sa'd, aynı zamanda cömertliği ile de ünlüdür. Nitekim Hz. Âişe, Hz. Peygamber'le Medine'de evlendiği zaman, düğününde hiç bir şey kesilmemişti. Ancak Sa'd b. Ubâde, kendilerine bir tabak yemek göndermiş ve bu âdetini uzun süre devam ettirmişti. Hz. Peygamber Ebvâ seferine gittiğinde yerine Sa'd b. Ubâde'yi bırakmıştı.
Sa'd b. Ubâde'nin Bedir'e gidip gitmediği ihtilâflıdır. Bazıları O'nun Bedir'de bulunduğunu söylerken, bazıları ise bunu te'yid etmemektedir. Ancak Uhud Savaşı'na katılmış, hatta Hazrec'in bayrağını Sa'd b. Ubâde taşımıştı. Mustalikoğulları seferinde ise, bütün Ensâr'ın sancağını O taşıyordu. Hendek Savaşı'nda, Gatafanoğulları'nın teklifini görüşmek üzere Hz. Peygamber'in görüştüğü grubun içinde Sa'd b. Ubâde de vardı ve Sa'd b. Muâz'ın fikrini desteklemişti. Hudeybiye'de bulundu, Mekke'nin fethine katıldı. Ordunun bayrağını taşıyanlardan birisi de yine Sa'd idi. Ancak Mekke'ye yaklaşırken, "Bugün savaş günüdür" dediği için, Hz. Peygamber tarafından, komutanlıktan alınmış yerine Zübeyr b. Avvâm tayin edilmişti. Zira Resûlullah, fetih sırasında savaş olmasını ve kan dökülmesini asla istemiyordu. Sa'd b. Ubâde'nin sözleri ise, Mekkeliler'i korkutmuştu. Bu sebeple Hz. Peygamber, O'nu görevden azletmişti.
Hz. Peygamber'le birlikte O'nun katıldığı bütün savaşlara katılan Sa'd b. Ubâde, Hz. Peygamber vefat ettiği gün, Sâideoğulları sakifesinde toplanan Ensâr ve Muhâcir halifelik için aday gösterirken, Sa'd b. Ubâde, Ensâr'ın halife adayı idi. Hasta olmasına rağmen, yatağından kalkarak sakifeye gelmiş ve Ensâr'ın tek adayı olmuştu. Orada toplanan Ensâr ve Muhâcirlere siyasî bir nutuk söyleyerek halifeliğin Ensâr'ın hakkı olduğunu savunmuş ve bunda başarılı da olmuştu. Ancak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in oraya gelmesi ve bunların da birer siyasî konuşma yapması durumu aksine çevirmişti. Hz. Ebû Bekir halife seçilince, durumu kabullenmiş, sukûnetini korumuş, fakat Hz. Ebû Bekir'e de bîat etmemişti. Hz. Ebû Bekir'in halifeliği döneminde Medine'de kalan Sa'd, daha sonra Şam'a gitmiş ve Havran kasabasında vefat etmiştir. (15/637)
Buhârî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği İfk Olayı'nı anlatan hadîs-ten anlaşıldığına göre, Sa'd b. Ubâde, ilk defa İfk Olayı'nı ortaya atan Abdullah b. Übey b. Selûl'ü müdafaa eden kişi olmuştur. Hadîs çok uzundur, konu ile ilgili kısım şöyledir: Hz. Peygamber, mescidde bir hutbe irad etmiş ve Hz. Âişe hakkında: "Bana eza eden şahsa karşı, bana kim yardım eder?" demişti. Bunun üzerine Sa'd b. Muâz: "Ya Resûlallah, size ben yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı atan Evs'tense, cezasını biz veririz. Şayet Hazrec'ten ise, siz emredin biz yapalım" demişti. Buna karşılık Hazrec kabilesinin reisi Sa'd b. Ubâde, hemen ayağa kalkmış ve: "Vallahi yalan söylüyorsun. Sen O'nu öldüremezsin ve öldürmeye de muktedir değilsin" demişti. Bu sefer Üseyd b. Hudayr: "Asıl yalan konuşan sensin, münafıkları koruyorsun" diye itirazda bulunmuş ve ortalık karışmıştı. Resûlullah da onları yatıştırmıştı. (Tecrid Tercemesi, 8/84-87)
Öyle görülüyor ki Sa'd b. Ubâde henüz, kabile taassubunu tam anlamıyla atamamıştı. Bu sebeple Hz. Peygamber, zaman zaman bu iki kabile arasında meydana gelebilecek çatışmayı önlemede büyük zorluk çekmiş ve özellikle Sa'd b. Ubâde'ye iltifatını asla eksik etmemişti. Şu olayda da bunu görmekteyiz:
Sa'd b. Ubâde, oğlu ile beraber Hz. Peygamber'in yanına gelip selâm verdi. Resûlullah: "Buraya buyurun" diyerek yer gösterdi. Sa'd'ı sağına oturttu ve: "Hoş geldiniz" dedi. Çocuğu da Hz. Peygamber'in huzurunda duruyordu. O'na da: "Sen de otur" dedi. Sonra çocuk, Hz. Peygamber'in elini öptü. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ben de Ensâr'danım, ben de Ensâr çocuğuyum" buyurdu. Sa'd da: Senin bizi şereflendirdiğin gibi, Allah da senin şerefini artırsın, dedi. Hz. Peygamber de: "Allah benden önce, sizi şerefli kılmıştır. Benden sonra da başkaları size tercih edilecek. Havzın başında bana kavuşuncaya kadar sabırlı olun" buyurdu.
Sa'd b. Ubâde'nin anlattığına göre, kendisi Hz. Peygamber'e bir tabak dolusu beyin getirmiş ve O'na takdim etmişti. Hz. Peygamber: "Bu ne?" diye sorunca da: "Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, hayvan kestim ve seni beyinle doyurmak istedim" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, onu yemiş ve Sa'd'a hayır duada bulunmuştu.
Sa'd b. Ubâde, Hz. Peygamber'i yemeğe davet etmiş ve O'na hurma ve ekmek ikram etmişti. Daha sonra da süt vermişti. Resûlullah bunları yedikten ve içtikten sonra: "Yemeğinizi iyi insanlar yesin. Oruçlular sizin yanınızda oruçlarını açsın. Melekler size dua etsin" dedikten sonra: "Allah'ım; Sa'd b. Ubâde ailesine mağfiret et" diye dua etmişti.
Sa'd b. Ubâde çok kıskanç biriydi. Zina isnadında dört şahit getirilmesi emri gelince Sa'd b. Ubâde: "Allah'a yemin ederim ki, ben dört şahid getirmeden o adamı öldürürüm" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Sa'd'ın kıskançlığından dolayı hayret mi ediyorsunuz? Ben O'ndan daha kıskancım, Allah ise benden daha kıskançtır. Allah gizli ve açık bütün kötülükleri haram kılmıştır. Allah kadar da özrü kabul eden hiç kimse yoktur" dedi. Bu arada birisi: "Ya Resûlallah; O'nu kınamayın, O, çok kıskançtır. Bu sebeple o dul bir kadınla evlenmedi. İçimizden biri evlenir korkusuyla da kıskançlığı yüzünden hanımlarından hiçbirini boşamadı" dedi.
Sa'd, annesi vefat ettiğinde Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Resûlallah, annem vefat etti. O'nun namazına sadaka vereyim mi?" diye sormuştu. Hz. Peygamber de: "Veriniz" buyurdu. Sa'd: "O halde sadakanın hangisi efdaldir?" diye sordu. Hz. Peygamber de: "Su dağıtmaktır" cevabını verdi. Bunun üzerine Sa'd, Medine'de bir kuyu açtırarak halkın yararına sundu. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/27; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 1/270-279)
SA'D b. UBEYD b. NUMAN (r.a.)
Kuba Mescidi'nin imamı olan Sa'd b. Ubeyd, Ubeyd b. Numan'ın oğludur. el-Kâri lâkabıyla ün kazanmıştır.
Ensâr'dandır ve Evs kabilesine mensuptur. Genellikle Sakîfoğulları kabilesinin Aclân kolundan olan Sa'd b. Ubeyd ile karıştırılmaktadır. Sakîfoğullarından olan sahâbî, Hz. Ebû Bekir'in oğlunu okla yaralayan ve ölümüne sebep olan kişidir. Buradaki ise, Medinelidir ve Kuba Mescidi'nin imamıdır.
Sa'd, imamlık görevine, Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de devam etmiştir. Daha sonra bu görevden ayrılarak savaşa katılmış ve Kâdisiye Savaşı'nda şehid düşmüştür (15/636). Savaş öncesinde: "Yarın düşmanla karşılaşacağız ve yine yarın şehid olacağız. Yaralarımızdan kan akanlarımızı yıkamayızın ve kefenlemeyiniz. Bizi üzerimizdeki elbiselerle defnediniz" demişti.
Oğlu Umeyr b. Sa'd, daha sonra Humus valisi olmuştur. Bir hutbesinde ise şöyle konuşmuştur: "İslâm'ın sağlam duvarı ve güvenilir kapısı vardır. İslâm'ın sağlam duvarı, adâlet; kapısı da haktır. Duvar yıkıldığı ve kapı kırıldığı zaman İslâm da yıkılır. Sultan prensiplere sağlam sarıldığı müddetçe, İslâm dini sağlam kalır. Yalnız sultan şiddetini idamla ve sopa ile göstermemeli, doğru hükümler vererek ve adâleti uygulayarak göstermelidir."
Sa'd, Bedir Savaşı'na katılan ve bu sebeple Bedir ashâbından sayılan bir sahâbîdir.
SA'D b. ZEYD el-EŞHELÎ (r.a.)
Sa'd b. Zeyd el-Eşhelî, Zeyd b. Mâlik'in oğludur. Evs kabilesinin Eşheloğulları kolundandır. Vâkidî'ye göre Akabe Bîatı'na katılan sahâbe arasında yer almaktadır.
Sa'd b. Zeyd, Bedir Savaşı'na katılmıştı. Gatafan kabilesine mensup olan Uyeyne b. Hısn'ın çetesiyle birlikte Medine'ye yapmak istediği baskına karşı, Sa'd b. Zeyd, birkaç müslümanla birlikte karşı çıkmış ve Medine'yi müdafaa etmiştir. Kureyzaoğulları seferinde ise Hz. Peygamber, O'nu Necid tarafına gözcü olarak göndermiştir.
Mekke'nin fethinden sonra ise Hz. Peygamber'in Müşellel mevkiinde bulunan putu yıkmak için gönderdiği yirmi kişilik grubun içinde Sa'd b. Zeyd de vardı. Hicretin 8. yılında meydana gelen bu olaydan sonra Sa'd b. Zeyd ile ilgili bir bilgiye tesadüf edilmemektedir. Bu sebeple ölümü ile ilgili bilgi de mevcut değildir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/26)
SAFİYYE bint ABDÜLMUTTALİB (r.a.)
İslâm tarihinin ünlü kadınları arasında yer alan Safiyye bint Abdülmuttalib, Hz. Peygamber (s.a.)'in müslüman olan tek halasıdır. Hz. Hamza'nın öz kız kardeşi ve Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyr b. Avvâm'ın annesidir. Safiyye'nin annesi Hâle, Hz. Peygamber'in annesi Âmine'nin kız kardeşidir. Bu sebeple Safiyye, Hz. Peygamber'in hem ana hem de baba tarafından akrabasıdır.
Safiyye bint Abdülmuttalib, önce Hâris b. Harb ile evlenmiş, O'nun ölümü üzerine de Hz. Hatice'nin kardeşi Avvâm b. Huveylid'le evlenmişti. İkinci evliliğinden Zübeyr, es-Sâib ve Abdülkâbe adında üç erkek evlâdı oldu. Bunlardan Zübeyr b. Avvâm, Cennet'le müjdelenen on sahâbîden biridir.
Safiyye'nin kardeşi Hz. Hamza ile mi, yoksa oğlu Zübeyr ile mi müslüman olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Bununla birlikte O, ilk müslümanlar arasında yer almaktadır. Mekke'de doğdu ve Hz. Ömer'in halifeliği döneminde 20/640 yılında Medine'de yetmiş küsur yaşında vefat etti.
Safiyye ile ilgili anlatılan şu olaylar O'nun ne kadar cesur bir kadın olduğunu göstermektedir. Uhud Savaşı'nda Hz. Peygamber, hanımlarını, akrabalarının hanımlarını ve çocukları, Medine'nin en sağlam ve müstahkem bir binası olan Hassan b. Sâbit'in köşküne bırakmıştı. Hassan b. Sâbit de savaşa katılmamıştı. Köşkte kadınların ve çocukların başında bulunuyordu. Bir yahudi gelmiş ve köşkün etrafını dolaşmaya başlamıştı. Kureyzaoğulları da Hz. Peygamber'e karşı verdikleri sözden dönüp Kureyşlilerle birleşmek ve müslümanlara saldırmak üzere idiler. Köşk ile Uhud arasında yahudiler bulunuyordu. Dolayısıyla köşkteki kadınları ve çocukları koruyacak kimse yoktu. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Tam bu sırada işte bu yahudi çıkagelmişti.
Safiyye, Hassan b. Sâbit'e: Ey Hassan, gördüğün gibi, bu yahudi kalenin etrafını dolaşıyor. Bunun bizim hakkımızda yahudilere bilgi götürmesinden korkuyorum. Şu anda Resûlullah ve ashâbı da meşgul. Sen aşağıya in ve onu hakla, dedi. Hassan ise: Allah iyiliğini versin, sen benim yiğit olmadığımı bilmiyor musun? diye karşılık verdi. Safiyye, Hassan'ın bu iş yapamayacağını anlayınca, kendisine bir cesaret geldi. Eline bir kazık alarak köşkten dışarı çıkıp yahudiye yaklaştı ve elindeki kazıkla bütün gücüyle vurup onu öldürdü.
Aynı günün akşamı, Safiyye Uhud'a giderek savaşın sonucu hakkında bilgi almak istedi. Yolda kardeşi Hz. Hamza'nın şehid olduğu haberini aldı. Savaş alanına varınca kardeşini aramaya başladı. Ne yaptığını bilemiyecek bir haldeydi. Hz. Ali, Zübeyr'e: "Annenin halini düşün" dedi. Zübeyr de Hz. Ali'ye: "Hayır, asıl sen halanın halini düşün" diye cevap verdi.
Oğlu Zübeyr, annesine mani olmaya çalıştı ise de annesi: "Bu iki kumaş parçasını Hamza'ya getirdim. Şehid edildiğini duydum. Bu kumaşlarla onu kefenleyin" dedi.
Hz. Peygamber vefat ettiği zaman, Safiyye'nin O'nun hakkında bir mersiye söylediği rivayet edilmektedir. (İbn Sa'd, Tabakât, 8/41; Zehebî, A'lâmu'n-Nübelâ, 2/269)
SAFİYYE bint EBÎ UBEYD (r.a.)
Safiyye bint Ebî Ubeyd, Ebû Ubeyd b. Mes'ûd'un kızıdır. Annesi, Âtike bint Üseyd'dir. Abdullah b. Ömer b. Hattâb ile evlenmiştir.
Abdullah b. Ömer, Safiyye ile evlenirken dört yüz dirhem mehir vermişti. Fakat Safiyye bu miktarı az bulmuş ve daha fazlasını istemişti. Bunun üzerine Abdullah, babası Hz. Ömer'den gizli olarak iki yüz dirhem daha göndererek kendisini razı etmişti. Hz. Ömer hakkında bilgi veren Safiyye, O'nun sabah namazında Kehf sûresini okuduğunu haber vermiştir. Çok ihtiyar olmasına rağmen, Safâ ile Merve arasında kendisini sa'y ederken görmüşlerdir. (İbn Sa'd, Tabakât, 8/472)
SAFİYYE bint HUYEY (r.a.)
İsmi ve soyu: Safiyye bint Huyey b. Ahtab b. Sa'ye b. Âmir (Sa'lebe) b. Ubeyd. Hz. Mûsa'nın kardeşi Hârun'un (a.s.)'ın soyundandır.
Yahudi Nadîroğulları kabilesinin ileri gelenlerinden Huyey b. Ahtab'ın kızıdır. Annesi: Berrâ bint Samuel'dir. Müslüman olmadan önce iki evlilik yapmıştı. Birinci kocası Sellâm b. Ebi'l-Hukayk'tı. Ondan boşanıp Kinâne b. Ebi'l-Hukayk'la evlendi. Kinâne yahudi şairlerindendir. Hayber Savaşı sırasında öldürüldü. Kinâne, Hayber'in en sağlam kalelerinden biri olan Kamûs kalesinin komutanı idi.
Safiyye, amcasının kızıyla birlikte Hz. Bilâl tarafından esir edilmişti. Müslümanlar tarafından esir edildiklerinde, erkeklerinin cesetlerinin yanından geçerken feryad ve figân etmişler, kendilerini yerlere atmışlar, üzerleri toz toprak olmuş, elbiselerinin bazı yerleri yırtılmıştı. Savaş hali icabı Safiyye'nin de üzeri başı dağınık ve toz toprak içindeydi. Hz. Peygamber onları bu durumda huzuruna getiren Hz. Bilâl'e: "Ey Bilâl, kalbinden merhamet sökülüp alındı mı? Bunları erkeklerinin cesetleri üzerinden yürüterek mi getirmeliydiniz?" buyurdu.
Hz. Peygamber, gönülleri İslâm'a ısındırma taktiği gereği kabile ve kavimlerin liderlerinin yakını olan kadınlarla evlenerek akrabalık tesis ederdi. Safiyye esir olarak Dıhyetu'l-Kelbî'nin payına isabet etmişti. Resûl-i Ekrem'e: "Dıhye'nin esiri kabile reisi Huyey'in kızıdır" dediler. Bunun üzerine Safiyye'yi huzuruna çağırttı. "Eğer müslüman olursan seni kendime eş yapmayı düşünüyorum. Yahudi olarak kalmak istersen seni âzad edip kavmine dönmeni sağlayabilirim" dedi.
Resûl-i Ekrem'in cariye olarak kullanabileceği bir esiri böyle dininde kalıp kalmamakta ve ailesine dönüp dönmemekte serbest bırakması; hem inanç özgürlüğüne verdiği değer, hem de esirlere bile yaptığı âlicenab muameleyi yansıtması bakımından ibret vericidir.
Safiyye: "Ey Allah'ın Resûlü, sen beni İslâm'a davet etmeden zaten ben İslâm'ı arzuluyordum ve seni tasdik etmiştim. Artık benim yahudiler arasında kimsem yoktur. Beni muhayyer bıraktın. Benim için Allah ve Resûlü, âzad olmaktan ve kavmime dönmekten daha sevimlidir" dedi.
Zaten Hz. Safiyye Hayber Savaşı'ndan önce rüyasında Medine'den çıkan ayın kucağına düştüğünü görmüş, rüyasını kocasına (başka bir rivayete göre annesine) anlatınca kocası: "O Medineli hükümdarın (yani Peygamber'in) eşi olmayı mı arzuluyorsun?" diyerek tokatlamıştı. Safiyye'nin bu sözleri üzerine Peygamberimiz, Hz. Dıhye'ye başka bir esir vererek Hz. Safiyye ile değişti ve âzad ederek nikâhladı. Âzad etmesini de mehir saydı.
Resûlullah (s.a.), Hayber dönüşü Hz. Safiyye'yi terkisine bindirdi. Hayber'den 6 mil uzaklıktaki bir yerde zifafa girmek istedi. Safiyye ise buna razı olmadı. Peygamberimiz buna kırıldı fakat birşey söylemeden yola devam etti. Sabhâ denilen yerde zifafa girdi. Bu sırada Hz. Safiyye'ye, niçin daha önce zifafa girmekten kaçındığını sordu. Hz. Safiyye: "Orada biz yahudilere yakındık. Onların sana bir zarar vermelerinden korktum!" diyerek ne kadar ince düşündüğünü ortaya koydu.
Hz. Peygamber, ashâbına, yanlarında bulunan hurmalardan bir miktar getirmelerini istedi. Sonra da ashâbına bir düğün yemeği verdi.
Zifaf gecesi Ebû Eyyûb el-Ensârî, elinde kılıç Peygamberimiz'in çadırı etrafında bekledi. Sabahleyin, Peygamberimiz: "Burada ne yapıyorsun?" diye sordu. Hz. Ebû Eyyûb: "Ey Allah'ın Resûlü, sen bu kadının babasını, kocasını ve kavminden birçok kimseyi öldürdün. Sana bir zarar vermesinden çekindim" dedi. Peygamberimiz: "Allah'ım; Ebû Eyyûb'a rahmet et, onu koru" diye dua buyurdu. Ebû Eyyûb böyle bir endişede haklıydı. Çünkü bir süre önce bir yahudi kadın zehirli et ikram ederek Peygamberimiz'i öldürmek istemişti.
Hz. Safiyye'yi Peygamberimiz'in diğer eşleri çok kıskanmışlardı. Hayber dönüşü Medineli hanımlar Hz. Safiyye'yi görmeye geldiler. O sırada Peygamberimiz Hz Âişe'ye: "Onu nasıl buldun?" diye sordu. Hz. Âişe: "Nasıl olacak. Yahudi kızı yahudi" deyince Hz. Peygamber: "Öyle deme, o artık iyi bir müslüman oldu" buyurdu.
Hz. Âişe ve Hafsa bir gün Hz. Safiyye'ye: "Hz. Peygamber bizi senden daha çok seviyor. Biz senden daha üstünüz. Çünkü onun kavmindeniz" demişlerdi. Hz. Peygamber, bu durumdan şikâyetçi olan Hz. Safiyye'ye: "Onlara: "Benim eşim Muhammed, babam Hârun (a.s.), amcam ise Mûsa (a.s)'dır. Siz benden nasıl üstün oluyorsunuz? deseydin ya" buyurdu.
Yine bir sefer sırasında Hz. Safiyye'nin devesi hastalanmıştı. Deve tökezledi. Hz. Safiyye düştü ve yaralandı. Resûlullah yanına geldiğinde ağlıyordu. Kendi eliyle vücudundaki kanları temizledi. Zeyneb bint Cahş'ın birkaç devesi vardı. Peygamberimiz Zeyneb validemize "Kız kardeşin Safiyye'ye bir ödünç deve ver" dedi. Hz. Zeyneb: "Bir yahudiye binek mi vereceğim?" dedi ve vermedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Zeyneb validemizle iki ay (veya üç ay) konuşmadı, nöbetinde odasına gitmedi.
Hz. Safiyye Peygamberimiz'i çok severdi. Son hastalığında: "Ey Allah'ın Resûlü, senin yerine ben hasta olsaydım" dedi. Diğer hanımları birbirleriyle fısıldaşarak Hz. Safiyye'yi alaya aldılar. Peygamberimiz onları gördü ve: "Ağızlarınızı yıkayın" buyurdu. "Niçin?" dediklerinde: "O'nu alaya aldığınız için. Vallahi o doğru söylüyor" buyurdu. Hz. Safiyye çok akıllı, yumuşak huylu ve faziletli bir kadındı.
Hz. Osman'ın evinin âsilerce kuşatıldığı sırada cesur bir şekilde halifeye yiyecek ve su taşımıştı. H. 50 veya 52 yılında Hz. Muâviye'nin halifeliği döneminde vefat etti. Bakî' kabristanına defnedildi. Kendisinden kardeşinin oğlu; iki kölesi Kinâne ve Yezid, Zeynelâbidin b. Ali b. Hüseyin, İshak b. Abdullah b. Hâris hadîs rivayet etmişlerdir. Kendisinden nakledilen hadîs sayısı 10'dur. Bunların birisi müttefekun aleyhtir.
SAFİYYE bint ŞEYBE (r.a.)
Safiyye, Şeybe b. Osman'ın kızıdır. Ümmü Mansûr diye ünlüdür. Dinî konularda bilgili, özellikle fıkıhta temayüz etmiş bir kadın sahâbî idi.
Babası Mekke'nin fethinde müslüman olmuştur. Kendisi de Hz. Peygamber'i Kâbe'ye girerken görmüş ve O'nun putları kırdığına şahit olmuştur. Hz. Peygamber'den hadîs nakletmiş ve naklettiği hadîsler, Ebû Dâvud ve Nesâî'de yer almıştır. (İbn Sa'd, Tabakât, 8/469)
Buhârî'de yer alan bir hadîsinde Safiyye bint Şeybe: Nebî, (s.a.) bazı kadınlarına iki müd (bir sa'ın dörtte bir miktarıdır) arpa unu ile velîme (ziyafet) verdi, diye nakilde bulunmuştur. (Tecrid Tercemesi, 11/30, H.N. 1814)
SAFVÂN b. ASSÂL (r.a.)
Sahâbe içinde ilimle uğraşan ve bu yönüyle tanına Safvân b. Assâl hakkında yeterli bir bilgi mevcut değildir. el-Muradî diye tanınmaktadır.
İlimle ilgili nakilleri bulunan Safvân, bize şu bilgiyi vermektedir: Resûlullah (s.a.) mescidde kırmızı bürdesinin üzerine yaslanmış dururken yanına geldim. Kendisine: "Ey Allah'ın Resûlü, ben ilim öğrenmeye geldim" dedim. Bana: "Hoş geldin, ey ilim öğrenmek isteyen. Melekler, ilim öğrenene sevgilerinden dolayı kanatlarını açarak, etrafında göğe kadar yükselen bir halka meydana getirirler" dedi.
Zîr b. Hubeyş'in anlattığına göre, kendisi bir sabah Safvân b. Assâl'ın yanına gitmişti. Yanına varınca O: "Niye geldin?" diye sormuş. Zîr de: "İlim öğrenmek için" diye cevap vermişti. Bunun üzerine Safvân: "Ya âlim ol, veya öğrenci ol. Mukallid olma" demişti.
Safvân b. Assâl'ın anlattığına göre, kendisi bir yolculukta Hz. Peygamber ile birlikte bulunmuştu. Bu sırada bir adam Hz. Peygamber'e doğru gelmeye başlamıştı. O'nu görünce Resûlullah: "Fena adam" demişti. Fakat adam Hz. Peygamber'in yanına gelince, O'na iyi davranmış ve iltifat etmişti. O adam kalkıp gittikten sonra, Safvân Hz. Peygamber'e: "Ya Resûlallah, o adamı görünce, fena adam dediniz, fakat yanınıza gelince de ona iltifat ettiniz, bunun sebebi nedir?" diye sormuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Onun nifâ-kından kurtulmak için öyle davrandım. Zira onun başkalarını da aleyhime çevirmesinden korkuyorum" demişti.
Ölüm ve doğum tarihleriyle, müslüman oluşu hakkında başka bir bilgi bulunmayan Safvân'ın en önemli özelliği, ilim aşıkı oluşuydu.
SAFVÂN b. BEYDÂ (r.a.)
Safvân b. Beydâ, babasının adıyla değil de annesinin adıyla tanınmıştır. Babası Safvân b. Vehb'dir. Safvân, ilk müslümanlardan değildir. Sonradan müslüman olmuştur. Fakat hicret emri gelir gelmez de Medine'ye hicret etmiştir. Hz. Peygember O'nu Râfi' b. Mualla ile kardeş yapmıştı.
Safvân b. Beydâ, Abdullah b. Cahş başkanlığında yapılan seriyyeye katılmış, daha sonra da Bedir'de bulunmuştur. Bazı rivayetlerde, Bedir'de şehid olduğu nakledilmektedir. Başka rivayetlere göre ise Bedir'de şehid olmamıştır. Ölüm tarihi konusunda ihtilâf vardır. Hicrî 18, 30 veya 38 tarihlerinde vefat ettiği söylenmektedir.
SAFVÂN b. ÜMEYYE (r.a.)
Safvân b. Ümeyye, Bedir'de öldürülen meşhur İslâm düşmanı Ümeyye b. Halef'in oğludur. Ebû Vehb diye ünlüdür. Annesi, Safiyye bint Ma'mer'dir. Kureyş kabilesinin Cumahî koluna mensuptur.
Safvân b. Ümeyye, babasının ölümü üzerine İslâm'a olan düşmanlıkta babasının yolunda yürümüş ve birçok olayda aktif rol oynamıştı. Uhud Savaşı'nın olmasında O'nun payı büyüktür. Zira Uhud öncesi kervanı, Zeyd b. Hârise tarafından basılmış, mallarına el konulmuştu. Kendisi ise canını zor kurtarmıştı. Hicrî 6. yılda yine Zeyd b. Hârise komutanlığındaki bir seriyye, Safvân'ın ikinci kez kervanını bastı ve malına el koydu. Reci' baskınında esir edilen Zeyd b. Desinne'yi satın alarak, sırf babasının intikamını almak için bu sahâ-bîyi şehid etti. Hudeybiye Antlaşması'nın hükümlerini çiğneyen hareketlerde bulundu. Mekke'nin fethi sırasında Hâlid b. Velid'e saldıran kişilerden biri de Safvân b. Ümeyye idi. Öldürüleceğinden korkarak Mekke'den kaçtı. Hanımı ise, Mekke'nin fethinde müslüman oldu.
Safvân b. Ümeyye, Bedir Savaşı sonunda Hz. Peygamber'i öldürmesi için Umeyr b. Vehb'i kiralık katil olarak tutmuş ve Medine'ye göndermişti. Fakat Umeyr, Medine'ye gelip de Hz. Peygamber'le karşılaşınca müslüman olmuş ve bu işten de vazgeçmişti.
Böylesine İslâm'a düşman olan Safvân b. Ümeyye, Hz. Peygamber tarafından öldürülmesi istenen kişiler arasındaydı. Bu sebeple de Mekke'den kaçmıştı. Ancak, Hz. Peygammer'i öldürmek üzere kiraladığı Umeyr b. Vehb peşini bırakmamış ve O'nu yakalamıştı.
Safvân, Umeyr'in peşinden geldiğini görünce korkmuş ve O'na: "Beni öldürmeye mi geldin?" demişti. O da: "Hayır, ben insanların en iyisinin ve akrabasına en çok bağlı olanın yanından geliyorum" diye cevap vermişti. Daha sonra Umeyr, Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Resûlallah, kavminin reisi emân vermezsin korkusuyla kendini denize atmak için kaçtı, ne olur O'na emân ver" diye ricada bulundu. Hz. Peygamber de büyüklüğünü göstererek O'na emân verdi.
Bunun üzerine Umeyr, Safvân'ın yanına vararak O'na durumu anlattı. Safvân ise: "Bildiğim bir alâmet getirmedikçe seninle gelmem" dedi. Umeyr tekrar Resûlullah'a geldi ve bu durumu bildirdi. O da: "Sarığımı al" diyerek Umeyr'e sarığını verdi.
Böylece Safvân, Hz. Peygamber'in yanına geldi. Hz. Peygamber o sırada namaz kılıyordu. O'nun namazının bitmesini bekledi. Hz. Peygamber namazı bitirince Safvân O'ndan iki ay izin istedi. Bu iki aylık süre içinde düşünecek, ondan sonra müslüman olacaktı. Hz. Peygamber, bunun üzerine: "Ben sana iki ay değil, dört ay müsaade ediyorum" dedi. Bunun üzerine Safvân rahatlayarak, Mekke'de kaldı.
Hz. Peygamber, Huneyn seferi hazırlığını yaparken Safvân'dan ödünç silah istemişti. O da: "Bunu, cebirle mi yoksa gönül rızasıyla mı istiyorsun?" diye sormuş, Hz. Peygamber'in: "Gönül rızasıyla ödünç istiyorum tekrar geri vereceğim" demesi üzerine yüz zırh vermişti. Hz. Peygamber, Safvân'ı Huneyn seferine götürdü, ama hâlâ müslüman olmamıştı. Savaş sonunda ganimetler taksim edilirken, koyunların, develerin ve çobanların bulunduğu bir dağın yamacına bakmaya başlamıştı. Uzun uzun o yamacı seyretti. Hz. Peygamber de O'nu gözlemekteydi. O'na: "Ey Ebû Vehb, bu yamaç hoşuna gitti galiba?" dedi Safvân da: "Evet" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Orası ve içindekiler senin olsun" dedi. Bunu duyunca Safvân: "Bir peygamberden başka hiç kimse böyle temiz kalpli olamaz. Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum" diyerek müslüman oldu.
Safvân b. Ümeyye, müslüman olduktan sonra askerî bir olaya katılmadı. Hz. Peygamber'in vefatında halkı teskin etti. Muâviye dönemine kadar yaşadı ve 42/662 de vefat etti. (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/171-172)
SÂİB b. AKRA' (r.a.)
Sâib b. Akra'ın soyu: Sâib b. Akra' b. Avf b. Câbir b. Süfyân b. Sâlim b. Mâlik es-Sakafî. Sâib'in annesinin adı Melîke'dir. Sâib b. Akra'ın İslâm'a giriş tarihi ve Resûlullah (s.a.) zamanındaki hayatı hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Ancak bir rivayete göre Sâib'in annesi Melîke, bu sahâbîyi bir defasında Hz. Peygamber'in yanına götürerek ona dua etmesini istemiş, Resûlullah da başını okşamış ve kendisine dua etmiştir.
Hz. Sâib, çok akıllı birisiydi. Bu yüzden olacak ki, Abdullah b. Abbas: "Arapların genç ve yaşlıları içeresinde Sâib b. Akra'dan daha akıllı birisi yoktu" demiştir.
Bu kıymetli sahâbî, Hz. Ömer zamanında çok büyük hizmetler görmüştür. O, bu halife döneminde hicretin 21. yılında yapılan Nihâvend Savaşı'na katılmıştır. Sâib, Medâin'de Kisrâ'nın köşkünde çok büyük bir hazine bulmuştu. Kendisi bu olayı şöyle anlatıyor:
"Hz. Ömer beni Medâin'e idareci olarak gönderdi. Ben Medâin'de Kisrâ'nın köşkünde otururken, baktım ki heykel, parmağı ile bir yeri gösteriyor. Heykelin parmağı ile işaret ettiği yerde hazine olduğu kalbime doğdu. O yeri kazdım, büyük bir hazine buldum. Ömer'e bir mektup yazıp durumu anlattım. Bunun, Allah'ın bana verdiği bir ganîmet (fey') olduğunu, diğer müslümanların bunda haklarının olmadığını bildirdim. Ömer, bana: Sen bir idarecisin; müslümanların idarecilerinden birisin. Bulduğunu müslümanlar arasında paylaştır, diye talimat yazdı."
Sâib, Hz. Ömer zamanında Mihrican bölgesinin fethinde de bulunmuştur. Bir rivayete göre O, burada da bir hazine bulmuştur.
Sâib b. Akra'ın vefat tarihi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
SÂİB b. HALLÂD (r.a.)
Sâib b. Hallâd' ın soyu: Sâib b. Hallâd b. Süveyd b. Sa'lebe b. Amr b. Câriye b. İmriu'l-Kays b. Mâlik el-Ensârî. Medine'nin Hazrec kabilesine mensup olan bu sahâbînin künyesi Ebû Sehle'dir. Sâib'in annesi, Benî Sâide'den Leylâ bint Ubâde idi. Sâib'in, Hallâd adında bir oğlu vardı.
Sâib'in İslâm'a giriş tarihi ve hayatının diğer safhaları hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Bazı kaynaklarda Bedir Savaşı'na katıldığı belirtilmiştir. Diğer savaşlara katılıp katılmadığı ise bilinmemektedir.
Bu kıymetli sahâbî uzun yaşayan sahâbîlerden birisidir. O, Hz. Muâviye zamanında Yemen valiliği yapmıştır.
Sâib b. Hallâd, hadîs rivayet eden sahâbîlerden birisidir. O'nun doğrudan Resûlullah (s.a.)'tan rivayet ettiği hadîslerin toplamı beş tanedir. Kendisinden de oğlu Hallâd ile Sâlih b. Hayevan, Atâ b. Yesâr, Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî, Abdurrahman b. Ebû Sa'sa'a, Abdülmelik b. Ebû Bekir b. Abdurrahman hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Sâib b. Hallâd, hicretin 71. yılında vefat etmiştir.
Sâib b. Hallâd, Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Ey Allah'ım! Medine halkına zulmedip onları korkutanı korkut. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Allah onun fidyesini ve tevbesini kabul etmez." (İbn Hanbel, Müsned)
"Bir müslümanın başına, vücudunun herhangi bir yerine bir diken batmak suretiyle de olsa bir musibet gelecek olursa Allah bunun karşılığında o kişi için bir iyilik yazar ve onun bir hatasını kaldırır." (İbn Hanbel, Müsned)
Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Cebrâil bana geldi ve ashâbıma telbiye anında seslerini yükseltmelerini emretmemi buyurdu." (İbn Hanbel, Müsned)
SÂİB b. OSMAN (r.a.)
Sâib b. Osman'ın soyu: Sâib b. Osman b. Maz'ûn b. Habib b. el-Cumâhî. Annesinin adı Havle bint Hakîm b. Ümeyye b. Hâris b. Evkes es-Sülemî idi.
Sâib b. Osman, ünlü sahâbî Osman b. Maz'ûn'un oğludur. O da babası Osman gibi İslâm'ı ilk kabul edenlerdendir. Sâib ve babası da diğer ilk müslümanlar gibi müslüman olmaları yüzünden müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine maruz kaldılar. Bu yüzden Sâib, babası ve iki amcası Kudâme ve Abdullah ile birlikte Habeş ülkesine yapılan ikinci hicrete katılmıştır. Bu sırada O, çocuk denilecek yaştaydı. Ancak Sâib, Habeşistan'da fazla kalmayarak Mekke'ye geri döndü.
Mekke'ye geldiğinde bu şehirde müslümanların yaşama şartları çok ağırlaşmıştı. Müşrikler, başta Sâib ve babası Osman olmak üzere Habeşistan'dan geri gelen müslümanları Mekke'ye almak istemediler. Bu yüzden Habeşistan muhâcirleri çok büyük sıkıntılar çektiler; hayat kendileri için çekilmez hale gelmişti. Bir süre sonra Sâib b. Osman ve babası, azılı müşriklerden olan Velid b. Muğîre'nin himayesinde Mekke şehrine girmeyi başardılar.
Hz. Sâib, Bedir Savaşı'ndan önce Medine'ye hicret etti. Resûlullah (s.a.), Medine'de bu sahâbîyi Ensâr'dan Hârise b. Sürâka ile kardeş ilân etti. Bu kıymetli sahâbî, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Resûlullah (s.a.)'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Sâib, küçük yaşta çok güzel ok atmasını öğrenmişti. Bu yüzden katıldığı bütün savaşlarda çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Resûlullah, Ensâr ve Muhâcirler O'nun savaşlardaki kahramanlıklarına hayran kalmışlardı.
Resûlullah (s.a.), bu yiğit sahâbîyi, Buvat gazvesine giderken Medine'de vekil bırakmıştır. Bu olay O'nun kahramanlığı yanında iyi bir yönetici de olduğunu gösterir.
Hz. Sâib, Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde mürtedlerle (İslâm'dan vazgeçerek eski dinlerine dönen kişiler) yapılan savaşlara katılmıştır. Bu kahraman sahâbî daha sonra hicretin 12. yılında yapılan Yemâme'deki savaşta yaralanmış ve nihayet aldığı ağır yara sebebiyle bir süre sonra şehid olmuştur. Vefat ettiğinde henüz 30 yaşında bir gençti.
SÂİB b. UBEYD (r.a.)
Sâib b. Ubeyd'in soyu: Sâib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenâf. Bu sahâbînin annesinin adı Şifâ bint Erkam idi. Şifâ'nın annesi Hâlide bint Esed, Hz. Ali'nin teyzesi idi. Sâib'in fizikî yapısı Resûlullah (s.a.)'a çok benzerdi.
Sâib b. Ubeyd, Bedir Savaşı'na, müşrik olarak Mekkeliler'in yanında katılmış ve Hâşimoğulları'nın sancaktarlığını yapmıştır. Bu savaşın sonunda Sâib, müslümanlar tarafından esir alınmıştı.
Bilindiği gibi Bedir Savaşı'nda esir edilen müşrikler, fidye veya Medineli 10 çocuğa okuma yazma öğretme karşılığında Resûlullah tarafından serbest bırakılabiliyorlardı. Sâib b. Ubeyd, fakir olduğundan fidye ödeyip kurtulamadığı gibi, okuma yazma bilmediğinden bu yolla da kendisinin serbest bırakılmasını sağlayamamıştır. Resûlullah (s.a.) daha sonra karşılıksız olarak bu fakir kişiye hürriyetini bahşetti. Bu durum karşısında çok duygulanan Sâib, kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmuştur.
Hz. Sâib, müslüman olduktan sonra, bir süre daha Medine'de kaldı. Daha sonra, Hz. Peygamber'den izin alarak ana yurdu olan Mekke'ye geri döndü. Bu sahâbînin Resûlullah (s.a.) zamanında savaşlara katılıp katılmadığı bilinmediği gibi, hayatının diğer safhaları hakkında da kaynaklarda bilgi yoktur. Ancak O'nun Hz. Ömer döneminde Mısır'ın fethi sırasında Amr b. Âs'ın ordusu içinde yer aldığı rivayet edilmiştir.
Sâib'in, Şâfiî adında bir oğlu vardı. O da Hz. Peygamber ile buluşarak sahâbî olma şerefine ermiştir. Şâfiî mezhebinin imamı büyük âlim İmam Şâfiî, işte bu sahâbînin neslinden gelmiştir.
Hadîs rivayet edip etmediği bilinmeyen bu sahâbînin, ölüm tarihi hakkında da kaynaklarda bilgi yoktur.
SÂİB b. YEZİD (r.a.)
Sâib b.Yezid'in soyu: Sâib b. Yezid b. Saîd b. Sümâme. Sâib'in annesi, Ümmü'l-Alâ bint Şurayh el-Hadramiyye idi. Sâib b. Yezid, Nemr'in kız kardeşinin oğlu diye tanınmıştır. Bu yüzden hadîs kitaplarında genellikle Sâib'in ismi zikredildikten sonra İbnü Uhti Nemr (Nemr'in kız kardeşinin oğlu) ifadesi kullanılmıştır.
Sâib'in babası Yezid de sahâbe-i kirâmdan idi. Sâib, Resûlullah (s.a.) hayatta iken henüz küçük bir çocuk olduğu için sığar-ı sahâbeden (küçük sahâbîlerden) sayılmıştır. Nitekim O, Veda haccı sırasında 7 yaşında bir çocuktu. Bu anlatılanlar Sâib'in İslâmî bir ortam içinde büyüdüğünü gösterir.
Hz. Sâib, Resûlullah (s.a.) zamanında yaşının küçük olması sebebiyle hiçbir savaşa katılamamıştır. Kendisi de Tebük Savaşı'ndan dönerken Medineli diğer çocuklar ile birlikte Resûlullah (s.a.)'ı karşıladığını haber vermiştir. Hz. Sâib'in, Resûlullah (s.a.) zamanındaki hayatının diğer safhaları hakkında anlattığı bir hatırasının dışında kaynaklarda hiçbir bilgi yoktur. Resûlullah ile ilgili hatırasını şöyle anlatıyor:
"Teyzem beni Resûlullah (s.a.)'a götürdü de: Ey Allah'ın Resûlü! Kız kardeşimin oğlu rahatsızdır, dedi. Hz. Peygamber benim başımı sıvazladı ve bana bereket duasında bulundu. Sonra abdest aldı ve ben abdest suyunu içtim. Sonra arkasında ayakta durdum ve iki omuzunun arasındaki çadır düğmesi gibi mührüne baktım." (Müslim, el-Fedâil)
Hz. Ömer, hilâfeti döneminde Sâib b. Yezid'i, Süleyman b. Ebû Hayseme ile birlikte Medine çarşısına yönetici tayin etmişti. Bu kıymetli sahâbînin hulefâ-i râşidîn dönemindeki hayatının diğer safhaları hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
Sâib b. Yezid, hadîs rivayet eden sahâbîler içinde yer almıştır. O, Resûlullah (s.a.)'tan aldığı hadîslerin dışında babası Yezid ile Hz. Ömer, Hz. Osman, Abdullah b. Sa'd ve Talha b. Ubeydullah başta olmak üzere birçok sahâbîden hadîs nakletmiştir. Kendisinden de Zührî, Yahya b. Saîd el-Ensârî, İbrahim b. Kâriz başta olmak üzere çok sayıda kişi hadîs rivayet etmişlerdir. O'nun rivayet ettiği hadîslerden bazılarını Buhârî ve Müslim müştereken Sahîh'lerine almışlardır.
Sâib b.Yezid'in vefat tarihi konusunda ihtilâf edilmiştir. Ebû Nuaym hicretin 82. yılında vefat ettiğini belirtirken diğer bazı kaynaklarda hicrî 90'dan sonra öldüğü ifade edilmiştir.
Sâib b. Yezid'in rivayet ettiği hadîslere örnekler:
Sâib b. Yezid anlatıyor: "Cuma günü ezan, Resûlullah (s.a.) ile Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında imam minbere oturduğu zaman başlardı. Hz. Osman halife olup insanlar da Medine'de çoğalınca Zevrâ'da (Medine çarşısında bir yerin adı) okunan üçüncü ezanı ilâve etti." (Buhârî)
Sâib b. Yezid anlatıyor: «Resûlullah, Hz. Hasan'ı öpünce, Akra' b. Hâbis: Benim 10 çocuğum var, ama hiçbirini öpmem, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" buyurdu.» (Buhârî)
SAÎD b. ÂMİR b. HUDEYM (r.a.)
Saîd b. Âmir'in soyu: Saîd b. Âmir b. Hudeym b. Selmân b. Rebîa el-Kureşî. Saîd'in annesinin adı, Ervâ bint Muayyıt idi.
Saîd b. Âmir, hicretin 7. yılında meydana gelen Hayber Savaşı'ndan önce İslâm'a girmiş ve daha sonra Medine'ye hicret etmişti. Saîd, Medine'ye geldikten sonra ilk olarak Hayber'in fethine katılmıştır. O, bu tarihten sonra Resûlullah'ın katıldığı bütün savaşlarda bulunarak hepsinde çok büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Hz. Saîd, Medine'de Mescid-i Nebevî'nin bitişiğindeki Suffa'da kalırdı, Ashâb-ı Suffa'dandı. O, burada kalan diğer sahâbîler gibi, ilimle meşgul olur ve Resûlullah (s.a.)'ın hizmetinde bulunurdu.
Hz. Saîd, Resûlullah (s.a.) âhirete irtihal ettikten sonra Hz. Ebû Bekir döneminde ilimle uğraşmış ve mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Bilindiği gibi Hz. Ömer döneminde hicretin 16. yılında (M. 636) meydana gelen Yermük Savaşı'nda ordu komutanı Ebû Ubeyde b. Cerrah halifeden yardım istemişti. Hz. Ömer'in gönderdiği bu yardımcı kuvvetin içinde Saîd b. Âmir de bulunuyordu. Hz. Saîd, bu savaşta düşmanla kahramanca dövüştü. Yermük Savaşı'ndan bir süre sonra Humus valisi Abbas b. Ganem ölünce, Hz. Ömer, O'nun yerine Saîd b. Âmir'i vali tayin etti. Vali olduktan bir süre sonra bu sahâbînin sinirleri bozuldu ve bunalım geçirmeye başladı. Durumu öğrenen Halife Hz. Ömer, Saîd'i geri çağırdı.
Hz. Saîd, Allah'tan çok korkar ve dünya malına hiç önem vermezdi. Bu sahâbînin vali olduğu sırada halife Hz. Ömer, bir defasında Humus'a gelmişti. Halife, Musul'da bulunan fakirlerin listesini istedi. Liste geldiğinde en başta vali Saîd b. Âmir'in ismi vardı. Hz. Ömer: "Bu kimdir?" diye sorduğunda orada bulunanlar: "Valimiz" dediler. Halife bu duruma çok şaşırdı. Ancak bir taraftan O'nun bu şekilde dünya malına önem vermeyişinden de memnun kaldı. Saîd, eline ne geçerse hemen onu Allah yolunda harcamak isterdi. O, yanında dünya malından bir şey bulunmasından rahatsız olurdu. Hanımı zaman zaman; ellerine geçen paranın hiç olmazsa bir kısmını bir kenara ayıralım, derse de O, eline geçen parayı hemen ertesi günü fakirlere harcardı. Hz. Saîd, çevresinde bulunanlara sık sık Resûlullah (s.a.)'ın: "İhsân, istenmeden verilen şeydir. Birisi bir şey istedikten sonra verilirse o zaman bu ihsân olmaz, istemenin karşılığı olur" meâlindeki hadîsini hatırlatırdı.
Hz. Saîd b. Âmir, başta zimmîler (İslâm ülkesinde yaşayan gayrimüslimler) olmak üzere bütün zayıf ve garip kişilerin dert ortağıydı. O, valiliği döneminde zimmîlere çok büyük ilgi göstermişti. Bu yüzden zimmîler, O'nun valiliği döneminde çok rahat etmişlerdir. Bir defasında Halife Hz. Ömer, Saîd'in, zimmîler tarafından çok sevildiğini öğrenince: "Bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, almış olduğu cevap: "O, halkın dert ortağıdır" şeklindeydi.
Hz. Saîd b. Âmir, kendisi takva sahibi birisi olduğu gibi başkalarının da yaptıkları işlerde Allah'tan korkmalarını tavsiye ederdi.
Bir defasında Hz. Ömer'e: "Ey Ömer! Ben sana bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum" dedi. Hz. Ömer: "Buyur, dinliyorum" deyince Saîd şöyle dedi: "Sana, halkın işlerini yaparken Allah'tan korkmanı tavsiye ediyorum. Allah'ın emirlerini yerine getirirken insanlardan korkma. Sözün ve fiilin başka başka olmasın. İnsanın kendi yerine getirdiği öğütleri başkalarına söylemesi güzeldir. Bir meselede iki ayrı hüküm verme; işlerin karışır, haktan sapmış olursun. Delili olanın lehine karar ver ki, kararın isabetli olsun. Allah sana yardım etsin, halkını da, senin vasıtanla mutlu yaşatsın. Allah'ın, işlerinin başına seni geçirdiği, uzak yakın müslümanlarla ilgilen ve onların müşküllerini hallet. Kendin ve ailen için sevdiklerini onlar için de sev. Kendin ve ailen için beğenmediğini onlar için de beğenme. Hak uğrunda mücadeleye başla. Allah'ın emirlerini yaparken, hiçbir dedikodudan, kınamadan korkma." Hz. Ömer: "Bu söylediklerine kimin gücü yeter?" deyince Saîd: "Senin gibi birisinin! Allah'ın ümmet-i Muhammed'in başına geçirdiği kimsenin. O'nunla Allah arasına kimse giremez" dedi.
Saîd b. Âmir, hicretin 20. yılında Şam yakınlarında Kayseriye denilen yerde vefat etti.
SAÎD b. ZEYD (r.a.)
Künyesi: Ebu'l-A'ver. İsmi ve soyu: Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl b. Abdüluzzâ b. Riyah b. Abdullah b. Kurt el-Adevî. Annesi Fâtıma bint Ba'ce b. Ümeyye'dir.
Hz. Saîd'in babası Zeyd, Hanîflerdendi. Cahiliye döneminde de puta tapmaz, putlar için kesilen kurban etlerini yemezdi. Zeyd'in, Hanîfliği seçmesinin hikâyesi çok enteresandır. Kendisi Mekkeliler'in dininin bâtıl olduğunu görüyordu. Hak dini aramak gayesiyle Şam tarafına gitti. Hıristiyan ve yahudi din adamlarıyla görüştü. Onlardan dinlerini öğrendi. Fakat anlattıklarından tatmin olmadı. Rivayetlere göre, görüştüğü bazı rahipler ona yakında bir peygamberin çıkacağını söylediler. Zeyd, Hz. İbrahim'in dinini aslî şekliyle yaşamak istiyor fakat bu dinin orijinal şeklinin kaybolduğunu görüyordu. Müşriklere sık sık dinlerinin bâtıl olduğunu söylemekten de çekinmiyordu.
Bir defasında İslâmiyet'ten önce Peygamberimiz'le Zeyd'e, putlara kurban edilmiş bir koyunun etini ikram etmişler her ikisi de yememişti. Kureyşliler'e: "Allah koyunu yaratıyor. Gökten indirdiği yağmurla koyunun yediği otu bitiriyor. Sonra siz o koyunu Allah'ın dışındaki putlarınıza kurban ediyorsunuz!" dedi.
Yine Kureyşliler'e: "Zinadan sakının, zina fakirliğe yol açar" derdi. Zeyd, kız çocuklarının diri diri gömülmesine de şiddetle karşı çıkar, söz geçiremezse: "Bu kızları gömmeyin. Ben bakıp büyüteyim" diyerek alır, büyüyünce babasına: "İstersen kızını alabilirsin istersen ben bakmaya devam edeyim" derdi. Bu suretle birçok kız çocuğunu gömülmekten kurtarmıştı.
Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ anlatıyor: «Zeyd'i bir gün, Kâbe duvarına yaslanmış şunları söylerken işittim: "Ey Kureyş, Allah'a yemin ederim ki içinizde benden başka İbrahim'in dininde olan yoktur."»
Araplar, kendilerinin Hz. İbrahim'in dinine mensup olduklarını iddia ederlerdi. Zeyd bu sözleriyle, onların aldandıklarını anlatmak istiyordu.
Zeyd, Peygamberimiz'e peygamberlik verilmeden önce vefat etti. Bir rivayete göre Şam'da iken Hz. Muhammed'e (s.a.) peygamberlik verildiğini işitti. Hemen Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı. Fakat Meyfea denen yerde öldürüldü.
Hz. Saîd bir gün Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Resûlü, babamın durumunu biliyorsun. Senin peygamberliğine kavuşabilseydi sana iman ederdi. Onun için istiğfar ediver" demişti. Hz. Peygamber: "Evet, onun için istiğfar ediyorum. O tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır" buyurdu. Zeyd, oğlu Saîd'e sürekli olarak: "Bir Allah'a mı, birçok tanrıya mı tapayım? Bütün Lât ve Uzzâları terkettim. Akıllı ve basiretli bir adamın yapacağı budur" diye telkinde bulunurdu. Hz. Saîd'in ilk müslümanlardan olma şerefine ermesinde babasının bu telkinlerinin ve muvahhid oluşunun etkili olduğunu düşünmek hatalı olmaz .
Hz. Saîd, Hz. Ömer'in kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb ile evliydi. Hz. Peygamber Dârü'l-Erkam'da davete başlamadan önce hanımıyla birlikte müslüman olmuşlardı. Hz. Ömer'in müslüman oluşunda da eniştesi Saîd'in ve kız kardeşi Fâtıma'nın rolü büyüktür.
Bilindiği gibi Hz. Ömer kız kardeşi ve eniştesinin müslüman olduğunu işitince hiddetle evlerine baskın yaptı. Eve yaklaşınca içeriden onların Kur'ân okuduğunu duydu. İçeridekiler Hz. Ömer'in geldiğini farkedince sustular ve Kur'ân sayfalarını sakladılar. Ömer içeri girip eniştesi Saîd'le kavgaya tutuştu. Kocasını kurtarmak isteyen kız kardeşini de tokatlayarak burnunu kanattı, gözünü patlattı. Bunun üzerine Fâtıma: "Ömer! Biz müslümanız. Ne yaparsan yap dinimizden dönmeyiz" diye haykırdı. Bunun üzerine Hz. Ömer okudukları şeyleri istedi. Kendisine verilen Kur'ân sahifelerindeki Hadîd sûresinin 1-7. âyetlerini okuyunca ruhunun derinliklerinde fırtınalar koptu. Hz. Peygamber'in (s.a.) nerede olduğunu sordu. Huzur-ı Nebevî'de müslüman oldu. Müslüman olur olmaz gidip müşriklerin parlamentosu sayılan Dârü'n-Nedve âzâlarını İslâm'a davet etti. Onlardan bir kısmı İslâmiyet'i kabul etti. Hz. Ömer'in müslüman oluşundan sonra Hz. Peygamber, İslâm'a açıktan davet edilmesi emrini verdi.
Hicretten sonra Râfi' b. Mâlik veya Übey b. Kâ'b'la kardeş olan Hz. Zeyd, Mekke döneminde diğer müslümanlar gibi çok ağır baskı ve eziyetlerle karşılaşmıştır. Bedir Savaşı için Medine'den ayrılmadan on gün önce Hz. Peygamber Hz. Saîd'i, Talha b. Ubeydullah ile birlikte müşriklerin kervanını takiple görevlendirdiği için Hz. Saîd, Bedir Savaşı'na katılmamıştır. Fakat Peygamberimiz onu, ganimetten hisse ayırmak suretiyle Bedir ehlinden saymış ve savaşa görev sebebiyle katılamadığı için katılmış gibi sevap alacağına işaret buyurmuştur. Hz. Saîd bunun dışındaki bütün seferlere Hz. Peygamber'le birlikte katılmıştır.
Hz. Ömer devrinde Şam fethine ve Yermük Savaşı'na katıldı. Hz. Peygamber'den sonra ömrünü sessiz ve sakin bir şekilde ziraatle meşgul olarak geçirdi. Siyasî olaylara katılmadı. Hz. Osman dönemindeki fitnelerde tarafsız kaldı.
Hicrî 57 yılında Medine'nin Akîk denilen semtinde 70 küsur yaşında vefat etti. Hicrî 52'de Kûfe'de öldüğünü söyleyenler de vardır. Cenazesini Sa'd b. Ebî Vakkâs ve İbn Ömer defnetti.
Hz. Saîd'in naklettiği hadîslerden 48'i bize kadar ulaşmıştır. Bunlardan ikisi müttefekun aleyhtir. Kendisinden, sahâbeden İbn Ömer, Amr b. Hureys; tâbiûndan Ebû Osman en-Nehdî, Saîd b. Müseyyeb, Kays b. Ebû Hâzim gibi ünlüler hadîs nakletmişlerdir.
Saîd (r.a.), sağlığında Peygamberimiz tarafından Cennet'le müjdelenen on kişi (Aşere-i Mübeşşere)'dendir. Zamanının çoğunu ibadetle geçirir, yalnızlığı severdi.
Hz. Saîd, duası makbul bir kimse idi. Bir zaman, arazi komşusu olan Ervâ isimli bir kadın Hz. Saîd'in kendi arazisinin sınırına tecavüz ettiğini söyleyerek Medine valisi Mervân'a şikâyet etmiş, Mervân da durumun tahkiki için Abdurrahman b. Amr ve birkaç kişiyi görevlendirmişti. Sorgulama sırasında Saîd (r.a.): Ben Resûl-i Ekrem'in: "Kim hakkı olmayan bir toprak parçasını alırsa Kıyamet günü o arazi yedi katıyla birlikte boynuna dolanır" buyurduğunu işittiğim halde nasıl böyle bir şey yapabilirim? demiştir. Tahkikat sonunda kadının yalan söylediği ortaya çıktı. Fakat Hz. Saîd: "Bu kadın yalancıysa gözleri kör olsun ve kendi arazisinde ölsün" diye beddua etti. Hakikaten bu kadın kör oldu ve bahçesinde yürürken bir çukura düşerek öldü.
Bu olay Arapçada darbımesel oldu. Araplar haksız olarak bir iddiada bulunana: "Allah Ervâ gibi senin de gözünü kör etsin" derler.
Saîd (r.a.) sahâbîlere karşı son derece saygılıydı. Onlara dil uzatılmasına tahammül edemezdi. Bir gün Kûfe camilerinden birinde Muğîre b. Şu'be ile birlikte otururlarken adamın biri Hz. Ali aleyhinde konuştu. Bunu duyan Saîd (r.a.): Ey Muğîre, duymuyor musun? Yanında Resûlullah'ın (a.s.) ashâbına sövülüyor. Sen sesini çıkarmıyorsun? Ben bizzat Resûlullah'tan (s.a.): "Ebû Bekir, Ömer, Ali, Osman, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sa'd Cennet'tedir" buyurduğunu işittim. Bunların dokuzuncusunu saymak gerekirse onu da sayarım, dedi. Peşinden gelen cami cemaatı dokuzuncunun kim olduğunu söyletmek için ısrar ettiler. Bunun üzerine, dokuzuncusunun kendisi olduğunu söyledi. Sonra onlara şu gerçeği açıkladı: "Sizden biri Hz. Nuh kadar yaşayıp bu süre zarfında güzel ameller işlese, Resûl-i Ekrem'le birlikte buluşup yüzü tozlanan birinin mertebesine ulaşamazsınız."
Hz. Saîd, üç evlilik yapmış, bunlardan 13 erkek, 15 kız evlâdı olmuştur.
SA'LEBE b. GANEME (r.a.)
Sa'lebe b. Ganeme'nin soyu: Sa'lebe b. Ganeme (Aneme) b. Adiy b. Nâbi b. Amr b. Sevâd b. Ganem b. Kâ'b b. Selîme'dir.
Medineli müslümanlardan olan Sa'lebe, İkinci Akabe Bîatı'nda hazır bulunmuştur. Sa'lebe, Akabe Bîatı'ndan sonra Medine'ye dönünce Muâz b. Cebel ve Abdullah b. Üneys ile birlikte kendi kabilesi olan Benî Selîme'nin putlarını kırmışlardı.
Hz. Sa'lebe, Resûlullah (s.a.) ile birlikte Bedir ve Uhud savaşları ile hicretin 3. yılında yapılan Benî Nadîr Gazvesi'ne katılmıştır. Yine bu sahâbî, hicretin 4. yılında yapılan Benî Mustalik Gazvesi'ne de katılmıştır. Bu büyük sahâbî katıldığı bütün savaşlarda çok büyük yararlılıklar göstermiştir.
Sa'lebe, hicretin 5. yılında müslümanlarla müşrikler arasında meydana gelen Hendek Savaşı'na katıldı. Bu savaşta da kahramanca döğüşen Sa'lebe, sonunda Hübeyre b. Ebû Vehb tarafından şehid edildi. O'nun hicretin 7. yılında meydana gelen Hayber Savaşı'nda şehid edildiği şeklinde bir rivayet varsa da bu zayıftır.
Hz. Sa'lebe, Ensâr'dan Muâz b. Cebel ile birlikte bir defasında Resûlullah (s.a.)'a gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne haldir? Hilâl iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile eksile ilk haline dönüyor" diye sorduklarında: "Ey Muhammed! Sana hilâl hâlindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir. İyi kimse kötülükten sakınan kimsedir. Evlere kapılarından girin, Allah'tan sakının ki muradınıza eresiniz" (Bakara, 2/189) meâlindeki âyet nâzil olmuştur.
Bu sahâbînin hanımları ve çocukları hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
SÂLİM MEVLÂ EBÛ HUZEYFE (r.a.)
Sâlim, Mevlâ Ebû Huzeyfe olarak tanınan bir sahâbîdir. Babasının adı konusu tartışmalıdır. Bir rivayete göre babasının adı Ubeyd b. Rebîa, bir başka rivayete göre ise Ma'kil'dır. Annesinin adı ise Subeyte el-Ensârî idi. Baba tarafından Muhâcir, anne tarafından ise Ensâr'dan olduğu anlaşılır. Sâlim'in künyesi Ebû Abdullah idi.
Bilindiği gibi Sâlim'in efendisi Ebû Huzeyfe, ilk müslümanlardan idi. Sâlim'in Ebû Huzeyfe'nin yanında yetişip büyüdüğünü nazar-ı dikkate alan kaynaklar, O'nun İslâm'ı erken denilebilecek bir tarihte kabul etmiş olabileceğini kaydederler. Sâlim, efendisi Ebû Huzeyfe tarafından âzad edildikten sonra da onun yanında kalmaya devam ettiği için kendisine Ebû Huzeyfe'nin oğlu denilmeye başlandı. Ancak: "Evlâtlıkları babalarına nisbet edin, bu Allah'ın katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin. İçinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur. Allah, bağışlar ve merhamet eder." (Ahzâb, 33/5) meâlindeki âyet nâzil olunca Sâlim, Mevlâ Ebû Huzeyfe (Ebû Huzeyfe'nin âzad-lısı) diye çağrılmaya başlandı.
Hz. Sâlim, Medine'ye hicret ettikten sonra Abbâd b. Bişr'e misafir oldu. Resûlullah (s.a.) hicretten sonra Sâlim ile Ensâr'dan Muâz'ı kardeş ilân etti.
Sâlim, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Resûlullah (s.a)'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Bu kıymetli sahâbî, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında ortaya çıkan yalancı peygamber Müseyleme'ye karşı yapılan savaşa katıldı. O, bu savaşta Muhâcirlerin sancağını taşıdı. Sancağı taşıması sebebiyle düşmanların kedisine bir zarar verebileceğini hatırlatanlara: "Ben sancağı taşımayacak olursam kendi kavmimin en bedbahtı olurum" diyerek sancağı taşımaya devam etmiş ve bu savaşta çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. Nihayet bu savaşta ağır bir şekilde yaralandı. O'nun yaralandıktan sonra: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de paygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir." (Âl-i İmrân, 3/144) meâ-lindeki âyeti okuduğu rivayet edilmiştir.
Hz. Sâlim, bu savaşta himayesinde bulunduğu Ebû Huzeyfe ile birlikte savaşmıştı. Sâlim, ağır yaralanınca bir ara Ebû Huzeyfe'nin durumunu sordu. O'nun şehid edildiği kendisine haber verilince, buna çok üzüldü ve bir süre sonra kendisi de şehâdet şerbetini içti.
Hz. Sâlim, kahraman olduğu kadar kıraat ve fıkıh ilimlerinde engin bilgiye sahipti. O'nun ilimdeki üstünlüğü başta Hz. Ömer olmak üzere birçok sahâbî tarafından kabul edilmişti. Resûlullah (s.a.) da: "Kur'ân-ı Kerîm'i dört kişiden alın: İbn Ümmü Abd'dan, Muâz b. Cebel'den, Übey b. Kâ'b'dan ve Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı Sâlim'den." (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 116) buyurarak O'nun kıraat ilmindeki üstünlüğünü haber vermiştir.
Nitekim Sâlim'in bu durumunu bilen sahâbîlerden bir kısmı, Yemâme Savaşı'nda sancağı taşıyarak kendisini tehlikeye atmamasını istemişlerdi. Ayrıca Resûlullah, bu kahraman sahâbînin Kur'ân-ı Kerîm okuyuşunu çok beğenir ve okuyuşunu dinlemekten büyük zevk alırdı.
Hz. Sâlim, Resûlullah (s.a.)'ın Medine'ye hicreti sırasında Kuba Mescidi'nde imamlık yapmış, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi kişiler O'nun arkasında namaz kılmışlardı. Bu olay da Sâlim'in kıraat ve fıkıhtaki ilmî mevkiini gösteren örneklerden birisidir.
Hz. Ömer, mecûsî köle Ebû Lü'lü tarafından yaralandığında halife seçimi için bir şûra heyeti teşkilini vasiyet etmişti. Bu sırada bir ara Hz. Sâlim'i anarak: "Sâlim hayatta olsaydı şûraya hâcet yoktu. Çünkü ben O'nu hemen yerime geçirirdim" diyerek bu âlim ve kahraman sahâbînin devlet idaresindeki liyâkat ve kabiliyetini takdir etmiştir.
Hz. Sâlim, son derece doğru ve vefakâr bir insandı. O başkalarına yardım etmekten çok zevk alırdı. Bu yüzden olacak ki, Sâlim, Medine çevresindeki fakirleri takip ederek onlara yardımcı olmaya çalışırdı. Aynı zamanda çok cömert bir insandı. O'nun en büyük amacı İslâm'ın emrettiklerini yapmak ve yasakladıklarından kaçınmaktı. Yemâme'de yaralanınca, servetinin üçte biri ile kölelerin âzad edilmesini vasiyet etmişti.
SALÎT b. AMR (r.a.)
Salît b. Amr'ın soyu: Salît b. Amr b. Abdüşşems b. Abdi Ved b. Nasr b. Mâlik b. Hısl b. Âmir. Salît'in annesi, Havle bint Amr b. Hâris idi.
Salît, sahâbîlerden Süheyl b. Amr'ın kardeşidir.
Mekkeli olan bu sahâbî, İslâm'ı ilk kabul edenlerdendi. O, Resûlullah (s.a.)'ın Dârü'l-Erkam'a girip orada halkı gizlice İslâm'a davet etmeden önce müslüman olmuştur. Bu yüzden müşrikler, bu sahâbîye de çok ağır hakaret ve işkencede bulundular. O'na Mekke'de hayatı çekilmez hale getirdiler. Bu yüzden Salît de kendi öz yurdunu terkederek Habeş ülkesine hicret etmek zorunda kaldı.
Hz. Salît, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlarda bulunmuştur.
Bilindiği üzere Resûlullah (s.a.) hicretin 6. yılında, o dönemin emir ve hükümdarlarına mektup göndererek bunları İslâm'a girmeye çağırmıştı. Hz. Peygamber, Hevze b. Ali el-Hanefî'ye yazdığı mektubu Salît b. Amr ile göndermişti. Hevze, Salît'i son derece iyi karşıladı ve kendisine izzet ve ikramda bulundu. Hevze, Resûlullah (s.a.)'a verdiği cevapta şunları yazıyordu: "Sizin bildiğiniz ve anlattığınız iyi şeylerdir. Ancak ben Araplar arasında iktidar sahibi ve tanınmış bir kişiyim. Eğer bazı işlerde benimle beraber olursanız ve bana yardım ederseniz size bağlanmaya hazırım."
Hz. Salît, Hz. Ebû Bekir döneminde hicretin 12. yılında yapılan Yemâme Savaşı'nda şehid olmuştur.
SEBRE b. MA'BED el-CÜHENÎ (r.a.)
Sebre b. Ma'bed'in soyu: Sebre b. Ma'bed b. Avsece b. Harmele b. Sebre b. el-Cühenî. Sebre'nin künyesi Ebû Seriyye idi. Bu sahâbînin Rebîa adında bir çocuğu vardı.
Sebre'nin İslâm'a giriş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak kaynaklar O'nun Hendek Savaşı'na katıldığını kaydetmişlerdir. Bu, O'nun Hendek Savaşı'ndan daha önce İslâm'a girdiğini göstermektedir.
Hz. Sebre, Medine'ye hicret ettikten sonra Zü'l-Merve denilen yere giderek oraya yerleşmiştir. Sebre, Hendek Savaşı'ndan sonra Resûlullah (s.a.)'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Bu kıymetli sahâbî Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Sebre b. Ma'bed, Resûlullah vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir döneminde hicretin 12. yılında yapılan Yemâme Savaşı'na da katılmıştır. Bu sahâbînin, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali devrindeki hayatı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Ancak O'nun, birçok sahâbî gibi Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra İslâm âleminde ortaya çıkan ve büyük ölçüde birlik ve beraberliği sarsan tatsız olaylara katılmayarak tarafsızlığını koruduğunu görüyoruz. Sadece O'nun, Şamlılar'ın Hz. Ali'ye bîat etmesini sağlaması için Muâviye'ye elçi olarak gönderildiği şeklinde bir rivayet vardır. Bu sahâbînin, Hz. Ali tarafından Medine valisi yapıldığı şeklinde bir rivayet varsa da, bu rivayet zayıftır.
Hz. Sebre, Resûlullah (s.a.)'tan doğrudan aldığı hadîslerin dışında Amr b. Mürre el-Cühenî'den de hadîs nakletmiştir. Kendisinden de oğlu Rebîa hadîs rivayet etmiştir. Bu sahâbînin, rivayet ettiği hadîslerin toplamı 19'dur. Hz. Sebre'nin rivayet ettiği hadîsler, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok sahih hadîs kitabında mevcuttur.
Hz. Sebre'nin rivayet ettiği hadîslere örnekler:
Sebre b. Ma'bed, Resûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu haber veriyor: "Ey cemaat! Ben size kadınlarla müt'a nikâhı hususunda izin vermiştim. Ama artık Allah bunu Kıyamet gününe kadar haram kılmıştır. Şimdi kimin yanında böyle bir kadın varsa onu hemen bıraksın. Bu tür kadınlara verdiğiniz şeylerden hiçbirini geri almayın." (Müslim, Nikâh, 21)
Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Çocuklara yedi yaşına gelince namaz kılmalarını emrediniz. Onlar 10 yaşına geldiklerinde (hâlâ kılmıyorlarsa hafifçe) dövünüz." (Ebû Dâvud, Salât, 26)
SEHL b. HANZALİYYE (r.a.)
Sehl b. Hanzaliyye'nin soyu: Sehl b. Hanzaliyye b. Rebî' (b. Amr b. Adiy) b. Zeyd b. Ceşm b. Hâris. Ensâr'dan olan bu sahâbî, Evs kabilesindendi. Sehl'in annesi Ümmü İyâs bint Ebân idi. Sehl'in hiç çocuğu olmamıştır.
Sehl'in İslâm'a girdiği tarih kesin olarak bilinmemektedir. Ancak O'nun hicretten sonra İslâm'ı kabul ettiği tahmin edilmektedir. Sehl'in, ilk katıldığı savaş Uhud olmuştur. O, bu savaştan sonra Resûlullah (s.a.)'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. Hz. Sehl, Resûlullah (s.a.) âhirete irtihal ettikten sonra Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında mürtedlerle yapılan savaşlara da katılmıştır. Bu sahâbî, Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde Şam'a yerleşmiştir.
Hz. Sehl, zühd ve takva sahibi birisiydi. O, vaktinin çoğunu ibâdetlerle geçirirdi. Bu kıymetli sahâbî, fırsat buldukça halkı irşad eder ve onlara İslâm'ın prensiplerini öğretmeye çalışırdı. Medine'de bulunduğu süre içerisinde namazlarını Mescid-i Nebevî'de (Peygamber Mescidi'nde) kılmaya çalışırdı. O, Şam'a yerleştikten sonra da ibadetlerini aynı hassasiyet içinde yapmaya devam etmiştir. O'nun bir başka özelliği de dünya malına hiç önem vermeyişidir. Hz. Sehl, eline geçirdiği mallardan ihtiyacı dışında olanları dağıtırdı.
Hz. Sehl, takva sahibi olduğu kadar aynı zamanda ilim sahibi birisiydi. O, Şam Camii'nde öğrencilere ders verirdi. Muâviye'nin azadlılarından Kâsım şöyle anlatıyor: "Muâviye'nin hilâfeti döneminde bir cuma günü Şam Camii'ne gitmiştim. Bir kişinin halka hadîs rivayet ettiğini gördüm. Bu kişinin Resûlullah'ın ashâbından sakalı boyalı bir şeyh olduğunu (Sehl b. Hanzaliyye) anladım." Zaman zaman da halife Hz. Muâviye, Hz. Sehl'i kabul ederek, O'ndan hadîs dinlerdi.
Hz. Sehl, rivayet ettiği hadîsleri doğrudan Resûlullah (s.a.)'tan almıştır. Kendisinden de Ebû Kebşe es-Selûlî, Ebû Abdurrahman, Yezid b. Ebû Meryem eş-Şâmî hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Sehl b. Hanzaliyye, Muâviye'nin halifeliği döneminde vefat etmiştir. Ancak O'nun ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Sehl b. Hanzaliyye'nin rivayet ettiği hadîslere örnek:
Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Bir cemaat, Allah'ı zikretmek için bir meclise oturursa, kendilerine kalkmadan: Allah sizi bağışlamış, günahlarınız sevaba çevrilmiş olarak kalkınız, denilir." (Taberânî)
Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ata bakıp besleyen kimse, sadaka vermeye elini açıp kapatmayan cömert gibidir." (Ebû Dâvud)
SEHL b. HUNEYF (r.a.)
Sehl b. Huneyf'in soyu: Sehl b. Huneyf b. Vehb b. Akîm b. Sa'lebe b. Hars. Ensâr'dan olan bu sahâbî, Evs kabilesinden idi. Sehl'in, Ebû Ümâme Es'ad ve Abdullah adlarında iki çocuğu vardı. Sehl, çok iyi ata binerdi. Fizikî yapısı da gayet mükemmel olan bu sahâbînin, ata binişi herkes tarafından beğenilirdi.
Sehl b. Huneyf, Resûlullah (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret etmeden önce İslâm'ı kabul etmiştir. Hz. Peygamber, O'nu hicretten sonra Hz. Ali ile kardeş ilân etti. Hz. Sehl'in Bedir Savaşı'na katılıp katılmadığı bilinmemektedir. Ancak O, bu savaştan sonra Resûlullah (s.a.)'ın katıldığı birçok savaşa katılmıştır. Bilhassa Uhud Savaşı'nda son derece önemli görev almıştır. Bilindiği gibi Uhud Savaşı'nda bir ara müslümanlar bozguna uğrar gibi olmuşlardı. Ancak konumuzu teşkil eden Sehl b. Huneyf'in de bulunduğu bir grup sahâbî, yerlerinden ayrılmayarak müşriklerle savaşmaya devam etmişlerdir. Bu kahraman sahâbî, vücuduna isabet eden ok yaralarına aldırış etmeksizin savaşın sonuna kadar düşmanla çarpışmıştır.
Sehl b. Huneyf, Cemel Savaşı'nda Hz. Ali'nin yanında yer almış ve bu savaştan sonra Basra valiliğine getirilmişti. Sehl, Sıffîn Savaşı'nda da Hz. Ali'nin yanında yer almıştır. Hz. Ali, bu kıymetli sahâ-biyi daha sonra Fars valiliğine getirmiş, ancak bu yörede asayiş iyice bozulunca Hz. Ali, Ziyâd b. Ebîhi'yi vali olarak tayin etmiştir.
Hz. Sehl, hadîs rivayet eden sahâbîlerdendir. O, doğrudan Resûlullah (s.a)'tan aldığı hadîslerin dışında Zeyd b. Sâbit'ten de hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de oğulları, Ebû Ümâme Es'ad ve Abdullah ile Ebû Vâil, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Ubeyd b. es-Sâbık, Yesîr b. Amr başta olmak üzere çok sayıda kişi hadîs nakletmiştir.
Sehl b. Huneyf, hicretin 38. yılında Kûfe'de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ali kıldırmıştır.
Sehl b. Huneyf'in rivayet ettiği hadîslere bir örnek:
Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Her kim samimi olarak Allah'tan şehidlik dilerse, Allah onu şehidlerin derecesine ulaştırır. Velev ki döşeğinde ölmüş olsun." (Müslim, İmâre, 157)
SEHL b. SA'D es-SÂİDÎ (r.a.)
Selh b. Sa'd'ın soyu: Sehl b. Sa'd b. Mâlik b. Hâlid b. Sa'lebe b. Hârise b. Amr b. Hazrec es-Sâidî. Künyesi Ebû Abbas idi.
Hicretten beş yıl önce dünyaya gelen bu sahâbînin babası Sa'd b. Mâlik, hicretten önce İslâm'a girmiştir. Bu itibarla Sehl b. Sa'd, müslüman bir ortamda büyümüştü. Bu sahâbî, Bedir Savaşı'nda henüz yedi yaşında bir çocuktu. Bu yüzden Bedir'e katılamadı. Sehl'in babası Sa'd, Bedir Savaşı'na gitmeye niyetlenmişti. Ancak ömrü vefâ etmeyerek bu savaşın hazırlıkları sırasında vefat etti. Sa'd, savaşa gitmeye niyetlendiği için Resûlullah (s.a.), oğlu Sehl'e Bedir ganimetlerinden pay verdi.
Sehl, küçük olduğundan Uhud Savaşı'na da katılamamıştı. Ancak O, bu savaşta Resûlullah (s.a.) yaralandıktan sonra Hz. Fâtıma'nın savaş meydanına giderek babasına yardım ettiğini gördüğünü söylemiştir. Kendisi bu durumu şöyle anlatıyor: "Resûlullah (s.a.)'ın kızı Hz. Fâtıma'nın, Uhud günü bir hasır parçasını yakarak onun küllerini Hz. Peygamber'in yarası üzerine koyduğunu, bir kab içinde getirdiği su ile onun yarasından akan kanları yıkadığını gördüm." (İbn Hanbel, Müsned)
Sehl b. Sa'd, Hendek Savaşı sırasında da çok küçüktü. Bu sebepten O, Hendek Savaşı'na fiilen katılamadı. Ancak savaştan önce Medine'de hendeğin kazılması sırasında başından geçen bir hatırasını şöyle anlatıyor: "Hendek'te Resûlullah (s.a.) ile birlikteydik. Onlar kazıyor biz ise omuzlarımızda toprak taşıyorduk. Resûlullah bu sırada: 'Yâ Rabbi! Bütün hayat âhiret hayatıdır. Muhâcir ile Ensâr'ı affına nâil eyle’ buyurdu." (İbn Hanbel, Müsned)
Hz. Sehl, hicretin 7. yılında meydana gelen Hayber olayında hazır bulunmuştur. O, burada gördüklerini şöyle anlatıyor: Hayber günü Resûlullah (s.a.): "Bu sancağı öyle bir adama vereceğim ki, Allah onun elinde fethi nasib edecek. O, Allah ve Resûlü'nü sever, Allah ve Resûlü de onu sever" buyurdu. İnsanlar o gece, sancağı kime verecek acaba diye konuşarak gecelediler. Sabahlayınca erken erken Resûlullah (s.a.)'ın yanına vardılar. Her biri sancağın kendine verilmesini umuyordu. Derken Hz. Peygamber: "Ali b. Ebû Tâlib nerede?" diye sordu. Ashab: Ey Allah'ın Resûlü! O gözlerinden rahatsızdır, dediler. "Hemen O'na haber gönderin" buyurdu. Arkasından Ali'yi getirdiler. Resûlullah (s.a.) O'nun gözlerine tükürdü ve kendisine dua etti. Ali'nin gözleri tekrar düzeldi. Hatta hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Hz. Peygamber, sancağı ona verdi. Ali: Ey Allah'ın elçisi! Onlarla tâ bizim gibi oluncaya kadar mı savaşacağım? diye sordu. Resûlullah bunun üzerine şöyle buyurdu: "Yavaşça gidip tâ onların sahalarına kadar in, sonra kendilerini İslâm'a davet et. İslâm'da kendilerine vâcip olan Allah hakkını onlara haber ver. Vallahi senin sayende Allah'ın bir adama hidâyet vermesi, senin kırmızı develerinin olmasından daha hayırlıdır." (Müslim)
Hz. Sehl b. Sa'd, Resûlullah (s.a.) vefat ettiğinde henüz 15 yaşındaydı. Daha sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde birçok savaşa katıldı.
Hz. Sehl, çok akıllı ve hafızası kuvvetli bir sahâbîydi. O Resûlullah hayatta iken çok küçük olmasına rağmen kendisinden çok şey öğrenmiştir. Bu sahâbî, Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Übey b. Kâ'b, Âsım b. Adiy gibi birçok sahâbîden ilim tahsil etmişti. Yine O, hadîse çok meraklı olduğundan sahâbenin ileri gelenlerinden çok miktarda hadîs nakletmiştir. Kendisinden de oğlu Abbas ile Zührî, Ebû Hâzim b. Dînâr, Vefâ b. Şurayh el-Hadramî, Yahya b. Meymûn el-Hadramî, Abdullah b. Abdurrahman, Amr b. Câbir başta olmak üzere çok sayıda kişi hadîs nakletmiştir.
Sehl b. Sa'd'dan rivayet edilen hadîslerin toplamı 188'dir. Bunlardan 28 tanesi hem Buhârî, hem de Müslim'in Sahîh'lerinde bulunmaktadır.
Hz. Sehl b. Sa'd, hicretin 91. yılında 96 yaşındayken Medine'de vefat etmiştir.
Rivayet ettiği hadîslere örnek:
Resûlullah (s.a.): "Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak Cennet'e gireceklerdir" buyurunca ashâb: Kim onlar, ey Allah'ın elçisi? diye sordular. Hz. Peygamber: "Onlar efsun yapmayanlar, uğursuzluğu kabul etmeyenler, vücudlarını kızgın demirle dağlamayanlar ve ancak Rabblarına tevekkül edenlerdir" buyurmuşlardır. (Müslim, İman, 372)
Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ümmetimden yetmiş bin kişi veya yedi yüzbin kişi (hadîsin râvilerinden Ebû Hâzim bunların hangisini söylediğini bilemiyor) mutlaka Cennet'e gireceklerdir. Bunlar birbirlerine tutunacak, bazısı bazısının elinden tutacak, sondakiler girmedikçe öncekiler de girmeyecek ve yüzleri de bedir gecesindeki (hilâlin onbeş günlük iken parlaklığı) ay suretinde olacaktır." (Müslim, İman, 373)
SEKRAN b. AMR (r.a.)
Sekran b. Amr'ın soyu: Sekran b. Amr b. Abdüşşems b. Abdi Ved b. Nasr b. Mâlik b. Hısl b. Âmir. Sekran'ın annesi, Hubba bint Kays idi.
Bu sahâbî Resûlullah (s.a.) Mekke'de İslâm'ı ilk yaymaya başladıktan kısa bir süre sonra müslüman olmuştur. İlk müslümanlardan (sâbikûn-i evvelîn) idi.
Diğer müslümanlar ile birlikte Sekran da Mekke'de çok büyük sıkıntı çekti. Müşrikler tevhid inancını benimseyen bu kişilere Mekke'de yapmadıklarını bırakmamışlar, onlara burayı çekilmez hale getirmişlerdi. Bu yüzden Sekran da hanımı Sevde bint Zem'a ile birlikte Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı.
Sekran, Habeş ülkesinde bir süre kaldıktan sonra tekrar Mekke'ye geri döndü. Bu kıymetli sahâbî hicretten önce vefat etti.
Sekran'ın eşi Sevde daha sona Resûlullah ile evlenerek mü'minlerin annesi oldu.
SELEME b. EKVA' (r.a.)
Bu sahâbînin ismi konusunda ihtilâf vardır. Bazı rivayetlerde adı, Seleme b. Amr b. Ekva' olarak zikredilmiş, bazılarında ise, el-Ekva' Sinan b. Abdullah olduğu belirtilmiştir. Künyesi Ebû İyâs'dır.
Mekkeli olan Seleme, hicretin 6. yılından önce İslâm'ı kabul etmiştir. O, müslüman olduktan bir süre sonra çocuklarını Mekke'de bırakarak tek başına Medine'ye hicret etti. Bu faziletli insan, müslüman olduktan sonra Resûlullah'ın katıldığı savaşların hemen hemen tamamında bulunmuştur. Seleme, ilk olarak Hudeybiye barışına katılmıştı. O, bu anlaşma sırasında çeşitli olayları bahane ederek ayrı ayrı zamanlarda Resûlullah (s.a.)'a bîatını üç defa tekrarladı. Seleme b. Ekva' yine bu antlaşma sırasında müslümanlara suikast yapmak için pusu kuran çevredeki müşriklerden bazılarını yakalayarak Resûlullah (s.a.)'a teslim etti ve ayrıca müşriklerin ileri gelenlerinden birisini yaraladı.
Müslümanlar Hudeybiye anlaşmasından sonra Medine'ye dönerken dinlenmek için bir tepenin eteğinde çadır kurmuşlardı. Bunu haber alan müşrikler, müslümanlara saldırmayı plânladılar. Resûlullah (s.a.) durumdan haberdar olunca, onların müslümanlara zarar vermemesi için dua etmiş ve konumuzu teşkil eden Seleme'yi nöbetçi bırakmıştı. Ancak o gece müşriklerden herhangi bir hareket gözükmedi. Seleme b. Ekva'ın Hudeybiye'deki bu başarılarından dolayı Hz. Peygamber: "Süvarilerin en iyisi Ebû Katâde, yayaların en iyisi Seleme b. Ekva'dır" buyurmuştur.
Hz. Seleme, Hudeybiye'den sonra hicretin 7. yılında meydana gelen Hayber Savaşı'na katıldı ve bu savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi. O'nun Hayber'de gösterdiği kahramanlıktan Resûlullah çok memnun kaldı ve savaş zaferle sonuçlanınca sırtını okşadı.
Seleme b. Ekva', Hayber'de Hz. Ali'nin gösterdiği kahramanlığı da şöyle anlatıyor:
“Hayber'de Hz. Ali, Resûlullah (s.a.)'tan geri kalmıştı. Gözleri ağrıyordu. Ben, Hz. Peygamber'den geri mi kalacağım? dedi ve hemen yola çıkararak Resûlullah (s.a.)'a yetişti. Allah'ın fethi müyesser kıldığı günün akşamı olunca Hz. Peygamber: Yarın bu sancağı mutlaka öyle birisine vereceğim ki, bu kişi, Allah'ın ve Resûlü'nün sevdiği bir adam veya Allah'ı ve Resûlü'nü seven bir adam alacaktır. Allah ona fethi nasip edecektir, buyurdu. Bir de ne görelim, bu zât Hz. Ali imiş. Halbuki biz onu ummuyorduk. Ashâb: İşte Ali! dediler. Resûlullah (s.a.) da sancağı ona verdi ve Allah fethi Hz. Ali'ye nasip etti." (Müslim)
Hz. Peygamber, bir defasında Hz. Ebû Bekir komutasındaki bir seriyyeyi hicretin 6. yılında (M. 628) Benî Fezâre tarafına gönderdi. Bu seriyye içinde Seleme de bulunuyordu. O, bu seferde de çok büyük yararlılıklar gösterdi. Yalnız başına düşman içine dalarak yedi aileyi dağıttı. Kadınlarını ve çocuklarını da esir alarak Hz. Ebû Bekir'e getirdi. Hz. Ebû Bekir, Seleme'ye, kadınları ve çocukları esir alma sebebini sorduğunda, düşmanın bazı müslümanları esir alıp götürdüklerini görünce böyle bir yola başvurduğunu belirtti. O'nun bu davranışı daha sonra Resûlullah (s.a.)'a haber verildi. Bir süre sonra müşriklerle anlaşma yapılarak esirler karşılıklı olarak değiştirildi.
Hz. Seleme, Mekke'nin fethi ile Huneyn gazvesinde de hazır bulundu. Yine hicretin 9. yılında (M. 631) yapılan Tâif seferine katıldı. O'nun bu seferde casus olarak kullanılan bir müşriki öldürdüğü rivayet edilmiştir.
Hz. Seleme, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Yine bu sahâbî, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde çeşitli yerlerde yapılan savaşlara katıldı.
Seleme b. Ekva', Hz. Osman şehid edildikten sonra meydana gelen ve İslâm tarihinde büyük fitne olarak nitelenen olaylara katılmamak için Rebeze'ye (Mekke cihetinde Medine'ye üç gün uzaklıkta bir yer) gitti. Orada evlendi ve çocukları oldu. Ölümünden az önce Medine'ye döndü ve 80 yaşındayken hicretin 74. yılında vefat etti.
Hz. Seleme, malını Allah yolunda harcamaktan çok hoşlanırdı. Kendisi cömert bir insandı. Yakınlarına ve misafirlerine izzet ve ikramda bulunmak onun en çok zevk aldığı hususlardandı. Muhtaç olduğu dönemler de dahil hiçbir vakit sadakayı kabul etmemiştir. Şayet O'na birisi sadaka cinsinden bir şey vermişse, mutlaka en azından onun değerini kendisi de başkasına verirdi. Seleme, Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma konusunda çok hassastı. Çocuklarının ve eşlerinin de aynı titizliği göstermelerini isterdi.
Hz. Seleme, müslüman olduktan sonra Resûlullah (s.a.)'ın yanından hiç ayrılmadığı için bizzat O'nun ağzından birçok şeyi duyma bahtiyarlığına kavuşmuştur. Bu yüzden Seleme b. Ekva', çok sayıda hadîs rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadîslerin toplamı 70'in üzerindedir. Bunlardan 16 tanesi hem Buhârî, hem de Müslim'in Sahih'lerinde mevcuttur. Ayrıca 5 tanesi Buhârî'nin Sahih'inde 9'u da Müslim'in Sahih'inde bulunmaktadır.
Seleme b. Ekva', Resûlullah (s.a.)'tan doğrudan aldığı hadîslerin dışında bazı sahâbîden de hadîs nakletmiştir. Seleme'nin hadîs rivayet ettiği sahâbîlerden bazıları şunlardır: Hz Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah. Kendisinden de Yezid b. Ebû Ubeyd, oğlu İyâs b. Seleme, Abdurrahman b. Abdullah b. Kâ'b b. Mâlik, Zeyd b. Eslem başta olmak üzere çok sayıda kişi hadîs nakletmişlerdir.
Seleme b. Ekva'ın rivayet ettiği hadîslere örnekler:
Resûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Her kim bize kılıç çekerse bizden değildir." (Müslim, İman, 162)
Yezid b. Ebû Ubeyd anlatıyor: "Seleme (Mescid-i Nebevî'de) mushafın bulunduğu yerdeki direğin yanında namaz kılmaya çalışırdı. Ben kendisine: Ey Ebû Müslim! Görüyorum ki, hep bu direğin yanında namaz kılmaya çalışıyorsun, dedim. Seleme: Peygamber'in bu direğin yanında namaz kılmayı tercih ettiğini gördüm, cevabını verdi." (Müslim)
Seleme b. Ekva' anlatıyor: "Biz, Resûlullah (s.a.) ile birlikte cumayı kılar dönerdik. Ama (bu esnada henüz) duvarların, gölgeleneceğimiz kadar gölgesini bulamazdık." (Müslim, Cuma, 32)
SELEME b. HİŞÂM (r.a.)
Seleme b. Hişâm'ın soyu: Seleme b. Hişâm b. Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzûm. Bu sahâbînin annesi, Dubbâa bint Âmir idi.
Seleme b. Hişâm, azılı müşrik Ebû Cehil'in kardeşi ve meşhur sahâbîlerden Hâlid b. Velid'in amcasının oğlu idi.
Seleme b. Hişâm, Resûlullah (s.a.) İslâm'ı yaymaya başladığı ilk sıralarda müslüman olmuştur. Müslüman olmasından sonra çok ezâ ve cefâlar çekti. Bu yüzden O, bir kısım müslüman ile birlikte Habeşistan'a hicret eden ikinci kafile içinde yer almak zorunda kaldı. Ancak, bu ülkede fazla kalmayarak birkaç arkadaşı ile birlikte tekrar Mekke'ye döndü.
Bu kıymetli sahâbî Mekke'ye geldikten sonra İslâm'ın azılı düşmanı Ebû Cehil tarafından hapsedildi. Ebû Cehil, Seleme'ye çok ağır işkenceler yaptı. O'nu aç ve susuz bıraktı. Ancak Hz. Seleme, bunların hiçbirisine aldırış etmedi. Hatta tam tersine O'nun İslâm'a bağlılığı ve Resûlullah (s.a.)'a olan sevgisi arttı.
Seleme'nin işkence gördüğünü öğrenen Hz. Peygamber, bir gün namazda: "Yâ Rabbi! Seleme b. Hişâm, Velid b. Velid, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve müslümanların zayıflarını kurtar" diye dua etmiştir.
Seleme b. Hişâm, Bedir Savaşı sırasında hâlâ hapisteydi. Bilindiği üzere Bedir'de Ebû Cehil öldürülmüştü. Bu savaşta canlarını zor kurtararak Mekke'ye dönen müşrikler, hapiste bulunan müslümanlara daha çok işkence yapmaya başladılar. Bedir Savaşı'ndan bir süre sonra Kureyş kabilesinden bir kişi Medine'ye gelerek İslâm'a girmişti. Resûlullah (s.a.) bu kişiye, Mekke'de hapishanede bulunan müslümanların durumunu sordu. O da hapishanede yatan kişilerin durumlarının çok kötü olduğunu ve kendilerine sürekli işkence yapıldığını haber verdi.
Resûlullah (s.a.), Mekke'de hapishanede bulunan müslümanları kurtarmak için hemen hazırlıklara başladı. Hz. Peygamber, Medine'ye gelerek İslâm'a giren bu yeni müslümanı casus olarak kullanacaktı. Çünkü onun müslüman olduğunu henüz müşrikler bilmiyorlardı. Resûlullah (s.a.) Kureyşli bu kişiye Mekke'ye döndüğünde nasıl hareket edeceği konusunda talimat verdi ve kendisinin gizlice Ayyâş ve Seleme ile görüşmesini söyledi. Bu kişi, Mekke'ye geldiğinde hapishanede bulunan müslümanlarla görüştü ve kendilerine Resûlullah (s.a.)'ın talimatını bildirdi. Kureyşliler, müşrik zannettikleri için o adamdan hiç şüphelenmiyorlardı.
Daha sonra, içlerinde Seleme b. Hişâm'ın da bulunduğu hapishanedeki müslümanlar buradan kaçtılar. Onların kaçtıklarını haber alan ve henüz müslüman olmayan Hâlid b. Velid peşlerine düşmüşse de yakalamayı başaramadı. Kaçanlar arasında Hâlid b. Velid'in kardeşi Velid b. Velid de bulunuyordu.
Seleme b. Hişâm hapishaneden kaçtıktan sonra doğru Medine'ye geldi. Bu kıymetli sahâbî, daha sonra Uhud ve Hendek başta olmak üzere Hz. Peygamber ile birlikte birçok savaşa katıldı. Ancak, Mûte Savaşı'na katılmadı.
Hz. Seleme b. Hişâm, Hz. Ebû Bekir döneminde hicretin 14. yılında (M. 636) Şam üzerine gönderilen orduya katıldı ve Mercu's-Suffer'de Rumlarla yapılan savaşta şehid edildi.
SELEME b. SELÂME (r.a.)
Seleme b. Selâme'nin soyu: Seleme b. Selâme b. Vakş b. Za'be el-Ensârî el-Eşhelî. Bu sahâbînin künyesi Ebû Avf idi. Medineli olan bu sahâbî, Resûlullah (s.a.)'ın peygamberliğini duyar duymaz hemen müslüman olmuştur. Seleme b. Selâme, Akabe bîatlarında hazır bulunmuştu.
Seleme b. Selâme, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Hz. Peygamber'in katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. O, Resûlullah (s.a.) sevgisini herşeyin üstünde tutar ve devamlı O'nun yanında bulunmak isterdi. Bir defasında münâfık Abdullah b. Übey b. Selûl, Resûlullah (s.a.) ve Muhâcirler hakkında hoş olmayan sözler söylemişti. Bunu haber alan Hz. Seleme, çok üzüldü ve olup bitenleri Hz. Peygamber'e anlattı.
Seleme'nin Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir dönemindeki hayatı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Bu kıymetli sahâbî, Hz. Ömer zamanında Yemâme valiliğinde bulunmuştur. Bu görev onun devlet idaresi konusundaki liyâkat ve dirâyetini gösterir.
Hz. Seleme b. Selâme, hadîs rivayet eden sahâbîlerdendir. O, rivayet ettiği hadîsleri doğrudan Resûlullah (s.a.)'tan almıştır. Kendisinden de Muhammed b. Lebîd hadîs rivayet etmiştir.
Hz. Seleme b. Selâme, hicretin 45. yılında 74 yaşındayken Medine'de vefat etmiştir.
SELMÂN el-FÂRİSÎ (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. Doğum yeri: İsfahan bölgesinin Ramehürmüz şehrinin Ceyy kasabasıdır. Aslen İranlı olduğu için Fârisî denmiştir. Asıl adının Mâbih, babasının adının ise Bûd (veya Behbûd) olduğu nakledilir. Müslüman olunca Selmân ismini almış, Peygamberimiz ona Selmân b. İslâm (İslâm'ın oğlu Selmân) diye hitab etmiştir. Böylece onu en hayırlı soya nisbet etmiştir.
Hz. Selmân'ın çok ilginç ve maceralı bir müslüman oluş hikâyesi vardır. Kendi ağzından tesbit edilen hikâyesi özetle şöyledir:
Selmân'ın babası Ceyy kasabasının idarecis (dihkan) idi ve çok zengindi. Selmân'ı çok sever, bir kız çocuğu gibi evden dışarı çıkmasına müsaade etmezdi. Selmân mecûsîliği çok iyi öğrendi. Kutsal ateşlerine nezaret etme görevini üstlendi. Bir gün babası kendisini bir iş için dışarı gönderdi. Yolu bir kiliseye uğradı. Dışarı pek çıkmadığından dış dünyadan tamamen habersizdi. Kilisedeki ibadetleri seyretti. Hıristiyanlığa ilgi duydu. Akşama kadar kilisede kaldı. Bu dini en iyi şekilde Şam'da öğrenebileceğini söylediler. Babasının verdiği görevi yapmamıştı. Akşam varınca başından geçenleri babasına anlattı. Bu dinin kendi dinlerinden daha üstün olduğunu söyledi.
Babası bunları dinleyince oğlunun sapık fikirlere ilgi duyduğu endişesiyle eve hapsetti. Selmân kiliseye haber gönderdi. Şam'dan bir kafile gelince bana haber verin, dedi. Kafile gelince haber verdiler. Onlara: "Bu dini en iyi kim bilir?" diye sordu. Onu bir rahibe götürdüler. O, rahibe hizmete başladı. Fakat rahip kötü bir adamdı. Topladığı sadakaları kendi alıyordu. Çok büyük bir hazinesi olmuştu. Ölünce adamın durumunu hıristiyan halka anlattı. Yerine dürüst ve âbid bir rahip geçirdiler. Selmân ona severek hizmet etti. Bu rahip ölürken Selmân'a, Musul'daki bir rahibe gitmesini tavsiye etti. Onun yanına gitti. Bu rahip de ölürken Selmân'ı Nusaybin'deki bir rahibe gönderdi. Ölünceye kadar ona hizmet etti ve yine ölmeden önce ona: "Kimi tavsiye edersin?" diye sordu. Aldığı tavsiye üzerine Rum şehirlerinden Ammuriye'deki bir rahibin yanına gitti. O rahip ölmek üzereyken ona da, kimi tavsiye ettiğini sordu. Rahip Selman'a şöyle tavsiyede bulundu: "Vallahi, yeryüzünde bizim gibi biri kaldığını bilmiyorum. Artık Hz. İbrahim'in Hanîf dini üzerine gönderilecek bir peygamberin vakti yaklaştı. Onun hicret edeceği yer, iki vadi arasında hurmalık bir yerdir. Ona iman et. Onun hak peygamber olduğunun birtakım işaretleri vardır. Sadaka almaz. Hediye alır. İki omuzu arasında peygamberlik mührü vardır."
Bunun üzerine Araplar'ın Kelb kabilesinden bir ticaret kafilesine Arabistan'a gitmek üzere katıldı. Fakat bu kafiledekiler Selmân'ı köle olarak Vâdilkurâ'daki bir yahudiye sattılar. Bir süre sonra Selmân'ı Medineli birisi satın aldı ve Medine'ye götürdü. Burasının kendisine tarif edilen peygamber şehri olabileceğini düşündü. O özellikleri taşıyordu.
Bir gün efendisinin bahçesinde hurma budarken peygamber olduğunu söyleyen Mekkeli bir zatın Medine yakınındaki Kuba'ya geldiğini duydu. Neredeyse heyecandan ağaçtan düşecekti. Efendisine: "Bu haber doğru mu?" diye sordu. Efendisi: "Seni ne alâkadar eder, işine bak" diye tokatladı. Akşamı iple çekti. Akşam olunca bir miktar yiyecekle Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna vardı: "Siz yabancısınız, garibsiniz. Yanımda sadaka olarak vermek üzere ayırdığım bir miktar yiyecek var, lütfen kabul edin" dedi. Resûlullah yemedi; yanındaki arkadaşlarına: "Siz yeyin" dedi. Ertesi gün yine yiyecek götürdü ve: "Bu hediyedir, buyrun yeyin" dedi. Resûlullah ashâbı ile birlikte yedi. İki alâmet çıkmış, bir alâmet kalmıştı. Hz. Peygamber'in nübüvvet mührünü görebilmek için fırsat kollamaya başladı.
Bir cenaze merasimi esnasında Hz. Peygamber, Selmân'ın arkasından geldiğini farkedince, sırtındaki elbiseyi açtı ve peygamberlik mührünü gösterdi. Üçüncü alâmet de mevcuttu. Hz. Peygamber'in (s.a.) ayaklarına kapanıp ağlamaya başladı. Sonra başından geçenleri bütün ayrıntısıyla anlatı. Selmân müslüman oldu. Köle olarak çalışmaya devam etti. Bu ara Bedir ve Uhud savaşları yapıldı. Köle olması sebebiyle bu savaşlara katılamadı.
Peygamberimiz bir süre sonra: "Ey Selmân, efendinle seni âzad etmesi için anlaşma yap" dedi. 300 hurma ağacı yetiştirmek ve 40 ukiyye gümüş karşılığı anlaştı.
Sonra Hz. Peygamber ashâbına: "Kardeşinize yardım edin" buyurdu. Herkes bir miktar hurma fidanı getirdi. 300 fidan toplanınca: "Ey Selmân, git fideleri dikmek için çukurlar kaz" dedi. Çukurlar kazılınca bahçeye gelip hurmaları kendi mübarek elleriyle dikti. O hurmaların hepsi de tuttu. Bu sıralarda Hz. Peygamber'e ganimet malları arasında tavuk yumurtası büyüklüğünde bir altın getirilmişti. Onu Selmân (r.a.)'a verdi ve: "Borcunu öde" dedi. Selmân böylece kölelikten kurtuldu. İnce hurma dallarından sepet örerek hayatını kazanmaya başladı.
Hendek Savaşı sırasında Medine'nin etrafına hendek kazılması teklifi Hz. Selmân'dan geldi. "Benim ülkemde şehirleri böyle korurlar" dedi. Hendek Savaşı'ndan itibaren Peygamberimiz'in (s.a.) yaptığı bütün savaşlara katıldı. Resûlullah'a çok yakındı. İstediği zaman, gece gündüz huzuruna girer, bazı geceler geç vakitlere kadar başbaşa sohbet ederlerdi. Bu esnada Resûlullah'ın muhterem hanımları bile yanlarına giremezdi. Hz. Peygamber bir hadîsinde: "Selmân bizdendir ve Ehl-i Beyt'imizdendir" buyurmuştu.
Peygamberimiz'in vefatından sonra Medine Hz. Selmân'a dar gelmeye başladı. Şam'a yerleşen kardeşliği Ebu'd-Derdâ'ya bir mektupta; malın, mülkün ve Medine'de oturmanın kendisine artık saadet vermediğini, yazmıştı.
Hz. Ömer döneminde İran'a yapılan sefere katıldı. Bu seferlerde İslâm ordularına çok büyük yardımları oldu. İranlılar'ın dillerini bilmesi sebebiyle onlara İslâmiyet'i anlattı. Müslümanların, toprak fethetme amacıyla değil, hak dini kendilerine tebliğ etmek amacıyla bu seferleri düzenlediklerini söyledi. Celûla fethinde İran ordusu fillerle savaşıyordu. Müslüman Araplar ilk defa böyle bir şeyle karşılaştıklarından ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Hz. Selmân, müslümanlara, fillerle nasıl savaşılacağı hakkında bazı taktikler öğretti.
İran fütûhatından sonra Hz. Ömer Selmân'ı (r.a.) İran'ın Medaîn şehrine vali tayin etti. Çok âdil ve başarılı bir valilik yaptı. Halka adâletiyle, sade hayatıyle, kendini sevdirdi. İranlılar'ın İslâm'a ısınmasında önemli rol oynadı. Hz. Ömer, Selmân'a çok saygı gösterirdi.
Hz. Selmân Medâin valiliğinden dönünce Medine'de dünya zevklerine itibar etmeyen, vaktini ibadetle, taatla, insanlara vaaz vermekle geciren zahit bir kişi olarak yaşadı. Zaten hayatı hep böyle geçmişti.
Medâin valisi iken bile çok basit elbiseler giyer, yaya yürür, basit bir evde otururdu. Devletten kendisine verilen dört bin altın maaşı ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Hayatı boyunca ev yaptırmadı. Bir zat kendisi için ev yaptırmak istedi. "Buna ihtiyacım yok" diyerek reddetti. "Resûlullah; 'Dünyada yolcu gibi olunuz' buyurmuştur. Bir yolcunun eşyasından fazla eşya edinmek O'nun sünnetine aykırıdır" derdi. Hasır veya kilim üzerinde yatardı. Vali iken kaba bir elbise giydiğinden Medâin çocukları onu görünce, "Kurt geldi" diye bağrışırlardı. Tevâzuundan dolayı ata binmekten kaçınırdı. Çok cömertti. Eline geçen herşeyi dağıtırdı.
Peygamberimiz bir gün Hz. Selmân'ın dizine elini vurarak: "Din Süreyya'da olsa bu ve İranlılar'dan bazı kişiler ona ulaşırlardı" buyurarak onun ve kavminin İslâm'a önemli hizmetler vereceğini haber vermiştir. Yine Peygamberimiz onun Cennetlik olacağını çeşitli hadîsleriyle ifade etmiştir.
Hz. Osman döneminde hicrî 36 yılında vefat etti. Vefat ettiğinde miras olarak bıraktığı bütün eşyanın değeri 20-30 dirhemi geçmiyordu. Medine'de Bakî' kabristanına defnedildi.
İlime çok düşkündü. Hz. Ali onu ilim ve hikmet yönünden Lokman Hekim'e benzetir, "Selmân evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini toplamıştır" derdi. (Evvelkilerin ilmiyle ehl-i kitâbın ilimleri, sonrakilerin ilmiyle İslâmiyet kastedilmektedir.) Başta bazı sahâbîler olmak üzere pek çok kişi kendisinden ilim öğrenmiştir.
Kendisinden Hz. Enes, İbn Abbas, Ebu Saîd gibi sahâbîler, Ebû Osman en-Nehdî, Târık b. Şihâb, Saîd b. Vehbî gibi ünlü tâbiîler hadîs nakletmişlerdir. Naklettiği hadîslerden 60 kadarı bize kadar ulaşmıştır. Hadîslerinden dördü Buhârî'de, üçü Müslim'de yer almıştır.
Ailesi ve çocukları konusunda bilgimiz yoktur. Hz. Selmân'ın 250-300 yaşında vefat ettiği gibi efsanevî rivayetler vardır. Zehebî, vefat ettiğinde 70 küsur yaşları civarında olması gerektiğini belirtir.
SEMÜRE b. CÜNDÜB (r.a.)
Semüre b. Cündüb'ün soyu: Semüre b. Cündüb b. Hilâl b. Hâric b. Mürre b. Hazn b. Amr b. Câbir b. Huşeyn b. Lüey b. Fezâretü'l-Fezârî. Künyesi Ebû Süleyman idi. Bu sahâbî, Ensâr'ın yeminli müttefiki (halîf) idi.
Semüre b. Cündüb, yaşı küçük olduğu için ilk sıralarda yapılan Bedir ve Uhud gibi savaşlara katılamamıştı. Ancak bu kıymetli sahâbî, Resûlullah (s.a.) ile birlikte savaşlara katılmayı çok arzuluyordu. Bir habere göre Semüre'nin öz babası öldükten sonra annesi, Semüre'ye kim bakarsa onunla evleneceğini söylemişti. Ensâr'dan birisi, O'nun bu isteğini kabul ederek kendisi ile evlenmişti.
Resûlullah (s.a.) her yıl, Ensâr'ın gençlerini yanına çağırarak onların içinde orduya katılabilecek durumda olup olmayanları kontrol eder ve yaşları müsait olanları orduya alırdı. Yine bir defasında Resûlullah (s.a.), içlerinde Semüre'nin de bulunduğu gençleri çağırarak onları teftiş etti. Neticede, bazı gençleri orduya aldığı halde Semüre'yi kabul etmedi. Semüre, bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resûlü! Sen falanca çocuğu orduya aldığın halde beni almadın. Eğer ben onunla güreşecek olsam kendisini yenerim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.), Semüre'yi o çocukla güreştirdi. Semüre, rakibini yenince Hz. Peygamber kendisini orduya aldı.
Hz. Semüre b. Cündüb, Basra şehri kurulduktan sonra, bu şehre yerleşmiştir. Bu sırada, Basra valisi olan Ziyâd b. Ebîhî bir defasında sefere çıktığında yerine Semüre b. Cündüb'ü vali vekili bırakmıştı. Semüre b. Cündüb, 6 ay kadar Basra'da vali vekilliği yaptı. Ziyâd b. Ebîhî hicretin 53. yılında (M. 674) vefat edince, o dönemin halifesi Muâviye, Semüre'yi Basra valiliğine asâleten tayin etti. Bir yıl kadar valilik yaptıktan sonra Muâviye, Semüre'yi bu görevinden azletmiştir.
Semüre b. Cündüb, Basra valiliği sırasında Hâricîler'e çok sert davrandı. Semüre, Hâricîler'i İslâm devletine baş kaldıran eşkiya kabul ederek onlarla savaş yapmayı helâl sayardı. Bu yüzden olacak ki O, Hâricîler'den eline geçirdiğini öldürtmüştür. Tâbiûnun ileri gelenlerinden Muhammed b. Sîrîn ve Hasan el-Basrî gibi kişiler Semüre'nin Hâricîler'e karşı bu tutumundan çok memnun olmuşlar ve kendisinden övgü ile bahsetmişlerdir.
Semüre b. Cündüb, hadîs rivayet eden sahâbîlerdendir. Hatta bazı hadîsçiler, O'nu çok hadîs rivayet eden (müksirûn) sahâbîler içinde saymışlardır. Semüre b. Cündüb, sadece hadîsleri ezberlememiş, aynı zamanda bazı hadîsleri yazıya da geçirmiştir. O, yazdığı bu hadîsleri oğullarına bırakmıştır. Hz. Semüre b. Cündüb, rivayet ettiği hadîsleri Resûlullah'ın dışında Ebû Ubeyde b. Cerrah'tan almıştır. Kendisinden de iki oğlu Süleyman b. Semüre ve Sa'd b. Semüre ile Abdullah b. Büreyde, Zeyd b. Akrabe, Hilâl b. Yesâf, Ebû Recâ el-Utâridî, Abdurrahman b. Ebî Leylâ, Hasan el-Basrî başta olmak üzere çok sayıda kişi hadîs nakletmiştir.
Semüre b. Cündüb, hicretin 58. yılında (M. 677) Basra'da vefat etti.
Semüre b. Cündüb'ün rivayet ettiği hadîslere örnek:
Semüre b. Cündüb anlatıyor: "Ben, Resûlullah (s.a.) zamanında çocuktum, kendisinden duyduklarımı ezberliyordum. Onları söylememe bir engel yok ama burada birtakım kişiler var ki, onlar benden daha yaşlıdırlar. Gerçekten Resûlullah (s.a.)'ın arkasında lohusa hâlinde ölen bir kadının cenaze namazını kıldım. Namazda Resûlullah (s.a.) cenazenin tam orta hizasına durdu." (Müslim, Cenâiz, 88)
SEVÂD b. GAZİYYE el-ENSÂRÎ (r.a.)
Sevâd b. Gaziyye'nin soyu: Sevâd b. Gaziyye b. Vehb b. Belî b. Havf b. Kudâ'a. Benî Neccâr'dan olan bu sahâbînin adının Sevâde olduğu şeklinde de rivayet vardır.
Sevâd b. Gaziyye, hicret yılında müslüman olmuştur. Son derece cesur ve gözü pek olan bu sahâbî, katıldığı Bedir Savaşı'nda çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bazı kaynaklara göre Hz. Sevâd'ın başından Bedir Savaşı'nda şöyle bir olay geçmiştir: Bedir'de müslüman bahâdırları bir hizaya dizdikten sonra onları teftiş eden Resûlullah (s.a.), Sevâd'ın biraz öne çıkarak hizayı bozduğunu görünce, elindeki çubukla Sevâd'ın karnına dürterek: "Ey Sevâd! Hizanı bozma" buyurur. Hz. Sevâd hemen: "Ey Allah'ın Resûlü! Canımı yaktın. Halbuki Allah seni hak din ile âdil hareket etmen için gönderdi. Ben de sana çubukla dürtmek (kısas yapmak) istiyorum" dedi. O'nun bu sözleri üzerine Hz. Peygamber, karnını açarak: "Gel, sen de benim karnıma çubukla dürt" buyurdu. Resûlullah (s.a.)'a çok bağlı olan ve O'nu kendi canından daha çok seven bu sahâbî, karnını açtığında Resûlullah (s.a.)'ı kucaklayarak karnından öptü. Hz. Peygamber O'na: "Niçin bu şekilde yaptın?" diye sorunca: "Ey Allah'ın elçisi! Gördüğün gibi savaşa başlıyoruz. Sizinle bu son karşılaşmamda cildimin cildine değmesini istedim. Onun için böyle yaptım" dedi. Resûlullah (s.a.), Sevâd'ın bundan memnun kaldı ve kendisine dua etti.
Sevâd b. Gaziyye'nin, Bedir Savaşı'nda Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden bazılarını esir alarak Resûlullah (s.a)'ın yanına getirdiği rivayet edilir.
Hz. Sevâd b. Gaziyye, Bedir Savaşı'ndan sonra Uhud ve Hendek savaşlarına da katılarak çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. Ayrıca O, hicretin 7. yılında Hayber'in fethine de katılmıştır. Hayber'in fethinden sonra, Resûlullah'ın Sevâd'ı buraya vali tayin ettiği rivayet edilir.
Hz. Sevâd b. Gaziyye'nin daha sonraki hayatı ve vefat tarihi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
SEVBÂN (r.a.)
Resûlullah (s.a.)'ın azadlı kölelerindendi. Yemen'in Himyerî kabilesine mensuptu. Künyesi Ebû Abdullah olan bu sahâbîyi Resûlullah (s.a) ailesinden satın alarak hürriyetine kavuşturmuştur.
Sevbân, Resûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar O'nun yanından hiç ayrılmadı. Zaten Hz. Peygamber kendisini Ehl-i Beyt'ten saymaktaydı. Hz. Peygamber, Sevbân'ı satın alıp âzad ettiğinde: "Seni serbest bıraktım. Fakat gönlümüz yine seninle beraberdir. Sen bizim Ehl-i Beyt'imizden sayılıyorsun" buyurdu.
Hz. Sevbân Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra O'nun ayrılığına çok üzüldüğü için bu şehirde daha fazla kalmak istemedi. Bir süre sonra Medine'den ayrılarak Remle'ye gitti ve buraya yerleşti.
Sevbân, Hz. Ömer zamanında Mısır'ın fethine katıldı. Mısır'ın fethinden sonra tekrar Remle'ye dönen Sevbân, burada bir süre kaldıktan sonra Humus şehrine gitti ve kendisine bir ev yaptırarak buraya yerleşti.
Sevbân, Resûlullah (s.a)'ı çok seviyor ve O'na karşı çok saygı duyuyordu. Bu sahâbî, Resûlullah sevgisini herşeyin üzerinde tutardı. Resûlullah'a yapılan saygısızlığa asla tahammül edemezdi. Bir defasında bir yahudi Resûlullah (s.a.) ile konuşurken, "Muhammed" diye hitap etmişti. Bunu duyan Hz. Sevbân: "Niçin, ya Resûlallah demedin?" diye yahudi ile kavga etmiş ve bu yüzden yaralanmıştı. Hz. Sevbân: "Ben Resûlullah (s.a.)'a sadece adı ile hitap etmeyi günah telâkki ederim" derdi.
Hz. Sevbân, Humus'ta iken bir ara rahatsızlanmıştı. Humus valisi Sevbân'ın ziyaretine geldi ve O'na (latîfe olsun diye): "Sen Hz. Mûsa'nın ve Hz. İsa'nın kölesi olsaydın ne olurdu?" diye sorduğunda Sevbân bu soruya çok sinirlendi ve O'na şu cevabı verdi: "O vakit senin gibi bir vali benim gibi hasta olan bir kölenin ziyaretine gelmezdi." (Müsned)
Hz. Sevbân, Resûlullah (s.a.) ne söylerse onları can kulağı ile dinler ve bunları ezberlemeye çok özen gösterirdi. Aynı zamanda Resûlullah (s.a.)'ın tavsiyelerini yerine getirmek için elinden gelen bütün gayreti gösterirdi.
Bir defasında Resûlullah kendisine: "Kimseden bir şey isteme ki, ben de sana Cennet için kefil olayım" buyurmuştu. Resûlullah (s.a.)'ın bu tavsiyesinden sonra Hz. Sevbân, hiçbir kişiden herhangi bir şey istememiştir. Hatta öyle ki, atına binmek için kendisine yardım etmek isteyenlerin yardımlarını dahi kabul etmemişti.
Bir başka rivayete göre Sevbân, Hz. Peygamber'in anılan isteğine ters hareket etmemek için bineğinde iken elindeki kırbaç yere düşecek olsa, hiçbir kimseden yardım istemez ve inip kendisi alırdı.
Hz. Sevbân, Resûlullah (s.a.) ile uzun süre birlikte kaldığı için O'ndan çok sayıda hadîs işitti ve birçok olaya şâhid oldu. Sevbân, aynı zamanda hadîs rivayet etmeyi çok seven ve bunu kendisi için görev bilen sahâbîlerdendi. Bu yüzden olacak ki O, 100'ün üzerinde hadîs rivayet etmiştir. Halk da hadîs rivayeti konusundaki tutumunu bildikleri için, bilmedikleri konuları O'na gelerek sorarlardı.
Hz. Sevbân'ın çok sayıda öğrencisi vardır. Cübeyr b. Nadr, Abdurrahman b. Ganem, Râşid b. Sa'd O'nun râvilerinden birkaçıdır.
Hz. Sevbân'ın rivayet ettiği hadîslere örnek:
Ma'dân b. Ebî Talha el-Ya'merî anlatıyor: "Resûlullah (s.a.)'ın âzadlısı Sevbân'a rastladım. O'na: Bana bir amel haber ver ki, onu yaparsam Allah beni onun sebebiyle Cennet'e koysun, dedim. Sevbân ses çıkarmadı. Sonra kendisinden aynı şeyi tekrar istedim, yine ses çıkarmadı. Sonra üçüncü defa istedim. Bunun üzerine şunları söyledi: Ben, bu meseleyi Hz. Peygamber'e sordum. O bana: "Allah'a çok secde etmeye bak; çünkü eğer sen Allah için secde yaparsan onun sayesinde Allah senin dereceni yükseltir ve onun sayesinde günahını azaltır" buyurdular, dedi. (Müslim, Salât, 225)
Sevbân, Resûlullah (s.a.)'ın şöyle söylediğini haber veriyor: "Her kim hasta ziyaretine giderse, dönünceye kadar Cennet'in hurmalıklarındadır." (Müslim, Birr, 40)
SEVDE bint ZEM'A (r.a.)
Resûlullah'ın hanımlarından birisidir. Sevde'nin soyu: Sevde bint Zem'a b. Kays b. Abdüşşems b. Abdi Ved b. Nasr b. Mâlik b. Hasl b. Amr b. Lüey. Annesinin adı Şemmus bint Kays idi. Sevde bint Zem'a, ilk olarak Sekran b. Amr ile evlenmişti.
Sevde bint Zem'a, kocası ile birlikte, Resûlullah (s.a.) insanları İslâm'a çağırmaya başladıktan kısa bir süre sonra müslüman oldular. Onlar da müşriklerin ezâ ve cefâları yüzünden Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldılar. Daha sonra tekrar Mekke'ye geri geldiler. Ancak bir süre sonra Mekke'de bu kadın sahâbînin kocası Sekran öldü ve Sevde bint Zem'a dul kaldı. (Bk. Sekran b. Amr)
Bilindiği üzere Resûlullah (s.a.)'ın ilk hanımı Hz. Hatice idi. Resûlullah, 25 yaşında bir genç iken 40 yaşında ve dul olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Milâdî 620 yılında Hz. Hatice vefat edince, Hz. Peygamber de dul kalmıştı. Hz. Peygamber ile Hz. Sevde'nin eşlerinin ölmesi aynı tarihlere rastlamıştı. Osman b. Maz'ûn'un hanımı Havle bint Hakîm, Resûlullah (s.a.) ile gerekli görüşmeyi yaparak onayını aldıktan sonra Sevde bint Zem'a'yı Hz. Peygamber'e istemeye gitti. Sevde, bu teklifi olumlu karşıladı ve babasından evlenmesi için izin alınmasını istedi. Babası, kızı Sevde'nin Resûlullah (s.a.) ile evlenmesine razı olduğunu belirtince, Hz. Sevde, Resûlullah ile evlendi (M. 620). Böylece Resûlullah'ın, Hz. Hatice'den sonra evlendiği ilk kadın Hz. Sevde olmuş oldu.
Sevde'nin bu evliliğine, o dönemde henüz İslâm'a girmemiş olan kardeşi Abd b. Zem'a karşı çıkmıştı. Hatta nikâh anında Cahiliye âdeti üzerine hacda bulunan Abd b. Zem'a, haccını yarıda keserek geri döndü ve bu evliliğe çok kızarak saçını başını yoldu. Abd b. Zem'a, İslâm'a girdikten sonra yaptıklarına pişman olmuş ve şunları söylemiştir: "Sevde bint Zem'a'nın, Resûlullah (s.a.) ile evlendiğini duyunca, saçlarımı yolduğum, başıma ve yüzüme topraklar serptiğim zamanki kadar gülünç ve bayağı duruma düştüğümü hatırlamıyorum."
Hz. Sevde, Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra Resûlullah ile bazı savaşlara katıldı. Resûlullah (s.a.) Hz. Âişe ile evlendiği sırada Hz. Sevde bir hayli yaşlanmıştı. O, Resûlullah (s.a.)'ın Hz. Âişe'ye daha çok ilgi gösterebileceğini düşünerek kendisinin Resûlullah ile birlikte kalma sırasını Hz. Âişe'ye devretmiştir. O'nun bu davranışı üzerine: "Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya aldırmazlığından endişe ederse aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler kıskançlığa meyillidir. Eğer iyi davranışlar ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır." (Nisâ, 4/128) meâlindeki âyet inmiştir.
Hz. Âişe, Hz. Sevde'yi çok severdi. Hz. Sevde'nin, ömrünün sonlarına doğru kulakları ağır duymaya başlamıştı. O'nun bu halini bilen Hz. Peygamber'in diğer hanımları kendisi ile şaka yaparlardı. Özellikle Kıyamet alâmetlerinden çok korktuğunu bilen Hz. Peygamber'in hanımlarından Hz. Âişe ve Hz. Hafsa bir gün kendi aralarında konuşurlarken, Sevde konuşulanları iyi anlamamış ve: "Ne diyorsunuz?" diye onlara sorunca Hafsa: "Deccal geliyor" demiş ve O'nu korkutmuşlardı.
Hz. Sevde, sadaka vermeyi çok severdi. Bir defasında Hz. Ömer, Sevde'ye bir torba dolusu gümüş göndermişti. Sevde, hiç bekletmeden bunların hepsini hemen Allah yolunda harcadı.
Sevde, Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda haccına katıldı. Yaşlı ve biraz da şişman olduğu için hac sırasında zaman zaman geride kalıyordu. O'nun bu durumu bir hadîste şöyle anlatılıyor: Hz. Âişe anlatıyor: "Müzdelife gecesi Sevde, Resûlullah (s.a.)'tan önce kalabalık olmadan Mina'ya dönmek için izin istedi. Sevde ağır hareket eden (sebîta) bir kadındı. Resûlullah (s.a.) O'na izin verdi. Bu suretle Sevde, Resûlullah (s.a.)'tan önce yola çıktı. Hz. Peygamber, bizi sabahlayıncaya kadar orada bıraktı, biz O'nunla beraber döndük. Resûlullah (s.a.)'tan, Sevde'nin yaptığı gibi izin isteyerek dönmüş olsaydım benim için bu, her sevinilecek şeyden daha iyi idi." (Müslim, Hac, 293)
Hz. Sevde, Resûlullah'tan hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de Abdullah b. Abbas, Yahya b. Abdullah b. Abdurrahman hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Sevde, bir rivayete göre, Hz. Ömer'in hilâfetinin sonlarında, bir başka rivayete göre ise hicretin 54. yılında vefat etmiştir.
SİNAN b. EBÎ SİNAN (r.a.)
Sinan b. Ebî Sinan'ın soyu: Sinan b. Ebî Sinan b. Mihsan b. Harsan b. Kays b. Mürre b. Kesîr b. Ganem. Mekkeli olan bu sahâbî, ünlü sahâbîlerden Ukkâşe'nin yeğeni idi.
Sinan b. Ebî Sinan'ın İslâm'a giriş tarihi bilinmediği gibi, Medine'ye ne zaman hicret ettiği de bilinmemektedir. Sinan b. Ebî Sinan, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Resûlullah (s.a.)'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır.
Hz. Sinan b. Ebî Sinan, hicretin 6. yılında (M. 628) yapılan Hudeybiye Antlaşmasında hazır bulunmuştur. O, bu sırada Rıdvan Bîatı'na da katıldı. Bîat edilirken sıra Sinan'a geldiğinde Resûlullah (s.a.) ona: "Sen ne üzere bîat ediyorsun?" diye sorduğunda Sinan: "Kalbimde olan Resûlullah'a" diye cevap vermiştir.
Sinan b. Ebî Sinan, daha sonra sırası ile Mekke'nin fethi, Huneyn ve Tâif seferlerine katıldı. Bu kıymetli sahâbî, Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemindeki bazı savaşlara katılan bu sahâbî, Hz. Osman'ın son dönemlerinde başlayan ve bilhassa bu üçüncü halifenin şehid edilmesinden sonra iyice artan iç huzursuzluklarda tarafsız kalmıştır.
Hz. Sinan b. Ebî Sinan, hicretin 32. yılında vefat etmiştir.
SİNAN b. SAYFÎ (r.a.)
Sinan b. Sayfî'nin soyu: Sinan b. Sayfî b. Sahr b. Hansa b. Sinan b. Ubeyd b. Adiy b. Ganem b. Kâ'b b. Selime. Sinan'ın annesi, Nârik bint Kays b. Numan b. Sinan idi.
Medineli olan bu sahâbî, İkinci Akabe Bîatı'nda hazır bulunmuştur. Sinan, daha sonra müşriklerle yapılan Bedir ve Uhud savaşlarında Resûlullah (s.a.)'ın yanında yer almıştır. O, bu savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Sinan b. Sayfî, Hendek Savaşı'nda şehid edilmiştir.
SUHEYB b. SİNAN (SUHEYB er-RÛMÎ) (r.a.)
Suheyb b. Sinan'ın soyu: Suheyb b. Sinan b. Mâlik b. Abdiamr b. Ukayl b. Âmir. Bu sahâbî, Suheyb er-Rûmî diye tanınmıştır. Suheyb'in annesi, Selmâ bint Râid b. Mehîd b. Huzâî b. Mâzin b. Mâlik b. Amr b. Temîm'dir. Suheyb'in künyesi, Ebû Yahya idi. O'na bu künyeyi Resûlullah vermiştir.
Suheyb, Musul çevresinde Dicle ve Fırat ırmaklarının geçtiği bölgede dünyaya gelmiştir. O'nun doğduğu bölge, Rumlar tarafından işgal edilince Suheyb Rumlara esir düşmüştür. Bu tarihten sonra çeşitli kişiler tarafından alınıp satılan Suheyb, sonunda Mekke'de Abdullah b. Cüd'ân tarafından satın alınmış ve bir süre sonra da bu kişi tarafından âzad edilmiştir. O'nun, Rumların elinden kaçarak Abdullah b. Cüd'ân'ın yanına sığındığı şeklinde de bir rivayet vardır.
Suheyb, hayatının önemli bir kısmı Rumların yanında geçtiği için konuşurken Rumca aksanı ile konuşurdu. Bu yüzden kendisine Rûmî lâkabı takılmıştır.
Suheyb er-Rûmî, Resûlullah (s.a.) ile henüz O'na Peygamberlik gelmeden önce tanışırdı. Bilindiği üzere Hz. Peygamber'e vahiy geldikten sonra ilk sıralarda İslâm'ı gizli yaymaktaydı. Suheyb er-Rûmî, daha önce tanıştığı ve arkadaşı olan Resûlullah (s.a.)'a vahiy geldiğini öğrenince doğru bu çok sevdiği ve dürüstlüğünden emin olduğu kişinin yanına gitti. O anda Hz. Peygamber, Dârü'l-Erkam'da bulunuyordu. Kapıda Ammâr b. Yâsir ile karşılaştı. Ammâr da bu sırada, İslâm'ı kabul etmek için Resûlullah (s.a.)'ın yanına girmek istiyordu. Her ikisi Hz. Peygamber'in yanına girerek İslâm'ı kabul ettiler. Böylece bu iki güzide insan, İslâm'ı ilk kabul eden (sâbikûn-i evvelîn) kişiler içinde yer almış oldular.
Hz. Suheyb'e İslâm'ı kabul etmesi, diğer ilk müslümanlar gibi çok ağıra maloldu. Çünkü müşrikler tevhid inancını kabul eden bu mümtaz kişilere çok ağır hakaret ve işkenceleri revâ görüyorlardı. Onların büyük bir kısmı için Mekke'de hayat çekilmez hale gelmişti. Bir başka ifade ile müşrikler Mekkeli ilk müslümanlara maddî ve manevî her türlü işkenceyi kullanarak onları ana yurtlarından kovmak istiyorlardı. Ayrıca Suheyb er-Rûmî'nin akrabalarının fazla olmayışı O'nun gördüğü işkencenin artırılmasına etkili olmuştur.
Müslümanların, Mekke'den Medine'ye hicret etmeleri için izin çıkınca Suheyb de diğer müslümanlar gibi hicret hazırlıklarına başladı. Bu kıymetli sahâbî ile Hz. Ebû Bekir birlikte hicret etmeleri konusunda sözleşmişlerdi. Ancak bilindiği üzere daha sonra Hz. Ebû Bekir, Resûlullah (s.a.) ile hicret etmek zorunda kaldı. Bu yüzden Suheyb, yalnız başına hicret etmek için hazırlıklara başladı.
Suheyb, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra Medine'ye doğru yola çıktı. O'nun bu durumunu haber alan müşrikler, hemen Suheyb'in yolunu kestiler ve: "Sen bize fakir köle olarak geldin. Bizim aramızda malını çoğalttın. Sonra da malınla birlikte Medine'ye kaçıyorsun. Vallahi biz buna izin vermeyiz" dediler. Suheyb, onlara: "Malımın tamamını size verirsem beni bırakır mısınız?" dedi. Müşrikler: "Evet" dediler. Bunun üzerine Suheyb, bütün servetini müşriklere bırakarak imanını kurtarmak ve çok sevdiği Resûlullah (s.a.) ile birlikte olabilmek için fakir bir kişi olarak Medine'ye doğru yoluna devam etti.
Suheyb, Hz. Peygamber'e Kuba'da yetişti. Bu güzide insan Hz. Ebû Bekir'e, "Bana arkadaş olmayı vaad ettin, sonra da beni bırakıp gittin. Kureyşliler, beni yakalayıp, yolumu kestiler. Canımı ve ailemi kendi malımla satın aldım" diyerek başına gelenleri anlattı. Resûlullah (s.a.), bunun üzerine kendisinin hicret yolunda karşılaştığı olaylarla ilgili olarak: "İnsanlardan öyle kimse de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını satın alır. Allah kullarına çok merhametlidir." (Bakara, 2/207) meâlindeki âyet-i kerimenin nâzil olduğunu haber verdi. Suheyb, bu duruma çok sevindi. Resûlullah (s.a.), ayrıca: "Ebû Yahya, alış verişinde kazançlı çıktı" diyerek kendisini tebrik etti.
Suheyb, Medine'ye geldikten sonra Hz. Peygamber tarafından Suffa'ya yerleştirildi. Bu yüzden O, Suffa ashabından sayılmıştır.
Hz. Suheyb, başta Bedir ve Uhud olmak üzere Resûlullah (s.a.)'ın katıldığı bütün savaşlara katılmıştır. O, bütün savaşlarda Hz. Peygamber'in yanında yer alarak, O'nu sağdan, soldan, önden ve arkadan gelen bütün tehlikelere karşı korumuştur.
Suheyb'in Hz. Ebû Bekir dönemindeki faaliyetleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Hz. Ömer Suheyb'i çok severdi. Halife olduktan sonra O'na çok değer vermeye başladı. Hz Ömer, mecûsî köle Ebû Lü'lü tarafından yaralanınca, kendisinden sonraki halifeyi seçmek üzere altı kişilik şûra heyetini topladı ve halifeyi seçmelerine kadar namazları kıldırması için Suheyb'e görev vermişti. Suheyb, aldığı emir doğrultusunda üç gün cemaate namaz kıldırmış ve halifeye vekâlet ederek bu süre içinde devlet işlerini yürütmüştür.
Hz. Suheyb er-Rûmî, çok faziletli ve takva sahibi birisiydi. Aynı zamanda hazır cevap ve nüktedân olan bu sahâbî âdâb-ı muâşeret kurallarını da çok iyi bilir ve insanlara gösterdiği nazik muamele sebebiyle hemen dikkat çekerdi. Çok cömert ve misafirperverdi.
Suheyb b. Sinan, çok sayıda hadîs rivayet etmiştir. O'nun rivayet ettiği hadîslerin büyük bir kısmı başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok muteber hadîs kitabında mevcuttur. Suheyb, Resûlullah'tan aldığı hadîslerin dışında Hz. Ömer ve Hz. Ali'den de hadîs nakletmiştir. Kendisinden başta oğlu Hubeyb ile İbn Ömer, Câbir b. Abdullah, İbrahim b. Abdurrahman, Saîd b. Müseyyeb ve Şuayb b. Amr olmak üzere çok sayıda kişi hadîs almışlardır.
Suheyb b. Sinan'ın rivayet ettiği hadîslere örnek:
Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah: Size daha çok bir şey vermemi ister misiniz? diyecek, onlar da: Sen bizim yüzlerimizi ağartmadın mı? Bizi Cennet'e koyarak Cehennem'den kurtarmadın mı? Bu bize yeter, diyecekler. Bunun üzerine Allah, perdeyi kaldıracak, artık onlara Allah'a bakmaktan daha makbul bir şey verilmiş olmayacaktır." (Müslim)
Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Mü'minin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır. Bu, mü'minden başka hiçbir kimsede yoktur. Kendisine varlık isâbet ederse şükreder, bu onun için hayır olur. Darlık isabet ederse sabreder, bu da onun için hayır olur." (Müslim)
Suheyb er-Rûmî, orta boylu, kırmızı benizli ve gür saçlı bir sahâbîydi. Bu kıymetli sahâbî, hicretin 38. yılında (M. 659) 73 yaşında iken Medine'de vefat etti ve Bakî' kabristanına defnedildi.
SÜFYÂN b. MA'MER (r.a.)
Süfyân b. Ma'mer'in soyu: Süfyân b. Ma'mer b. Habib b. Vehb b. Huzâfe b. Cumah. Süfyân'ın annesi Ümmü Veled idi. Künyesi konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazı rivayetlerde künyesi Ebû Câbir olarak zikredilirken, diğer bir kısım rivayetlerde Ebû Cünâde olduğu ifade edilmiştir.
Süfyân b. Ma'mer'in hanımının adı Hasene idi. Hasene, Süfyân'-dan önce Abdullah b. Mutî ile evlenmiş, bu evlilikten Şurahbil adında bir çocuk doğmuştu. Daha sonra kocasından ayrılan Hasene, Ma'mer ile evlendi. Bu evlilikten de Câbir ve Cünâde adlarında iki çocuk dünyaya geldi.
Süfyân b. Ma'mer, eşi Hasene ile birlikte Mekke'de İslâm'ı ilk kabul eden kişiler içinde yer aldı. Bu sahâbî de diğer ilk müslümanlar gibi Mekke'de müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine uğradı. Bu sebeple, eşi Hasene ve çocukları ile birlikte Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı.
Bilindiği gibi, Habeşistan'a hicret eden müslümanların bir kısmı kısa bir süre sonra Mekke'ye geri dönmüş, diğer bir kısmı ise daha sonraları Medine'ye peyderpey gelmişti. Süfyân b. Ma'mer, Mekke'ye geri dönenlerdendi. O, Medine'ye hicret edinceye kadar Mekke'de Resûlullah (s.a.) ile birlikte kalarak her türlü zorluklara göğüs germiştir.
Kaynaklarda Süfyân b. Ma'mer'in, iki oğlu ile birlikte Hz. Ömer zamanında öldüğü bildirilmekte ise de nasıl öldükleri ve ölüm tarihleri hakkında bilgi yoktur.
SÜHEYL b. AMR (r.a.)
Süheyl b. Amr'ın soyu: Süheyl b. Amr b. Abdüşşems b. Abdi Ved b. Nasr b. Mâlik el-Kureşî el-Âmirî. Künyesi Ebû Yezid idi.
Süheyl, çok güzel konuşurdu. O, bu yüzden Kureyş'in hatibi olarak isim yapmıştı. Süheyl, aynı zamanda Kureyş'in ileri gelenlerinden olduğundan Cahiliye Dönemi'nde herkes O'na çok büyük saygı gösterirdi. Mekke döneminde Süheyl'in oğullarından Abdullah ve Ebû Cendel ile kızı Ümmü Külsüm müslüman olmuştu. Süheyl'in kendisi ise bu dönemde müslüman olmadığı gibi, İslâm'ı kabul edenlere yapmadığını bırakmıyordu.
Süheyl, Bedir Savaşı'nda müslümanlara karşı savaştı. Ancak O, bu savaşta müslümanlar tarafından esir edildi. Bedir esirlerine ne yapılması gerektiği konusunda da Resûlullah (s.a.) ashâbı ile görüşmüştü. Hz. Ömer'e, Süheyl'e ne yapılması gerektiği sorulduğunda, öldürülmesi gereklidir diyerek görüşünü açıkladı. Resûlullah (s.a.) bunu kabul etmeyince, Hz. Ömer söz alarak: "Ey Allah'ın elçisi! Müsaade et, hiç olmazsa O'nun dişlerini sökeyim de senin ve İslâm'ın aleyhine konuşma yapmasın" dedi. Ancak Hz. Peygamber, Hz. Ömer'in bu son isteğini de kabul etmedi. Sonunda Süheyl, fidye karşılığında serbest bırakıldı.
Süheyl b. Amr, müşrikler adına en önemli görevi Hudeybiye barışı anında yapmıştır. O, bu anlaşmada Kureyş tarafından sözleşmeyi imzalamaya yetkili kılınmıştı.
Bu anlaşmanın imzalanması sırasında olan bazı olayları Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor:
"Kureyş, içlerinde Süheyl b. Amr olduğu halde Resûlullah (s.a.) ile barış yaptılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali'ye: Besmeleyi yaz, buyurunca Süheyl: Besmeleye gelince, biz besmelenin ne olduğunu bilmiyoruz. Lâkin sen, bizim bildiğimiz: Senin adınla Allah'ım, (Bismikellah) ibaresini yaz, demiş. Sonra Hz. Peygamber: Allah'ın Resûlü Muhammed'den diye yaz, buyurmuş. Müşrikler: Biz senin Resûlullah olduğunu bilsek sana tâbi olurduk. Lâkin sen kendi isminle babanın ismin yaz, demişler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Muhammed b. Abdullah'tan, diye yaz buyurmuştur. Müşrikler Resûlullah (s.a.)'a: Sizden gelen olursa onu size iâde etmeyeceğiz. Ama bizden size kim giderse siz onu bize iâde edeceksiniz diye şart koştular. Oradaki sahâbîler: Ey Allah'ın Resûlü, bunu yazalım mı? diye sorduklarında Hz. Peygamber: Evet, gerçekten bizden kim onlara giderse Allah o kişiyi bizden uzak kılsın. Onlardan bize gelenlere ise Allah bir ferahlık ve çıkar yol verecektir, buyurmuştur." (Müslim)
Süheyl b. Amr, Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuştur. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) zaferle Mekke'ye girince evime kapandım. Kapımı kapadım ve oğlum Abdullah b. Süheyl'i aramızı bulması için Muhammed (s.a.)'e gönderdim. Çünkü ben öldürülmeyeceğimden emin değildim. Abdullah b. Süheyl gitti ve: Ey Allah'ın Resûlü, babama emân veriyor musun? dedi. Hz. Peygamber: "Evet, O Allah'ın emânıyla emniyettedir, meydana çıksın" buyurdu. Sonra etrafındakilere: "Sizden kim Süheyl'e rastlarsa onu korkutmasın ki, dışarı çıkabilsin; yemin ederim ki Süheyl, akıllı ve şerefli bir kimsedir. Süheyl gibiler İslâm'a uzak kalamaz, fakat kadere de kimse karşı gelemez" buyurdu. Abdullah, babasının yanına gidip, Resûlullah (s.a.)'ın söylediklerini haber verince Süheyl: Vallahi O büyük küçük herkese karşı şefkatli ve iyidir, dedi."
Süheyl, Hz. Peygamber'e gitmek üzere kalkıyor, sonra geri dönüyordu. Nihayet müşrik olduğu halde Resûlullah (s.a.) ile beraber Huneyn Gazvesi’ne katıldı ve Ci'râne'de müslüman oldu. Resûlullah (s.a.) o gün O'na Huneyn ganimetlerinden 100 deve verdi.
Süheyl b. Amr, müslüman olduktan sonra Medine'ye hicret etti ve Veda haccına kadar burada kaldı. Süheyl, daha sonra Mekke'ye döndü. Hz. Peygamber vefat ettiğinde O, Mekke'deydi. Resûlullah (s.a.)'ın ölüm haberi Mekke'ye ulaşınca bu şehrin valisi Attâb, Kâbe'den çıkarak saklanmak için buradan uzaklaştı. O'nun bu halini gören Süheyl: "Ey Attâb, haydi konuş ve halkı teskin et" dedi. Ancak Attâb, çok üzgün olduğunu ve bu yüzden konuşamayacağını söyledi. Bunun üzerine Süheyl b. Amr: "Kim Muhammed (s.a.)'e iman ediyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a inanıyorsa muhakkak Allah ölmez" diyerek halkı sükûnete davet etmiştir.
Süheyl b. Amr'ın, Hz. Ebû Bekir dönemindeki faaliyetleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
Hz. Ömer döneminde bir defasında içlerinde Süheyl b. Amr, Ebû Süfyân ve benzerlerinin bulunduğu bir grup Kureyş'in ileri gelenleri Hz. Ömer'i ziyarete gittiler. Kendilerini Hz. Ömer'in kapıcısı karşıladı. Bu sırada orada Bilâl ve Ammâr gibi köle oldukları halde Mekke'de müslüman olup Hz. Peygamber'in yanında yer alan ve müşriklerin her türlü işkence ve hakaretlerine göğüs gererek imanlarını koruyan kişiler de Hz. Ömer'in yanına girmek için kapıda bekliyorlardı.
Kapıcı, ilk önce Bilâl ve arkadaşlarını içeri aldı. Bu duruma çok kızan Ebû Süfyân, Cahiliye duyguları içinde: "Ben bugünkü gibi bir hâdiseyi hiç görmedim. Kapıcı bu kölelere müsaade ediyor (âzadlı kölelere demek istiyor), biz asilleri bırakmıyor bile" dedi.
Bunun üzerine daha önce de belirttiğimiz gibi çok güzel hatip olan Süheyl b. Amr, şunları söyledi:
"Arkadaşlar! Yüzlerinizde öfke belirtileri görüyorum. Eğer kızacaksanız sadece kendinize kızın. Onlar İslâm'a çağrıldılar, siz de onlarla birlikte İslâm'ı kabule çağrıldınız. Ama onlar İslâm'ı derhal kabul ettiler, siz ise ağırdan aldınız; geç kaldınız. Allah'a yemin ederim, din uğrunda sizden önce yaptıkları ile elde ettikleri fazilet sizin bu kapıda övünmekte olduğunuz şeref ve faziletten çok daha üstündür. Onlar bu faziletleri ile sizlerden çok ileridirler. Siz asla onların derecesine ulaşamazsınız. Şimdi bundan sonra olacak savaşlara katılın. Belki Allah sizleri de cihad sevabı veya şehidlikle mükâfatlandırır." (Mecmau'z-Zevâid)
Hz. Süheyl, hicretin 18. yılında (M. 640) yakalandığı veba hastalığından kurtulamayarak Şam'da vefat etti.
SÜHEYL b. BEYDÂ (r.a.)
Süheyl b. Beydâ'nın soyu: Süheyl b. Vehb b. Rebîa b. Amr b. Âmir b. Rebîa b. Hilâl b. Mâlik el-Kureşî'dir. Süheyl'in annesinin adı Beydâ idi. Dikkat edilirse bu sahâbî, annesine nisbet edilmiştir. Süheyl'in, Sehl ve Safvân adlarında iki kardeşi vardı. Süheyl'in çocuğunun olup olmadığı konusunda kaynaklarda bilgi yoktur.
Süheyl b. Beydâ, İslâm'ı ilk kabul edenlerdendir. Bu sahâbî de diğer ilk müslümanlar gibi, İslâm'ı kabul ettikten sonra, müşriklerin çok ağır hakaret ve işkencelerine uğramıştı. Mekke'yi O'na çekilmez hale getirmişlerdi. Resûlullah (s.a.)'ın, arkadaşlarına Habeşistan'a hicret izni vermesi üzerine Süheyl b. Beydâ da bu ülkeye hicret etti. Habeşistan'da bir süre kalan Süheyl, Mekke'ye geri döndü. Süheyl'in, daha sonra Resûlullah (s.a.)'ın izni ile Medine'ye hicret ettiğini görüyoruz.
Süheyl, hicretten sonra ilk olarak Bedir Savaşı'na katıldı. O, bu sırada 30 yaşındaydı. Bu değerli sahâbî, daha sonra başta Uhud ve Hendek savaşları olmak üzere Resûlullah (s.a.) ile birlikte birçok savaşa katıldı.
Hz. Süheyl, hicretin 9. yılında Medine'de vefat etti. Cenaze namazını Resûlullah (s.a.) kıldırdı.
SÜLEYMAN b. SURAD (r.a.)
Künyesi: Ebû Mutarrif. Soyu: Süleyman b. Surad b. Cevn b. Ebi'l-Cevn el-Huzâî el-Kûfî. Müslüman olmadan önce ismi Yaser idi. Müslüman olunca Peygamberimiz ismini Süleyman olarak değiştirdi.
Süleyman b. Surad'ın Hz. Peygamber (s.a.) dönemindeki hayatı hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte daha sonraki İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır.
Peygamberimizin irtihalinden sonra Kûfe'ye yerleşti. Hz. Ali'nin muhalifleriyle mücadelesinde onun tarafında yer aldı. Sıffîn Savaşı'nda bulundu.
Hz. Hüseyin'e mektup yazarak halifelik iddiasında bulunmasını, Kûfeliler olarak kendisini destekleyeceklerini söyledi. Hz. Hüseyin bu davete uyarak Kûfe'ye geldi. Fakat onu desteklemediler.
Kûfeliler, Hz. Hüseyin şehid edilince onu yalnız bıraktıkları için çok pişman oldular. Yaptıklarından tevbe ettiler ve bunu telâfi etmek için bir ordu kurup başlarına Süleyman b. Surad'ı geçirdiler. Şam üzerine yürüyüp Hz. Hüseyin'in kan bedelini istediler. Bu yüzden bu gruba İslâm tarihinde "Tevvâbûn: Tevbe edenler" ismi verildi. Dörtbin kişiydiler. Kırkîsiyye civarındaki Aynü'l-Verde denilen yere geldiklerinde yirmibin kişilik Şam ordusuyla karşılaştılar. Süleyman (r.a.): "Ben ölürsem, Müseyyeb b. Necebe başınıza geçsin" dedi. Savaşta Süleyman (r.a.) ile birlikte ileri gelenlerden Müseyyeb, Abdullah b. Said ve Abdullah b. Vâil öldürüldü. Çoğunluğu kılıçtan geçirildi. Süleyman (r.a.) ve Müseyyeb'in başları Mervân'a götürüldü. Hicrî 65. yılda Süleyman (r.a.) öldüğünde 93 yaşındaydı.
Az miktarda hadîs nakletmiştir. Kendisinden hadis nakledenler arasında Yahya b. Ya'mer, Adiy b. Sâbit, Ebû İshak ve başka râviler vardır.
SÜRÂKA b. MÂLİK (r.a.)
Künyesi: Ebû Süfyân, Soyu: Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum b. Mâlik b. Amr b. Teym el-Kinânî el-Müdlicî. Sürâka'nın (r.a.), Peygamberimizin iki mucizesine mazhar olması bakımından İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır.
Peygamberimiz müşriklerden habersizce hicret etmek üzere Mekke'den ayrılınca Mekke müşrikleri deliye dönmüşlerdi. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) herhangi bir yerde İslâmiyet'i kökleştirirse kendileri için büyük tehlike meydana getirecekti. Bu yüzden Peygamberimizi (s.a.) bulabilmek için bütün imkânlarını seferber ettiler. Bu teşebbüslerinden biri de Peygamberimiz'i (s.a.) ve Hz. Ebû Bekir'i öldürene veya esir edene yüz deve vereceklerini vaad etmeleriydi.
Bu haber Müdlic kabilesinde duyulur duyulmaz Sürâka, Peygamberimizi (s.a.) aramaya koyuldu. Çok usta bir iz sürücüsüydü. Bu ara birisi sahile doğru yol alan üç kişilik bir yolcu grubu gördüğünü söyledi. Ödülü tek başına alabilmek için gizlice hemen atına binip tarif edilen yere doğru yola çıktı. Bir taraftan da; Muhammed'e zarar verebilecek miyim, veremiyecek miyim, diye fal oklarıyla fal bakıyordu. Nihayet Peygamberimizin ve Hz. Ebû Bekir'in peşlerinden iyice yaklaştı. Hz. Ebû Bekir arkalarından bir atlının yaklaştığını farkedince Peygamberimize (s.a.) haber verdi. Peygamberimiz (s.a.): "Allah'ım onu düşür" diye dua etti. Bunun üzerine Sürâka'nın atının ayakları kuma saplandı ve attan düştü. Atını kurtarmaya çabaladı fakat kurtaramadı. Bunun üzerine olayın mucize olduğunu anladı ve Peygamberimize: Allah'a dua et kurtulayım. Size hiçbir zarar vermeyeceğim, diye yalvarmaya başladı. Peygamberimiz: "Allah'ım, sözünde samimi ise onu kurtar" diye dua etti ve Sürâka kurtuldu. Sürâka Peygamberimize yiyecek vermek istedi, fakat kabul etmedi. Kendisini garantiye almak için Peygamberimizden bir emân belgesi istedi. Peygamberimiz ona böyle bir belge verdi.
Sürâka gidip Ebû Cehil'e başından geçenleri anlattı ve: "Bilmiş ol ki O Peygamber'dir. O'na karşı kimse dayanamaz. Aklın varsa Kureyş'i ona karşı kışkırtma" dedi.
Sürâka Mekke fethinden sonra elindeki teminat belgesiyle geldi ve müslüman oldu. Peygamberimiz ona: "Ey Sürâka, Kisrâ'nın (İran hükümdarı) bileziklerini takınacaksın" buyurmuştu. Nitekim Hz. Ömer döneminde İranlılara karşı yapılan bir savaşta Kisrâ'nın bilezikleri, tacı, kürkü ganimet olarak müslümanların eline geçmişti. Hz. Ömer, Sürâka'yı çağırıp bilezikleri koluna taktı ve: "Bunları Kisrâ'dan çıkarıp savaş ganimeti olarak bize veren ve Bedevî Sürâka'ya giydiren Allah'a hamdolsun" diye şükretti. Peygamberimizin bir mucizesi de böylece gerçekleşmiş oldu.
Hz. Sürâka'dan İbn Abbas, Câbir (r.a.) gibi sahâbîler; Saîd b. Müseyyeb, Tâvûs gibi ünlü âlimler hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Osman'ın halifeliği döneminde vefat etti (H. 24).
ŞEDDÂD b. EVS (r.a.)
Künyesi: Ebû Ya'lâ veya Ebû Abdurrahman. Soyu: Şeddâd b. Evs b. Sâbit b. Münzir b. Harâm b. Amr b. Zeyd en-Neccârî el-Hazrecî. Ensâr'dandır.
Ünlü şâir sahâbî Hassan b. Sâbit'in kardeşinin oğludur. Annesinin ismi Sarîme'dir.
Babası ve annesi hicretten önce müslüman olmuşlardı. Hz. Şeddâd'ın babası Hz. Evs, Akabe Bîatı'nda bulunmuş, Bedir Savaşı'na katılmış, Uhud Savaşı'nda şehid olmuştur.
Hz. Şeddâd'ın Bedir Savaşı'na katılıp katılmadığı tartışmalıdır. Şayet bu savaşa katılmadığı doğruysa, o sırada 20 yaşlarında olması gerektiğinden, yaşının küçüklüğü sebebiyle değil başka bir sebeple katılmadığı düşünülebilir. Bedir'den sonraki savaşlara Resûlullah'la (s.a.) birlikte katılmış olmalıdır. Şam fethedildiğinde oraya, daha sonra da Kudüs'e yerleşmiştir. Hicrî 58 yılında 75 yaşındayken Kudüs'te vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.
Kendisinden oğlu Ya'lâ, Ebû İdris el-Havlânî, Ebû Esmâ er-Rahbî, Ebu'l-Eş'as es-San'ânî, Abdurrahman b. Ganem, Cübeyr b. Nüfeyr, Kesîr b. Mürre, Beşir b. Kâ'b hadîs nakletmişlerdir. Bakî'in Müsned'inde yer alan hadislerinin sayısı mükerrerleriyle 50 adettir.
Beş çocuğu vardır: Ya'lâ, Muhammed, Abdülvehhab, Münzir ve kızı Hazrec.
Hz. Şeddâd âlim ve zâhid bir zattı. Ebu'd-Derda (r.a.): "Her ümmetin fakîhi vardır, bu ümmetin fakîhi Şeddâd b. Evs'tir. Ona ilim ve yumuşak huyluluk (hilm) verilmiştir" demiştir.
Saîd b. Abdülaziz: "Şeddâd güzel konuşur, öfkesine hâkim olurdu" derdi. Hâlid b. Mi'dân da: "Şam'da, Ubâde b. Sâmit ve Şeddâd b. Evs'ten daha âlim ve güvenilir kimse yok" derdi.
Mufaddal el-Gaylânî ise: "Ensâr'ın zâhidleri (dünyaya rağbet etmeyenleri), Ebu'd-Derdâ, Umeyr b. Sa'd ve Şeddâd b. Evs'tir" diyerek Hz. Şeddâd'ın başka bir özelliğini dile getirmiştir.
Şeddâd (r.a.) Resûlullah'ın (s.a.) irtihalinden sonra yerleştiği Şam'ın mescidlerinin birinde bir grup sahâbenin de içlerinde bulunduğu bir topluluğa: "Sizin için Resûlullah'ın (s.a.) korkuttuğu gizli şirkten korkuyorum" dedi. Ebu'd-Derdâ: Resûlullah (s.a.); "Şeytan, Arap yarımadasında Allah'tan başkasına kulluk edilmesinden ümidini kesmiştir" buyurmadı mı? Bizi korkuttuğun bu gizli şirk de nedir? diye sorunca: "Bir kişi başka bir kişi için namaz kılsa, oruç tutsa, sadaka verse şirk koşmuş olmaz mı? İşte başkalarının hoşuna gitmek için (riya ile) ibadet edenlerin Allah'a şirk koşmuş olduğunu Resûlullah'tan işittim" dedi. (Müsned, 4/125-126)
ŞEYBE b. OSMAN (r.a.)
Soy silsilesi: Şeybe b. Osman b. Ebû Talha b. Abdüluzzâ b. Osman b. Abdüddâr b. Kusay el-Kureşî el-Abderî. Annesi: Ümmü Cemil bint Umeyr'dir ve Mus'ab b. Umeyr'in kız kardeşidir.
Hz. Şeybe, kadın sahâbîlerden Safiyye bint Şeybe'nin babasıdır. Babası Osman, Uhud Savaşı'nda Hz. Ali tarafından kâfir olarak öldürülmüştür.
Mekke fethedilip Huneyn Savaşı'na çıkılırken Şeybe, Kureyşliler arasında savaşa katıldı. Henüz müslüman olmamıştı. Bir fırsatını bulup Peygamberimiz'i (s.a.) öldürmek istiyordu. Kılıçla arkasından yaklaşırken önünde aniden bir ateş belirince geri dönüp kaçmaya başladı. Kalbini bir korku ve vücudunu titreme kaplamıştı. Peygamberimiz: "Ey Şeybe, buraya gel" diye seslendi. Yanına gelince mübarek elini Şeybe'nin kalbi üzerine koydu. "O sırada kalbim Muhammed'in sevgisiyle doldu" diyor. Orada müslüman oldu ve müslüman saflarında kahramanca savaştı. Savaşın kritik anlarında Peygamberimiz'in (s.a.) etrafından hiç ayrılmadı ve O'nu korudu. Kısa bir süre önce Hz. Peygamber'e suikast düşünen bir kişi, kalbinde tutuşan iman ateşinin etkisiyle, Resûlullah'a bir zarar gelmemesi için hayatını ortaya koyuyordu.
Hz. Şeybe'nin en önemli özelliği Kâbe'nin anahtarını korumakla görevlendirilmesidir. Peygamberimiz, Kâbe'nin anahtarını onunla birlikte amcasının oğlu Osman b. Talha'ya verdi ve: "Ey Ebû Talha Oğulları, ebedî olarak bu anahtarlar sizde kalsın. Hiçbir zalim onları sizden almasın" dedi. Anahtarlar onların sülâlesinde nesilden nesile geçti.
Hz. Şeybe İslâm tarihinde önemli bir olayda daha rol oynamıştır. O da şudur: Hz. Ali ile Hz. Muâviye'nin mücadelesi sırasında Hz. Ali hac emiri olarak Kusem b. Abbas'ı, Hz. Muâviye ise Yezid b. Şecere'yi görevlendirmişti. Hac sırasında iki görevli arasında tartışma çıktı. Sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî araya girdi. Her ikisinin de görevlerini Hz. Şeybe'ye devretmelerini sağladı. Böylece önemli bir ihtilâf ortadan kaldırılmış, müslümanlar birlik içinde hac görevlerini yerine getirmiş oldular.
Hz. Şeybe, H. 59'da Yezid b. Muâviye döneminde vefat etti. Hz. Peygamber'den doğrudan ayrıca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer vasıtasıyla hadîs nakletmiştir. Kendisinden oğlu Mus'ab b. Şeybe, torunu Müsâfi' b. Abdullah, Ebû Vâil, Abdurrahman b. Zeccâc, İbn Abbas'ın kölesi İkrime hadîs nakletmişlerdir. Hadîsleri Kütüb-i Sitte'de yer almıştır.
ŞEYMÂ bint HÂRİS (r.a.)
İsmi ve soyu: Şeymâ bint Hâris b. Abdüluzzâ b. Rifâa. Peygamberimiz'in (s.a.) süt kardeşidir. Asıl ismi Huzâfe idi. Peygamberimiz'in (s.a.) süt kardeşleri Abdullah, Üneyse, Huzeyfe ve Huzâfe idi. Bunlar süt babası Hâris'in çocuklarıydı. Şeymâ annesiyle birlikte Peygamberimiz'e bakardı. Çok hakkı geçmişti.
Huneyn Savaşı'nda Hevâzin esirleri arasında bir kadın, ashâba: "Ben sizin efendinizin kız kardeşiyim" dedi. Onu Peygamberimiz'in huzuruna çıkardılar. "Süt kardeşim olduğunu nasıl ispatlarsın" diye sordu. "Ben seni küçükken sırtıma bindirmiştim. O zaman sırtımı ısırmıştın" dedi. Hz. Peygamber olayı hatırladı. Şeymâ'nın altına hırkasını serdi ve: "Buyur otur" dedi. Resûlullah'ın gözlerinden yaşlar boşandı. Şeymâ o sırada müslüman oldu. Peygamberimiz: "İstersen bizimle kal. Bizimle kalırsan seve seve sana izzet ve ikramda bulunuruz. İstersen kabilene de dönebilirsin" diyordu. Şeymâ (r.a.) kabilesine dönmeyi arzu etti. Peygamberimiz ona birçok hediyeler, cariye ve köleler vererek kabilesinin yanına gönderdi.
Şeymâ, küçükken Peygamberimiz'in etrafında aşağıda tercümesi verilen şu şiiri okuyarak oynarmış:
Rabbim, Muhammed'e uzun ömürler ver.
O'nu yetişkin biri olarak da göreyim.
Sonra O'nu bir efendi ve lider iken göreyim.
Düşmanları hep birlikte yüzüstü olsunlar,
O'na ebediyyen sürecek bir şeref ver.
ŞİFÂ bint ABDULLAH (r.a.)
İsmi ve soyu: Şifâ bint Abdullah b. Abdüşşems b. Halef b. Şeddâd (veya Saddâd) el-Adeviyye el-Kureyşiyye. Asıl isminin Leylâ olduğunu söyleyenler de vardır. Annesi, Fâtıma bint Vehb'dir. İlk müslümanlardandır.
Ebû Hayseme (veya Hasme) b. Huzeyfe ile evlendi. Süleyman b. Ebû Hayseme bu evlilikten doğdu. Süleyman'ın sahâbe olup olmadığı tartışmalıdır.
Şifâ Hatun, çok akıllı ve faziletli bir kadındı. Hz. Peygamber onu zaman zaman ziyaret eder, ziyareti öğleye rastlarsa orada öğle uykusuna yatardı. Evde Peygamberimiz'in özel yatağı vardı. Hz. Peygamber öğleden sonra kısa bir uyku uyurdu. Kaylûle denilen bu uykunun sünnet olduğu âlimlerimiz tarafından belirtilmektedir.
Peygamberimiz, Hz. Şifâ'ya: "Hafsa'ya yazıyı öğrettiğin gibi karınca duasını da öğret" dediği bilinmektedir. Bundan Hz. Şifâ'nın okuma yazma bildiğini ve Hz. Hafsa başta olmak üzere bazı müslüman hanımlara okuma yazma öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Hz. Şifâ, okuduğu bir dua ile karıncaları etkisiz hale getirirdi. Peygamberimizin kasdettiği bu dua idi.
Medine'de Hakkakûn (Oymacılar) semtindeki bir evin Peygamberimiz (s.a.) tarafından Hz. Şifâ'ya iktâ edildiğini biliyoruz.
Kendisinden, oğlu Süleyman, iki torunu (Süleymanoğulları) Ebû Bekir ve Osman, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Hz. Hafsa, kölesi Ebû İshak hadîs nakletmişlerdir.
Şifâ Hatun Hz. Ömer'in fikir danıştığı yakınlarındandı. Hz. Ömer tarafından Medine çarşısının kontroluyla görevlendirilmişti.
Hayatı hakkında daha fazla bilgi yoktur.
ŞURAHBİL b. HASENE (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah, Ebû Abdurrahman veya Ebû Vâile'dir. Hasene, annesinin ismidir. Arap geleneğine göre, çocuklar babalarının ismiyle anılır. Şurahbil'in babası küçük yaşta vefat ettiğinden annesinin ismiyle anılmıştır. Babasının ismi Abdullah'tır.
Soyu hakkında kaynaklarda ihtilâf vardır. Bazılarına göre: Şurahbil b. Abdullah b. Mutî b. Amr el-Kindî. Bazılarına göre ise: Şurahbil b. Abdullah b. Gitrîf b. Abdüluzzâ b. Cüsâme b. Mâlik el-Kindî. Bazılarına göre ise, Meğûs b. Müzâhim b. Temîm b. Âmiroğulları'ndandır.
Mensup olduğu kabile hakkında da iki rivayet vardır. Bazı kaynaklar Kinde kabilesine, bazı kaynaklar ise Temîm kabilesine mensup olduğunu kaydeder. Annesi, Ma'mer b. Habib el-Cumahî'nin kölesi olduğundan Hz. Şurahbil, Temîm kabilesinden sayılmıştır. Kabilesi hakkındaki ihtilâf buradan kaynaklanmaktadır.
Efendisi Ma'mer, Hasene'yi, evlâtlık edindiği Züreykoğulları'ndan Süfyân isimli biriyle evlendirdi. Hasene'nin bu evlilikten Cünâde ve Câbir isimli iki oğlu daha oldu. Hz. Şurahbil, babası, annesi ve anne bir iki kardeşi İslâmiyet'in ilk yıllarında müslüman oldular ve hep birlikte Habeşistan'a hicret ettiler. Muhammed b. Amr; Süfyân'ın, Şurahbil'in babalığı değil ana bir kardeşi olduğunu kaydeder. Hz. Şurahbil'in bir ara vahiy kâtipliği yaptığı da belirtilir.
Daha sonra Şurahbil ve ailesi, Habeşistan'dan Medine'ye hicret ettiler. Süfyân (r.a.) ve iki oğlu Hz. Ömer döneminde vefat ettiler. Hz. Şurahbil bunun üzerine Zühreoğulları kabilesine anlaşma yoluyla katıldı.
Şurahbil (r.a.)'in Medine'ye hicretinden sonra Peygamberimiz'in irtihaline kadarki hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Medine'ye hicretinden sonra Peygamberimiz'in gazâlarına katılmıştır.
Hz. Şurahbil'in İslâm tarihine geçen asıl önemli faaliyetleri Hz. Ebû Bekir döneminde olmuştur. Bu dönemde yapılan fetihlerde komutan olarak önemli rol aldı. Şam seferi sırasında genel komutan Hâlid b. Velid'e bağlı olarak Ürdün üzerine gönderildi. Bizanslılar'la yapılan kanlı Ecnâdeyn Savaşı'nda Hz. Hâlid'in maiyetinde çarpıştı. Şam kuşatmasında Kerâdîs kapısını tutmakla görevlendirildi. Bu arada müslümanlar Fahl tarafından şehri kuşatmak istediler. Bizanslılar, Fahl-Beysan arasına nehir yatağını çevirerek bataklık hale getirmişlerdi. Hz. Şurahbil, düşmanın arkadan kıstırabileceğini düşünerek ordusunu durdurdu. Onun bu tedbiri sayesinde ordu bataklığa saplanmaktan kurtuldu. Burada da düşmanı mağlûp ettikten sonra Amr b. Âs'la Beysan'a yürüdüler. Beysan valisi kaleye sığındı. Birkaç gün kuşatmadan sonra kale barış yoluyla alındı. Bunu duyan Taberiye valisi de barış yoluyla şehri teslim etti. Hz. Şurahbil ilerlerdi ve bütün Ürdün yöresini fethetti. Bu arada müslümanlar Şam'ı fethettiler (M. 635).
Daha sonra Yermük Savaşı'nda Hz. Hâlid komutasındaki ordunun iki cenahına Amr b. Âs ile Şurahbil b. Hasene komuta ettiler. Hz. Şurahbil burada çok büyük kahramanlık gösterdi. Bizans ordusu burada ağır bir mağlubiyete uğratıldı (M. 636).
Müslümanlar daha kuzeye ilerlediler. Bu ara Hz. Ömer devrinde Şam ve Irak civarında çok büyük bir veba salgını başgösterdi. Amevas vebası diye ünlü olan bu salgında pek çok sahâbî ve müslüman vefat etti. Hz. Şurahbil de bu salgında vefat edenlerdendi (H. 18). Vefat ettiğinde 67 yaşındaydı.
Kendisinden iki oğlu Rebîa ve Abdurrahman ile Ebû Abdullah el-Eş'arî hadîs nakletmişlerdir.
Hayatı gazâ meydanlarında geçmiş bir İslâm serdengeçtisiydi.
TALHA b. UBEYDULLAH (r.a.)
Cennet'le müjdelenen 10 kişiden birisidir. Soyu: Talha b. Ubeydullah b. Osman b. Amr b. Kâ'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Kâ'b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne. Talha'nın annesinin ismi, Sa'be bint Abdullah b. İmâd b. Mâlik idi.
Talha b. Ubeydullah'ın soyu, Resûlullah (s.a.) ile Mürre b. Kâ'b'da, Hz. Ebû Bekir'in soyu ile de Kâ'b b. Sa'd b. Teym'de birleşir.
Talha b. Ubeydullah; Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm ve Sa'd b. Ebî Vakkâs ile aynı yılda, bir başka ifade ile Hz. Peygamber'e peygamberlik gelmeden 10 yıl önce doğmuştur. Bu sahâbînin hicrete kadar olan hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. O'nunla ilgili olarak bu döneme ait bilinen tek husus, kendisinin kumaş ve elbise satan bir tüccar olduğu ve gençliğinde bu maksatla birçok sefer yaptığı merkezindedir. Nitekim O'nun İslâm'a girmesine de bu seferlerden birisi sebep olmuştur.
Talha, Busra panayırında bir rahip ile karşılaşmıştı. Bu rahip, Talha'ya kendi bölgelerinden bir peygamber çıkacağını belirttikten sonra, onda bulunacak vasıfları birer birer saydı. Arkasından da böyle bir şahıs çıktığında derhal onun dinine girmesini kendisine tavsiye etti. Talha, Mekke'ye döndüğünde durumu çevresindekilere anlattı.
Bu sırada Resûlullah (s.a.) İslâm'ı gizli olarak yaymaya çalışıyordu. Bu durumu bilen bazı kişiler Talha'ya Hz. Peygamber'in faaliyetleri hakkında bilgi verdiler. Talha doğru Hz. Ebû Bekir'in yanına gitti ve onu alarak Resûlullah (s.a.)'ın yanına vardı. Rahibin söylediklerini haber verince, Hz. Peygamber, buna çok sevindi. Resûlullah (s.a.), Talha'ya, İslâm'a girmesi için teklifte bulundu. Talha, İslâm'ı kabul ettiğini açıkladıktan sonra, Resûlullah, bazı âyetleri kendisine okudu ve İslâm'ın bazı prensiplerini anlattı.
Hz. Talha, İslâm'a girdikten sonra, diğer ilk müslümanlar gibi Kureyş müşriklerinin ağır işkence ve hakaretlerine maruz kaldı. Talha'nın öz kardeşi olan Osman b. Ubeydullah'ı, bir defasında Hz. Ebû Bekir İslâm'a davet etmişti. Osman, hak dini kabul etmediği gibi, kardeşi Talha'ya, İslâmiyet'i kabul ettiği için yapmadığı eziyeti bırakmamıştı.
Hz. Talha, yukarıda da arzettiğimiz gibi, ticaretle uğraşırdı. Bu yüzden sık sık dışarı gidiyordu. Resûlullah (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sırada yine Şam'a gitmişti. Talha, Medine'ye geldiğinde Resûlullah (s.a.)'ın buraya hicret ettiğini öğrendi. Talha, kervanda bulunan mallarını da terkederek Medine'de kalmaya karar verdi. Bu sahâbî, daha sonra Es'ad b. Zürâre'yi Mekke'ye göndererek, eşi ve çocuklarını da Medine'ye getirtmiştir. Resûlullah (s.a.), Talha'yı Ensâr'dan Übey b. Kâ'b ile kardeş ilân etti.
Bilindiği üzere hicretten hemen sonra, müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında çok kanlı savaşlar oldu. Bu önemli savaşlardan ilki ve en önemlisi Bedir Savaşı idi. Talha, ticaretle meşgul olduğu ve ayrıca Kureyş'in ticaret kervanı hakkında bilgi toplamak üzere, Resûlullah tarafından Şam'a vazifeli olarak gönderildiği için, Bedir Savaşı'na katılamamıştır. Talha, Resûlullah (s.a.)'a Kureyş'in ticaret kervanının durumu hakkında ayrıntılı rapor vermiştir. Hz. Peygamber de O'nu Bedir Savaşı sonunda buradan alınan ganimetlerden pay vermek suretiyle mükâfatlandırmıştır.
Talha b. Ubeydullah, ilk olarak Uhud Savaşı'na katılmıştır. O, bu savaşta çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Talha'nın bu savaşta gösterdiği kahramanlığa Muhâcirler ve Ensâr hayran kaldı. Bilindiği üzere müslümanlar Uhud'da, başta galip durumda iken, okçuların yerlerini terketmeleri üzerine bir ara mağlup vaziyete düştüler. Bu esnada bir kısım müslümanlar ümitsizliğe düşmüşler, diğer bir kısmı da geriye çekilirken, içlerinde Talha'nın da bulunduğu bir grup müslüman, Resûlullah (s.a.)'ın etrafında toplandılar ve canları pahasına düşmanla çarpıştılar. Bunlar Resûlullah'ı korumak için olağanüstü gayret göstermişlerdi. Buna rağmen Hz. Peygamber, yüzünden yaralanmış, dişi kırılmış ve mübârek yüzünden kanlar akmaya başlamıştı. İşte bu esnada müşriklerden birisi Resûlullah (s.a.)'a bir ok indirmek istediğinde, Talha bunu eliyle karşılamış ve bu yüzden çolak kalmıştı. Uhud'da yaralanan Hz. Peygamber'i, sırtında taşıyarak Uhud kayalığına çıkan Talha olmuştu.
Resûlullah (s.a.), O'nun bu fedakârlığı üzerine: "Talha Cennet'te komşuluğumu haketti" buyurmuştur. Resûlullah, O'nun bu savaştaki kahramanlığından bahsederken: "Uhud günü yeryüzünde, sağımda Cebrâil'den solumda da Talha'dan başka bana yakın hiçbir kimse bulunmadığını gördüm" buyurmuştur. Bir başka defasında Resûlullah O'nun hakkında: "Yeryüzünde bir şehide bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah'a baksın" buyurmuştur.
Talha b. Ubeydullah, Uhud'da çolak kalmasına rağmen Resûlullah ile birlikte Mekke'nin fethine kadar devam eden savaşların tamamına katılmıştır. Mekke'nin fethinden sonra Huneyn Savaşı'na da katılan bu kıymetli sahâbî, bu savaşta da bir ara müslümanlar bozguna uğrar gibi olduklarında, Resûlullah (s.a.)'ın yanından hiç ayrılmamıştı.
O, savaşlara sadece fiilen katılmamış, aynı zamanda mallarını da bu uğurda harcamaktan çekinmemiştir. Nitekim, Tebük Savaşı'nda orduya çok büyük maddî yardımda bulunduğu için Resûlullah kendisine Feyyâz (çok cömert kişi) ünvanını vermiştir. Ayrıca Resûlullah, bu savaşta münâfıkları takip için Talha'yı görevlendirmişti.
Hz. Talha, Veda haccında da hazır bulunmuştur.
Bu kahraman sahâbî Hz. Peygamber'in vefat haberini öğrenince çok üzülmüştü. Muhâcir ve Ensâr'dan ileri gelenler, Resûlullah (s.a.) vefat ettikten sonra Benî Sâide gölgeliğinde toplanarak hilâfet konusunu tartıştıkları sırada Hz. Talha, bir köşeye çekilerek Resûlullah için gözyaşı döküyordu.
Hz. Talha, Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiğini öğrenince hemen O'nun yanına giderek kendisine bîat etti. Talha ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında son derece sakin bir hayat yaşadı. Hz. Ebû Bekir, zaman zaman bu kıymetli insanı yanına çağırarak O'nunla devlet işlerini tartışırdı.
Hz. Ebû Bekir hastalandığı zaman, yerine kimin halife olacağı hakkında sahâbenin ileri gelenleri ile konuşmuştu. İşte bu ilk halifenin görüştüğü kişilerden birisi de Talha b. Ubeydullah idi. Talha: "Hz. Ömer, bu makama en lâyık olan zattır. Allah sana; müslümanların işini kime terkettin, derse açık alın ve gönül rahatlığı ile: Ömer'e bıraktım, dersin" diyerek Hz. Ömer'in halife olmasının daha iyi olacağını söylemiştir.
Hz. Ömer, memleket işlerini görüşmek için bir müşâvere heyeti teşkil etmişti. O'nun müşâvere meclisinin üyelerinden birisi Hz. Talha idi. Nihâvend Savaşı sırasında Halife Hz. Ömer, bir ara savaşa devam edip etmeme konusunda tereddüte düştü. Bu savaş müslümanlarla İran arasında bir ölüm kalım savaşıydı. İşte bu esnada ashâbın ileri gelenlerini toplayarak onların görüşlerine başvurma ihtiyacını duydu. Hz. Talha, harekâtın devam etmesini tavsiye etti.
Bilindiği üzere Hz. Ömer, hicretin 23. yılında yaralandığında, ölmeden önce halife adayı olarak gösterdiği altı kişiden birisi Talha b. Ubeydullah idi. Bu kişiler kendi aralarından birisini halife seçmek için toplandıklarında Hz. Talha, sonuca kolay gidilmesi için Hz. Osman lehine halife adaylığından çekildi.
Hz. Osman döneminin ilk 6 yılında durum normal olarak seyretti. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber ve ilk iki halifenin yolu izlendi. Ancak ikinci 6 yılın başından itibaren her taraftan yönetimle alâkalı şikâyetler gelmeye başladı. Olayları anında izlemek ve gerekli tedbirleri almak üzere bir şurâ heyeti kurulmuştu. Bu şûranın üyelerinden birisi yine Talha idi. Hz. Talha, güvenilir kişilerin seçilerek çeşitli yerlere gönderilmesini ve şikâyetlerin tahkik edilmesini istedi. Bu teklif kabul edilerek Muhammed b. Mesleme, Üsâme b. Zeyd, Ammâr b. Yâsir ve Abdullah b. Ömer çeşitli bölgelere gönderildi.
Bu görevliler gerekli incelemeleri yaparak Medine'ye geri döndüler. Edinilen bilgilere göre endişe edilecek bir durum yoktu. Ancak olaylar durmak bilmiyor ve hatta giderek atıyordu.
Neticede bilindiği üzere Hz. Osman'ın evi âsiler tarafından kuşatıldı. Bu esnada Talha, Hz. Osman'ın yanına gelerek O'na yardımcı oldu. Hatta bu kahraman sahâbî, bir ara dışarı çıkarak âsîleri yatıştırmaya çalıştı. Ayrıca Talha, oğullarını, Hz. Osman'ı korumaları için görevlendirdi. Âsiler, tecâvüzlerini arttırdıkları sırada Hz. Talha, bunlara karşı koymaya çalıştı ise de O'nun şehâdetine mani olamadı.
Hz. Talha, Hz. Osman'ın şehid edildiğini öğrenince: "O zaman, artık ne vasiyet edilebilir, ne de ailelerine dönebilirler." (Yâsin, 36/50) meâlindeki âyeti okuyarak bu olaydan dolayı üzüldüğünü ifade etmiştir.
Hz. Osman şehid edildikten sonra âsiler, Hz. Ali'nin halife olmasını istediler. Bunlar halkın bir kısmından zorla Hz. Ali için bîat almaya başladılar. Âsiler Talha'yı da evinden zorla Mescid-i Nebevî'ye getirerek, Hz. Ali için bîat aldılar.
Hz. Talha ve O'nun gibi düşünen bir kısım sahâbî, Hz. Osman'ı şehid eden âsilerin yakalanarak cezalandırılmalarını istiyorlardı. Ancak genel asayiş düzenli olmadığı için, Hz. Talha ve O'nun gibi düşünenler, bir süre beklemeyi tercih ettiler. Bir hayli zaman geçmesine ramen, âsiler ellerini kollarını sallayarak geziyorlardı. Hz. Ali'nin çevresinde bulunan bazı yetkili kişiler, âsileri yakalama konusunda oldukça yavaş davranıyorlardı.
Bu durum, giderek Hz. Talha ve O'nun gibi düşünenleri rahatsız etmeye başladı. Neticede Hz. Talha, yanına Zübeyr b. Avvâm'ı da alarak Hz. Ali'nin yanına gitti. Bu iki sahâbî, görüşme sonucunda Hz. Ali'nin âsilerin üstesinden gelemeyeceği kanaatine vardılar.
Bu sırada Hz. Âişe, hac görevini ifâ etmek için Mekke'de bulunuyordu. Olanlara son derece üzülen Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Hz. Âişe ile görüşmek üzere Mekke'ye doğru yola çıktılar. Bunlar Hz. Âişe ile buluştuklarında Medine'de olup bitenleri kendisine anlattılar. Yapılan görüşmelerden sonra bu üç sahâbî ile birlikte bir grup müslüman, Basra'ya doğru yola çıktı.
Onların bu davranışlarını öğrenen Hz. Ali de yanına biraz kuvvet alarak Basra'ya doğru ilerledi. Aslında her iki tarafın da savaş yapma niyeti yoktu. Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr, Hz. Osman'ı şehid eden kişilerin yakalanarak cezalandırılmalarını istiyor, Hz. Ali ise öncelikle iç huzuru sağlamayı düşünüyordu. Fakat bazı bozguncuların tahrikleri yüzünden iki müslüman grup hicretin 36. yılında (10 Cemâziyelâhir 36/ 4 Aralık 656) Basra yakınlarında karşı karşıya geldi.
Müşriklerle, uzun yıllar, aç susuz yanyana mücadele eden ve İslâm'ı yaymak için herşeylerini fedâ eden Hz. Ali, Talha, Zübeyr başta olmak üzere çok sayıda kişi birbirleri ile savaşmak zorunda bırakılmışlardı. Bu son derece üzücü bir şeydi. Ama bir defa ok yaydan çıkmıştı. Artık müslümanlar birbirlerinin kanını dökmeye başlamıştı. Bu savaş, Hz. Âişe'nin devesinin etrafında meydana geldiği için tarihe Cemel Olayı diye geçti. Bu savaşta Hz. Talha ve Hz. Zübeyr b. Avvâm şehid oldular.
Hicretin 36. yılında Cemel olayında şehid olan Hz. Talha, bir rivayete göre savaş meydanına defnedilmiştir. Bir başka rivayete göre ise O'nun cesedi daha sonra Basra'ya nakledilmiştir. Bugün bu kahraman sahâbînin kabrinin nerede olduğu bilinmemektedir.
Hz. Talha, üstün ahlâklı birisiydi. Resûlullah (s.a.)'a olan sevgisi, O'nda herşeyin üstündeydi. O, yukarıda da arzettiğimiz gibi Uhud Savaşı'nda canını bile Resûlullah için tehlikeye atarak çolak olmuştu. Hz. Talha sadaka vermeyi çok severdi. Fakirleri arayıp bularak kendi imkânları ölçüsünde onlara yardım ederdi.
Bu kıymetli sahâbî, Zî-Kared Gazvesi'nde, mücâhidler susuz kalmasınlar diyerek kendi parası ile bir kuyu satın almış ve onu mü'minlere vakfetmişti. Yukarıda da belirtiğimiz gibi Tebük'te yaptığı malî yardımdan dolayı Hz. Peygamber kendisine Feyyâz (çok cömert kişi) ünvanını vermişti. Hz. Talha öksüzleri himaye eder, dulları korur, borçlu olanlara yardım ederdi.
Resûlullah (s.a.), âhirete irtihal ettikten sonra, Talha, bütün mallarını Hz. Âişe'nin emrine tahsis etmişti. Çünkü Talha, Hz. Ebû Bekir ile amca çocukları ve Hz. Peygamber'in en yakınlarından idi.
Hz. Talha misafirlere ikram etmekten çok hoşlanırdı; Medine'ye dışarıdan gelenler çoğunlukla O'nun evine misafir olurlardı. O, Medine'de bulunan bütün müslümanları zaman zaman ziyaret eder ve onlardan ihtiyaç sahibi olanlara yardım ederdi. Bir müslümanın sevinilecek bir şeyini duyunca da hemen O'na giderek kendisini tebrik ederdi.
Hz. Talha, son derece sevimli birisiydi. Herkes O'nu sever ve saygı gösterirdi. O, aynı zamanda görgü kurallarını da çok iyi bilirdi. Talha, konuşurken herkese güler yüz gösterir, ayrılırken de tebessüm ederdi.
Hz. Talha, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, ticaret kurallarını çok iyi bilirdi, çok iyi bir tüccardı. Bu yüzden, geçimini daha çok ticaretle temin ederdi. Ancak, hicretten sonra daha ziyade ziraatle meşgul olmaya başladı.
Talha'nın Medine'de çok geniş bir arazisi vardı. O, bu araziye çok iyi bakar, bol miktarda ürün elde ederdi. Ayrıca Hayber ve Irak'ta da tarlaları vardı. Elde ettiği ürünlerden ihtiyacı kadarını ayırdıktan sonra geri kalanını fakirlere dağıtırdı. Kendisi, son derece sade giyinir, yeme ve içmede israftan kaçınırdı.
Hz. Talha, orta boylu ve çok yakışıklı birisiydi. Saçları ne düz, ne de kıvırcıktı. Saçlarının beyazını boyamazdı. Burnunun ucu ince ve ayakları büyüktü, yürürken hızlı yürürdü.
Hz. Talha'nın başından birkaç evlilik geçmiştir. O'nunla evlenen kadınlar şunlardır: Ümmü Külsüm bint Ebû Bekir, Sa'dî bint Avf, Ümmü Ebân bint Rebîa b. Abdüşşems, Havle bint Ka'ka'. Talha'nın bu evliliklerinden, Muhammed, İmrân, İsa, Yahya, İsmail, İshak, Zekeriyya, Yakub, Mûsa ve Yusuf adlarında oğulları, Ümmü İshak, Âişe, Sa'be, Meryem adlarında da kızları olmuştur.
Resûlullah (s.a.) ile birlikte uzun süre bir arada kaldı ve bu yüzden O'nun birçok sözlerini kulakları ile duydu. Ayrıca Hz. Peygamber'in yanında meydana gelen birçok olaya şahit oldu. Bu bakımdan Hz. Talha'nın rivayet ettiği hadîsler çok büyük bir önem taşır.
Hz. Talha, Resûlullah (s.a.)'tan doğrudan aldığı hadîslerin dışında Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den de hadîs nakletmiştir. Kendisinden de çocukları, Muhammed, Mûsa, Yahya, İmrân, İsâ, İshak, Âişe, yeğeni Abdurrahman b. Osman ile Câbir b. Abdullah, Sâib b. Yezid, Kays b. Ebî Hâzim, Mâlik b. Evs, Ebû Osman en-Nehdî başta olmak üzere çok sayıda sahâbî ve tâbiî hadîs nakletmiştir.
TEMÎM ed-DÂRÎ (r.a.)
Künyesi: Ebû Rukıyye. İsmi ve soyu: Temîm b. Evs b. Hârice (veya Hârise) b. Sad (veya Sevâd) b. Cezîme el-Lahmî el-Filistînî ed-Dârî. Dâr, Lahm kabilesinin bir oymağıdır. Bu yüzden kabilesi hem Dârî, hem Lahmî olarak zikredilir.
Müslüman olmadan önce Filistin'de rahipti. Hicrî 9. yılda, içlerinde kardeşi Nuaym b. Evs'in de bulunduğu on kişilik bir heyetle Medine'ye geldiler ve müslüman oldular. Buhârî, Temîm (r.a.)'in Ebû Hind ed-Dârî'nin kardeşi olduğunu kaydeder. Müslüman olunca Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Resûlü; Allah seni yeryüzüne hâkim kılacak. Köyümün arazisinin mülkiyetini bana bağışla" dedi. Peygamberimiz de o arazinin Temîm'e (r.a.) iktâ edildiğine dair bir belge verdi.
Hz. Ömer döneminde Temîm'in ülkesi fethedilince elindeki belgeyle Hz. Ömer'e geldi ve araziyi istedi. Hz. Ömer araziyi ona verdi. Resûlullah (s.a.) bu araziyi satmamasını söylemişti. Bu arazi onun soyunda, nesilden nesile intikal etti.
Müslüman olduktan sonra, Resûlullah'ın gazalarına katıldı. Hz. Osman'ın öldürülüşüne kadar Medine'de kaldı. Bu olaydan sonra fitneye bulaşmamak için Filistin'e yerleşti.
Hicrî 40 yılında vefat etti. Kabri Filistin'dedir. Kendisinden İbn Abbas, Enes b. Mâlik, Kesîr b. Mürre, Atâ b. Yezid el-Leysî, Zürâ b. Evfâ, Şehr b. Havşeb hadîs nakletmişlerdir. Bize kadar ulaşan hadîslerinin sayısı 18'dir. İbn Sîrîn: Resûlullah'ın (s.a.) sağlığında Kur'ân'ın tamamını ezberleyen üç kişi vardı. Bunlar; Übey b. Kâ'b, Hz. Osman ve Temîm ed-Dârî'dir, demiştir. Rivayet ettiği hadîslerden bir tanesi Müslim'in Sahîh'inde yer almıştır.
Hz. Temîm, kendini ibadete adamış, dünyaya rağbet etmeyen bir zattı. Bir rekâtta Kur'ân'ı hatmettiği olurdu. Taberânî ve başkalarının rivayet ettiklerine göre; bir gün Kâbe'de Makam-ı İbrahim'in yanında Câsiye sûresini okuyormuş. "Yoksa kötülükleri işleyip duran bu kimseler; hayatlarında ve öldükten sonra, kendilerini iman edip salih amel işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!.." (Câsiye, 45/21) âyetini okuyunca, sabaha kadar ağlayarak bu âyeti tekrar edip durmuş.
Bir gece teheccüd namazına kalkamamıştı. Nefsini bu ihmalinden dolayı cezalandırmak için bir sene geceleri uyumadı.
Hz. Temîm, kerâmet sahibiydi. Hz. Ömer onun bu özelliğini bildiğinden Harre mevkiinde çıkan bir yangını söndürmesini rica etti. Temîm: "Ben kim, yangını söndürmek kim" diye tevazu gösterdi. Hz. Ömer ısrar edince yangının çıktığı yere gitti, elleriyle işaret ederek yangını bir vadiye kaydırarak hepsetti ve söndürdü.
TUFEYL b. AMR ed-DEVSÎ (r.a.)
Ezd kabilesinin Devs koluna mensuptur. Araplar'ın eşrafındandır. Soyu: Tufeyl b. Amr b. Tarîf b. Âs b. Sa'lebe b. Süleym b. Fehm b. Ganem ed-Devsî. Şâirdi. Çok cömert biriydi.
Hicretten önce Mekke döneminde müslüman olmuştur. Müslüman oluşu ilginçtir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) İslâm'a davete başladığı yıllarda Tufeyl, Mekke'ye gelmişti. Kureyşliler Mekke'ye gelen yabancıları karşılar, onların İslâmiyet'ten etkilenmemesi için Peygamberimiz ve İslâm aleyhinde propaganda yaparlardı. Aynı taktiği Tufeyl'e de uyguladılar. "Bu adamla görüşmen tehlikeli olabilir. Sen şâir ruhlu birisin. Bunun sözleri sihir gibi tesir ediyor. Bizim aramıza ayrılık soktu. Seni de sözleriyle etkiler de kabilen arasına ayrılık sokabilir. Sakın O'nunla konuşma" dediler. Tufeyl bu tavsiyelere uymuş ve kulaklarına Peygamber'in konuştuklarını işitmemek için pamuk tıkamıştı. Bu davranışından dolayı daha sonraları kendisine iki pamuklu anlamına gelen "Zü'l-Kutneteyn" lâkabı takıldı.
Bu sıralarda bir gün Kâbe'ye gitmişti. Orada Peygamberimiz'e rastladı. Namaz kılıyordu. Bu ara: "Söyledikleri güzelse kabul ederim. Güzel değilse kabul etmem. Niçin dinlemekten çekiniyorum" diye düşündü. Dikkatle dinleyince çok etkilendi. Kendi kendine: "Ben şâirim, ama şimdiye kadar böyle güzel sözler işitmedim" dedi.
Peygamberimiz Harem-i Şerif'ten ayrılırken arkasından takip etti. O'nunla birlikte evine kadar girdi ve Kureyşliler'in kendisine söylediklerini aktardıktan sonra: "Dininin hak olduğu duygusu içime doğdu. Dinini bana anlat" dedi. Peygamberimiz ona İslâmiyet'i anlattı; Tufeyl (r.a.) müslüman oldu. "Ben kavmime dönüp onları İslâm'a davet edeceğim. Allah'a dua et, senin mucizen olarak bana bir alâmet versin" dedi. Peygamberimiz: "Allah'ım, onu nurlandır" diye dua etti.
Kavmine dönerken iki gözü arasında bir nur parladığını farketti. "Ya Rabbi, kavmim bunu, dinlerini terkettiğim için kötü bir alâmet sanabilirler. Bu nur yüzümde olmasın" diye dua etti. Kendisine nur alâmeti verilmesinden dolayı Hz. Tufeyl'e "Zünnûr: Nur sahibi" lâkabı takılmıştı. Önce anne ve babasını İslâm'a davet etti. Onlar müslüman olunca, kabilesini İslâm'a davete başladı. Fakat kabilesinden kimseyi İslâm'a çekemiyordu. Sadece Ebû Hüreyre müslüman olmuştu.
Tekrar Mekke'ye gitti ve Peygemberimiz'in huzurununa çıkıp: "Ey Allah'ın Resûlü, Devs kabilesi Hakk'ı kabulden kaçınıyor. İsyan içindeler. Ben çaresiz kaldım. Faiz ve zina almış yürümüş, dua et" diye ricada bulundu. Peygamberimiz (s.a.): "Allah'ım; Devsî'ye hidayet et" diye dua buyurdular. Geri dönüp tekrar yumuşaklıkla davete başlamasını söyledi. Bundan sonraki daveti çok etkili oldu. Bu arada uzun yıllar geçti. Peygamberimiz, Medine'ye hicret etti. Hayber seferi esnasında Hz. Tufeyl kabilesinden müslümanlığı kabul eden 70 veya 80 civarında müslümanla birlikte Medine'ye geldiler. Peygamberimiz'le Hayber'de buluştular. Resûlullah (s.a.) Hayber ganimetlerinden Devs müslümanlarına da pay verdi.
Hz. Tufeyl Mekke fethine de katıldı. Daha sonra kabilesindeki "Zülkeffeyn" isimli putu imha etmek üzere Peygamberimiz'den izin istedi. Peygamberimiz'in izin vermesi üzerine ülkesine gidip adı geçen putu yaktı. Bu esnada;
Ey Zülkeffeyn, sana tapmıyorum.
Bizim doğumumuz, seninkinden öncedir.
Kalbinin ortasında ateş yaktım.
beyitlerini söylüyordu. Putu yaktığı halde kendisine bir zarar vermediğini gören kabile mensuplarından o zamana kadar müslüman olmayanlar hep birlikte İslãmiyet'e girdiler.
Hz. Tufeyl Peygamberimiz'in irtihaline kadar Medine'de kaldı. Tekrar kabilesine dönmedi. Hz. Ebû Bekir döneminde, dinden dönenlerle yapılan savaşlara katıldı. Daha sonra Hicrî 11 yılında yapılan Yemâme Savaşı'nda şehid oldu. Ecnâdeyn Savaşı'nda şehid olduğunu rivayet edenler de vardır.
Bir çocuğunun ismi bilinmektedir. Amr isimli bu oğlu da Hz. Ömer dönemindeki Yermük Savaşı'nda şehid olmuştur.
TULEYB b. UMEYR (r.a.)
Künyesi: Ebû Adiy. Soyu: Tuleyb b. Umeyr (veya Amr) b. Vehb b. Kesîr b. Abd b. Kusay b. Kilâb b. Mürre el-Kureşî. Annesi Ervâ bint Abdülmuttalib, Peygamberimiz'in (s.a.) halasıdır. Yani Hz. Tuleyb, Efendimiz'in hala oğludur. Hem babasının, hem annesinin soyu Kusay'da Peygamberimiz'in soyu ile birleşir.
Hz. Tuleyb, Peygamberimiz'in Dârü'l-Erkam'da iken, gizli olarak İslâm'a davet ettiği ve İslâm'la şereflenen ilk müslümanlardandır. Müslüman olunca ilk olarak kendi aile fertlerini İslâm'a davete karar verdi. Annesine müslüman olduğunu söyleyince annesi: "Dayı oğlun (yani Peygamberimiz) senin desteğine en lâyık kişidir. Eğer ben erkek olsaydım O'na uyar ve destek olurdum" dedi. Bu sözleri işitince dünyalar Hz. Tuleyb'in olmuştu. "Ey anneciğim, o halde niçin müslüman olmuyorsun?" dedi. Ervâ Hatun da kısa sürede İslâm kervanına katıldı. Kadın olmasına rağmen çevresindekileri cesaretlendirmek ve teşvik etmek suretiyle ömür boyu Peyamberimiz'e destek oldu.
Hz. Tuleyb annesinden sonra kardeşi Hamza'nın da hidayete ermesine vesile oldu.
Hz. Tuleyb Mekke'deki en kritik günlerde Peygamberimiz'in gönüllü muhafızlığını yaptı. Resûl-i Ekrem'e (s.a.) maddî ve manevî zarar vermek isteyenler, bu Resûl-i Ekrem'in fedaisi delikanlıyı karşılarında buluyorlardı.
Bir gün Avf b. Sebre es-Sehmî'nin Resûl-i Ekrem (s.a.) hakkında yakışıksız sözler söylediğini işitmişti. Tuleyb eline geçirdiği bir deve kemiği ile onu döverek yaraladı. Bu hâdise kaynaklarda İslâm ve Hz. Peygamber uğruna dökülen ilk kan olarak kaydedilir. Hz. Tuleyb'i annesine şikâyet ettiler. O, şikâyetçilere şu mısra ile cevap verdi:
Tuleyb dayısının oğluna yardım etti.
O'nun kanını ve malını korudu.
Hz. Ervâ bu sözleriyle müşriklere, sizin geleneklerinize göre de bu gayet normal bir davranıştır. Niçin Tuleyb'in bu davranışından şikâyetçi oluyorsunuz, demek istiyordu.
Başka bir defa Tuleyb (r.a.), Ebû İhâb b. Aziz'in, Kureyş'in tahrikiyle Peygamberimiz'e suikast düşündüğünü haber aldı. Gidip tehdid ve ikaz etti. Aralarında çıkan kavgada onu da yaraladı. Yine müslümanlara müşriklerce boykot uygulandığı sırada Hz. Tuleyb, azılı İslâm düşmanı dayısı Ebû Leheb'i de pataklamış ve yaralamıştı. Ebû Leheb, Tuleyb'i, kız kardeşi olan Ervâ Hatun'a şikâyet edince şu cevabı aldı: "Onun hayatı boyunca yaptığı en hayırlı iş Muhammed'e yardım etmesidir."
Hz. Tuleyb'in (r.a.) Habeşistan hicretine de katıldığı bazı kaynaklarda kaydedilir. Bu hicrete hangi tarihte katıldığı ve ne zaman döndüğü kesin olarak bilinmiyor.
Peygamberimiz'le birlikte Medine'ye hicret etti ve orada Münzir b. Amr es-Sâidî ile din kardeşi oldu. İlk günlerde onun evinde misafir olarak kaldı.
Bedir Savaşı'ndan itibaren Resûlullah'ın bütün savaşlarına katıldı. Hicrî 13 yılında Hz. Ebû Bekir döneminde Bizans'a karşı Hâlid b. Velid komutasında yapılan Ecnâdeyn Savaşı'nda, 35 yaşında iken, şehadet şerbetini içti.
Evlenip evlenmediği, çoluk çocuğunun olup olmadığı bilinmemektedir. Kaynaklar, neslinin devam etmediğini kaydederler. Genç yaşta vefat etmesi ve bütün gençliğini İslâm uğruna mücadele ile geçirmesi hasebiyle evlenmeye fırsat bulamamış olduğu da düşünülebilir.
TULEYHA b. HUVEYLİD (r.a.)
Soyu: Tuleyha b. Huveylid b. Nevfel b. Nadle b. Eşter el-Esedî.
Tuleyha, Esedoğulları kabilesinden bir heyetle birlikte hicrî 9. yılda Medine'ye geldi ve müslüman oldu. Bu heyet Peygamberimiz'e: "Biz sana kurak bir yılda, karanlık bir gecede geliyoruz. Sen bize temsilcilerini göndermiyorsun" diye sitem etmişlerdi. Bunun üzerine: "(Bedevîler) müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: İslâm oluşunuzu başıma kakmayın. Aksine, imanınızda sadıksanız, Allah'ın sizi imana hidayet buyurmasından dolayı O'nun minneti altındasınız" (Hucurât, 49/17) âyeti nâzil oldu.
Peygamberimiz'in irtihalinden sonra irtidad etti, yani dinden çıktı. Hz. Peygamber'in peygamberlikte varisi olduğunu iddia etmeye başladı. Hâlid b. Velid, Beraha denilen yerde Tuleyha'yı büyük bir yenilgiye uğrattı. Tuleyha Şam tarafına kaçtı ve Gassanlılar'a sığındı. Sonra yaptıklarına pişman oldu ve yeniden müslüman oldu.
Hz. Ömer döneminde ihrama girip haccetmek üzere Kâbe'ye geldiğinde, Hz. Ömer O'na: "Ey Tuleyha, sana çok kızıyorum. Hâlid'in iki yardımcısı, Ukkâşe b. Mihsan ve Sâbit b. Akram gibi iki büyük sahâbîyi öldürdün" dedi. Bu iki sahâbî kendisiyle yapılan savaşta Tuleyha tarafından öldürülmüştü. Tuleyha: "Allah, bu iki sahâbîye benim elimle şehid olmayı ikram etti; onların eliyle beni mahvetmedi" dedi.
Tuleyha (r.a.) müslüman olduktan sonra ömrünü İslãm orduları saflarında savaşarak, gazadan gazaya koşarak geçirdi. Çok kahraman bir silâhşördü. Kahramanlığı darbımesel haline gelmişti. Tuleyha'nın bin silâhşöre bedel olduğu söylenirdi. Hz. Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkâs'a yazdığı bir mektupta, "Savaş konusunda Tuleyha ile istişare et" demişti.
Kâdisiye ve Nihâvend savaşlarında önemli yararlılıklar gösterdi.
Hz. Câbir, Tuleyha (r.a.)'nın çok güvenilir ve dünyaya rağbet etmeyen bir zat olduğunu kaydeder.
Hicrî 21 yılında yapılan Nihâvend Savaşı'nda şehid oldu.
Hz. Tuleyha'nın hayat hikâyesi, dinden de çıksa hiçbir kişiden ümit kesilmemesini, Allah'ın herkese hidayet nasib edebileceğini, İslâm tebliğinde bu hususun gözönünde bulundurulmasını ortaya koyması açısından dikkat çekici ve ibretlidir. En büyük din düşmanı bile, kalbinde hidayet güneşi doğmasına vesile olunabilirse büyük bir İslâm fedâisi haline gelebilir. Yine Hz. Tuleyha'nın hayat hikâyesi, İslâm'ın ve küfrün insan ruhunda ve şahsiyetinde meydana getirdiği inkılâbın tesirini gösteren ilginç bir örnektir.
UBÂDE b. SÂMİT (r.a.)
Künyesi: Ebu'l-Velid. Soyu: Ubâde b. Sâmit b. Kays b. Asrem b. Fihr b. Sa'lebe Ganem b. Avf el-Hazrecî el-Ensârî. Annesinin ismi Kurretü'l-Ayn bint Ubâde b. Nadle'dir. Kardeşi Evs b. Sâmit de sahâbîdir. Hz. Ubâde, Ensâr'dandır. Her iki Akabe bîatına katılmıştır. Orada seçilen 12 temsilciden biridir. Hz. Ebû Mersed el-Ganevî ile din kardeşiydi. Bedir'den itibaren Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün gazalarına katıldı.
Benî Kaynuka yahudileri, Medine anayasasına aykırı hareket ederek müslümanlara saldırı hazırlıklarına girişmişlerdi. Hz. Peygamber üzerlerine yürüdü ve kalelerini fethetti. Medine'den Şam'a sürülen bu yahudi kabilesi Zibab mevkiine kadar Hz. Ubâde nezaretinde götürüldüler. Abdullah b. Übey bu yahudilerin affedilmesi için şefaatçi olunca: "Ey iman edenler yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin" (Mâide, 5/51) âyeti nâzil oldu.
Hz. Ubâde Resûl-i Ekrem döneminde zekât toplama görevi yaptı.
Resûlullah'ın (s.a.) sağlığında Kur'ân'ın tamamını ezberleyenlerdendi. Resûlullah'ın hadîslerini büyük bir dikkatle ezberler ve titizlikle naklederdi. Hz. Peygamber'e (s.a.) çok önemli sorular sormak suretiyle birçok meselenin aydınlatılmasında ve hadîs olarak bize ulaşmasında önemli rolü olmuştur. Dinî konularda çok derin bilgi sahibiydi. İdarî görevleriyle birlikte çok ciddi ilmî faaliyetlerde bulunmuş, pek çok kişinin birarada yürütmeye güç getiremediği bu önemli iki görevi birlikte yürütebilme dirayeti göstermiştir. Suffa ashâbına da öğretmenlik yaptı.
Hz. Ebû Bekir devrinde Şam dolaylarındaki fetihlere katıldı. Hz. Ömer döneminde de tarihî görevler üstlendi. Mısır fatihi Amr b. Âs, Hz. Ömer'den yardım kuvveti istemişti. Hz. Ömer ona şu mektubu yazdı: "Sana her biri bin kişiye denk olan dört kişi gönderiyorum." Bunlar arasında Hz. Ubâde de vardı. Oradaki fetihlerde önemli rol oynadı.
Yezid b. Ebû Süfyân, Hz. Ömer'e mektup yazarak: "Şamlılar'a Kur'ân hükümlerini ve İslâmiyet'i öğretecek birini yollamasını" istemişti. Hz. Ömer, Hz. Ubâde'yi gönderdi. Şam ve Humus'ta birçok âlimin yetişmesinde öncü oldu. İlmi, kaynağından oralara taşıdı. Onun ilim meclisleri çok kalabalık olurdu. Hadîs nakletmedeki titizliğiyle, hadîs ilminin ve tenkitçiliğinin yerleşmesinde öncülük yapan münekkid sahâbîlerdendir. Onun ilmî otoritesini herkes kabul etmişti. Hz. Muâviye birgün minbere çıkmış: "Ubâde benden daha âlimdir. Resûlullah'ın hadîslerini ondan öğrenin" demişti.
Hz. Ömer döneminde Filistin ve Humus valiliği yaptı. Adâletiyle bu görevleri büyük bir başarıyla yerine getirdi.
Asr-ı Saadet'te de Suffâ ashâbına öğretmenlik yaptığından kendisinden pek çok sahâbî, hadîs rivayet etmiştir. Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdullah, Ebû Ümâme, Ebû Übey b. Ümmü Harâm, Fudâle b. Ubeyd, Mahmud b. Rebî', Şurahbil b. Hasene bunlardandır. Tâbiûndan öğrencileri Ebû İdris el-Havlânî, Ebû Müslim el-Havlânî, Abdurrahman b. Useyle es-Sunâbihî, Hıttân b. Abdullah er-Rukâşî, Ebu'l-Eş'as es-San'ânî, Cübeyr b. Nüfeyr, Cünâde b. Ümeyye gibi meşhur hadîsçilerdir. Ayrıca oğulları Velid, Abdullah, Davud ile üvey oğlu İbn Ubeyde kendisinden hadis nakletmişlerdir.
Naklettiği hadîslerden 180 kadarı bize kadar ulaşmıştır. Bunlardan 6'sı müttefekun aleyh'tir.
Hz. Ubâde, herkese karşı hakkı söyleyen, yanlış bildiği şeylerle mücadele eden tavizsiz bir şahsiyete sahipti. Kendisi Şam'da iken vali olan Hz. Muâviye'nin icraatlarını çok tenkid ederdi. Bir gün: "Seninle aynı ülkede kalamam" deyip Medine'ye döndü. Hz. Ömer; niçin döndüğünü sorunca, Hz. Muâviye ile aralarında geçeni anlattı. Hz. Ömer: "Oraya tekrar dön. Sizin gibilerin olmadığı ülkelerden hayır gelmez. Muâviye'nin senin üzerinde emir verme hakkı yoktur" diyerek kendisini geri gönderdi.
Bir gün hatib hutbede Hz. Muâviye'yi övmeye başladı. O esnada Hz. Muâviye de cemaatın arasındaydı. Hz. Ubâde yerden bir avuç toprak alıp hatibin yüzüne attı. Hz. Muâviye, Hz. Ubâde'nin bu davranışına kızınca: "Biz Resûlullah'a her durumda itaat etmek, her yerde hakkı söylemek, hiç kimsenin kınamasından korkmamak üzere bîat edip söz verdik. Peygamberimiz; övgücülerin ağzına toprak atın buyurdu" dedi.
Başka bir gün Hz. Ubâde, Şam'a gelen ve gayrimüslimlere ait bir kervanda bulunani içki fıçılarını tek tek delmişti. Ebû Hüreyre'yi araya koyup: "Arkadaşına söyle, gayrimüslimlerin ticaretine engel olmasın. Mescide oturup aleyhimize konuşmasın" diye haber gönderdiler. Ebû Hüreyre, bu husustaki şikâyetleri kendisine iletince: "Biz Resûlullah'a (s.a.) kimseden çekinmeden iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak üzere söz verdiğimizde sen yoktun" dedi. Ebû Hüreyre sustu, bir şey söyleyemedi.
Hz. Muâviye, Hz. Ubâde'nin tenkidlerine tahammül edemez olmuştu. Hz. Osman döneminde haifeye bir mektup yazarak: "Ubâde burada, Şamlılar'ı ifsad ediyor. Ya onu siz Medine'ye çağırın veya ben Şam'dan kovacağım" dedi.
Hz Osman, bunun üzerine Hz. Ubâde'yi Medine'ye çağırdı. Huzuruna gelince: "Ey Ubâde, niçin böyle yapıyorsun?" dedi. Hz. Ubâde ayağa kalkarak şunları söyledi:
— Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Benden sonra sizin hoş görmediğiniz ve yadırgadığınız şeyleri normal görenler başınıza geçecek. Sizin doğru bildiklerinizi onlar doğru saymayacak. Allah'a isyan edene itaat yoktur. Sapıklığa düşmeyiniz." (Müsned, 5/325)
Hz. Ubâde'nin Hz. Muâviye'ye şahsî bir düşmanlığı yoktu. Onun icraatlarına karşı çıkıyordu. Yeri gelince ona yardımcı da oluyordu. Çok uzak görüşlü ve ferasetli bir kimseydi.
Hz Osman devrinde Yemen'den gelen Abdullah b. Sebe' isimli münâfık Basra'dan kovulunca Şam'a gelmiş, idareye muhalefet edenleri kışkırtıp istismar ederek müslümanlar arasında fitne çıkarmak için faaliyette bulunmaya başlamıştı. Şam'da hükûmete muhalefetiyle tanınan Ebû Zer'le konuşmuş, onu emellerine âlet edemeyince Hz. Ubâde ile konuşmuştu. Hz. Ubâde bu münafığın yakasından tutup Şam valisi Hz. Muâviye'nin huzuruna çıkardı ve: "İşte Ebû Zer'i tahrik eden adam" dedi. Hz. Muâviye bu münafığı serbest bıraktı. İbn Sebe' burada aradığını bulamayınca Mısır'a gitmiş ve oranın halkını Hz. Osman'a karşı ayaklandırmaya muvaffak olmuştur.
Hz. Ubâde hicrî 34 yılında 72 yaşındayken Remle'de vefat etti. Uzun boylu, yakışıklı bir zattı. Buhârî, Filistin'de medfun olduğunu söyler.
Ölüm döşeğinde oğlu, kendilerine son vasiyetinin ne olduğunu sorunca: "Oğlum, imanın lezzetini tadıp hakikata ulaşmak istiyorsan, hayrın ve şerrin Allah'ın takdiri olduğuna inanmalısın. Hakkında takdir edilen mutlaka başına gelir. Takdir edilmeyen ise, ne yapsan sana gelmez" dedi.
Hz. Ubâde'nin, Ümmü Harâm bint Milhân isimli hanımından Muhammed; Cemile bint Ebû Sa'sa'a isimli hanımından ise Velid isimli çocukları olmuştu. Ayrıca Abdullah, Dâvud, Yahya ve İshak isminde dört oğlundan daha kaynaklarda bahsedilir.
UBEYD b. HUZEYFE (r.a.)
Ubeyd b. Huzeyfe el-Kureşî el-Adevî. Künyesi Ebû Cehm'dir.
Mekke fethi günü İslâm'a girmiştir. Kureyş'in ileri gelenlerindendir. Ensâb ilmini en iyi bilen dört kişiden biri olarak tanınmıştır.
Ebû Cehm, çok uzun yaşayanlardandır. Muâviye'nin hilâfeti sonlarına, hatta daha sonralara kadar yaşamıştır. Abdullah b. Zübeyr'in hilâfetine yetişmiş olduğu ve 120 yaşını aşkın olarak vefat ettiği rivayet edilmiştir.
Yine rivayetlere göre Kâbe'nin iki inşasında da hazır bulunmuştur. Hz. Peygamber 35 yaşındayken yapılan inşada bulunduğu gibi, Abdullah b. Zübeyr'den sonraki inşada da bulunmuştur.
UBEYDE b. HÂRİS (r.a.)
Künyesi: Ebû Hâris. Soyu: Ubeyde b. Hâris b. Abdülmuttalib b. Abdimenâf b. Kusay el-Kureşî. Annesi, Süheyle bint Huzâî b. Huveyris'tir. Annesi Sakîf kabilesine mensuptu. Hz. Ubeyde, Peygamberimiz'in (s.a.) amca oğludur. Paygamberimiz'den yirmi yaş büyüktü. Abdimenâfoğulları'nın reisiydi.
İlk müslümanlardandır. Peygamberimiz Erkam'ın evinde davete başlamadan önce müslüman olmuştu.
Kardeşleri Tufeyl, Husayn ve sahâbîlerden Mistah b. Üsâse ile birlikte Medine'ye hicret etti. Ensâr'dan Umeyr b. Humâm ile din kardeşi oldu. Hz. Ubeyde, Mekke döneminde de Hz. Bilâl'in din kardeşiydi. Peygamberimiz (s.a.) zenci bir köleyi Araplar'ın ileri gelen bir kabilesinin reisiyle kardeş ilân etmek suretiyle, aralarındaki soya dayalı üstünlük anlayışını yok etmek istemiştir. Hz. Ubâde de bu kardeşliğe çok önem verir, Hz. Bilâl'e kan kardeşlerinden daha çok yakınlık duyardı.
Peygamberimiz hicretten sonra Mekke müşriklerinin, habersiz, âni bir baskınına uğramamak için sürekli Medine çevresini, küçük gözcü müfrezeleriyle ve nöbetçilerle kontrol ettirirdi. Hz. Ubeyde de Rabiğ vadisine gönderilen 60 kişilik böyle bir müfrezeye komuta etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ubeyde'ye ve kardeşlerine, Medine'de Bakîu'z-Zübeyr ve Benî Mâzin arazisi arasındaki yeri iktâ etti (bağışladı).
Hz. Ubeyde Bedir Savaşı'nda şehâdet şerbetini içerek İslâm şehidlerinin öncüsü oldu. Şehâdet hâdisesi şöyle cereyan etti:
Araplar, savaşlardan önce, meşhur silahşörlerini teke tek dövüştürürlerdi. Mübareze denen bu gelenek, savaşın neticesine önemli ölçüde tesir ederdi. Silahşörü galip gelen taraf moral kazanır, karşı tarafın morali bozulurdu.
Bedir Savaşı'nda da iki ordu karşı karşıya gelince müşriklerden Utbe, Şeybe ve Velid ortaya çıkarak mübareze için hasım istediler. Ensâr gençlerinden Avf, Muaz ve Abdullah b. Revâha ileri atıldılar. Peygamberimiz onları geri çağırdı. Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde b. Hâris'i er meydanına gönderdi. Hz. Ali, Velid'i; Hz. Hamza ise Utbe'yi öldürdü. Hz. Ubeyde ve Şeybe birbirlerine çok şiddetli hamleler yapmışlar, bu arada Hz. Ubeyde bacağından çok derin bir yara almıştı. Hz. Ali ve Hz. Hamza hasımlarını öldürüp ona yardıma koştular, Şeybe'yi öldürüp Hz. Ubeyde'yi geriye taşıdılar. Bacağındaki yaradan çok şiddetli kan kaybediyor, kan durdurulamıyordu. Resûl-i Ekrem'in yanına götürdüler. Peygamberimiz'e bakarak: "Ey Allah'ın Resûlü, şehidlik mertebesine eriştim mi?" diye sordu. Peygamberimiz: "Evet" deyince; "Ebû Tâlib Mekke müşriklerine: Biz çoluğumuz çocuğumuzla ölmedikçe Muhammed'i size teslim etmeyiz; demişti. Şimdi hayatta olsaydı, bizim sözümüze sadık olduğumuzu görürdü" dedi ve hayata gözlerini yumdu.
Savaştan sonra Peygamberimiz, O'nu, Bedir'deki Safra denilen yere defnetti. Zaman zaman gider, kabrini ziyaret ederdi. Bir gün ashâbıyla Safra yakınlarından geçerken sahâbeden biri: "Ey Allah'ın Resûlü, burada çok güzel bir koku duyuyorum. Acaba ne ola ki?" diye sorunca: "Burada Ubeyde b. Hâris yatmaktadır. Bu koku O'nun kabrinden geliyor" buyurmuştur.
Şehid olduğunda 63 yaşındaydı. Birkaç hanımından Muâviye, Avn, Münkız, Hâris, Muhammed, İbrahim isminde altı; Reyta, Hatice, Süheyle, Safiyye isminde dört kızı vardı.
UKBE b. ÂMİR el-CÜHENÎ (r.a.)
Künyesi hakkında dört rivayet vardır: Ebû Hammâd, Ebû Amr, Ebû Âmir, Ebu'l-Esed. Soyu: Ukbe b. Âmir b. Abs b. Amr b. Adiy b. Amr el-Cühenî.
Peygamberimiz'in Medine'ye hicret ettiğini duyduğunda, koyun otlatıyordu. Koyunları merada bırakıp hemen Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna koştu ve: "Ey Allah'ın Resûlü, size bîat edeceğim" dedi. Peygamberimiz: "Arap geleneğindeki bîatla mı, yoksa hicret etmek üzere mi bîat edeceksin?" diye sordu. Hz. Ukbe, hicret bîatı yaptı ve Medine'ye yerleşti.
Asr-ı Saadet'teki hayatı ve hangi gazalara katıldığına dair kaynaklarda bilgiye rastlanmamaktadır. Sadece kendisinin Suffa ashâbından olduğu ve Hz. Peygamber'e (s.a.) hizmet etmeyi büyük bir mazhariyet saydığı belirtilmektedir. Resûlullah (s.a.), binekle herhangi bir yere giderse binip inmesine yardım eder ve hayvanına nezaret ederdi. Resûlullah'ın (s.a.) yanında bineğe binmez, bunu edebe aykırı sayar, arkasında yaya yürürdü. Peygamberimiz bineğe binmesi için zorlarsa: "Emir edepten üstündür" diyerek biner, bu sözüyle edebdeki inceliğini tezahür ettirirdi. Her fırsatta Resûl-i Ekrem'le birlikte olmaya gayret ettiği ve Suffa ashâbından olduğu için Kur'ân, hadîs ve fıkıh ilminde temayüz etmişti. Resûlullah'ın sağlığında Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını ezberleyenlerdendi. Hatta kendisinin, eliyle yazdığı ve Hz. Osman'ın çoğalttığı Kur'ân'daki sûre sıralamasından farklı bir sûre sıralaması yaptığı özel bir Kur'ân nüshası vardı. Ebû Saîd b. Yunus, O'nun el yazması bu Kur'ân nüshasını Mısır'da gördüğünü belirtir.
Şairdi. Çok güzel ve fasih konuşurdu. Sesi çok tatlı idi. Hz. Ömer, O'na Kur'ân okutur ve dinlerken ağlardı.
Hz. Ömer devrinde Şam'ın fethine katıldı ve fetih müjdesini Hz. Ömer'e O getirdi.
Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali'ye karşı, Hz. Muâviye'nin yanında yer aldı. Hz. Muâviye döneminde Mısır'a harac memuru ve namaz imamı olarak tayin edildi. Hicrî 47 yılında Rodos seferine hazırlanırken görevden azledildi ve yerine Mesleme tayin edildi. Bu olaya kırılan Hz. Ukbe bundan sonra siyasetten çekildi ve devlet görevi almadı.
Çok mütevazi idi. Bir seferinde: "Sen Hz. Peygamber'in ashâbındansın. Bize imam ol" diyenlere: "Ben imamlığın şartlarını taşımıyorum" diyerek tevazu göstermiş ve bu ricayı yerine getirmemişti. Kölesi, komşusunun içki içtiğini söyleyince: "Resûlullah'ın (s.a.) başkalarının kusurlarının açığa vurulmamasını emrettiğini" söyleyerek bu meselenin üzerini kapatmasını tavsiye etmişti.
Gösteriş ve lüksten hoşlanmaz, sade ve basit bir hayat yaşardı. Askerî konulara çok meraklıydı. Savaş âletlerinin en kalitelilerine sahip olmak isterdi. Vefat ettiğinde 16 adet kıymetli yayı olduğu kaydedilir. Silâhların dışında dünya malına rağbet etmezdi. Çok cömertti. Eline geçen herşeyi dağıtırdı. Sık sık Resûlullah'ın şu hadîsini hatırlatırdı: "Ben sizin şirke düşeceğinizden değil, dünyaya dalıp, dünyalık konusunda birbirinizle yarışmanızdan korkuyorum." (Buhârî)
Birçok sahâbî O'nun ilminden istifade etmiştir. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), Resûlullah'ın mübarek ağzından sadece kendilerinin işitmiş olduğu bir hadîsi öğrenmek için, Medine'den Mısır'a gelmiş ve tekrar geri dönmüştü. Âlim sahâbîlerden Abdullah b. Abbas da Ukbe (r.a.)'nin öğrencilerindendi.
Kendisinden Ebu'l-Hayr el-Yezenî, Cübeyr b. Nüfeyr, Saîd b. Müseyyeb, Ebû İdris el-Havlânî, Ali b. Rebâh, Ebû İmrân et-Tüceynî, Abdurrahman b. Şemmâse, Ebû Uşşâne, Ebû Saîd el-Makbûrî gibi birçok meşhur âlim hadîs nakletmiştir.
Naklettiği hadîslerden bize ulaşanların sayısı 55'tir. Sakalını ve saçını boyar; "Biz tepelerini boyuyoruz, dipleri karşı geliyor" derdi.
Hicrî 58'de Muâviye b. Ebû Süfyân 'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. Vefatı esnasında çocuklarına şu vasiyette bulundu: "Resûlullah'ın (s.a.) hadîslerini sadece güvenilir (sika) kişilerden alın. Aba giyseniz bile borçlanmayın. Kalbinizin Kur'ân'la meşgul olmasına engel olacağından dolayı şiirle meşgul olmayın."
UKKÂŞE b. MİHSAN (r.a.)
Künyesi: Ebû Mihsan. Soyu: Ukkâşe b. Mihsan b. Hursân b. Kays b. Mürre b. Kebir (veya Bükeyr) b. Ganem el-Esedî. Anlaşma yoluyla Kureyş kabilesine intisab etmişti (halîf).
İlk müslümanlardan ve Suffa ashâbındandır. Hicrî 6. yılda Peygamberimiz tarafından Gamr mevkiindeki Benî Esed üzerine gönderilen kırk kişilik bir seriyyeye komuta etmiştir.
Peygamberimiz'le birlikte bütün gazalara katıldı. Özellikle Bedir Savaşı'nda gösterdiği kahramanlık çok meşhurdur. Efendimiz'in bir mucizesine mazhar olmuştu. Hz. Ukkâşe, Bedir'de öyle kahramanca savaştı ki elindeki kılıç kırıldı. Peygamberimiz onun eline bir hurma çubuğu verdi ve: "Bununla savaş" dedi. Eline aldığı dal pırıl pırıl bir kılıca dönüştü. "el-Avn" ismi verilen bu kılıcı Hz. Ukkâşe hayatı boyunca kullandı.
Hz. Ebû Bekir döneminde dinden çıkanlarla yapılan mücadelede Hz. Ukkâşe'nin önemli hizmetleri olmuştur. Hâlid b. Velid komutasındaki İslâm ordusunda, Hz. Ukkâşe ve Bedir ashâbından Sâbit b. Akram 200 kişilik öncü birliğinin önünde keşif görevi yapıyorlardı. Ezan okunan yerlere dokunmuyorlar, ezan okunmayan yerlere rastlayınca Hz. Hâlid'e haber veriyorlar ve oralara baskınlar düzenleniyordu.
Bir ara Hz. Ukkâşe ve Sâbit (r.a.), dinden çıkıp peygamberlik iddiasıyla müslümanlara karşı savaşan Tuleyha b. Huveylid ve kardeşi Seleme b. Huveylid ile karşılaştılar. Bir müddet önce Hz. Ukkâşe Tuleyha'nın kardeşi Hibal'e rastlamış ve öldürmüştü. Her iki taraftaki bu iki kardeş, ordularının önünde keşif yapıyorlardı. Tuleyha, Hz. Ukkâşe ile; Seleme de Sâbit ile teke tek vuruşmaya başladılar. Seleme, Hz. Sâbit'i şehid etti ve yardım isteyen Tuleyha'nın yardımına koştu. İkisi birlikte Hz. Ukkâşe'yi şehid ettiler (H. 12) ve kaçtılar. Hz. Hâlid iki öncüsünün şehid edilmesine çok üzüldü. Bu iki şehidi oraya defnederek Tuleyha üzerine yürüdü ve onu mağlûb etti. Tuleyha kaçtı. Daha sonra tekrar müslüman oldu ve Hz. Ömer devrinde Irak fetihlerine katıldı.
Buhârî ve Müslim'deki bir hadîs-i şerife göre, bir gün Peygamberimiz: "Ümmetimden yetmiş bin kişi hiç hesaba çekilmeden Cennet'e girecek" buyurdu. Hz. Ukkâşe: "Ey Allah'ın Resûlü, dua et ben de onlardan olayım" dedi. Hz. Peygamber: "Onlardansın" diye cevap verdi.
UMEYR b. VEHB (r.a.)
Künyesi: Ebû Ümeyye. Soyu: Umeyr b. Vehb b. Halef b. Vehb b. Huzâfe el-Cumahî el-Kureşî. Cumahoğulları'nın reisiydi. Cesaretiyle meşhur, çok usta bir silâhşördü.
Bedir Savaşı'na müşrikler safında katıldı. Savaştan önce müslümanların sayısını ve durumunu tesbit için öncü olarak görevlendirilmişti; bilgileri toplayıp geri döndü. Önce müslümanlarla savaşma konusunda çok arzuluydu. Bir ara kalbine korku düştü ve müşrikleri savaştan vazgeçirmeye uğraştı. Fakat başaramadı.
Bu savaşta oğlu Vehb b. Umeyr, Rifâa b. Râfi' tarafından esir edildi. Maddî durumu fidye vermeye müsait olmadığı için oğlunu kurtaramadı. Oğlu esir iken Mekke'ye dönmek onun hayatını karartmıştı.
Bir gün müşriklerin ileri gelenlerinden Safvân b. Ümeyye: "Bedir'de bu kadar ölü ve esir verdikten sonra hayatın hiçbir tadı kalmadı" diye yakınıyordu. Umeyr: "Evet doğru söylüyorsun. Hayat çekilmez oldu. Eğer borcum ve çoluk çocuk endişesi olmasa her tehlikeyi göze alır, gider Muhammed'i öldürürüm" dedi. Safvân bu sözlere çok sevindi ve "Borcunu ödemek boynumun borcu olsun. Başına bir iş gelirse çoluk çocuğuna da ben bakarım" diyerek kendisini Resûlullah'a suikast için ikna etti.
Umeyr hazırlandı, kılıcını biledi ve zehirledi. Gizlice Medine'ye gitti. Mescidin kapısına vardı. Hayvanını oraya bağladı. Kılıcını eline aldı, Resûlullah'a (s.a.) doğru yöneldi. Bu arada Hz. Ömer onu görmüş ve şüphelenmişti. Peygamberimiz'in yanına gidip Umeyr'e dikkat etmesini söyledi. Hz. Peygamber: "Bırakın girsin" dedi. Yanına gelince aralarında şöyle bir konuşma geçti:
— Ey Umeyr, niçin geldin?
— Esirimi kurtarmaya geldim. Sizler bizim yakınlarımızsınız, yardımınızı umarız.
— O halde boynundaki kılıç ne?
— Allah bütün kılıçların belâsını versin. Hayvandan inerken boynumda unutmuşum.
— Ey Umeyr, doğru söyle niçin geldin?
— İnanın ki oğlumu kurtarmaya geldim.
— Söyle bakalım, Safvân ile hangi şartlarla anlaştınız?
Bu soru üzerine Umeyr afalladı ve şaşkınlık içerisinde herşeyi anlattı. Sonra: "Bizim bu gizli anlaşmamızı sana bildiren Allah'tır" dedi ve müslüman oldu.
Peygamberimiz ashâbına: "Umeyr'e Kur'ân öğretin" buyurdu ve oğlunu serbest bıraktı. Umeyr (r.a.): "Ey Allah'ın Resûlü, izin ver gidip Mekkeliler'i İslâm'a davet edeyim. Belki Allah hidayet nasib eder" dedi ve Mekke'ye döndü. Çok kısa süre önce Hz. Peygamber'i öldürmekten başka bir şey düşünmeyen bir kişi bir anda gönlünde parlayan iman nurunun tesiriyle İslâm davetçisi ve tebliğcisi oldu.
Hakikaten Hz. Umeyr Mekke'ye döndü ve birçok Mekkeli'nin İslâm'a kazanılmasına vesile oldu. Safvân, bu olay üzerine Umeyr'e lânet etti ve bir daha konuşmamaya yemin etti.
Hz. Umeyr, Uhud Savaşı'ndan önce Medine'ye hicret etti. Uhud Savaşı dahil, Peygamberimiz'in ondan sonraki bütün savaşlarına katıldı. Hz. Umeyr, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in halifeliği döneminde önemli hizmetlerde bulundu.
Hz. Umeyr, Hz. Ömer'in halifeliğinin son yıllarında vefat etti.
URVE b. MES'ÛD (r.a.)
Künyesi: Ebû Ya'fûr. Soyu: Urve b. Mes'ûd b. Muatteb b. Mâlik b. Kâ'b b. Amr b. Sa'd b. Avf b. Sakîf es-Sakafî. Aslen Tâiflidir. Annesi Sübey'a bint Abdüşşems b. Abdimenâf'tır.
Hz. Urve, sahâbîlerden Muğîre b. Şu'be'nin amcasıdır. Kavminin ileri gelenlerindendi. Ebû Süfyân'ın kızı ile evliydi. Bu yönden Hz. Peygamber'le (s.a.) bacanaktır.
Hz. Muhammed'e (s.a.) peygamberlik gelince müşrikler: "Peygamberlik Mekke ve Medine'nin ileri gelen büyüklerinden birine verilmeliydi" diyerek Peygamberimiz'e peygamberliği lâyık görmemişlerdi. Bazı müfessirlere göre müşriklerin peygamber olmaya lâyık gördükleri ekâbir kişilerden birisi de Urve b. Mes'ûd idi.
Urve b. Mes'ûd'un Hudeybiye Barışı'nın imzalanmasında önemli rolü olmuştu. O zaman henüz müşrikti ve Mekkeliler adına ön görüşme yapmak üzere Peygamberimiz'e gönderilmişti. Hz. Peygamber'e: "Ey Muhammed, karışık insanları topladın, onlarla kendi kabileni kırdıracaksın. Kureyşliler, deve yavrularıyla, kaplan derileri giyerek savaşa çıkmışlar. Zorla Mekke'ye giremeyeceksin. Yemin ederim ki bu yanındakiler seni bırakıp kaçacaklar" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Biz mi ondan kaçacağız?" dedi. Urve, Ebû Bekir'e: "Aramızda hukukumuz olmasa hakkından gelirdim" dedi. Bu arada Urve, Hz. Peygamber'in sakalını tuttu ve konuşmaya devam etti. Yeğeni Muğîre b. Şu'be hırsla ileri atıldı ve Urve'nin eline vurarak: "Elimdeki kılıç sana ulaşmadan Resûlullah'ın yüzünden elini çek" dedi. Urve, Peygamberimiz'e: "Bu kimdir?" diye sordu. "Yeğenin Muğîre" deyince: "Vay hain. Avret yerlerini daha dün yıkadın" dedi.
Bu sözüyle şu olaya işaret ediyordu: Muğîre müslüman olmadan önce Tâif'teki Sakîf kabilesinin Mâlikoğulları oymağından 13 kişiyi öldürmüş ve mallarını gaspetmişti. Mâlikoğulları ile Muğîre'nin oymağı birbirine düşmüş, Muğîre bu 13 kişinin diyetini ödemişti. Bu esnada Urve, Muğîre'ye yardımcı olmuştu. Hz. Peygamber: "Muğîre'nin İslâm'a girişine evet, ama onun mal çalmasının sorumluluğu bana ait değil" diyordu.
Urve, müslümanların kararlılığını ve ashâbın Peygamberimiz'e (s.a.) bağlılığını görünce Mekke'ye döndü ve Kureyşliler'e: "Ey Kureyş topluluğu, ben Kisrâ'yı, Kayser'i ve Necaşî'yi makamlarında gördüm. Vallahi şimdiye kadar hiçbir hükümdara halkı, Muhammed'in adamları gibi saygı göstermiyor. O'nu hiçbir konuda yardımsız bırakmazlar. Kararınızı ona göre verin" dedi. Urve'nin bu sözleri müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı savaşı göze alamayıp barışa yanaşmalarında etkili oldu. Başka elçiler de gidip geldi ve Kureyş neticede barış görüşmelerine başladı.
Peygamberimiz Mekke fethinden sonra, Huneyn Savaşı'nda Hevâzin ve Sakîf kabilesi mensuplarına galip gelince, bunlar Tâif kalesine sığındılar. Hz. Peygamber, müslümanlar için daima bir tehdid unsuru olan bu kaleyi kuşattı. Fakat kale çok müstahkem olduğu için başarı sağlanamadı. O esnada Urve b. Mes'ûd, mancınık ve diğer bazı savaş silâhları yapımını öğrenmek için Cüreş'e gitmişti.
Tâif'e dönünce İslâm ateşi gönlünde parladı. Hemen Hz. Peygamber'in (s.a.) peşinden Medine'ye gitti ve Hicrî 9. yılın Rebîülevvel ayında müslüman oldu. Bu sırada Hz. Ebû Bekir'in evinde misafir oldu. Sonra kavmine dönüp, onları da İslâm'a davet için Peygamberimiz'den izin istedi. Hz. Peygamber O'na: "Seni öldürmelerinden korkarım" buyurunca: "Onlar beni uyurken uyandırmaktan bile çekinirler. Bir şey yapamazlar" dedi. Bunun üzerine kendisine izin verdi.
Tâif'e dönünce Lât putunu ziyaret etmedi. Bazı Tâifliler evine gelip Cahiliye selâmıyla selâm verdiler. "Bana Cennetlikler'in selâmıyla selâm verin" dedi. Buna çok kızdılar. Sabah olunca evinin damında ezan okudu. Sakîfliler evinin etrafında toplandılar. Kalabalığın arasından biri ok atıp Urve'yi bileğinden yaraladı. Ok damarı yardığından kanı durduramadılar. Onun öleceğini anlayınca Gaylan b. Seleme, Kinâne b. Abdu Yâleyl, Hakem b. Amr ve Urve'nin diğer yakınları: "Son ferdimiz kalıncaya kadar çarpışıp Mâlikoğulları'ndan öcümüzü alacağız" diyerek silâhlandılar. Hz. Urve: "Benim için birbirinizi öldürmeyin. İki kabilenin arasına ayrılık girmesin. Bu Allah'ın bana ikram ettiği şahadettir. Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlik ederim. O zaten sizin beni öldüreceğinizi söylemişti" dedi. Sonra yakınlarını çağırdı: "Beni müslüman şehidlerin yanına gömün" dedi ve ruhunu teslim etti. Vasiyetini yerine getirdiler.
Hz. Urve'nin Ebû Müleyh ve Âsım isminde iki oğlu vardı. Bunlar babalarının öldürülmesi üzerine bazı akrabalarıyla birlikte müslüman olup Medine'ye yerleştiler ve Tâifliler'le irtibatlarını kestiler.
Ölüm haberi Paygamerimiz'e (s.a.) gelince: "Urve'nin durumu Yâsin sahibinin durumuna benziyor. O da kavmini Allah'a davet ettiği için öldürülmüştü" buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.) bu sözüyle, Yâsin sûresinin 13-27. âyet-lerinde durumu anlatılan Habibu'n-Neccâr'a işaret etmektedir:
Rivayetlere göre Hz. İsa'nın havarileri bir şehrin (bu şehrin Antakya olduğunu belirten kaynaklar vardır) halkını Allah'a davet için gittiler. O şehrin halkı bu davetçilere saldırdılar. O şehirden bir kişi gelip bu davetçileri korumak istedi. Bunun üzerine onu da öldürdüler. Bu olay Yâsin sûresinde meâlen şöyle anlatılır:
"(Mekkeliler'e) o şehir halkını misâl göster. Hani oraya elçiler gelmişti. O vakit onlara iki elçi göndermiştik ve onları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü elçi ile bunları takviye etmiştik. Bunlar: "Gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz" demişlerdi. Onlar: "Siz ancak bizim gibi bir insansınız. Allah size bir şey indirmedi. Yalan söylüyorsunuz" dediler. (Elçiler): "Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen apaçık tebliğdir" dediler. (Onlar): "Siz bize uğursuzluk getirdiniz. Vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve size acıklı bir azab dokunur" dediler. (Elçiler): "Uğursuzluk sizdedir. Size hatırlatma ve nasihat uğursuzluk mu oluyor? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz" dediler. Bir adam ta şehrin öte başından koşarak geldi ve dedi ki: "Ey kavmim, bu gönderilen elçilere uyun. Sizden bir karşılık istemeyen kimselere uyun ki onlar hidayet üzeredirler. Hem ben beni yaratana neden ibadet etmeyeyim? Hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Hiç ben O'ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan (Allah) bana bir zarar gelmesini dilemişse onların (tanrıların) şefaatı bana bir fayda vermez ve beni kurtaramazlar. O zaman (Allah'tan başkasına kulluk edersem) ben apaçık bir sapıklık içinde olurum. Bilin ki ben Rabbinize iman ettim. Gelin beni dinleyin." (Bu sözleri üzerine onu linç edip ödürdüler.) Ona denildi ki: "Haydi gir Cennet'e." (O, Cennet'e girerken): "Keşke kavmim Rabbimin beni nasıl mağfiret ettiğini ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilselerdi" dedi." (Yâsin, 36/13-27).
Daha sonra Kur'ân-ı Kerîm bu kavmin nasıl helâk edildiğini belirtmektedir.
Hz. Peygamber, Hz. Urve'yi bu zata benzetmekle, hem Kur'ân'daki ibretli bir kıssa üzerinde dikkatleri uyandırmış hem de Kur'ân'daki kıssaların sadece geçmiş olayları anlatan hikâyeler olmayıp insanlık tarihi boyunca devam edegelen sosyal prensipleri ortaya koyan tipik örnekler olduğunu belirtmek istemiştir.
UTBE b. GAZVÂN (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah veya Ebû Gazvân. Soyu: Utbe b. Gazvân b. Câbir b. Vehb b. Nuseyb b. Zeyd b. Mâlik b. Hâris b. Avf el-Mâzinî. Abdüşşemsoğulları kabilesine anlaşma yoluyla mensup olmuştu (halîf).
İlk müslümanlardan biridir. Yedinci müslüman olduğunu söyleyenler olduğu gibi 30. veya 40. olduğu şeklinde rivayetler de vardır.
İkinci Habeşistan hicretine katılmıştır. Hicretten bir süre önce Mekke'ye gelmiş, oradan Medine'ye hicret etmiştir. Bu esnada 40 yaşındaydı. Abdullah b. Seleme el-Aclânî'nin evine yerleşmiş ve ona misafir olmuştu. Ebû Dücâne ile din kardeşiydi.
Usta bir silâhşör ve keskin bir nişancıydı. Uzun boylu, yakışıklı ve heybetli bir vücud yapısına sahipti. Bedir Savaşı'ndan itibaren Hz. Peygamber'in bütün savaşlarına katıldı.
Hz. Ömer, Hz. Utbe'yi Übülle ve Beysan civarını fetihle görevlendirdi. Basra şehrini, Hz. Ömer'in emriyle Hz. Utbe kurmuştur. Şehrin yerinde eskiden Übülle denilen küçük bir kıyı kasabası vardı. Burası İran'a bağlı bir ticaret merkeziydi. Hz. Utbe o bölgenin genel komutanı Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın emrinde Alâ b. el-Hadramî ve Siba' b. Urfuta isimli sahâbîlerin desteğiyle Übülle'yi fethetmiştir.
Hz. Ömer, Utbe'ye; Hindistan taraflarına da sefer yapmasını, cizye verenlere dokunmamasını, seferlerde âdil olmasını, kötülükten kaçınmasını, hakir bir kavim iken kendilerini aziz eden Allah'ın lütfunu düşünerek gurura kapılıp insanlara zulmetmemesini emreden bir mektup göndermiştir.
Utbe (r.a.), Cisr-i Sağîr'e kadar ilerlemiş, orada Fırat bölgesinin hükümdarının ordusuyla karşılaşmıştır. O sırada karşılarında 4.000 kişi vardı. Müslümanlar ise sadece 500 kişiydi. Müslümanlar düşmanı ağır bir mağlûbiyete uğrattılar ve komutanlarını esir aldılar. Böylece müslümanlar bölgeye kesin olarak yerleştiler.
Daha sonra, Hz. Utbe, bugünkü Basra şehrini kurmuş, ortaya bir mescid yaptırmış, şehir, mescidin çevresinde kurulmuştur. Hz. Utbe Basra'da bir süre valilik yaptı.
Hz. Utbe ile Hz. Sa'd arasında idarî yönden bazı fikir ayrılıkları çıktığı için Utbe (r.a.), Basra'da yerine Muğîre b. Şu'be'yi bırakarak Medine'ye gitmiş ve Hz. Ömer'den görevden affedilmesini rica etmiştir. Hz. Ömer onun istifasını kabul etmemiş, tekrar Basra'ya görevine dönmesini istemiştir. Basra'ya dönerken yolda yakalandığı bir hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiştir. Vefat tarihi olarak hicrî 15, 17, 20 gibi farklı tarihler verilir. Vefat ettiğinde 57 yaşındaydı.
Hayatını savaş meydanlarında geçirmiş olmakla birlikte ilmî faaliyetleri de ihmal etmemiş, Resûlullah'ın (s.a.) hadîslerini neşretme ve öğretme konusunda da büyük bir gayret sarfetmiştir. Kendisinden Hâlid b. Umeyr el-Adevî, Kabîsa b. Câbir, Hârun b. Riâb, Hasan-ı Basrî, Guneym b. Kays hadîs nakletmişlerdir.
Hz. Utbe aynı zamanda Suffa ashâbındandı. Dünyaya rağbet etmeyen zahidâne ve sade bir hayat yaşamıştır. Onun okuduğu hutbelerden birini Müslim, Sahîh'inde nakletmektedir. Bu hutbe hem onun dünyaya bakışını ortaya koyması açısından, hem de bizlerin hayat muhasebesi yapmamız açısından dikkat çekici ve ibretli bir hitabedir:
"Dünya geçicidir ve süratle geçip gitmiştir. Ondan kabın dibindeki su kadar bir şey kalmıştır. Buradan, zevali olmayan bir âleme göç edeceksiniz. Oraya en hayırlı şeylerinizle göç edin. Bize bildirildi ki, bir taş parçası Cehennem çukuruna yetmiş senedir düşmüştür de yine dibine varmamıştır. Allah'a yemin ederim ki o Cehennem'i dolduracaksınız. Şaşırdınız değil mi? Yine bize bildirildi ki, Cennet'in iki kapısı arasındaki mesafe kırk yıllık yolculuğu gerektirir. Cennet'e vardığımızda, bu genişliğine rağmen kapılarına kadar dolduğunu göreceksiniz.
Ben bir zamanlar Resûlullah'ın (s.a.) yanındaki yedi kişiden yedincisiydim. Fakirlikten ağaç yaprakları yiyerek beslenirdik. Zayıflıktan yanaklarımız çökmüştü. Bir gün tek bir hurma buldum. Onun yarısını ben yedim, yarısını Sa'd b. Mâlik'e verdim. O gün onunla nefsimizi körelttik. Bugün ise her birimiz yeryüzünün bir şehrine idareci (emîr) olduk.
Ben kendimi büyük görüp Allah katında küçük ve hakir olmaktan Allah'a sığınırım. Hiçbir peygamberlik yoktur ki onun prensipleri dejenere edilip saltanata ve krallığa dönüştürülmemiş olsun. Bizden sonra gelecek idarecilerle denenecek ve imtihan edileceksiniz. (İmtihanı kaybetmemeye bakın)."
UTBE b. MES'ÛD (r.a.)
Soyu: Utbe b. Mes'ûd b. Gâfil b. Habib b. Şemh b. Fe'r b. Mahzûm el-Huzelî. Annesi: Ümmü Abd bint Abdi Ved'dir. Meşhur sahâbî Abdullah b. Mes'ûd'un ana baba bir kardeşidir.
İlk müslümanlardandır. İkinci Habeşistan hicretine katılmıştır. Uhud Savaşı'ndan önce Habeşistan'dan Medine'ye gelmiş ve Uhud Savaşı dahil Peygamberimiz'in (s.a) bundan sonraki bütün gazâlarına katılmıştır.
Hz. Ömer döneminde de bazı idarî görevler üstlendi. Hz. Ömer devrinde vefat etti.
ÜBEY b. KÂ'B (r.a.)
Medinelidir. Neccâroğulları'na mensuptur. Annesinin adı Süheyle'dir, Ebû Talha'nın kız kardeşidir.
Übey b. Kâ'b'ın ne zaman doğduğu, İslâm'dan önceki inancının ne olduğu hususu bilinmemektedir. Ancak, küçük yaşta okuma ve yazma bildiği, devamlı Tevrat ve İncil'i okuyarak zamanını değerlendirdiği kaynaklarda zikredilmektedir.
Übey b. Kâ'b'ın müslümanlığı kabul etmesi, İslâmiyet'in Mekke sınırlarını aşarak Medine havâlisine yayılmaya başladığı döneme rastlar. Mekkekliler, Hz. Peygamber'in risâletini henüz kabul etmedikleri bir dönemde; Peygamberimiz, bazı Medineliler'le "Akabe" denilen yerde gizli görüşmelerde bulunmuş ve bu kimseler müslüman olmuşlardı. Bu olaydan bir yıl sonra meydana gelen İkinci Akabe'de pek çok Medineli müslüman olmuş, Hz. Peygamber'i gerekirse sonuna kadar savunacaklarına yemin etmişlerdi. İşte Übey b. Kâ'b da burada İslâm davetini kabul etmiş, Allah ve Peygamber sevgisini burada gönlüne yerleştirmişti.
Hz. Peygamber'in hicretinden önce, Medine'ye hicret ettikleri takdirde, Medineliler olarak ellerinden gelen bütün yardımı yapmaya hazır olduklarını bildiren ilk mektubu Hz. Übey b. Kâ'b yazdı ve Resûlullah'a gönderdi. Hz. Übey, Peygamberimiz'e ilk mektubu yazmakla bilindiği gibi, mektupların sonuna "bu mektubu falan oğlu falan yazdı" ibaresini ilk yazan olarak da bilinmektedir.
Hz. Peygamber; Medine'ye hicretinde Übey b. Kâ'b'ı hem yazı bilgisindeki liyâkatı hem de samimi ve üstün gayretinden dolayı vahiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Hz. Übey bulunmadığı zaman, Hz. Peygamber, Zeyd b. Sâbit el-Ensârî'yi görevlendirirdi. Zeyd ile Übey (r.a.), Kur'ân âyetlerini, muhtelif şahıslara gönderdiği mektuplarını, arazi ihsanına dair vesikaları Resûlullah'ın huzurunda yazarlardı. Ayrıca, Resûlullah, Arap Yarımadası'nın her tarafındaki idare âmirlerine, emirlerinin ulaştırılmasından dolayı yazıya çok önem verirdi. Bunun için de yazı bilen sahâbeden yararlanırdı ki, bunlardan biri de Hz. Übey b. Kâ'b idi. Nitekim O'nun Umman Meliki Cufeyr'e yazdığı mektubun örneğini kaynaklar zikretmektedir.
Resûl-i Ekrem'in Medine'ye hicretinden sonra burada kendisini Kur'ân'a hizmete adayanların başında Hz. Übey b. Kâ'b gelmektedir. O, nâzil olan Kur'ân âyetlerini yazmakla kalmıyor, aynı zamanda Resûlullah'ın, Kur'ân'ın tamamını ezberlemeleri yönündeki isteklerine tâbi olarak nâzil olan âyetleri ezberliyor, ezberlediklerini de bizzat Hz. Peygamber'e dinletiyordu. Sahâbeden pek azının Kur'ân'ı ezbere bildiği bu devirde, Übey b. Kâ'b Hazretleri, daha Peygamber'in sağlığında Kur'ân'ın tamamını hem hafızasında hem de sahifelerde toplamayı başarmış bulunuyordu. Bununla da kalmayarak her yedi günde Kur'ân'ı hatmediyordu.
Kur'ân'a karşı duyduğu rağbet ve arzu, Hz. Übey'in fazîletini artırmış, gerek Resûlullah'ın gerekse sahâbenin takdir ve iltifatlarına mazhar olmuştu.
Resûlullah (s.a.), aralarında bulunduğu bir grup sahâbînin üstün meziyetlerini zikrederken şunları söylemiştir: "Ümmetimin ümmetime karşı en merhametlisi Ebû Bekir'dir. Allah'ın dininde en sağlam ve kuvvetlisi Ömer'dir. Ümmetimin en hayâlısı Osman'dır. Helâl ve haramı en iyi bileni Muâz b. Cebel'dir. En iyi ferâiz bileni Zeyd b. Sâbit'tir. En iyi Kur'ân okuyanı Übey b. Kâ'b'dır. Her ümmetin bir emîni vardır. Benim ümmetimin emîni de Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'tır."
Hz. Enes b. Mâlik'ten rivayet edilen şu haber, Übey b. Kâ'b Hazretlerinin eriştiği derecenin yüksekliğini göstermeye yeter inancındayız: Beyyine sûresi nâzil olduğunda Resûlullah Übey b. Kâ'b'a: "Allah bana, Beyyine sûresini sana okumamı emretti" dedi. Übey: "Allah size benim ismimi de andı mı ya Resûlallah?" diye sordu. Peygamberimiz: "Evet" dedi. Bunun üzerine Übey: "Demek Rabbimin katında anıldım" diyerek sevinçten ağladı.
Resûlullah (s.a.), Übey b. Kâ'b'ı en iyi Kur'ân bilen bir sahâbî olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebî, Kur'ân okuyanlarla dolup taştığı zaman Hz. Übey, bütün vaktini öğretmenliğe hasretmiş, Kur'ân öğretmek ve ders vermekle zamanını geçirmiştir. Aralarında Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Abbas'ın bulunduğu birçok ashâbın hocalığını yapmış, onların yetişmelerinde ve tahsillerini tamamlamalarında büyük gayret göstermiştir.
O, Kur'ân öğretmenliği görevini hayatının sonuna kadar devam ettirmiş ve ilim öğretmeyi kendisine büyük bir vazife telakkî etmiştir. Üstelik, Kur'ân öğretmesine karşılık herhangi bir maddî karşılık da almamakta idi. Bir defasında Tufeyl b. Amr'a Kur'ân'dan bazı âyetler öğretmişti. Tufeyl de, Übey'e bir yay hediye etmişti. Übey, yayı omuzuna asıp Resûlullah'ın yanına gitti. Resûlullah: "Sana bu yayı kim verdi ey Übey?" diye sordu. Übey: "Tufeyl b. Amr'a Kur'ân okuttum, o da bana bunu hediye etti" dedi. Resûlullah: "Sen onu omuzuna asıyorsun ama, o Cehennem'den bir parçadır" buyurdu. Übey: "Ya Resûlallah, biz onların yemeğini de yiyoruz, öyleyse o da bize haramdır" dedi. Hz. Peygamber: "Aile efradı için yapılan yemekte sen de hazır bulunursan onu yemende bir sakınca yoktur. Fakat senin için özel hazırlanan yemeği yersen, onu gördüğün dinî hizmet karşılığında yemiş olursun" cevabını verdi.
Hz. Übey, Bedir Savaşı'ndan başlayarak Tâif Kuşatması'na kadar Resûl-i Ekrem'in bütün gazâlarına katıldı, hepsinde de büyük kahramanlıklar gösterdi. Uhud Savaşı'nda kendisine bir ok isabet etti, Resûlullah bir tabip gönderip tedavi ettirdi. Ayrıca Hz. Übey, birçok idarî hizmetlerde bulundu. Resûl-i Ekrem tarafından zekâtları toplamakla görevlendirildi. Kendisi bu konuda şunları söylemektedir:
Resûlullah (s.a.) beni, Benî Uzre ve bütün Benî Sa'd, Benî Huzeym, Benî Kâda'nın zekâtlarını toplamaya memur etmişti. Bütün zekâtları topladım. Yalnız bir adam kalmıştı. Bu adamın evi ve köyü Medine'de, Resûlullah'ın evlerine en yakın olanı idi. O adam bana bütün malını gösterdi. Ben de onun malından, süt vermeyen bir ineği alacağımı söyledim. Adam itiraz etti: "Ben böyle süt vermeyen bir hayvanı zekât olarak vermek istemem. Bunu bana bırak, şu genç ve semiz deveyi al" dedi. Ona: "Bunu yapamam, dediğinizi alabilmem için Resûlullah'a sormam gerek. O izin verirse kabul ederim" dedim. Kendisine Resûlullah'ın çok yakın bir yerde olduğunu, isterse O'na sorabileceğini de söyledim. Adam bu teklifimi kabul etti, birlikte Resûlullah'a gittik. Adam Resûlullah'ın huzurunda şu mazerette bulundu: "Ya Resûlallah, elçiniz Übey, malımın zekâtını almak için geldi. Ona malımı gösterdim, içinden sütsüz bir inek seçti. Ben onu vermek istemedim, yerine genç ve semiz bir deve vermeyi teklif ettim, razı olmadı. Fakat ben vermek istediğim hayvanı getirdim, kabul ediniz." Hz. Peygamber: "Übey, senin malından alınması hak olanı ayırdı. Sen kendi gönlünün rızası ile bir şey vermek istersen ve bununla hayrı gözetirsen kabul olunur, böylece Allah'ın vereceği mükâfata nâil olursun" cevabını verdi. Adam: "Ya Resûlallah, ben de bu maksatla bunu takdim ediyorum, buyurunuz, alınız" dedi. Resûl-i Ekrem: "Bu hayvanı alınız" diye emretti. Sonra ellerini kaldırarak adama dua etti, malının bereketli olmasını Cenâb-ı Allah'tan diledi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), dinî ve dünyevî meselelerde istişare yapmak istediğinde, Muhâcirler ve Ensâr'dan birkaç kişiyi, özellikle Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Muâz b. Cebel, Hz. Übey b. Kâ'b ve Hz. Zeyd b. Sâbit'i çağırırdı. Bunların hepsi de Hz. Ebû Bekir zamanında fetva verirlerdi ve herkes herhangi bir meselede onlara danışırdı. Bunlar Hz. Ömer devrinde de hem halîfenin hem de halkın devamlı istişare ettiği kişilerdi.
Hz. Übey b. Kâ'b, Peygamber Efendimiz'den pek çok hadîs-i şerîf nakletmiştir. Bunlardan birinin meâli şöyledir:
Nebî (s.a.)'e Lât ve Uzza bölgesinden esirler getirildi. Peygamberimiz: "Bunları İslâmiyet'e davet ettiniz mi?" diye sordu. "Hayır" dediler. Bunun üzerine esirlere: "Sizi İslâmiyet'e davet ettiler mi?" diye sordu. Onlar da: "Hayır" dediler. Esirleri getirenlere: "Onları serbest bırakın, yerlerine gitsinler" dedi, sonra: "Ey Muhammed, biz seni şâhid, müjdeleyici, uyarıcı ve Allah'ın izniyle O'nun yoluna davet edici olarak göndermişizdir." meâlindeki Ahzâb sûresinin 46. ve 47. âyetleriyle, En'âm sûresinin: "Şu Kur'ân bana, sizi de, sizden sonra gelecekleri de sakındırmam için gönderildi..." meâlindeki 9. âyet-i kerîmesini okudu.
Hz. Übey b. Kâ'b'ın mü'minlere verdiği öğütlerden bir kısmı şunlardır:
"Mü'min kişi dört vasfa sahiptir: Başına bir belâ gelirse sabreder. Ona bir şey verilirse şükreder. Söylediği zaman doğruyu söyler. Hükmederse adâletle hükmeder. Onun beş şeyi nurdur: Mü'min için Allah onun hakkında "nûrun alâ nûr" (nûr üstüne nûr) buyurmuştur. Konuşması nurdur. Girdiği yer nurdur. Çıktığı nurdur ve Kıyamet günü varacağı yer nurdur. Kâfir olan kişi de, beş karanlık içindedir: Sözü karanlıktır, işi karanlıktır, girdiği ve çıktığı yer karanlıktır, Kıyamet günü varacağı yer karanlıktır."
Bir adam Übey b. Kâ'b'a: "Ey Ebû Münzir, bana öğüt ver" dedi. Übey b. Kâ'b: "Seni ilgilendirmeyen şeylerle alâkadar olma, düşmanından uzak dur, dostundan da sakın, ölmüş kimsenin nesine imreniyorsan, sağ olan kimsenin de ondan başka bir şeyine imrenme ve işini, önemsemeyen kimseye açma" dedi.
Hz. Übey b. Kâ'b'ın vefat tarihi hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Heysem b. Adiy'in ifadesine göre, Medine'de hicretin 19. yılında vefat etmiştir. Vâkıdî ile Muhammed b. Abdullah b. Nümeyr, hicretin 22. yılında Medine'de vefat ettiğini söylemektedirler. İbnü'l-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb adlı eserinde, ölüm tarihini hem H. 19 hem de H. 22 olarak göstermektedir. Bunların dışında onun ölüm tarihini 20, 23, 32 ve 33 olarak zikredenler de vardır.
İbn Asâkir, Ebû Saîd el-Hudrî Hazretleri'nden Hz. Übey'in vefatı ile ilgili olarak şu haberi nakletmektedir: Resûlullah (s.a.): "Mü'minin vücudunda başgösteren hiçbir hastalık yoktur ki, Cenâb-ı Allah o hastalık vasıtası ile onu günahlardan sıyırmasın" buyurdu. Bunun üzerine Übey b. Kâ'b: "Allah'ım, Übey b. Kâ'b'ı namazdan, oruçtan, hacdan, umreden ve senin yolunda cihad etmekten alakoymamak şartı ile, yakalandığım hastalık sebebiyle bana mükâfat ver" dedi. Sonra da yakalandığı sıtma hastalığından kurtulamayarak vefat etti.
Hz. Osman, cenaze namazını kıldırdı ve Medine'de defnedildi.
Çocuklarının adları şöyledir: Muhammed, Abdullah, Rebî', Ümmü Ömer ve Tufeyl. Tufeyl, Hz. Peygamber hayatta iken dünyaya gelmiştir. Kur'ân ve hadîs sahasında yetişmiş ve bu konularda rivayetlerde bulunmuş, fazîlet sahibi biridir.
Hz. Übey b. Kâ'b'ın iki künyesi vardır. Birisi Ebu'l-Münzir'dir. Bunu kendisine bizzat Resûlullah vermiştir. Diğeri ise Ebu't-Tufeyl'dir. Bunu da Hz. Ömer; Übey, müslüman olduktan sonra dünyaya gelen Tufeyl adındaki oğluna nisbetle vermiştir.
ÜMÂME bint Ebi'l-ÂS b. er-REBÎ' (r.a.)
Resûlullah'ın (s.a.)'ın sevgili torunudur. Hz. Zeyneb ile Ebu'l-Âs b. er-Rebî'in kızıdır.
Resûlullah'a (s.a.) bir gün boncuk bir gerdanlık hediye edilmişti. "Bunu Ehl-i Beyt'imden en çok sevdiğime vereceğim" buyurmuştu. Kadınlar, Hz. Âişe'yi kastederek: "Ebû Kuhâfe'nin kızı bu gerdanlığı kazandı" dediler. Resûl-i Ekrem, Ümâme bint Zeyneb'i isteyip gerdanlığı onun boynuna taktı.
Resûlullah (s.a.) Ümâme'yi çok severdi. Bazen namaz kılmakta iken kendisini omuzunda taşır, secdeye vardıkça onu yere bırakıp secde yapar, kalkınca tekrar omuzuna alırdı. (Tecrid Tercemesi, 2/455-457)
Babası vefat ettikten (H. 12) sonra Ümâme, Zübeyr b. Avvâm'ın vesâyetinde kalmıştı. O da, Hz. Fâtıma'nın vefatı üzerine Ümâme'yi Hz. Ali ile evlendirdi. Hz. Ali'nin şehid oluşundan sonra ise, onun amcaoğlu Nevfel b. Hâris'in oğlu Muğîre b. Nevfel ile evlendi.
ÜMEYME bint ADİY b. KAYS (r.a.)
Ümeyme bint Adiy b. Kays b. Huzâfe es-Sehmiyye.
Ebû Atîk Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Bekr'in annesidir. Çocukluğunda Resûlullah'ı (s.a.) görme şerefine erişmiştir.
Kendisi, babası, dedesi ve dedesinin babası Ebû Kuhâfe, hepsi de sahâbîdirler. Böyle, arka arkaya dört neslin de sahâbeden oluşu pek az kimseye müyesser olmuştur. Buna benzer olarak, Abdullah b. Zübeyr ile Üsâme b. Zeyd'in oğlu gösterilebilir.
ÜMMÜ ATIYYE el-ENSÂRİYYE (r.a.)
Ümmü Atıyye'nin ismi Nüseybe bint Kâ'b'dır. Bint Hâris el-Ensârî'dir de denilmiştir.
Resûl-i Ekrem'e bîat eden kadınlardan idi.
Ümmü Atıyye, hastalara bakan bir doktor, yaralıları tedavi eden bir cerrah idi.
Resûlullah'ın en büyük kızı Hz. Zeyneb'i de H. 8. yılı başında vefatında bu kadın sahâbî yıkamış ve Hz. Peygamber'den aldığı talimata göre bunu yerine getirmiştir.
Ümmü Atıyye'den rivâyet edilen hadîsler, cenaze yıkanması konusundaki önemli bilgileri bize ulaştırmıştır.
ÜMMÜ CEMÎL (r.a.)
İlk müslüman kadınlardandır. Soy silsilesi: Fâtıma bint Mücellel b. Abdullah b. Ebû Kays b. Abdi Ved b. Nasr b. Âmir b. Lüey b. Gâlib b. Fihr olup, künyesi Ümmü Cemîl'dir. Annesi ise, Ümmü Habîb bint Âs b. Ümeyye b. Abdüşşems'dir.
İslâm'ın ilk yıllarında müslüman olmuş, bu uğurda büyük sıkıntılara göğüs germiştir. Daha sonra kocası Hâtıb b. Hâris'le birlikte, İslâm'ı daha iyi yaşama ve yayma gayesi ile Habeşistan'a hicret etmiş, Habeş ülkesinde doğan oğlu Abdullah'ı da yanına alarak Hayber'in fethi öncesi Medine'ye bir gemi ile gelerek iki hicret sevabına ulaşmıştır. Hâtıb ise Habeşistan'da vefat etmiştir.
İslâm davetinin ilk yıllarında, Resûlullah İslâm'ı alenen tebliğ etmeye başlayınca, Mekkeli müşrikler büyük tepki gösterdiler. Bugünlerin birinde Hz. Ebû Bekir, etrafında toplanan insanlara İslâm'ı anlatmaya, Allah'a ve Resûlü'ne imana davet etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Utbe b. Rebîa ve bazı müşrikler Ebû Bekir'i tanınmayacak hale getirinceye kadar dövdüler.
Hz. Ebû Bekir bir kilimle evine kadar taşındı. Kendine geldiğine ilk sorusu: "Resûlullah nasıl? O'na bir şey oldu mu?" diye sormak oldu. Annesini Ümmü Cemîl'e göndererek Resûlullah (s.a.) hakkında bilgi getirmesini istedi. Ümmü Cemîl, Ebû Bekir'in bu durumunu duyunca hemen evine geldi ve: "Allah'a yemin olsun, sana şu kötülükleri yapan bu kavim fâsık ve kâfirdir. Dilerim Allah'tan senin intikamını onlardan alsın" dedi. Fakat yanında annesi olduğu için Resûlullah hakkında Ebû Bekir'e bilgi vermeye de çekindi. Ebû Bekir, annesi Ümmü'l-Hayr'dan hiçbir kötülük gelmeyeceğini de söyleyince Ümmü Cemîl, Resûlullah'ın sağ ve salim olduğunu, İbn Erkam'ın evinde bulunduğunu söyledi. Bu olay, ilk müslümanların hangi şartlar altında İslâm'ı kabullenip Allah ve Resûlü yoluna başkoyduklarını göstermesi bakımından önemlidir.
ÜMMÜ EYMEN (r.a.)
Resûlullah'a (s.a.) hizmet etme şerefine eren ve Resûlullah'ın "Annemden sonra annemdir" buyurduğu kadın sahâbîdir. Soy silsilesi: Bereke bint Sa'lebe b. Amr b. Hısn b. Mâlik b. Seleme b. Amr b. Numan. Künyesi ise, Ümmü Eymen'dir.
Ümmü Eymen, Resûlullah'ın (s.a.) annesi Âmine'nin, bir başka rivayette babasının cariyesi idi. Resûlullah'ın doğumuna, çocukluğuna şahit olmuş, yetişmesinde ve büyümesinde büyük emeği geçmiştir. Annesinin vefatı ile daha da kimsesiz kalan Resûlullah'ın hizmetinde kusur etmeyen Ümmü Eymen, aslen Habeşistanlı olup siyâhî idi.
Resûlullah (s.a.) Hz. Hatice vâlidemizle evlenince Ümmü Eymen'i âzad etmiş, Ümmü Eymen de Benî Hâris'ten Ubeyd b. Zeyd ile evlenmiş, fakat hiçbir zaman Resûlullah'ı yalnız bırakmamıştır. Ümmü Eymen'in bu evlilikten Eymen adında bir oğlu olmuş ve künyesini de bu sebeple almıştır.
Hz. Peygamber altı yaşlarında iken, annesi ve Ümmü Eymen ile Medine'den dönüşte Ebvâ'da annesi vefat ettiğinde Ümmü Eymen Resûlullah'ı alarak dedesi Abdülmuttalib'e getirip teslim etmiştir. Ümmü Eymen anlatıyor: "Resûlullah'a (s.a.) çocukluğunda bakarken bir gün dikkat etmemişim, yanımdan uzaklaşıp gitmiş. Abdülmuttalib birden başucumda dikilip: "Ey Bereke, oğlumu nerede buldum biliyor musun? Oğlumdan gaflet etme. Onu Sidre ağacının yakınında çocukların yanında buldum. Ehl-i Kitâb, bu oğlumun, bu ümmetin peygamberi olacağını söylüyorlar. Ben, oğluma onların zarar vermeyeceklerinden emin değilim" diyerek beni uyardı."
Gerek Ümmü Eymen ve gerekse Hz. Hatice'nin âzadlısı Zeyd b. Hârise, risâletten sonra hemen İslâmiyet'i kabul ettiler. Ümmü Eymen'in kocası Ubeyd daha önce vefat etmişti. Resûl-i Ekrem: "Cennet ehlinden bir kimse ile evlenmek isteyen, Ümmü Eymen ile evlensin" buyurmuş, risâletin ilk yıllarında Zeyd b. Hârise, Ümmü Eymen ile evlenmiş, bu evliliklerinden de Üsâme b. Zeyd olmuştur. Ümmü Eymen'in birinci kocası Ubeyd'den olan oğlu Eymen, sahâbeden olup Hayber Gazâsı'nda şehid olmuştur. Üsâme b. Zeyd de meşhur ve ileri gelen sahâbîlerdendir.
Ümmü Eymen, Medine'ye hicret esnasında oruçlu idi. Akşam oruçlarını açmak için su bulamamış, Resûlullah'ın bir kova soğuk su ikramından sonra da, ölünceye kadar susuzluk çekmemiştir. Ümmü Eymen, Medine döneminde de sosyal hayata aktif olarak katılmış, Uhud Gazâsı'na, diğer kadın sahâbîler gibi katılarak susayanlara su taşımış, onları tedavi etmiş, ağır yaralıları Medine'ye taşımıştır. Hayber Gazâsı'nda da benzeri hizmetleri olmuştur.
Resûlullah, Zeyd b. Hârise'nin şehâdetinden sonra sık sık Ümmü Eymen'in ziyaretine gider ve: "Ehl-i Beyt'imden geriye bu kaldı" buyururdu.
Halifeler devrinde artık iyice yaşlanan Ümmü Eymen, bütün sahâbe tarafından hürmet görüyor, sık sık ziyaret ediliyordu. Hz. Ömer'in şehid edilmesini duyunca: "İşte bugün İslâm vefat etti" diyerek gözyaşlarına boğulmuştur. Aradan çok geçmeden de, bir başka rivayete göre ise Hz. Osman'ın hilâfetinin ilk yıllarında vefat etmiştir.
Ümmü Eymen, Resûlullah'ın (s.a.) vefatında günlerce gözyaşı dökmüş, kendisini ziyarete gelip teskin etmek isteyen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e: "Peygamber'in, bir gün gelip de ebedî âleme göçeceğini ben zaten biliyordum. Ben asıl, bir daha gelmeyecek olan vahiy için ağlıyorum" cevabını vermiştir.
Ümmü Eymen; İslâm'la şereflenen, Allah ve Resûlü yolunu izleyen bir cariyenin müslüman toplumda nasıl bir şeref ve itibar kazanacağının canlı bir örneğidir.
ÜMMÜ FADL (r.a.)
Hz. Meymûne'nin ablası olup ilk müslümanlardandır. Soy silsilesi: Lübâbe bint Hâris b. Hazn b. Büceyr b. Hüzem b. Rüveybe es-Sa'sa'î el-Hilâlî el-Kureşî'dir. Künyesi Ümmü Fadl olup, Hz. Abbas'ın zevcesidir.
Ümmü Fadl, kocası Abbas ile, İslâmiyet'in ilk devirlerinde müslüman olmuştur. Ancak, gerek kendisi ve gerekse Hz. Abbas Mekke'de kalarak müslüman olduklarını uzun bir süre gizlemişlerdir. Kureyş müşrikleri Bedir'de yenilip de Ebû Süfyân olanları Mekke'de anlatınca, orada bulunan Abbas'ın kölesi Ebû Râfi', müslümanlara meleklerin yardım ettiğini söylemiş, bunun üzerine Ebû Leheb, Ebû Râfi'i dövmeye başlamış, bunu gören Ümmü Fadl da hemen çadır direğini alarak Ebû Leheb'in üzerine yürümüş ve Ebû Leheb'in başını yarmıştır. (Bk. Ebû Râfi'). Ebû Leheb, bu olaydan bir hafta sonra, vücudunda çıkan bir çıban sonucu ölmüştür.
Ümmü Fadl ile kocası Hz. Abbas, hicretin 8. yılında Mekke'yi fethetmek için gelen İslâm ordusunu Zü'l-Huleyfe mevkiinde karşıladılar. Onları görünce çok sevinen Resûlullah (s.a.): "Ben peygamberlerin sonuncusu, siz de Muhâcirlerin sonuncususunuz" buyurdu.
Ümmü Fadl, Hz. Hüseyin'in de süt annesidir. Peygamberimiz, birçok koldan akrabası olan Ümmü Fadl'ı çok sever, sık sık onu ziyaret eder, gönlünü alırdı.
Ümmü Fadl, Hz. Osman'ın hilâfeti devrinde vefat etmiştir.
ÜMMÜ HABİBE (r.a.)
Hz. Peygamber'in hanımlarından olan Ümmü Habibe'nin asıl adı Remle'dir. Ümeyyeoğulları'ndan Ebû Süyfân'ın kızıdır. Annesi, Safiyye bint Ebu'l-Âs'tır. İlk müslümanlardandır.
İlk evliliğini, Ubeydullah b. Cahş'la yaptı. Habibe adında bir kızı oldu. Bu sebeple Ümmü Habibe diye anıldı. Kocası Ubeydullah ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Kocası orada irtidad ederek hıristiyan oldu. Ümmü Habibe ise, müslüman kalmakta ısrar etti, İslâ-miyet'e bütün varlığı ile bağlı kaldı. Onun sebat edişi hakkındaki haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, bundan son derecede memnun kaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Habeşistan'a özel bir haberci göndererek, razı olduğu takdirde Ümmü Habibe ile evlenmek istediğini bildirdi. Olayı Ümmü Habibe, şöyle anlatıyor:
«Ben Habeşistan'da iken, Necâşî'nin elçisi Ebrehe adlı cariyenin getirdiği haber kadar, beni hayatta hiçbir şey heyecanlandırmamıştır. Ebrehe, Habeşistan kralı Necâşî'nin elbise ve kokularını hazırlayan bir işçiydi. Bir gün benden izin isteyerek konuşmak istediğini bildirdi. Ben de kabul ettim. "Resûlullah, krala seninle evlenmek istediğini bildiren bir mektup yazmış" dedi. Ben de: "Allah sana da hayırlı müjdeler versin" dedim. Ebrehe: "Kral, nikâhını kıymak için bir vekil tayin etmeni istiyor" dedi. Hemen Saîd b. Âs'ın oğlu Hâlid'i çağırdım ve onu vekil tayin ettim. Sevincimden el ve ayak bileklerimdeki dört gümüş bilezikle, ayak parmaklarımdaki gümüş yüzüklerin hepsini Ebrehe'ye verdim. Söz kesildiğinin ertesi günü Necâşî, Câfer b. Ebû Tâlib'e orada bulunan bütün müslümanları toplamasını emretti ve kısa bir konuşma yaptıktan sonra: "Resûlullah'ın isteğine uyarak Ebû Süfyân'ın kızı Ümmü Habibe'yi O'na nikâhladım" dedi.»
Bu olay hicretin 6. yılında oldu. Daha sonra Ümmü Habibe Medine'ye geldi.
Bu evlilik, Ebû Süfyân'ın Hz. Peygamber'e olan kinini ve düşmanlığını yumuşatma yönünde ilk basamak olmuştur. Zira Ebû Süfyân, bu evlilikten sonra Hz. Peygamber'e karşı yavaş yavaş yumuşamıştır.
Ebû Süfyân, Medine'ye gelip, Mekke'nin fethi için hazırlık yapan Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmış ve O'ndan Hudeybiye Antlaşması'nı uzatmasını istemişti. Hz. Peygamber ona olumlu cevap vermemişti. O da kalkıp kızı Ümmü Habibe'nin yanına gitti. İçeriye girerek Hz. Peygamber'in yatağına oturmak istedi. Fakat Ümmü Habibe, yatağı hemen dürüp kaldırdı. Bunun üzerine Ebû Süfyân: "Kızım, yatağı mı bana lâyık görmedin, yoksa beni mi yatağa?" dedi. Ümmü Habibe de: "Yatağı sana lâyık görmedim, çünkü o Resûlullah'ın yatağıdır. Sen ise pis bir müşriksin" dedi. O zaman babası: "Kızım, sen benden ayrıldıktan sonra çok kötü olmuşsun" dedi. Bilindiği gibi, daha sonra Ebû Süfyân da müslüman olma şerefini kazanacak ve kızını memnun edecektir.
Ümmü Habibe, Hz. Peygamber'in evlendiği en yakın akraba kızıdır. Zira Ümmü Habibe'nin babası Ebû Süfyân, Hz. Peygamber'in amcasının oğludur. Yine Ümmü Habibe, hanımları arasında kendisine en fazla mehir verdiği hanımıdır. Ona dört yüz dirhem mehir vermiştir.
Hz. Âişe'nin naklettiğine göre, Ümmü Habibe, kendisini hasta iken yanına davet etmiş ve: "Benimle senin ve diğer kumalarımız arasında bazı kırgınlıklar oldu. Allah beni ve seni onlardan dolayı affetsin" demiştir. Bunun üzerine Hz. Âişe: "Ben sana olan hakkımı helâl ettim, Allah sana bu konuda bir şey sormayacak" diye cevap vermişti. Ümmü Habibe ise: "Beni sevindirdin, Allah da seni sevindirsin" diye duada bulunmuştu. (İbn Sa'd, Tabakât, 8/100)
Ümmü Habibe'den 65 hadîs rivayet edilmiştir. Buhârî'de yer alan bu hadîslerden birinin meâli şöyledir:
«Bir defasında ben: Ya Resûlallah, Ebû Süfyân'ın kızı hemşiremi nikâh ediniz, dedim. Resûlullah: "Acayip, siz kıskanmayıp bunu arzu eder misiniz?" buyurdu. Ben de: Evet, arzu ederim. Çünkü sizin için ortaktan hâli ve tek değilim. İsterim ki size karşı sevgimde, bâri kız kardeşim bana ortak olsun, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, (s.a.): "İyi bil ki, kız kardeşin bana helâl değildir" buyurdu. Ben: İyi ama, biz duyuyoruz ki, siz Ebû Seleme'nin kızını nikâh etmek istiyormuşsunuz, dedim. Resûlullah da: "Refikam Ümmü Seleme'nin kızını mı?" diye sordu. Ben de: Evet, dedim. Resûlullah: "Ümmü Seleme'nin kızı (Zeyneb) benim vesâyet ve terbiyem altında olan üvey kızımdır, ve bana nikâhı haramdır. Böyle olmasa bile, yine bana nikâhı helâl olmaz. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır: Beni ve onun babası Ebû Seleme'yi Süveybe emzirmiştir" dedi. Ve: "Bir daha bana kızlarınızı, kız kardeşlerinizi sakın teklif etmeyiniz" diye tenbihte bulundu.» (Tecrid Tercemesi, 11/271-272)
Ümmü Habibe, iki kız kardeşin birden bir kişinin nikâhlısı olmasının haram olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple bu teklifi yapmıştı. Fakat Hz. Peygamber, bu sözleriyle, böyle bir durumun haram olduğunu açıklamıştır.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, uzun bir süre yaşayan Ümmü Habibe, kardeşi Muâviye'yi ziyaret için Şam'a kadar da gitmiştir. Orada öldüğü söyleniyorsa da, Medine'de, 59/679 yılında vefat ettiği daha doğru olanıdır.
ÜMMÜ HÂNÎ (r.a.)
Ebû Tâlib'in kızı, Hz. Ali'nin kız kardeşidir. Adı, Fâhite, bir başka rivayete göre Fâtıma'dır. Ümmü Hânî, künyesidir.
Ümmü Hânî, Mahzûmoğulları'ndan Hübeyre b. Amr ile evliydi.
Resûlullah, dedesi Abdülmuttalib'in vefatından yani sekiz yaşından itibaren amcası Ebû Tâlib'in evinde büyüdüğü için, yengesini anne gibi, Ümmü Hânî'yi de kız kardeşi gibi severdi. Ümmü Hânî, kocasıyla beraber müşrik olarak Mekke'de kalmıştı. Bu durum Mekke'nin fethine kadar devam etti. Mekke'nin fethedildiği gün kocası Hübeyre, Hâlid b. Velid'in komutasındaki küçük birliğe saldıran Mekkeliler arasında yer aldı. Daha sonra Necrân taraflarına kaçtı ve müşrik olarak öldü.
Ümmü Hânî'nin Hübeyre'den; Ömer, Hânî, Yusuf, Ca'de isminde dört oğlu vardı.
Mekke'nin fethi günü Ümmü Hânî, Hind bint Utbe, Ümmü Hakîm bint Hâris, Fâhite bint Velid gibi Kureyş ulularının hanımları ile, on kişilik bir grup halinde Resûlullah'ın huzuruna çıkıp bîat ederek müslüman oldular. Sonra evine geldi. Bu sırada kocasının akrabası Hâris b. Hişâm ile Züheyr b. Ümeyye evine gelerek himayesine sığındılar. Ümmü Hânî, üzerinde savaş elbiseleri olduğu halde kız kardeşini görmeye gelen Hz. Ali'ye, evine sığınan bu iki müşriki teslim etmedi. Mekke'nin üst tarafında, Ebtah'ta kurulan büyük çadırda bulunan Resûlullah'ın (s.a.) yanına gitti. Resûlullah sekiz rekât kuşluk namazı kılıyordu. Bitirdikten sonra: Ya Resûlallah; anamın oğlu benim ahd ve emân verdiğim filânı ve İbn Hübeyre'yi katletmek istiyor, dedi. Hz. Peygamber: "Senin himayene aldığın bizim de himayemizdedir. Senin emân verdiğine biz de emân vermişizdir" buyurdu.
Ümmü Hânî'nin gerek Kütüb-i Sitte'de ve gerekse diğer hadîs kitaplarında, Resûlullah'tan rivayet ettiği bir hayli hadîs vardır. Kendisinden çocukları, torunları, âzadlısı Ebû Mürre, Ebû Sâlih, yeğeni Abdullah b. Abbas ve diğerleri hadîs almışlardır. Hz. Ali devrinden daha sonraya kadar yaşadığı bilinmektedir.
ÜMMÜ HARÂM (r.a.)
Soy silsilesi: Ümmü Harâm bint Milhân b. Hâlid b. Zeyd b. Harâm el-Ensâriyye olup, Harâm b. Milhân'ın kardeşi, Enes b. Mâlik'in teyzesidir. Adının Rumeysâ olduğu söylenmekle birlikte çoğu defa kız kardeşi Ümmü Süleym ile birbirine karıştırılmaktadır. Resûl-i Ekrem'in halasının kızıdır.
Ümmü Harâm, Medineliler'in ilk müslüman olanlarındandır. İlk kocası Amr b. Kays olup ondan Abdullah ve Kays adında iki oğlu olmuş fakat kocası müslüman olmamakta direnince ondan ayrılmıştır.
Ümmü Harâm'ın evi Kuba mahallesinde idi. Resûlullah aynı zamanda yakın akrabası olan Ümmü Harâm'ı sık sık ziyaret eder, o da Resûlullah'a (s.a.) hürmet ve hizmet ederdi. Bir defasında Resûlullah (s.a.) bir öğle vakti Ümmü Harâm'ın evine uğradı. Ümmü Harâm Peygamberimize yemek ikram etti. Yemekten sonra biraz uyudu. Resûlullah'ın uykusundan gülerek uyandığını gören Ümmü Harâm, bunun sebebini sorduğunda Hz. Peygamber: "Rüyamda ümmetimden bir topluluğun gemilerle denize açıldığını gördüm. Onun için de sevincimden güldüm" buyurdu. Ümmü Harâm, Resûlullah'tan kendisi için de dua etmesini istedi. Hz. Peygamber de dua etti. Daha sonra tekrar uyuyup uyandığında: "Sen de onlardansın, onların ilkindensin. Sonuncularından değilsin" buyurdular.
Yıllar sonra, Suriye valisi Muâviye, Halife Hz. Osman'dan izin alarak Kıbrıs'a bir donanma gönderdi. Orduda, Ubâde b. Sâmit, Ebû Zer gibi ünlü sahâbîler ve Ümmü Harâm da vardı. Kıbrıs fethedilip dönülürken Larnaka bölgesinde Tuz Gölü'nün yanında Ümmü Harâm'ın binmiş olduğu katır ürktü. Ümmü Harâm düştü, boynu kırıldı ve orada vefat etti. Hicretin 29. yılında Kıbrıs'ta şehid olan Ümmü Harâm'ın mezarının bulunduğu bu yer, bugün Hala Sultan Türbesi olarak bilinmektedir.
ÜMMÜ HAYR (r.a.)
Hz. Ebû Bekir'in annesidir. Soy silsilesi şöyledir: Selmâ bint Sahr b. Âmir b. Kâ'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre. Künyesi ise, Ümmü Hayr'-dır.
Hz. Hamza'nın müslüman olduğu ve Hz. Ebû Bekir'in Mescid-i Harâm'da Kureyşliler'i Allah'a ve Resûlü'ne iman etmeye davet edip de dövüle dövüle yerlere serildiği günün gecesinde, Resûlullah'ın bulunduğu Dârü'l-Erkam'a giden Ebû Bekir: "Ya Resûlallah, annem, çocuklarına karşı çok şefkatli bir annedir. Onun için Allah'a dua edip kendisini de İslâmiyet'e davet ediversen" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Allah'a dua edip Ümmü Hayr'ı İslâm'a davet etti. O da böylece müslüman oldu. Halkı İslâm'a davet ettiği için dövülerek yerlere serilen Ebû Bekir, evine kilim içinde taşınarak götürümüştü. Kendine geldiğinde de çevresinde bulunanlara ilk sorusu: "Resûlullah nasıl?" olmuştu.
Ümmü Hayr, oğlu Hz. Ebû Bekir'den daha uzun süre yaşadı. Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk yıllarında kocası Ebû Kuhâfe'den daha önce vefat etti.
ÜMMÜ KÜLSÜM (r.a.)
Hz. Peygamber'in kızı, Hz. Osman'ın zevcesi. Ümmü Külsüm, Peygamberimiz'in en küçük kızı Hz. Fâtıma'nın büyüğü idi.
Ümmü Külsüm, Peygamberimiz'in risâlet görevini yüklenmesinden önce Ebû Leheb'in oğlu Utebye ile nişanlanmış, fakat henüz düğün olmamıştı. İslâmiyet gelince Ümmü Külsüm, annesi Hz. Hatice validemizle birlikte müslüman oldu. Ebû Leheb'in İslâm'a karşı dinmez kini ve düşmanlığı üzerine onu kınayan Tebbet sûresi nâzil olunca, Ebû Leheb oğluna: "Eğer, Muhammed'in kızını boşamaz, ondan ayrılmazsan, başım başına haram olsun" demiş, Uteybe de, evlenmeden nişanlısı Ümmü Külsüm'den ayrılmıştı.
Resûlullah, Medine'ye hicret ettiğinde bütün aile efradını da Medine'ye getirtti. Bunlar arasında Ümmü Külsüm de vardı. Ümmü Külsüm'ün Hz. Osman'la evli bulunan kız kardeşi Hz. Rukiyye, Bedir Savaşı'ndan sonra vefat etmişti. Hz. Osman, zevcesini kaybetmenin yanısıra Resûlullah'la olan akrabalığının sona ermesine de ayrıca çok üzülüyordu. Bir gün Peygamberimiz: "Ey Osman, Cebrâil; Rukiyye'nin kız kardeşi Ümmü Külsüm'ü aynı miktarda mehirle sana nikâhlamamı bana Allah tarafından emretti" buyurarak kızı Ümmü Külsüm'ü, hicretin 3. yılında Hz. Osman'a nikâhladı. Hz. Osman'a Zi'n-Nûreyn yani, "İki nur sahibi" denmesi bu yüzdendir.
Ümmü Külsüm'ün, Hz. Osman'dan çocuğu olmamıştır. Hicretin 9. yılında vefat etmiş, cenazesini Hz. Safiyye ve Esmâ bint Umeys yıkamış, namazını Resûlullah kıldırmıştır.
ÜMMÜ KÜLSÜM bint UKBE (r.a.)
Ümmü Külsüm bint Ukbe, Hz. Peygamber'in ve İslâm'ın azılı düşmanlarından olup Bedir'de müslümanlarca katledilen Ukbe b. Ebû Muayt'ın kızıdır. Soy silsilesi, Ümmü Külsüm bint Ukbe b. Ebû Muayt Ebân b. Ebû Amr Zekvan b. Ümeyye el-Kureşiyye'dir.
Ümmü Külsüm bint Ukbe, Mekke'de iken müslüman olmuş, fakat ne müslümanlığını açıklayabilmiş, ne de hicret esnasında bir fırsat bulup Medine'ye hicret edebilmişti. Hicret için bir fırsat arıyordu. Nihayet hicretin 6. yılında Hudeybiye Antlaşması imzalanınca gerginlik biraz azalmıştı. Bu esnada bir gün evinden ayrılan Ümmü Külsüm, tek başına, Huzâalı bir kafilenin de yardımıyla Medine'ye gelmiştir. Bu itibarla, Medine'ye tek başına hicret eden Kureyşli ilk kadındır.
Ümmü Külsüm, Medine'ye gelince doğruca Resûlullah'ın (s.a.) zevcelerinden Ümmü Seleme'nin yanına gitti ve Peygamber'in kendisini Mekke'ye geri göndermemesini istedi. Resûlullah'ın huzuruna çıktığında da: "Ya Resûlallah, ben dinim uğruna senin yanına kaçıp geldim. Beni koru. Müşriklerin yanına geri gönderme. Beni geri çevirirsen onlar bana işkence yapar, beni dinimden döndürmeye uğraşırlar. Ben ise işkenceye dayanamam. Nihayet ben bir kadınım" dedi. Hudeybiye Antlaşması gereğince, yurtlarını terkederek hicret edenlerin iadesi gerekiyordu. Bu durumda Resûlullah: "Muhakkak ki yüce Allah kadınlar hakkında bu ahdi bozar" temennisinde bulundu. Bu sırada nâzil olan âyette (Mümtahine, 60/10) kadınların iade edilmemesi istendi. Resûlullah bunun üzerine, Ümmü Külsüm'ü geri almak için gelen erkek kardeşlerini geri çevirdi.
Medine'ye hicretten sonra Ümmü Külsüm'e, sahâbenin birçok ileri geleni tâlib oldu. Fakat o, Peygamberimiz'e ve ana bir kardeşi Hz. Osman'a danıştı. Peygamberimiz'in tavsiyesine uyarak Zeyd b. Hârise ile evlendi. Zeyd, hicretin 7. yılında Mûte Savaşı'nda şehid olunca dul kaldı. Bir süre sonra Zübeyr b. Avvâm, daha sona da Abdurrahman b. Avf ile evlendi. Abdurrahman b. Avf'ın vefatı üzerine de Amr b. Âs ile evlendi. Aradan birkaç yıl geçmeden de vefat etti.
ÜMMÜ RÛMÂN (r.a.)
Hz. Âişe'nin annesi, Hz. Ebû Bekir'in zevcesi olup ilk müslümanlardandır. Soy silsilesi şöyledir: Ümmü Rûmân bint Âmir b. Uveymir b. Abdüşşems b. Attâb b. Üzeyne b. Ganem b. Mâlik b. Kinâne. Aslen Yemenli olup asıl adı Zeyneb'dir. Ümmü Rûmân ise künyesidir.
Ümmü Rûmân, daha önce Abdullah b. Sebhara ile evli idi. Abdullah b. Sebhara, karısı Ümmü Rûmân ve oğlu Tufeyl ile birlikte Mekke'ye gelip yerleşmiş ve Ebû Bekir'in müttefiki olmuşlardı.
Ümmü Rûmân, kocasının ölümünden sonra Ebû Bekir ile evlendi. İslâmiyet'in ilk günlerinde kocası Ebû Bekir'in hemen arkasından müslüman olmuştur. İlk kocasından olan Tufeyl, annesi ile birlikte müslüman olmuştur. Abdurrahman ile Ümmü'l-mü'minîn Hz. Âişe, Ümmü Rûmân'ın Hz. Ebû Bekir'den olan çocuklarıdır.
Hz. Ebû Bekir, hicretten kısa bir süre sonra karısını ve çocuklarını Medine'ye aldırmış, bundan kısa bir süre sonra da Resûlullah Hz. Âişe ile evlenerek Ümmü Rûmân, Resûlullah'ın kayınvalidesi olma şerefine ermiştir.
Ümmü Rûmân, hicretin 9. yılında, Peygamberimiz'in kadınları hakkındaki "tahyîr" âyetinin inişinden sonra vefat etti. Cenaze namazını Resûlullah kıldırdı. Sonra da hakkında mağfiret dileyip: "İlâhî, Ümmü Rûmân'ın Senin yolunda ve Resûlü'nün uğrunda neler çektiği Sana gizli değildir" buyurdu. Kabre de Resûl-i Ekrem indirdi ve etrafındakilere: "Her kim Cennet hûrîlerinden birine bakmak istiyorsa, Ümmü Rûmân'a baksın" buyurdu.
ÜMMÜ SALÎT (r.a.)
Asıl künyesi Ümmü Kays'tır. Ebû Salît ile izdivacından oğulları Salît doğduktan sonra Ümmü Salît diye anılmıştır.
Ümmü Salît; Uhud, Hayber ve Huneyn gazâlarında bulunmuş ve askere kırbalarla su taşımıştır.
Medine'de bir gün Hz. Ömer kadınlara elbise (futa) dağıtmıştı, bir tane artmıştı. Yanındaki bazı kimseler:
— Ey mü'minlerin emîri; şunu da sizin yanınızdaki Resûlullah'ın kızına versene, demişler. Bununla Hz. Ömer'in hanımı olan, Hz. Ali'nin kızı Ümmü Külsüm'ü kasdetmişlerdi.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
— Bu elbiseye Ümmü Salît daha lâyıktır, diye cevap vermiştir. Ümmü Salît, hicretten sonra Resûlullah'a bîat eden Ensâr kadınlarındandır.
Sonra Hz. Ömer:
— Çünkü Ümmü Salît, Uhud Savaşı'nda kırbaları yüklenip bize su taşırdı, diyerek açıklamıştır. (Tecrid Tercemesi, 8/319)
ÜMMÜ SELEME (r.a.)
Ümmü Seleme'nin soyu: Ümmü Seleme bint Ebû Ümeyye b. Muğîre b. Abdullah b. Ömer. Bu kadın sahâbînin annesinin adı, Âtike bint Âmir b. Rebîa b. Mâlik b. Huzeyme b. Alkame b. Firâs b. Ganem b. Mâlik b. Kinâne idi.
Ümmü Seleme, ilk önce Berre bint Abdülmuttalib'in oğlu Ebû Seleme b. Abdülesed ile evlendi. Resûlullah (s.a.) İslâm'ı yaymaya başladıktan kısa bir süre sonra Ümmü Seleme ve kocası hemen müslüman oldular. Böylece bu mutlu çift ilk İslâm'a girenler içinde yer aldı. Bunlar İslâm'a girmekle çok bahtiyar olmuşlardı. Ancak, müşrikler diğer ilk müslümanlar gibi bunlara da yapmadıklarını bırakmadılar. Onlara, doğup büyüdükleri öz yurtlarını çekilmez hale getirdiler. Resûlullah (s.a.) bu yüzden onlara Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi. Ebû Seleme ile birlikte hanımı Ümmü Seleme de bu ülkeye hicret etti. Onların Habeşistan'da, Zeyneb, Seleme, Ömer ve Dürre isimlerinde çocukları olmuştu. Bunlar Habeşistan'da iken bir ara Mekkeliler'in hepsinin müslüman olduğu haberi yayıldı. Bu haberi duyan Habeşistan'daki müslümanların birçoğu, Mekke'ye geri dönmeye karar verdiler. Dönenler arasında Ümmü Seleme ve kocası da bulunuyordu.
Ebû Seleme İkinci Akabe Bîatı'ndan bir yıl önce, Medine'ye hicret etmeye hazırlandı. Ebû Seleme, eşi Ümmü Seleme için bir deve hazırladı. Karı koca ve oğullarından Seleme olduğu halde yola çıktılar. Ancak Ümmü Seleme'nin kabilesi olan Muğîre b. Abdullah Oğulları'ndan bazı kişiler, onların yolunu keserek Ümmü Seleme'nin Medine'ye hicret etmesine engel oldular ve onu götürerek kendi yanlarında göz hapsinde tuttular. Bundan sonrasını Ümmü Seleme'nin kendi ağzından dinleyelim:
"Kocam Ebû Seleme Medine'ye gitti. Beni kocamdan ve oğlumdan ayırdılar. Bir yıla yakın bir süre, her sabah Ebtah denilen yere çıkar, orada oturur, akşama kadar gözyaşı dökerdim. Bir gün Muğîreoğul-ları'ndan birisi yanıma uğradı. Halimi görünce bana acıdı. Muğî-reoğuları'na: Şu zavallı kadını, kocasından ve oğlundan ayırdınız; ne diye hâlâ serbest bırakmazsınız, diyerek çıkıştı. Muğîreoğulları bana: İstiyorsan kocanın yanına git, dediler. Abdülesedoğulları da yanlarında bulunan oğlum Seleme'yi bana geri verdiler. Devemin yanına vardım. Oğlumu alıp hevdecin içine yerleştirdim. Sonra da Medine'de bulunan kocama kavuşmak için yola çıktım. Yanımda hiçbir kimse yoktu.
Ten'im denilen yere varınca, Abdüddâroğulları'nın kardeşi Osman b. Talha ile karşılaştım. Bana: Ey Ümmü Seleme, nereye gidiyorsun? diye sordu. Medine'deki kocamın yanına gitmek istiyorum, dedim. Yanında hiç kimse yok mu? diye sordu. Ben: Hayır, Allah ve şu çocuğumdan başka hiçbir kimse yok, dedim. Osman: Vallahi, sen yalnız bırakılamazsın, diyerek devenin yularını tuttu ve benimle yola düştü. Vallahi, Araplar içinde ondan daha iyiliksever hiçbir kişi görmedim. Her konakladığımız yerde devemi ıhdırır, sonra benden uzaklaşırdı. Hatta bir ara devem benden geride kalmıştı. Gidip onu yakalayıp getirdi. Sonra onu bir ağaca bağladı, kendisi de yanımdan uzaklaşıp ağacın altına uzandı. Bir süre sonra devemi yanıma doğru sürdü ve: Haydi bin, dedi ve yine benden uzaklaştı. Ben deveme binip üzerine yerleşince gelip yuları tuttu ve tekrar konaklama yerine gelinceye kadar yuları elinden bırakmadı. Amr b. Avf Oğulları'nın köyü olan Kuba'yı görünce (ki, Ebû Seleme buraya yerleşmişti) Osman: Kocan bu köyde mi? Haydi Allah'ın bereketi üzere oraya gir, dedi ve sonra da kendisi ayrılıp Mekke'ye geri döndü."
Ümmü Seleme'nin kocası Ebû Seleme, Uhud Savaşı'nda yaralanmıştı. Aldığı yara yüzünden hicretin 4. yılında vefat edince Ümmü Seleme dul kaldı. Bir süre sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bu sahâbîye evlenme teklifinde bulundular, ancak o, teklifleri reddetti. Ümmü Seleme'nin aklına, bir ara kocası Ebû Seleme'nin Resûlullah (s.a.)'tan: "Müslümanlardan felâketle karşılaşan bir kimse: Biz, elbette Allah'a âidiz ve elbette O'na dönücüleriz, (Bakara, 2/156) meâlindeki âyeti okur ve sonra da: Ey Allah'ım! Felâket anında bana yardım et ve ona karşılık ban daha hayırlısını ihsan et diye dua ederse, muhakkak Allah bunun gereğini yapar" buyurduğu geldi ve bu şekilde dua etti. Bir başka rivayete göre, Ebû Seleme ölünce, Ümmü Seleme Resûlullah'a giderek: "Ebû Seleme öldü, ne diyeyim, nasıl dua edeyim?" diye sorduğunda Hz. Peygamber: "Ey Allah'ım! Beni ve onu affet, bana onun ardından ondan daha hayırlı, daha güzel bir karşılık ver diye dua et" buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.), Ümmü Seleme'ye kocasının ölümü arkasından iddet süresini bekledikten sonra evlenme teklifinde bulundu. Ümmü Seleme, kendisinin kıskanç olduğunu, çocuklarının bulunduğunu ve yaşlı olduğunu söyleyerek evlenmek istemediğini söyledi. Resûlullah (s.a.): "Kıskançlıktan bahsettin, umarım Allah onu senden giderir. Yaşlılıktan bahsettin, senin başına gelenin benzeri benim başıma da gelmiştir. (Ben de senin yaşına yakın yaştayım.) Çoluk çocuktan bahsettin, senin çocukların benim de çocuğumdur" buyurdu. Bir süre sonra Resûlullah (s.a.) ile Ümmü Seleme evlendi. Resûlullah, evlenme merasimi sırasında misafirlere yemek verdi.
Hz. Ümmü Seleme otoriter ve sözü dinlenen bir kadındı. Resûlullah (s.a.) bazı konularda zaman zaman onun görüşüne başvururdu. Mekke'nin fethi sırasında Resûlullah (s.a.)'ın yanında Ümmü Seleme de hazır bulunuyordu.
Resûlullah (s.a.), vefat ettikten sonra Ümmü Seleme'ye, Hz. Ebû Bekir baktı. Hz. Ömer de bu kadın sahâbîye Hz. Peygamber'in diğer hanımları ile birlikte yıllık tahsisat ayırdı. Gerek Hz. Ebû Bekir ve gerekse Hz. Ömer mü'minlerin annesi olan bu kadın sahâbîye çok saygı gösterirlerdi.
Hz. Ümmü Seleme, çok alçakgönüllü bir sahâbî idi. Muttalib b. Abdullah, Ümmü Seleme'nin yatsı vaktinde Resûlullah (s.a.) ile gerdeğe girdiğini, aynı gecenin şafak vaktinde ise, un öğütmeye gittiğini haber vermiştir.
Ümmü Seleme, çok zeki ve dirâyetli birisiydi. Bu bakımdan birçok sahâbî ve tâbiî ona gelerek karşılaştıkları problemlerde kendisi ile istişâre ederlerdi. Çok güzel konuşurdu, ikna gücüne sahipti. Ümmü Seleme'nin kızlarından Zeyneb de büyük bir hukukçuydu.
Ümmü Seleme, hadîs rivayet eden kadın sahâbîlerden birisidir. Toplam 378 hadîs nakletmiştir. O, Resûlullah (s.a.)'tan doğrudan aldığı hadîslerin dışında Ebû Seleme ve Hz. Fâtıma'dan da hadîs nakletmiştir. Kendisinden de oğlu Ömer ve kızı Zeyneb ile kardeşi Âmir, yeğeni Mus'ab b. Abdullah hadîs nakletmişlerdir. Ayrıca Abdullah b. Râfi', Nâfi', Ebû Osman en-Nehdî, Ebû Vâil, Saîd b. Müseyyeb, Urve, Süleyman b. Yesâr başta olmak üzere çok sayıda sahâbî ve tâbiî hadîs nakletmişlerdir. Yine bu kadın sahâbî, Belâzûrî'nin bildirdiğine göre kadın sahâbîler içinde fıkhı en iyi bilenlerden birisiydi.
Hz. Ümmü Seleme, hicretin 61. yılında 84 yaşındayken vefat etti. Resûlullah (s.a.)'ın hanımları içinde en son vefat eden Ümmü Seleme olmuştur. Cenaze namazı Bakî' kabristanında kılındı ve oraya defnedildi.
ÜMMÜ SÜLEYM (r.a.)
Enes b. Mâlik'in annesi, Harâm b. Milhân'ın kız kardeşidir. Soy silsilesi şöyledir: Ümmü Süleym bint Milhân b. Hâlid b. Zeyd b. Harâm b. Cündüb el-Ensârî. Asıl adının Gumeysâ veya Rumeysâ, Sehle veya Rümeyle olduğu söylenir. Ümmü Süleym künyesidir.
Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Kocası Mâlik b. Nadr müslümanlığı kabule yanaşmamış, hicret esnasında genç bir çocuk olan oğlu Enes b. Mâlik ise, biraz da annesinin telkiniyle müslüman olmuştur. Kocası, çok geçmeden bir düşmanı tarafından öldürüldü.
Ümmü Süleym, oğlu Enes'i Hz. Peygamber'in hizmetine verdi ve: "Ya Resûlallah, benim size ikram edecek bir şeyim yok. Bari oğlum size hizmet etsin" diyerek Enes'i Resûlullah'a (s.a.) teslim etti. Hz. Peygamber de (s.a.) Enes için dua ederek: "Allah'ım, ona çok mal ve evlad ver, ömrünü uzun et, günahlarını affet" diye dua etti. Enes şöyle anlatır: "Resûlullah'a on yıl hizmet ettim. Vallahi seferde ve barışta olsun, ne bana kötü bir lâf söyledi, ne de bir defa yüz ekşitti."
Dul kalan Ümmü Süleym'e, Medineli müşriklerden Ebû Talha talip oldu. Fakat Ümmü Süleym: "Sana faydası ve zararı dokunmayan bir taşa tapınıyorsun. Bir marangozun getirip senin için yonttuğu bir ağaç parçasının sana ne faydası, ne zararı olur" diyerek onu tenkit etti ve reddetti. Bu söz Ebû Talha'ya tesir etti. Müslüman oldu ve evlendiler. Bu evlilikten doğan çocuklarından ilki öldüğünde Ümmü Süleym metanetini hiç kaybetmedi. Kocasına: "Emanet sahibinin emanetini geri aldığını" söyleyerek onu da teskin etti. Resûlullah, onların doğacak çocukları için dua etti. Çocuk doğduğunda Peygamberimiz ona Abdullah ismini koydu. Gerçekten de Abdullah'ın dokuz oğlu olmuş ve hepsi de Kur'ân'ı hıfzetmiştir.
Ümmü Süleym, Uhud Savaşı'na katılmış, susayanlara su dağıtıp yaralıları tedavi etmiştir. Mekke'nin fethine ve Huneyn Savaşı'na da katılan Ümmü Süleym, savaşta aktif olarak hizmet ediyor, gerektiğinde de müşriklerle savaşma cesaretini gösteriyordu.
Resûlullah Ümmü Süleym'i çok sever, sık sık onu ziyaret eder ve gönlünü alırdı. Bir hadîste Resûlullah: "Cennet'te yürürken arkamda bir ayak sesi işittim. Bu kimindir? diye sorduğumda: Bu Enes'in annesi Gumeysâ bint Milhân'ındır, dediler" buyurmuştur.
Ümmü Süleym de Resûlullah'ı çok sever, O'nun sünnetini izlemeye, tavsiyelerini tutmaya çalışırdı. Resûlullah'tan rivayet ettiği hadîsleri genelde oğlu Enes diğer râvîlere aktarmıştır.
ÜMMÜ UBEYS (r.a.)
İlk müslümanlardandır. Zinnîre Hatun'un kızı, Küreyz b. Rebîa b. Habib b. Abdüşşems'in de zevcesi idi. Oğlu Ubeys'den dolayı Ümmü Ubeys künyesiyle anılmaktadır.
Ümmü Ubeys, Zühreoğulları'nın veya Teym b. Mürre Oğulları'nın cariyesi idi. Müşrikler, müslüman olanlara, özellikle zayıf, kimsesiz köle ve cariyelere karşı acımasız tavır ve işkencelerini yoğunlaştırmışlardı. Fakat onların bu baskısına rağmen İslâm'ın ilk devrinde onlardan da birçok müslüman olan vardı. Bunlardan biri de Ümmü Ubeys'dir. Müşriklerin Ümmü Ubeys'e işkencesi dayanılmaz bir hal alınca Hz. Ebû Bekir, Bilâl, Âmir b. Füheyre, Nehdiyye Hatun gibi işkenceye uğrayan yedi müslüman köle ve cariyeyi satın alıp âzad etti. Bunlardan biri de Ümmü Ubeys'di. Esved b. Abdiyagûs müslümanlıktan dönmesi için Ümmü Ubeys'e olmadık işkenceler yapmıştı.
ÜMMÜ UMÂRE (r.a.)
Kahramanlığı ile ün yapmış kadın sahâbîlerdendir. Soy silsilesi şöyledir: Nesîbe bint Kâ'b b. Amr b. Avf b. Mebzûl b. Amr b. Ganem el-Ensâriyye. Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Künyesi Ümmü Umâre olup, künyesi kadar ismiyle de meşhur olmuştur. Meşhur sahâbîlerden Zeyd b. Âsım'ın zevcesidir.
Ümmü Umâre, Akabe Bîatı'nda hazır bulunan iki Medineli kadından biri olup hicretten sonra Bedir, Uhud, Hayber ve Huneyn savaşlarına katılmıştır. Ümmü Umâre, Uhud Savaşı'na kocası Zeyd b. Âsım ve iki oğlu Abdullah ve Hubeyb ile birlikte katılmış, önceleri susayanlara su vermek, yaralıları tedavi etmek istemiş, fakat savaşın ortalarına doğru müslümanların bozguna uğrayıp müşriklerin Resûlullah'ın (s.a.) etrafını kuşattıklarını görünce kılıcını çekerek, okuyla ve yayıyla savaşa bizzat katılmıştır.
Uhud Savaşı'nda yaralanan oğlu Abdullah'ın yarasını saran Ümmü Umâre, yarayı sardıktan sonra oğluna: "Haydi kalk, savaşalım" deyince Resûlullah (s.a.): "Ey Ümmü Umâre, senin katlandığın şeye herkes katlanabilir mi?" buyurmuştur. Resûl-i Ekrem Ümmü Umâre'ye, oğlunu yaralayan müşriki göstermiş, Ümmü Umâre onu bir hamlede yere yıkıp öldürmüştür. Savaşta Resûlullah'ın etrafından ayrılmayıp âdeta etrafında çelik bir set oluşturan sahâbîlerin arasında Ümmü Umâre kılıç sallayarak, ok atarak müşriklerle savaşmış, bu arada boynundan da ağır bir şekilde yaralanmıştır. Hz. Peygamber, bütün hane halkları için hayır dua etmiş, buna dünyalar kadar sevinen Ümmü Umâre: "Artık dünyada başıma gelen hiçbir şeye aldırış etmem" demiştir.
Savaş sonrası, Medine'de Resûlullah (s.a.): "Uhud günü, sağıma, soluma döndükçe, hep Ümmü Umâre'nin yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum" buyurarak, bu kadın sahâbînin kahramanlığını tekrar tekrar anmıştır.
Ümmü Umâre, Resûlullah ile birlikte, hicretin 6. yılında Hudeybiye Barışı'na, 8. yılında Mekke'nin fethine katılmış, Veda haccında da bulunmuştur.
Hz. Ebû Bekir devrinde Yemen taraflarında irtidad ve isyan olayları başgöstermiş, yalancı peygamber Müseyleme, Ümmü Umâre'nin oğlu Hubeyb'i, elçi olmasına rağmen işkence ile öldürmüştür. Bu haber üzerine Ümmü Umâre, "şehid anası oldum" diye sevinmekle birlikte, oğlunun intikamını almak üzere Hâlid b. Velid kumandasındaki orduya katılarak Yemâme Savaşı'nda bulunmuştur. Müseyleme'nin öldürülmesini gözleriyle görmüş, 60 yaşlarında olduğu halde katıldığı bu savaşta on iki yara almış, savaş sırasında İslâm askerlerini gayretlendirmiştir.
Ümmü Umâre, Yemâme Savaşı'ndan sonra Medine'ye dönmüş, ömrünün son devresini burada geçirmiştir. Resûlullah'tan rivayet ettiği hadîsler vardır.
ÜSÂME b. ZEYD (r.a.)
Babası, Peygamberimiz'in âzadlısı Zeyd b. Hârise, annesi ise yine Resûl-i Ekrem'in âzadlısı ve dadısı Ümmü Eymen'dir. Soy silsilesi şöyledir: Üsâme b. Zeyd b. Hârise b. Şurahbil b. Kâ'b b. Abdüluzzâ. Künyesi Ebû Muhammed olup lâkabı "Hubb-i Resûlillah" yani "Resûlullah'ın Sevgilisi" dir.
Üsâme, hicretten yaklaşık olarak yedi-sekiz yıl önce Mekke'de doğdu. Babası Zeyd b. Hârise, Resûlullah'ın âzadlısı, yakını ve ilk müslümanlardandı. Üsâme, İslâm'ın beşiğinde büyümüş, bu ortamda yetişmiş, babasıyla birlikte Medine'ye hicret etmişti.
Hicretten sonra yapılan ilk savaş ve gazvelere yaşının küçük olması sebebiyle katılamayan Üsâme, hicretin 7. yılında bir seriyyede görev almış, 8. yılında da Cüheyne kabilesine gönderilen seriyyeye kumandanlık yapmıştır. Bu sıralarda tahminen onbeş yaş civarında idi. Resûlullah, ondaki askerî kabiliyeti ve kumandanlık dirâyetini gördüğü için ona bu görevi vermiştir. Bu sefer esnasında bir yere kıstırdıkları adamı, kelime-i tevhidi söylemesine rağmen, sırf ölümden korktuğu için böyle söylediği kanaatiyle öldürmüş, dönüşte Resûlullah bu hareketi sebebiyle Üsâme'ye çıkışmıştır.
Mekke'nin fethine Resûlullah'ın yanıbaşında katılan Üsâme, Mekke'ye Resûlullah'ın terkisinde girmiş, arkasından Huneyn Savaşı'na katıldıktan sonra Hz. Peygamber'le birlikte Medine'ye dönmüştür. Resûlullah, Zeyd b. Hârise'nin komutasındaki orduyu Şam bölgesini emniyete almak için göndermiş, Mûte'de yapılan savaşta Zeyd b. Hârise, onun yerine kumandaya geçen Cafer-i Tayyâr ve onun yerine geçen Abdullah b. Revâha hep şehid olmuşlardı.
Bu hâdiseler Resûlullah'ı çok üzdü. Hicretin 11. yılında Üsâme'nin komutasında büyük bir ordunun hazırlanmasını ve yola çıkarılmasını emretti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde başta olmak üzere Muhâcir ve Ensâr'ın ileri gelenleri de Üsâme'nin komutası altında savaşa katılıyordu. Fakat, Üsâme'nin genç ve tecrübesiz olduğu, bu kadar ileri gelen sahâbî varken genç birinin komutanlığının doğru olmayacağı gibi dedikodular başladı. Bunun üzerine Resûlullah minbere çıktı. Çok öfkelenmişti. Allah'a hamd ve senâdan sonra dedi ki: "Ey insanlar, Üsâme'yi kumandan tayin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum. Allah'a yemin ederim ki Üsâme'yi kumandan tayin etmemi kınıyorsunuz. Daha önce babasını kumandan yapmamı da kınıyordunuz. Yemin ederim ki, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse, Üsâme de babasından sonra kumandanlığa lâyık kimsedir. Babası nasıl en sevdiğim kimse idiyse, Üsâme de en sevdiğim kimselerdendir...."
Fakat, Resûlullah'ın hastalığı ağırlaştı ve dâr-ı bekaya irtihal etti. Bu sebeple ordu, sefere çıkışını geciktirdi.
Hz. Ebû Bekir halife olunca, Üsâme'nin yola çıkmasını istedi. Bazı sahâbîler, Üsâme'nin değiştirilmesini, yerine daha tecrübeli ve itibarlı bir komutanın atanmasını teklif ettilerse de, Halife Ebû Bekir, Resûlullah'ın tayin ettiği kumandanı azledemeyeceğini, Üsâme'nin yola çıkacağını kesin bir dille belirtti. Üsâme, ordunun başında Mûte taraflarına gitti ve düşmanı perişan ederek, babasının da intikamını alarak geri döndü.
Üsâme, Hz. Ömer devrinde de bütün savaşlara aktif bir şekilde katıldı. Ancak, Hz. Osman devrinde fitne ve kargaşa başlayınca bir kenara çekilip çekişmenin dışında kalmayı tercih etti. Aynı şekilde Hz. Ali devrinde meydana gelen olaylara karışmadı. Fakat Hz. Ali'nin haklılığına inandığı için daha sonra bu çekimserliği sebebiyle pişman olduğu söylenir.
Üsâme, Muâviye devrinde (H. 54), 60 yaşlarında iken vefat etti.
Üsâme b. Zeyd, Resûlullah'ın yakınında ve hizmetinde olmayı şiâr edinmiş; Resûlullah'ı çok seven, faziletli bir sahâbî idi. Resûlullah'ın yanında Üsâme'nin ayrı bir yeri ve sevgisi vardı. Hz. Peygamber, çocukluğunda, torunları Hasan ve Hüseyin'i ve bir de Üsâme'yi dizlerine oturtur, onlar için hep hayır dua ederdi.
Bir gün Hz. Abbas ve Hz. Ali, Resûlullah'ın yanına gelerek, en çok kimi sevdiklerini sormuş, Resûlullah da (s.a.): "Ehl-i Beyt'ten kızım Fâtıma'yı, insanlar arasında da Üsâme b. Zeyid'i" sevdiğini ifade buyurmuşlardır.
Âzadlı bir köle olan Zeyd b. Hârise'nin veya onun oğlu Üsâme'nin, aralarında kabile reisleri, zengin ve asillerin de bulunduğu İslâm ordusunun başına getirilmesi, Resûlullah'ın İslâm toplumunu şekillendirme yönündeki önemli adımlarından biridir. Böylece, müslümanlar arasında, ancak ve ancak İslâm'a bağlılık, Allah ve Resûlullah sevgisi gibi ölçülerle üstünlük olacağı; soy, sop, ırk gibi unsurların, zenginlik, fakirlik gibi geçici vasıfların temel kriter olamayacağı hakikatı kafalara ve gönüllere nakşedilmiş oluyordu.
İslâm'la şereflenmekle, Allah ve Resûlü yoluna baş koymakla bir insanın katedebileceği mesafe ve kazanacağı faziletin en canlı örneği, Üsâme b. Zeyd'dir.
ÜSEYD b. HUDAYR (r.a.)
Medineliler'in eşrafından ve ilk müslümanlarındandır. Künyesi: Ebû Yahya ve Ebû Atîk olup soy silsilesi şöyledir: Üseyd b. Hudayr b. Simâk b. Râfi' b. İmru'l-Kays b. Zeyd b. Abdüleşhel.
Üseyd'in babası Hudayr, hicret öncesi dönemde Evs kabilesinin reisi idi. Birinci Akabe Bîatı'ndan sonra Resûlullah (s.a.) Mus'ab b. Umeyr'i Medine'ye İslâm'ı anlatması için göndermişti. Mus'ab, Medine'de Es'ad b. Zürâre'nin evinde kalıyor, orada İslâm'ı anlatıyordu. Sa'd b. Muâz durumu Üseyd'e anlatınca; Üseyd kılıcını ve mızrağını aldı, birlikte Es'ad'ın evine gittiler. O esnada ikisi de Abdüleşheloğulları'nın önder ve ulu kişileri idiler. Niyetleri Mus'ab b. Umeyr'i hesaba çekmek, tazyik ederek Medine'den kovmak idi. Fakat Mus'ab, onları oturtup kendilerine nezaketle İslâm'ı anlatınca hemen orada müslüman oldular.
Üseyd b. Hudayr, İkinci Akabe Bîatı'nda kabilesinin temsilcisi olarak bulunmuştur. Akıllı, basiretli, iyi ok atan ve yüzme bilen bir kimseydi. Araplar arasında okuma yazma bilenler çok az olduğu halde, hem okur, hem de yazı yazmayı bilirdi. Hicretten sonra Resûlullah, Üseyd b. Hudayr ile Zeyd b. Hârise'yi din kardeşi yapmıştı.
Üseyd b. Hudayr'ın Bedir Gazvesi'ne katılıp katılmadığı tartışmalıdır. Uhud Savaşı'na katılmış ve bu savaşta kahramanca çarpışmış, yedi yerinden yara almıştı. Hendek Savaşı'nda, ikiyüz arkadaşı ile birlikte etrafta devriye geziyor, şehri koruyor, hendeğin geçilmemesine gayret ediyordu. Hendek Savaşı'ndan sonra Benî Gatafan kabilesinden bir grubun Medine'yi basma girişimi üzerine harekete geçerek küçük bir birlik ile onları bozguna uğratmıştır.
Üseyd'in daha birçok savaşta, meselâ Hudeybiye Barışı'nda, Hayber'in fethinde, Tebük seferinde üstün yararlılıkları olmuştur. Mekke'nin fethinde Resûlullah'ın yanında idi.
Resûlullah'ın (s.a.) irtihalinden sonra Benî Sâide gölgeliğinde toplanan Hazrecliler'in kendi aralarından bir halife seçmeye çalıştıklarını endişe ile izleyen Üseyd b. Hudayr, Hz. Ebû Bekir'in oraya gelip duruma hâkim olması ve etkili bir konuşma yapması üzerine, Hz. Ebû Bekir'e bîat etmekte gecikmedi. Onun bu fedakâr tutumu, müslümanların birlik içinde hareket etmesinde önemli rol oynadı.
Hz. Ebû Bekir devrinde halifenin sık sık fikir alışverişi yaptığı Üseyd, Hz. Ömer devrinde de bu olumlu tutumunu sürdürdü. Hicrî 16. yılda Kudüs fethedilip de şehrin hâkimi şehri bizzat halifeye teslim etmek isteyince Hz. Ömer, Üseyd'i Medine'de yerine vekil bırakarak Kudüs'e gitti. Üseyd, hicrî 20. veya 21. yılda Medine'de vefat etti. Bakî' kabristanına defnedildi.
Üseyd b. Hudayr, ashâbın ileri gelenlerinden ve faziletlilerinden idi. Çok güzel Kur'ân okur, Hz. Peygamber'in sünnetini, İslâm'ın ahkâmını öğrenmeye ve tebliğe çok gayret ederdi. Kur'ân'ı okurken ve dinlerken kendinden geçer mestolur, ayrı bir ruhânî âleme dalardı. Üseyd derdi ki: "Bütün arzum, ömrümü şu üç hal üzere geçirmek ve bu hallerden hiç ayrılmamaktır: Kur'ân'ı okuduğum ve dinlediğim zamanki halim; Resûl-i Ekrem'in hutbesini dinlediğim zamanki halim, son olarak da bir cenazeyi gördüğüm zamanki halim üzere kalmak ve âhiretteki sonumu düşünmek."
Hz. Âişe der ki: "Ensâr'dan üç kimse vardır ki hiç kimse, fazilet yönünden onların üstünde sayılamazdı: Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Muâz, Abbâd b. Bişr."
VÂBİSE b. MA'BED (r.a.)
Soy silsilesi şöyledir: Vâbise b. Ma'bed b. Utbe b. Hars b. Mâlik b. Hars b. Esed b. Huzeyme. Benî Huzeyme'nin Benî Esed kolundandır. Künyesi Ebû Saîd veya Ebû Şa'sâ'dır.
Vâbise, hicretin 9. yılında kabilesinden bir grupla birlikte Medine'ye gelerek müslüman olmuş ve Medine'de kalmıştır. Suffa ehlinden idi.
Hayatı hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz Vâbise'nin Hz. Ömer devrinde Cezîre'ye gittiği, Rakka şehrine yerleştiği bilinmektedir. Orada da fakirlerle birlikte kalır ve: "Resûlullah devrinde bunlar benim arkadaşlarımdı" derdi. Çok ağladığı rivayet edilmektedir.
Vâbise, doğrudan veya Abdullah b. Mes'ûd ve Ümmü Kays aracılığı ile Resûlullah'tan (s.a.) on civarında hadîs rivayetinde bulunmuş, kendisinden de iki oğlu Sâlim ve Ömer ile Zîr b. Hubeyş, Şeddâd, Râşid b. Sa'd gibi râvîler nakilde bulunmuşlardır.
Vâbise'nin Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz'in hilâfetinden önce veya bu sırada öldüğü rivayet edilir. Kabri, Rakka'da Minâretü'l-Mescid yanındadır.
VAHŞÎ b. HARB (r.a.)
Aslen Habeşli olup Kureyş müşriklerinden Cübeyr b. Mut'im'in kölesi idi. Cübeyr'in amcası Tuayme, Bedir Savaşı'nda müslümanlar tarafından öldürülmüş, Cübeyr de Uhud Savaşı öncesi Vahşî'ye: "Eğer amcamın yerine Muhammed'in amcası Hamza'yı öldürürsen seni âzad ederim" şeklinde söz vermişti. Olayı Vahşî şöyle anlatır:
"Ben mızrak atmada çok usta idim. Uhud Savaşı sırasında Hamza'yı aradım. Onu gördüğümde, karşısına çıkan herkesi kılıçtan geçiriyor, kimse karşısında duramıyordu. Yakınıma gelmesi için oradaki bir kayanın arkasına saklandım. O sırada Siba' b. Abdüluzzâ onun karşısına çıktı. Hamza ona bir kılıç darbesi indirdi. Ben onun başının yere yuvarlanmasından daha seri bir şey görmedim. Bu sırada hemen mızrağımı sallayıp üzerine attım. Mızrak Hamza'nın kasığına saplandı. Ölümünden emin olunca da gidip mızrağımı aldım. Mekke'ye dönünce de âzad edildim."
Mekke fethedilince Vahşî, Tâif'e kaçar. Tâif halkı da Resûlullah'a (s.a.), müslüman olmak için haber gönderince yeryüzü Vahşî'ye dar gelmeye başlar. Vahşî, gerek Hz. Peygamber'in (s.a.) affetmesinden ve gerekse Allah'ın mağfiretinden ümidini kesmiştir. Fakat ona, Resûlullah'ın engin müsamahası anlatılınca cesaretlenip Medine'ye gider, kelime-i şehâdet getirerek müslüman olur. Hz. Peygamber ona: "Sen Vahşî'sin ha" diye sorup ondan da "Evet" cevabını alınca: "Otur, Hamza'yı nasıl öldürdüğünü anlat" der. Onu dinledikten sonra da: "Hadi Allah iyiliğini versin, kendini benden gizle, seni hiç görmeyeyim" buyurarak hem engin müsamahasını ve hem de amcasına karşı sevgisini dile getirir.
Kur'ân'da, Allah'ın şirk dışındaki günahlardan dilediğini affedeceğini bildiren âyet (Nisâ, 4/48, 116) ile, Allah'ın rahmetinden ümit kesilmemesini, Allah'ın bütün günahları yarlıgayıcı olduğunu bildiren âyetin (Zümer, 33/53), Vahşî'nin bu endişe ve pişmanlığı üzerine nâzil olduğu, Resûlullah (s.a.) tarafından da bu müjdenin bütün müslümanları kapsadığının haber verildiği rivayeti vardır.
Vahşî, peygamberlik iddiasına kalkışan Müseyleme'ye karşı düzenlenen sefere katılır ve Hz. Hamza'yı şehid ettiği mızrağı ile yalancı Müseyleme'yi kasığından vurarak öldürür. Bu olay münasebetiyle Vahşî: "Bu mızrağımla cahiliye devrimde, insanların en hayırlısını, müslümanken de insanların en şerlisini öldürdüm" der ve bunun önceki hatasına keffaret olmasını dilerdi.
Vahşî; Hz. Peygamber devrinden sonra da yapılan savaşlara katılmış, bu arada Yermük Savaşı'nda önemli yararlılıklar göstermiş, ömrünün son devrinde Humus'a yerleşmiş, Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde de vefat etmiştir.
Ebû Seleme veya Ebû Harb künyesiyle de anılan Vahşî'den, oğlu Harb ile Abdullah b. Adiy, Câfer b. Amr b. Ümeyye ed-Damrî hadîs rivayet etmişlerdir.
Vahşî'nin hayat hikâyesi, İslâm'la şereflenmenin bütün hata ve kötülükleri örttüğünün, Hz. Peygamber'in (s.a.) hoşgörü ve affediciliğinin güzel bir örneğidir.
VÂİL b. HUCR (r.a.)
Vâil b. Hucr b. Rebîa Vâil b. Ya'mer. Yemen bölgesindeki Hadramut melikinin oğludur. Soy silsilesini, Vâil b. Hucr b. Sa'd b. Mesrûk b. Vâil b. Numan b. Rebîa şeklinde rivayet edenler de vardır.
İslâm'a girişini ve hayat hikâyesini Vâil b. Hucr şöyle anlatır:
"Resûlullah'ın (s.a.) peygamber olarak gönderildiğini duyunca kavmimi temsilen çıkıp Medine'ye geldim. Resûlullah'ı görmeden önce ashâbı ile karşılaştım. Bana: "Sen gelmezden üç gün önce Resûlullah geleceğini müjdelemişti" dediler. Daha sonra Hz. Peygamber'in yanına çıktım. Bana iltifat ederek yanıma yaklaştı, ridasını yayıp beni üzerine oturttu. Sonra minbere çıkarak: "Ey müslümanlar, bu adam Vâil b. Hucr'dur. Buraya uzak bir ülkeden, Hadramut'tan gelmiş, zorla değil kendi isteğiyle gelmiştir. O kral sülâlesinin sonuncularındandır. Ey Hucr'un oğlu, Allah seni ve çocuklarını doğru yoldan ayırmasın" şeklinde hitap ve dua etti.
Sonra Muâviye b. Ebû Süfyân'ı yanıma katarak beni kalacağım yere götürmesini söyledi. Biraz yol katetmiştik ki, Muâviye; kızgın kumların çıplak ayaklarını yaktığını, kendisini devemin terkisine almamı istedi. Ben de: "Deveyi senden kıskanacak değilim. Fakat sen kral hanedanından değilsin. Bu yüzden ayıplanmak istemem" diyerek kabul etmedim. Bu sefer, hiç olmazsa ayakkabılarımı vermemi istediğinde, yine aynı gerekçe ile kabul etmedim."
Muâviye halife olunca, Kureyşli Büsr b. Ertât'ı komutan tayin ederek ona: "Şam'da güveni sağlayınca kılıcını çek ve Medine'ye varıncaya kadar yola devam et. Bana bîat etmek istemeyenleri öldür. Medine'ye gir, bîat etmek istemeyenleri yine öldür. Vâil b. Hucr'u diri olarak ele geçirirsen doğruca bana getir" talimatını verir.
Bu emir gereğince hareket edilip, Vâil huzuruna getirilince Muâviye ona: "Benim tahtım mı iyi, yoksa senin devenin sırtı mı?" diyerek geçmişteki olayı hatırlatır. Bunun üzerine Vâil, o davranışının, Cahiliye Devri'nden kalma telâkkî ve mülahazaya dayalı bir hareket olduğu cevabını verir.
Muâviye, Vâil'e hürmet ve iltifat ederek onun desteğini kazanmak istemiş, hatta ona Kûfe valiliğini teklif etmiş, fakat Vâil bunu kabul etmeyerek: "Ben Resûlullah'tan sonra kimsenin idaresinde çalışmam. Bilmiyor musun, kendilerine bîat ettiğim halde ne Ebû Bekir'in, ne Ömer'in ve ne de Osman'ın verdiği görevi kabul ettim. Bizim memleketin halkı irtidad edince Halife Ebû Bekir bana haber gönderdi. Ben de hiçbir resmî görev almaksızın derhal mücadeleye başladım ve Allah onları tekrar İslâm'a döndürünceye kadar da mücadeleme devam ettim" cevabını vermiştir.
Vâil b. Hucr, Muâviye'yi, Hz. Ali'ye karşı savaş açmakla tenkid etmekle birlikte, fitne ve kargaşadan uzak kalmayı tercih etmiş ve hayatının sonlarına doğru, Muâviye'nin de isteği doğrultusunda Kûfe'ye yerleşerek orada vefat etmiştir.
Vâil b. Hucr, Resûlullah'tan 70 civarında hadîs rivayet etmiş, kendisinden de oğulları Alkame ve Abdülcebbâr ile karısı Ümmü Yahya başta olmak üzere birçok zât hadîs rivayetinde bulunmuştur.
VÂKID b. ABDULLAH (r.a.)
İlk mü'min ve müslümanlardandır. Soy silsilesi şöyledir: Vâkıd b. Abdullah b. Abdimenâf b. Arîn b. Sa'lebe b. Yerbu' b. Hanzala et-Temîmî. Vâkıd, Adiy b. Kâ'b Oğulları'nın halîfi idi.
Vâkıd b. Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a.) Erkam'ın hânesine çekilip insanları İslâm'a davet etmesi döneminden de önce müslüman olmuştu. Hicrete izin verilmesinden sonra Medine'ye hicret etti. Hicretten sonra Hz. Peygamber (s.a.) Vâkıd ile, Ensâr'dan Bişr b. Berâ arasında kardeşlik bağı kurdu.
Hicretin 2. yılında Hz. Peygamber (s.a.) Abdullah b. Cahş komutasında sekiz kişilik bir müfrezeyi, Kureyş'in hareketini gözlemek ve onlar hakkında bilgi toplamak üzere gönderdi. Vâkıd b. Abdullah da bu seriyyede idi. Seriyye Nahle mevkiine gelince Kureyş'e ait bir kervana rastladılar. Seriyyedekiler o sırada haram aylardan olan Receb ayı içinde olduklarından kervana saldırmakta tereddüt ettilerse de Vâkıd, attığı okla Kureyş kervanının reisi Amr b. Hadramî'yi öldürdü. Diğerleri de esir alınıp Medine'ye, Hz. Peygamber'in huzuruna getirildi.
Fakat Resûlullah (s.a.): "Ben size haram aylarda savaş yapmanızı emretmedim" buyurarak onları azarladı. Kervan ve esirlere dokunmadı. Bunun üzerine nâzil olan âyette: "Sana haram aylarda savaşmayı soruyorlar. De ki: Bu ayda savaşmak büyük günahtır. İnsanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, müslümanları Mescid-i Harâm'a sokmamak, onları Mekke'den çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Fitne çıkarmak, haram aylarda savaş yapmaktan daha beterdir." (Bakara, 2/217) buyurularak hem müslümanlar uyarılmış, hem de Kureyşliler'in zulüm ve dalâletinin, fitne ve kargaşaya sebep olucu tutumlarının daha büyük günah olduğu hatırlatması yapılmıştır.
Vâkıd, Bedir ve Uhud savaşlarına ve daha sonraki bütün gazvelere katılmış, Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk yıllarında vefat etmiş ve Bakî' kabristanına defnedilmiştir.
VARAKA b. NEVFEL (r.a.)
Hz. Hatice vâlidemizin amca oğlu olan Varaka, Cahiliye Devri'nde putlara tapınmayarak Hz. İbrahim'in dini üzere sebat etmiş (hanîf) bir kimse idi. Soy silsilesi şöyledir: Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay.
Varaka, Hz. Peygamber'in (s.a.) risaletinden önce Yahudilik ve Hıristiyanlık'la ilgili kitapları incelemiş, onların din adamları ile görüşmüş âlim bir zat idi. Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamber'in geleceğinin müjdelendiğini biliyordu. Hz. Peygamber'e ilk vahiy gelip de Hz. Hatice konuyu Varaka'ya sorduğunda Varaka O'na: "And olsun ki, eğer anlattıkların doğru ise, Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben biliyordum bu ümmet için beklenen bir peygamber olduğunu" cevabını verdi.
Varaka, Hz. Peygamber'e (s.a.) risâlet görevi geldiğinde çok yaşlı bir zât idi. Hz. Hatice Resûlullah'ı (s.a.) bir gün Varaka'nın yanına götürdü ve ona: "Ey amca oğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor" dedi. Varaka Resûlullah'a: "Ne gördün ey kardeşimin oğlu?" diye sorduğunda Resûlullah (s.a.) gördüklerini, işittiklerini bir bir anlattı. Bunun üzerine Varaka: "Senin bu gördüğün, Allah tarafından Mûsa'ya indirilmiş olan Nâmusu'l-Ekber'dir. Ah keşke, kavminin seni yurdundan çıkaracakları zaman ben sağ ve genç olsaydım" dedi. Peygamberimiz bunun üzerine: "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sorduğunda ise: "Evet, çıkaracaklardır. Çünkü, senin gibi bir şey getirmiş bir kimse yoktur ki, düşmanlığa ve işkenceye uğramasın. Eğer ben senin davet günlerine yetişirsem, sana son derecede yardım ederim" cevabını verdi. Fakat Varaka Resûlullah'ın insanları İslâm'a davete başlamasından önce vefat etti.
Resûlullah (s.a.) Varaka hakkında: "Üzerinde ince hâlis ipek elbise olduğu halde, onun Cennet'in ortasında yürüdüğünü gördüm" buyurmuştur.
VÂSİLE b. ESKA' (r.a.)
Soy silsilesi hakkında değişik rivayetler vardır. En sağlam gözüken rivayete göre, Vâsile b. Eska' b. Abdüluzzâ b. Abdüyâleyl b. Nasib b. Gıyere b. Sa'd olup Kinâne kabilesinin Benî Leys kolundandır. İbn Hacer, Vâsile'nin soyunu; Vâsile b. Eska' b. Kâ'b b. Âmir olarak aktarmaktadır. Babasının adının Abdullah olup, dedesinin adının Eska' olduğu rivayeti de vardır. Künyesi ise, Ebû Kırsâfe, Ebu'l-Hattâb veya Ebû Şeddâd'dır.
Vâsile, Tebük seferinden önce müslüman olmuş ve bu gazveye yetişmiştir. Müslüman oluşunun hikâyesi ise şöyledir:
Hz. Peygamber'e (s.a.) Arap kabilelerinden heyetler ve elçiler gelmekte bulunduğu, Hz. Peygamber'in Tebük seferi hazırlığı yapmakta olduğu bir sırada Vâsile, Medine'ye gelmiş ve Hz. Peygamber'in arkasında sabah namazı kılmıştı. Namazdan sonra Resûlullah (s.a.) Vâsile'ye kim olduğunu sordu. O da kendisini tanıtıp: "Allah'a ve Resûlü'ne iman edip Resûlü'ne bîat etmek üzere geldiğini" söyledi. Resûlullah: "Bunu yapmaya gücün yetecek mi?" diye sorduğunda Vâsile: "Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Öyle ise, benim sevdiğim şeyi sen de sevmek, benim sevmediğim şeyi sen de sevmemek üzere bana bîat et" buyurdu. Vâsile de böylece bîat edip kabilesinin yanına döndü.
Vâsile'nin müslüman olduğunu öğrenen babası ve amcası onu azarlayıp onunla ilişkilerini kestiler. Bunun üzerine Vâsile, azığını alarak Medine'nin yolunu tuttu. Medine'ye geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.) ve ashâbı Tebük seferi için Medine'den ayrılmışlardı. Vâsile, fakir olup herhangi bir bineğinin olmaması sebebiyle Ensâr'dan Kâ'b b. Ucre'nin terkisine binerek orduya yetişti.
Vâsile b. Eska', fakir olması sebebiyle Suffa ashâbına dahil edildi. Bu sayede Resûlullah'tan birçok hadîs dinleyip öğrendi.
Halifeler devrinde Şam bölgesinde yapılan savaşlara, Dımaşk ve Humus'un fethine katılan Vâsile, daha sonra Kudüs'e yerleşti. Emevî halifesi Abdülmelik devrinde, Kudüs'te veya Dımaşk'ta 100 yaşını aşkın iken vefat ettiği rivayet edilir.
Vâsile, Hz. Peygamber'den (s.a.) 50'nin üzerinde hadîs rivayet etmiş olup Hz. Peygamber'den doğrudan veya Ebû Mersed, Ebû Hüreyre, Ümmü Seleme vasıtasıyla hadîs rivayet etmiş; kendisinden de kızı Nesîle ile Ebû İdris, Şeddâd, Bişr b. Abdullah, Abdullah b. Âmir, Mekhûl gibi râviler hadîs rivayetinde bulunmuştur.
Vâsile b. Eska' anlatıyor: "Ben Suffa ehlinin fakirlerinden idim. Bir gün Resûlullah (s.a.) bize geldi ve şöyle buyurdu: "Siz benden sonra buğday ekmeği ve zeytinyağı ile doyacaksınız. Çeşit çeşit yiyecekleriniz ve giyecekleriniz olacak. Bugününüz mü hayırlı o gününüz mü?" Biz: "O gün daha hayırlı" dedik. Resûlullah (s.a.): "Hayır, aksine bugünümüz o günlerden daha hayırlıdır" buyurdular. Hakikaten çok geçmedi. Biz Resûlullah'ın dediği gibi çeşitli yiyecekler yedik, elbiseler giydik, birçok bineklere bindik."
VEHB b. SA'D (r.a.)
Soy silsilesi hakkında farklı rivayetler varsa da, en doğru rivayete göre şöyledir: Vehb b. Sa'd b. Ebû Serh b. Hâris b. Habîb b. Cüzeyme b. Mâlik b. Âmir b. Lüey.
Mekke döneminde müslüman olduğu bilinmekte ise de hangi yıl müslüman olduğu kesin olarak belli değildir. Müslüman olduktan sonra Medine'ye hicret etmiş ve Resûlullah, Ensâr'dan Süveyd b. Amr ile Vehb arasında kardeşlik bağı kurmuştur.
Resûlullah'la (s.a.) birlikte Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına, Hudeybiye Barışı'na, Hayber kuşatma va savaşına katılan Vehb b. Sa'd, hicretin 8. yılında katıldığı Mûte Savaşı'nda şehid düşmüştür. Bu savaşta, Vehb'in İslâm kardeşliği olan Süveyd de şehid olmuştur. Vehb b. Sa'd şehid olduğunda 40 yaşında idi.
VEHB b. UMEYR (r.a.)
Soy silsilesi şöyledir: Vehb b. Umeyr b. Vehb b. Halef b. Huzâfe b. Cumah el-Kureşî. Sahâbî Umeyr b. Vehb'in oğlu olup babasının müslüman olmasına sebep olmuştur.
Vehb b. Umeyr, Bedir Savaşı'na müşriklerin safında katılmış ve bu savaşta esir alınarak Resûlullah'ın (s.a.) huzuruna getirilmiştir. Oğlunun esir alındığını duyan Umeyr, kurtuluş fidyesi de veremeyecek durumda olduğundan Mekke'den kalkıp Medine'ye gelmiş ve durumunu, fakirliğini Resûlullah'a anlatmıştır. Resûlullah (s.a.) ile bu konuşması sırasında kalbine hidayet gelerek müslüman olmuş, buna çok sevinen Resûlullah onu da mutlu etmek için oğlunu fidye almaksızın serbest bırakmıştır. Umeyr Medine'de kalmış, oğlu Vehb ise Mekke'ye dönmüştür.
Vehb b. Umeyr, hicrî 8. yılda Mekke'nin fethinde Resûlullah'ın huzuruna gelerek müslüman olmuş, Resûlullah Huneyn Savaşı'na katılan Vehb'e müellefe-i kulûb faslından savaş ganimeti vermiştir.
Vehb b. Ubeyr, Hz. Ömer döneminde hicrî 23. yılda Mısır'ın fethine katıldı. Ammûriye Savaşı'nda komutan olarak görev yapmıştır. Vehb b. Umeyr'in daha sonra Şam bölgesindeki savaşlara katıldığı ve bu savaşlardan birinde şehid düştüğü rivayet edilmektedir.
Vehb b. Umeyr, hafızası çok kuvvetli bir zattı. Hatta Cahiliye döneminde Kureyşliler kendisine bu kuvvetli hafızası sebebiyle "iki kalpli" adını takmışlardı. "Allah'ın hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmadığını" bildiren âyetin (Ahzâb, 33/4) bu sebeple, bu yanlışlığı düzeltmek için indiği söylenir. Nitekim Bedir Savaşı'nda müşrikler hezimete uğradığında, Vehb de ayakkabısının biri elinde, diğeri ayağında koşmaktaydı. Niçin bir ayağının çıplak olduğunu soranlara da, iki ayakkabısının da ayağında olduğu cevabını veriyordu. Böylece onun iki kalbi olmadığını anladılar. Daha sonra müslümanlarca yakalanmıştı.
VELİD b. UKBE (r.a.)
Mekke döneminde Resûlullah'a (s.a.) ve müslümanlara olmadık işkenceler yapan ve onları bir kaşık suda boğmak isteyen azılı müşrik Ukbe b. Ebû Muayt'ın oğludur.
Soy silsilesi şöyledir: Velid b. Ukbe b. Ebû Muayt Ebân b. Ebû Amr Zekvân b. Ümeyye b. Abdüşşems b. Abdimenâf. Kureyş'in Ümeyyeoğulları kolundandır. Künyesi Ebû Vehb olup Hz. Osman'la anne bir kardeştir.
Velid'in babası Ukbe b. Ebû Muayt Ebân, Resûlullah Medine'ye hicret ettiğinde İslâm'a ve müslümanlara karşı duyduğu dinmez kinin etkisiyle ağır bir hicviye söylemiş, bunu duyan Hz. Peygamber de (s.a.): "Allah'ım, onu yüzü koyun burnunun üzerine düşür" diye beddua etmişti. Kureyş ordusu Bedir'de hezimete uğrayıp müşrikler teker teker kaçmaya çalışırken Ukbe'nin atı sürçtü ve Ukbe yüzü koyun yere kapaklandı. Abdullah b. Seleme onu esir ederek Resûlullah'ın huzuruna getirdi, Resûlullah da hemen boynunun vurulmasını emretti. Ukbe: "Çocuklarıma kim bakacak?" dediğinde de Hz. Peygamber: "Sen hele Cehennem'e girmene bak, onları Allah'a bırak" buyurdu ve bu azılı müşrikin boynu vuruldu. Bu sırada Velid çocuk denecek yaşta idi.
Velid b. Ukbe, biraz da babasının Bedir'de öldürülmüş olması sebebiyle Mekke'nin fethine kadar Kureyşli müşriklerle birlikte İslâm aleyhine faaliyet gösterdi. Hicrî 8. yılda Mekke fethedildiğinde müslüman oldu.
Hicretin 9. yılında Benî Mustalık kabilesi reisi Hâris b. Dırâr müslüman olmuş ve kabilesini de İslâm'a davet edip zekâtları taplamak üzere Hz. Peygamber'den izin ve yetki almıştı. Hz. Peygamber bu yılda, Hâris'in elinde toplanan zekât mallarını getirmesi için Velid b. Ukbe'yi görevlendirdi. Velid yolda, Benî Mustalıklar'ın irtidad ettiğini haber aldı, onların da şehir dışında toplandığını görünce iyice korku ve şüpheye düşerek Benî Mustalıklar'ın kendisini öldürmek için toplandığını sandı ve yanlarına varmadan korkuyla geri döndü. Medine'ye geldiğinde de Hz. Peygamber'e; Benî Mustalıklar'ın silâhlandığını, irtidad ettiğini ve zekât toplamasına engel olduklarını haber verdi.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) durumu incelemek üzere Hâlid b. Velid'i gönderdi. Hâlid durumun hiç de böyle olmadığını, Velid'in korku ve evhamla böyle bir haber uydurmuş olduğunu gördü. Medine'ye dönüp durumu Peygamberimize haber verdi. Böylece, Benî Mustalıklar üzerine gönderilmek için hazırlanan askerî birlik dağıtıldı.
Kabile reisi Hâris Medine'ye gelerek kendilerinde Allah'a ve Resûlü'ne itaattan başka birşey olmadığını, Velid'i de hiç görmediklerini anlattılar. Bu sırada nâzil olan âyette: "Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir kavme karşı kötülük edersiniz de sonra pişman olursunuz" (Hucurât, 49/6) buyuruldu.
Hz. Ömer, Velid'e aktif bir görev ve kumandanlık vermedi. Hz. Osman devrinde ise Kûfe valisi Sa'd b. Ebî Vakkâs azledilerek yerine vali olarak tayin edildi. Fakat halkın sürekli şikâyetlerine yolaçan davranışları sebebiyle dört yıl sonra, hicrî 30 yılında bu görevinden azledildi ve Medine'ye geri döndü. Bundan sonraki hayatı sükûnetle geçen Velid, olaylara pek katılmayıp dışarıda kalmayı tercih etti. Bununla birlikte Hz. Ali'ye karşı Muâviye'yi, belki de akrabalık bağının etkisiyle desteklediği bilinmektedir.
Ömrünün son zamanlarında Rakka'ya yerleştiği ve Muâviye devrinde vefat ettiği rivayet edilmektedir.
VELİD b. VELİD (r.a.)
Hâlid b. Velid'in kardeşidir. Soy silsilesi ise şöyledir: Velid b. Velid b. Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzûm el-Kureşî.
Velid b. Velid, Bedir Savaşı'na Mekkeli müşriklerin safında katılmıştı. Savaşta müşrikler hezimete uğramakla birlikte müslümanlardan Abdullah b. Cahş'ı esir etmişlerdi ve Abdullah için çok yüksek bir fidye istiyorlardı. Müşriklerden müslümanlara esir düşenler arasında Velid b. Velid de bulunuyordu. Resûlullah kurtuluş fidyelerinin, esirlerin karşılıklı değiştirilmesi şeklinde olması teklifini yaptı ve Abdullah b. Cahş'a karşılık Velid b. Velid'i salıvermeyi teklif etti. Böylece anlaşma sağlandı. Velid b. Velid bu suretle salıverilmek üzere Resûlullah'ın (s.a.) yanına getirildiğinde İslâm ile müşerref oldu.
Velid b. Velid'in müslüman olması, müşrikler arasında şok tesiri yaptı. Kureyşliler, ailesinin kurtuluş fidyesi ödeyemediği için Velid'in müslüman olduğu dedikodusunu çıkardılar. Bu durum Velid'in kardeşleri Hâlid ve Hişâm'ın oldukça ağırına gitti. Yolda kardeşleri Velid'e bir şey demedilerse de Mekke'ye dönünce iş değişti. Mekke'de Velid, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve Seleme b. Hişâm'la birlikte zincire vuruldu, hapse atıldı, olmadık eziyet ve cefaya uğratıldı. Mihnet üstüne mihnet geliyor, onlar da bütün bunlara tahammül ediyordu.
Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre, Resûlullah bir gün sabah namazında selâm verdiğinde ellerini semaya kaldırarak: "Allah'ım; Velid b. Velid'i, Seleme b. Hişâm'ı, Ayyâş b. Ebû Rebîa'yı ve Mekke'de çaresiz kalan diğer müslümanları kurtar" duasında bulundu. Kureyş'ten Mekkeli bir başka müslüman o günlerde Medine'ye gelmişti. Ondan, Mekke'deki esir müslümanlar hakkında bilgi aldı ve kaçışları için gerekli tedbir ve emirleri verdi. Böylece Velid'in ve iki arkadaşının iki yılı geçen hapis, işkence ve mihnet hayatı sona ererek Medine'ye kaçıp geldiler. Hâlid b. Velid peşlerine takılıp bunları yakalamak istediyse de başarılı olamadı.
Umretü'l-Kazâ'da Resûlullah'la (s.a.) beraber bulunan Velid, kardeşi Hâlid'in de İslâm'a girmesini çok arzu ediyordu. Bu seferde Resûlullah, Velid'e, kardeşi Hâlid'in üstün meziyetlerinden bahsetti ve ona: "Hâlid bize gelirse kendisine hürmet ve ikramda bulunuruz" buyurdu.
Resûlullah'ın kardeşi hakkındaki bu tevecühüne çok sevinen Velid, hemen kardeşine bir mektup yazarak, Resûlullah'ın kendisi hakkındaki iyi niyet ve teveccühünden bahsetti ve onu İslâm'a davet etti. Mektubu ona Umretü'l-Kazâ sırasında verdi. Çok geçmeden Hâlid b. Velid de müslüman olup Medine'ye geldi. Önce kardeşi Velid'in evine indi. Sonra birlikte Resûlullah'ın huzuruna çıktılar. Kardeşinin İslâm'a girdiğini görmek, Velid için büyük bir mutluluktu.
Daha doğru gözüken rivayetlere göre Velid b. Velid hicretin 8. yılında vefat etti.
YA'LÂ b. ÜMEYYE (r.a.)
Soy silsilesi şöyledir: Ya'lâ b. Ümeyye b. Ebû Ubeyde b. Hümâm b. Hâris et-Temîmî el-Hanzalî. Ya'lâ, annesine nisbetle, Ya'lâ b. Münye bint Hâris b. Câbir olarak da anılmaktadır. Künyesi ise, Ebû Hâlid veya Ebû Safvân'dır. Annesinin Münye bint Gazvân olup Utbe b. Gazvân'ın kız kardeşi olduğu rivayeti de vardır.
Ya'lâ b. Ümeyye'nin Mekke'nin fethinde müslüman olduğu rivayet edilmekte ise de, Ya'lâ'nın Mûte Savaşı'nda bulunduğu, hatta bu savaş hakkında Resûlullah'a (s.a.) ilk önce bilgi getiren zât olduğu rivayetleri dikkate alınırsa Ya'lâ'nın hicretin 8. yılından önce müslüman olduğu da söylenebilir. Rivayet edildiğine göre Ya'lâ, Mûte Savaşı sonrasında Medine'ye gelerek Hz. Peygamber'e (s.a.) savaşın çeşitli yönleri hakkında bilgi vermek istemiş, fakat o anlatmadan önce Resûlullah savaşta olanları tek tek anlatınca Ya'lâ, Resûlullah'ı tasdik ederek O'nun hak peygamber olduğuna bir kere daha şehadet etmiş ve hayretini de gizleyememiştir.
Ya'lâ b. Ümeyye, Mekke'nin fethinde ve fetih sonrası Huneyn Gazvesi'nde bulunduktan sonra Resûlullah (s.a.) ile birlikte Tâif Kuşatması'na katılmıştır. Hicretin 9. yılında Tebük seferine katılan Ya'lâ, gazve dönüşü Hz. Peygamber (s.a) tarafından Necrân'a âmil olarak gönderilmiştir.
Hz. Ebû Bekir döneminde Hulvân'a, irtidad olaylarını bastırmak için gönderilen Ya'lâ, Hz. Ömer zamanında da Yemen bölgesinde zekât ve vergi tahsildarı olarak gönderilmiştir. Fakat Halife Hz. Ömer'in kulağına, Ya'lâ hakkında bazı şikâyet ve ihbarlar gelince Hz. Ömer Ya'lâ'yı görevden azlederek ona, yürüyerek Medine'ye kadar gelmesi emrini vermiştir. Ya'lâ yürüyerek beş veya altı gün yol almış, fakat bu sırada Hz. Ömer'in vefat ettiği haberi gelince binekle Medine'ye gelmiştir.
Hz. Osman da Ya'lâ'yı, Yemen'in San'a bölgesine zekât ve vergi tahsil memuru olarak göndermiştir. Hz. Osman'ın şehid edildiğinde Ya'lâ, Mekke'de hac için bulunuyordu. Daha sonra Hz. Âişe'nin safına geçerek Basra tarafına gitti ve Cemel Savaşı'na katıldı. Daha sonra Hz. Ali tarafından yakalanan Ya'lâ, Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali'nin saflarında çarpıştı ve bu savaşta şehid edildi (H. 38).
Ya'lâ, Hz. Peygamber'den (s.a.) doğrudan veya Hz. Ömer ve Utbe b. Ebû Süfyân vasıtasıyla hadîs rivayet etmiş, kendisinden de oğlu Safvân, Osman, Muhammed, Atâ, Mücâhid vs. hadîs almıştır.
YÂSİR b. ÂMİR (r.a.)
Yâsir b. Âmir, ilk müslümanlardan ve müslümanlık uğruna çok eziyetlere uğratılanlardandır. Soy silsilesi şöyledir: Yâsir b. Âmir b. Mâlik b. Kinâne b. Kays b. Husayn b. Vezîm. Mezhicliler'in Mâlik b. Uded Oğulları kolundandır.
Yâsir b. Âmir ile iki kardeşi Hâris ve Mâlik, kardeşlerini aramak için Yemen'den Mekke'ye gelmişlerdir. Diğer ikisi Yemen'e geri dönmüş, Yâsir ise Mekke'de kalıp Ebû Huzeyfe b. Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzûm'un anlaşmalısı olmuştur. Ebû Huzeyfe de onu, kendisinin kadın kölesi olan Sümeyye bint Hubbât ile evlendirmişti. Daha sonra Sümeyye'den Ammâr doğunca, Ebû Huzeyfe Sümeyye'yi âzad etti. Yâsir'in Ammâr'dan başka bir de Abdullah isminde oğlu olmuştur.
Yâsir b. Âmir, İslâm davetinden sonra ilk defa müslüman olanlardandır. Yâsir, oğlu Ammâr ve karısı Sümeyye, Resûlullah'ın İslâm'ı tebliğ ve teklifi üzerine müslümanlığı hemen kabul etmişler, bu uğurda müşriklerin dinmek tükenmek bilmeyen kin ve işkencelerine de muhatap olmuşlardı.
Hz. Osman anlatıyor: "Bir defasında Resûlullah'la beraber Mekke'de yürüyordum. Bir de baktım ki Yâsir'e, karısı Sümeyye'ye ve oğlu Ammâr'a, İslâm dininden dönmeleri için kızgın güneşin altında eziyet ediliyor. Resûlullah'ı (s.a.) gören Yâsir: "Ey Allah'ın Resûlü, bu hep böyle mi devam edecek?" diye sordu. Resûlullah'da (s.a.): "Sabredin Yâsir ailesi. Allah'ım, Yâsir ailesini affet. Zaten affetmiştin" diye dua ettiler. İlk İslâm şehidi, Yâsir'in karısı Sümeyye'dir. Ebû Cehil onu bir mızrak darbesiyle yaralayıp şehid olmasına sebep olmuştur.
Yâsir, Mekkeli müşriklerin olanca eziyet ve işkencesine rağmen hak olarak bildiği ve inandığı İslâm dininden, Allah ve Resûlü'nün yolundan ayrılmadı. Bu uğurda her cefaya katlandı ve bu imanla Mekke'de can verdi.
YEZİD b. EBÛ SÜFYÂN (r.a.)
Halife Muâviye'nin büyük kardeşi, ünlü Şam valisi. Soy silsilesi şöyledir: Yezid b. Ebû Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye b. Abdüşşems el-Kureşî el-Emevî. Künyesi, Ebû Hâlid'dir.
Yezid b. Ebû Süfyân, Mekke'nin fethinde İslâmiyet'i kabul etmiş, Huneyn Savaşı'na müellefe-i kulûb olarak katılmış, Resûlullah onun gönlünü İslâm'a ısındırmak içn ona külliyetli miktarda savaş ganimeti vermişti. Huneyn Savaşı'ndan sonra Medine'ye gelen Yezid, Tebük seferine katılmış, bu sefer sonrası Resûlullah (s.a.) tarafından Firâsoğulları kabilesine zekât âmili olarak gönderilmiştir.
Yezid b. Ebû Süfyân, kısa zamanda İslâmiyet'e uymuş ve ashâbın faziletlilerinin arasına girmiştir. Hatta Ebû Süfyân'ın oğullarının en hayırlısı olarak anılmaktadır. Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte Veda haccını yerine getiren Yezid, Hz. Ebû Bekir devrinde mürtedlerle savaşmış, Şam'a gönderilen orduda bölük komutanlığı yapmış, Halife Hz. Ömer devrinde de, önce Filistin, sonra da Şam tarafında ordu komutanı olarak görevlendirilmiştir.
Hicretin 15. yılında Bizanslılarla yapılan Yermük Savaşı'nda İslâm ordusunun kumandanlarından biri olan Yezid b. Ebû Süfyân, savaşta gösterdiği başarı üzerine Halife Hz. Ömer tarafından Şam valiliğine tayin edilmiştir. Yezid, Halife Hz. Ömer'in emri ile kardeşi Muâviye'yi Filistin'deki Kayseriyye şehrini fethe göndermiştir.
Hicrî 18. yılında Şam bölgesinde İslâm ordusu veba hastalığına yakalandı. Bu hastalığa ilk tutulan Ebû Ubeyde b. Cerrah, ordunun komutanlığını Muâz b. Cebel'e bıraktı, çok geçmeden de vefat etti.
Muâz da aynı hastalığa yakalanınca komutanlığı Yezid b. Ebû Süfyân'a bırkaktı. Önce Muâz, sonra Yezid bu hastalıktan vefat ettiler (H. 18). Yezid b. Ebû Süfyân'ın, hicretin 19. yılında vefat ettiği rivayeti de vardır.
YEZİD b. MÜNZİR (r.a.)
İkinci Akabe Bîatı'nda bulunan Ensâr'dandır. Soy silsilesi şöyledir: Yezîd b. Münzir b. Serh b. Hunâs b. Sinân b. Adiy b. Ganem el-Ensârî. Hazrec kabilesinin Benî Seleme kolundandır. Benî Adiy b. Kâ'b'ın halîfidir.
İkinci Akabe Bîatı'nda bulunarak müslüman olan Yezid b. Münzir, kardeşi Ma'kıl b. Münzir ile birlikte Bedir Savaşı'na katılmıştır. Daha sonra da Uhud Savaşı'na katılmış, bu savaşta cesaret ve kahramanlık göstermiştir.
Yezid b. Münzir, Muhâcirlerden Âmir b. Rebîa'nın din kardeşliğidir. Bilindiği üzere Resûlullah, hicretten sonra Muhâcirleri Ensâr ile teker teker kardeş yapmış, böylece iki toplumun kaynaşmasını sağlamıştı.
Yezid b. Münzir'in bundan sonraki hayatı hakkında kaynaklarda herhangi bir kayıt ve rivayet yoktur.
YEZİD b. ZEM'A (r.a.)
İlk müslümanlardandır. Soy silsilesi ise; Yezid b. Zem'a b. Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdüluzzâ el-Kureşî el-Esedî'dir. Annesi ise, Küreybe bint Ümeyye olup Ümmü Seleme'nin kız kardeşidir.
Yezid b. Zem'a, Kureyş'in Esedoğulları kolundan olup, Kureyş içinde hatırı sayılır bir aileye mensuptu. Kureyş de, Cahiliye Dönemi'nde Yezid b. Zem'a'ya büyük saygı gösterir, her işinde danışır, onun görüşünü almadan karar veremezdi. Bir bakıma Kureyş'in reislerinden idi. Fakat Yezid b. Zem'a, İslâm davetinin ilk günlerinde İslâm'ı seçme şerefine erince, ailesi kendisine büyük tepki göstermiş, artık Kureyş de kendisine eskisi gibi itibar göstermemiştir.
Yezid b. Zem'a, İslâm'ı daha iyi yaşama ve yayma arzusu ile ikinci Habeşistan hicretine katılarak Habeşistan'a hicret etmiştir.
Yezid b. Zem'a'nın Habeşistan'dan ne zaman döndüğüne dair kaynaklarda açık bir bilgi mevcut değilse de, bunun Hayber'in fethedildiği hicrî 6. yıldan önce olması gerekmektedir. Yezid b. Zem'a Resûlullah ile birlikte Mekke'nin fethine ve daha sonra Huneyn Savaşı'na katılmış, bir rivayete göre Huneyn Savaşı'nda, bir ikinci rivayete göre Tâif Kuşatması sırasında, savaş meydanında atının ayağının sürçmesi sebebiyle düşerek şehid olmuştur.
ZEKVÂN b. ABDİKAYS (r.a.)
Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Soy silsilesi şöyledir: Zekvân b. Abdikays b. Halede b. Muhalled b. Âmir b. Züreyk. Hazrec'in Züreykoğulları kolundandır.
Zekvân, Akabe bîatlarından önce müslüman olan, gerek Akabe bîatlarının yapılmasında ve gerekse Medineliler'e İslâm'ın ulaştırılmasında büyük emeği geçen sahâbîlerdendir. Hz. Ömer anlatıyor:
"Allah'ın Resûlü, Mekke'de iken her sene hac mevsiminde Arap kabilelerinin kendilerini korumalarını ve getirdiği dini kabul etmelerini istiyordu. Teklifini kabul edecek hiçbir kabile bulamadı. Allah, Ensâr'dan bu kavmi karşısına çıkardı. Onları bu sebeple mesud kıldı ve şereflendirdi. Onlar da Allah'ın Resûlü'nü bağırlarına basıp yardım ettiler. Allah, onları Peygamber'ine yaptıkları muameleden dolayı hayırla mükâfatlandırdı. Allah'a yemin ederim ki, biz taahhüt ettiğimiz gibi tam olarak onların hakkını ödeyemedik."
Resûlullah, hac mevsiminde Mekke dışından gelen kabileleri Ukâz ve Mecenne'deki konaklama yerlerinde ziyaret ediyor, onlara İslâm'ı anlatıyor, bu dini tebliğ etmesine yardımcı olmalarını istiyordu. Fakat, gerek Kureyş'in baskısı gerekse atalarının inanç ve geleneklerine körü körüne bağlı olmaları sebebiyle hiçbir kabile bu davete yanaşmıyordu. Nihayet hac için Mekke'ye gelen Medineliler'den bir grup insan Resûlullah'ın bu davetine kulak verdi, O'nu dinledi, O'na inandı ve müslüman oldu. Bu zatlardan biri de Zekvân b. Abdikays idi. Bu grubun aracılığı ile Medine'ye İslâm daveti ulaştı. Birinci ve İkinci Akabe bîatları ile bu alâka güçlendi. Hicret ile de özlenen İslâm devlet ve toplumunun kurulmasına imkân bulundu.
Hicretten sonra Zekvân, Bedir ve Uhud Savaşı'na katıldı. Uhud Savaşı'nda kahramanca çarpışan Zekvân, Mekkeli müşriklerden Ebu'l-Hakem b. Ahnes tarafından şehid edilmiştir.
Uhud Savaşı sona erdiğinde Ebû Süfyân, Hz. Peygamber'in de savaş şehidleri arasında bulunup bulunmadığını kontrol için, belki de biraz da bu ümitle, savaş meydanını dolaşırken Zekvân b. Abdikays'ın cesedine rastladıklarında, kim olduğunu sormuş, yanında bulunan Ebû Âmir de: "Bu, Zekvân b. Abdikays'tır. Onların seyyidlerinden ve ulularındandır" demiştir.
ZEYD b. DESİNNE (r.a.)
İslâm uğruna darağacında can veren müslümanların ilklerindendir. Soy silsilesi şöyledir: Zeyd b. Desinne b. Muâviye b. Ubeyd b. Âmir b. Beyâda b. Züreyk. Hazrec kabilesinin Benî Beyâda koluna mensuptur.
Zeyd b. Desinne, Akabe Bîatı'yla müslüman olmuş, kısa zamanda o zamana kadar nâzil olan âyetleri ezberlemiş, dinî ilimleri öğrenmeye meraklı bir sahâbî idi.
Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış, büyük kahramanlık ve yararlılık göstermiştir. Bedir'de ve Uhud'da Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden birçoğu katletilmişti. Bu itibarla müşrikler müslümanlara karşı hınçlarını daha da artırmışlardı.
Uhud Savaşı'ndan sonra, Adal ve Kâre kabileleri, Lihyânoğulları'nın teşviki ile Medine'ye heyet göndererek kendilerine İslâm dinini öğretmesi için bazı kimselerin gönderilmesini Resûlullah'tan istediler. Resûlullah da hicretin 4. yılında, bu gelen heyetle birlikte Mersed b. Ebû Mersed komutasındaki altı kişilik bir heyeti gönderdi. Bunların içerisinde Zeyd b. Desinne de vardı.
Altı veya yedi kişilik bu birlik, Huzeylîler'e ait Reci' suyunun başına gelince davetçi heyetin ihânetine uğradılar. Onlar hemen gidip Lihyânoğulları'na haber vermişlerdi. Lihyânoğulları da yüze yakın okçu ile müslümanları kuşattılar. Teslim olduklarında bir şey yapmayacaklarını söylediler. Diğerleri çarpışarak şehid oldu. Hubeyb b. Adiy, Abdullah b. Târık ve Zeyd b. Desinne, verilen bu söz üzerine teslim oldular. Yolda Abdullah da şehid edildi. Lihyânoğulları Hubeyb ve Zeyd'i Mekke'ye götürüp sattılar.
Zeyd b. Desinne'yi, Safvân b. Ümeyye Bedir'de öldürülen babasının yerine öldürmek için satın aldı. Haram ayının çıkmasına kadar Zeyd'i zincire vurarak hapsetti. Zeyd, hapis hayatını geceleri teheccüdle, gündüzleri oruçla geçiriyordu. Putlar adına boğazlanan hayvanların etinden yemezdi. Haram ayı çıkınca Safvân, Zeyd'i alarak Ten'im bölgesine götürdü, oradaki bir hurma ağacının gövdesine bağladılar. Zeyd, iki rekât namaz kılmak için izin istedi ve kıldı. Bütün müşrikler orada toplanmış hadiseyi izliyordu. Müşrikler Zeyd'e dininden dönmesi, Resûlullah hakkında kötü sözler söylemesi için telkînat ve baskıda bulundularsa da bunların hiçbiri fayda vermedi. Zeyd devamlı Allah'a olan imanını ve Resûlullah'a olan sevgisini tekrarlıyordu.
Müşrikler, Zeyd b. Desinne'yi darağacına bağlı olduğu halde, dininden döndürmek için oka tuttular. Fakat bu onun iman ve teslimiyetini artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Nihayet Safvân b. Ümeyye'nin kölesi Nistas, Zeyd b. Desinne'yi şehid etti. Bütün bunları gören Ebû Süfyân yanındakilere: "Muhammed'in ashâbının, Muhammed'i sevdiği şekilde kimsenin kimseyi sevdiğini görmedim" diyerek bu aşk ve bağlılık, sevgi ve teslimiyet karşısında hayretini ifade etmekteydi.
Zeyd b. Desinne'nin bu şekilde şehadetini duyan Resûlullah fevkalâde müteessir oldu. Gerek Zeyd ve gerekse o sırada aynı şekilde şehid edilen Hubeyb b. Adiy için rahmet ve mağfiret temennisinde bulundu.
ZEYD b. ERKAM (r.a.)
Soy silsilesi: Zeyd b. Erkam b. Zeyd b. Kays b. Numan b. Mâlik olup Hazrec kabilesinin Hârisoğulları kolundandır.
Zeyd b. Erkam'ı, babası küçük yaşta vefat ettiği için ünlü sahâbîlerden Abdullah b. Revâha himayesine almış ve o yetiştirmişir. Zeyd, Abdullah b. Revâha'nın evinde büyüdüğünden Akabe Bîatı'nda ikisi birlikte müslüman olmuşlardır. Künyesi Ebû Amr veya Ebû Âmir'dir.
Bedir ve Uhud savaşlarına yaşı küçük olduğu için katılamayan Zeyd b. Erkam, bundan sonra Resûlullah'ın yaptığı onyedi gazâda da hazır bulunmuştur. Hicretin 5. yılında Resûlullah ile birlikte Benî Mustalik Gazvesi'ne katılmıştır. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl'ün müslümanlar aleyhine çıkardığı dedikoduları Resûlullah'a (s.a.) haber vermiş, fakat Abdullah b. Übey söylenenleri inkâr edince Zeyd zor durumda kalmıştı. Ancak çok geçmeden, bu konuda nâzil olan âyetler Zeyd'in doğru söylemiş olduğunu ortaya çıkarmış ve Resûl-i Ekrem de (s.a.): "Zeyd, Cenâb-ı Hak senin sözünü tekid buyurdu" diyerek Zeyd'e iltifat etmiştir.
Hendek Savaşı'ndan sonra Benî Kureyza Gazvesi'ne ve Hayber'in fethine katılan Zeyd, hicretin 8. yılında Abdullah b. Revâha ile birlikte Mûte Savaşı'na katılmış, bu savaşta Abdullah b. Revâha şehid olunca üzgün ve yalnız olarak geri dönmüştür. Daha sonra Mekke'nin fethine, Huneyn Savaşı'na, Tâif Kuşatması'na ve Tebük seferine katılan Zeyd b. Erkam, hicretin 10. yılında Resûlullah (s.a.) ile birlikte Veda haccında bulunmuştur.
Hz. Ebû Bekir döneminde mürtedlerle savaşa katılan Zeyd b. Erkam, Hz. Ömer devrinde Irak savaşlarına katılmış, savaş sonrasında Kûfe şehrine yerleşmiştir. Hz. Osman zamanında çıkan fitne ve kargaşada kenarda kalmaya çalışmış, Sıffîn Savaşı'na ise Hz. Ali'nin yanında katılmıştır.
Zeyd b. Erkam, hicrî 68 yılında Kûfe'de vefat etmiştir. Zeyd, Resûlullah'la (s.a.) uzun yıllar bir arada bulunması sebebiyle yüze yakın hadîs rivayetinde bulunmuş, daha sonraki kuşaklara Re-sûlullah'ın (s.a.) hal ve davranışlarıyla ilgili önemli bilgiler aktarmıştır.
Zeyd b. Erkam, kendi devrinde ilim ve faziletin ocağı idi. İlim âşıkları ve hadîs râvîleri uzak yerlerden onun meclisine gelir, onunla görüşür, ondan hadîs almak isterlerdi. Yine bir gün, tâbiûndan bir grup yanına gelerek: "Ey Zeyd, sen çok mükâfat kazandın. Resûlullah'ı (s.a.) gördün, sözlerini dinledin, onunla beraber savaşlarda bulundun, arkasında namaz kıldın. Resûlullah'tan duyduklarını bize biraz anlat" dediler. Zeyd de:
— Yeğenim, epey yaşlandım, o günler epey gerilerde kaldı. Resûlullah (s.a.)'den duyduklarımın bir kısmını unuttum. Anlattıklarımı dinleyin, unuttuklarımı da, anlat diye zorlamayın" diyerek şöyle devam etti:
"Bir gün Resûlullah, Mekke ile Medine arasında Humma denilen yerde bir konuşma yaptı. Allah'a hamd ve bize öğütten sonra dedi ki: "Ben de sizin gibi insanım. Rabbim'e kavuşma günüm yaklaştı. Size iki şey bırakıyorum. Birisi, Allah'ın Kitab'ıdır. Hidayet ve nûr ondadır. Ona sahip olun, sımsıkı sarılın. İkincisi de Ehl-i Beyt'imdir" diye söyledi ve: "Ehl-i Beyt'ime yapacağınız muamelede şahidinizin Allah olduğunu unutmayın" sözünü iki defa tekrarladı."
Resûlullah, bir gün, gözleri ağrıyan Zeyd b. Erkam'ı ziyaret etti ve ona "Zeyd, gözlerin tamamen kör olsa ne yapardın?" diye sordu. Zeyd de: "Sabreder, ecrini Allah'tan beklerdim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah: "Eğer gözlerin tamamen kör olur, buna sabreder ve ecrini Allah'tan beklersen, ecrin Cennet olur" müjdesini verdi.
Zeyd b. Erkam, Resûlullah'ın (s.a.) şöyle dua ettiğini nakleder: "Allah'ım acizlikten, tenbellikten, korkaklıktan, cimrilikten, üzüntüden ve kabir azabından Sana sığınırım. Allah'ım, nefsime Senin korkunu ver, onu temizle, onu en iyi Sen temizlersin, Sen onun efendisi ve sahibisin. Allah'ım; faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan gözden, kabul edilmeyen duadan Sana sığınırım."
ZEYD b. HÂRİSE (r.a.)
Kur'ân-ı Kerîm'de adı açıkça geçen tek sahabî ünvanına sahip olan Zeyd b. Hârise, aynı zamanda kölelerden ilk müslüman olan kişidir. Babası, Hârise b. Şurahbil'dir.
Ebû Üsâme ve Resûlullah'ın Sevgilisi diye anılmıştır. Aslen Yemenli'dir. Ülkesinde meydana gelen kabile savaşları sonunda esir alınmış ve Mekke'ye getirilerek Ukâz panayırında satışa çıkarılmıştır. Hz. Hatice'nin yeğeni Hakîm b. Hizâm tarafından satın alınarak Hz. Hatice'ye hediye edilmişti. Hz. Hatice Hz. Peygamber'le evlenince Zeyd'i Resûlullah'a hediye etti. Resûlullah da hemen O'nu âzad etmiş ve yanında alıkoymuştu.
Zeyd'in babası Hârise, oğlunu senelerce aramış ve nihayet O'nu Hz. Peygamber'in yanında bulmuştu. Oğlu ile takas etmek üzere yanında bir de köle getirmişti. Hârise, Hz. Peygamber'e takas teklifinde bulundu. Hz. Peygamber de bunun üzerine Zeyd'i serbest bıraktı ve Zeyd'in dilediği gibi hareket edebileceğini söyledi. Zeyd ise hiç tereddüt etmeden Hz. Peygamber'i tercih etti. Bu olaydan sonra O'na Zeyd b. Muhammed diye hitab edildi. Ancak "Evlâtlıkları babalarına nisbet edin" (Ahzâb, 33/5) âyeti nâzil olunca bu hitaptan vazgeçilerek, Zeyd b. Hârise diye çağrılmaya başlandı.
Zeyd, Hz. Peygamber'e İslâmiyet gelir gelmez müslüman olan ilk kişilerdendir. İslâm tarihine kölelerden ilk müslüman olan kişi olarak geçmiştir. Hz. Hamza'nın müslüman oluşu üzerine O'nu Hamza ile kardeş yapan Hz. Peygamber, Zeyd'i çok severdi. O'nu Ümmü Eymen'le evlendirdi ve bu evlilikten Üsâme doğdu. Hicretten sonra ise, O'nu Üseyd b. Hafız ile kardeş yapmıştı. Bedir Savaşı başta olmak üzere şehid düştüğü Mûte Savaşı'na kadar bütün gazvelere katılan Zeyd, ayrıca birçok seriyyelere de katılmıştır. Bunlar arasında Medyen ve Fezâreoğulları'na karşı yapılan seriyyeler en ünlü olanlarıdır.
Hicretin 8. yılında (629) Şam tarafına gönderilen ordunun başına Zeyd b. Hârise getirilmiş ve Mûte'de şehid düşen ilk komutan olmuştur. Resûlullah (s.a.): "Zeyd şehid olursa komutayı Câfer b. Ebî Tâlib, o da şehid olursa Abdullah b. Revâha alsın" buyurmuştu. Şehid düştüğünde 55 yaşlarında bulunan Zeyd b. Hârise'nin doğumu Milâdî 575 yılına tesadüf etmektedir.
Hz. Peygamber, Zeyd Mûte'de şehid düşünce çok üzülmüş ve üç defa: "Allah'ım, Zeyd'i affet" diye duada bulunmuştu. Üsâme b. Zeyd, babası şehid düştüğü zaman Hz. Peygamber'in yanına gelmiş ve O'nu gözlerinden yaşlar akarken görmüştü. Hatta Sa'd b. Ubâde: "Yâ Resûlallah, bu ne hal?" diye sorunca: "Bu, sevgilinin sevgilisine olan bağlılığının eseridir" diye cevap vermişti. (İbn Sa'd, 3/32)
Hz. Âişe'nin naklettiğine göre, Zeyd hicret sırasında Medine'ye gelince doğrudan Hz. Peygamber'in yanına gitmişti. Zeyd'in geldiğini öğrenen Hz. Peygamber, yatağından fırlamış ve peştemalı yerde sürünerek kapıyı kendisi açmıştı. Zeyd'i kucaklamış ve O'nu öpmüştü. Hz. Âişe: Vallahi, Resûlullah'ın bundan önce ve bundan sonra böyle çıplak olduğunu hiç hatırlamıyorum, demiştir.
Zeyd'i İslâm tarihinde meşhur eden olay hiç şüphesiz, Zeyneb bint Cahş ile olan evliliğidir. Hz. Peygamber'in arzusu üzerine Zeyneb'le evlenmiş fakat, mutlu bir hayat süremediği için O'ndan boşanmıştı. Gerek o dönemde gerekse daha sonraki dönemlerde bu evlilik, çok istismar edilmiş ve Hz. Peygamber'e karşı bir hücum sebebi olmuştur. Maalesef birtakım İslâmî kaynaklarda yer alan bazı yanlış rivayetler de yapılan bu hücumlara âdeta kaynaklık meydana getirmiştir. Fakat yapılan bu hücumların ve ithamların ilmî ve tarihî bir değeri olmayıp uydurmalardan ibaret olduğunu birçok araştırmacı ilim adamı isbat etmiş ve bu olayın kasıtlı olarak istismar edildiğini açıkça ortaya koymuştur. (Bk. Zeyneb bint Cahş)
Zeyd b. Hârise, Kur'ân'da adı geçen tek sahâbîdir. İçlerinde Cennet'le müjdelenen on sahâbî de dahil, hiçbir sahâbînin adı Kur'ân'da geçmez iken Zeyd'in adı Kur'ân'da zikredilmiştir. (Ahzâb, 33/37)
Değişik zamanlarda beş evlilik yapan Zeyd'in; Üsâme b. Zeyd, Zeyd b. Zeyd ve Rukiye adlarında üç çocuğu olmuştur.
ZEYD b. HATTÂB (r.a.)
İlk müslümanlardan olup Hz. Ömer'in baba bir kardeşidir. Soy silsilesi şöyledir: Zeyd b. Hattâb b. Nüfeyl b. Abdüluzzâ b. Riyâh b. Abdullah b. Adiy. Annesi ise, Esmâ bint Vehb el-Esedî'dir. Hz. Ömer'in büyüğü olan Zeyd b. Hattâb, tıpkı kardeşi gibi önceleri İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı mücadele etmiş ise de bir süre sonra ve kardeşi Hz. Ömer'den önce İslâmiyet ile şereflenmiştir. Bu sebeple ilk müslümanlardandır. Mekke döneminde Habeşistan'a hicret ettiği rivayeti fazla sağlam gözükmemektedir.
Hicret izninden sonra Medine'ye giden Zeyd b. Hattâb'ı, Resûlullah Ensâr'dan Ma'n b. Adiy ile din kardeşi yapmıştır. Hicretten sonra Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye Antlaşması, Huneyn, Evtas başta olmak üzere Resûlullah ile birlikte bütün savaşlara katılan Zeyd b. Hattâb, kardeşi gibi cesur ve savaşçı biri idi. Savaş meydanında daima ileriye hücum eder, çoğu kere zırh dahi giymezdi. Zırhı, ağırlık yaptığı ve savaşta serbest hareketini engellediği için giymediğini söyler, Hz. Ömer'in ısrar ve tavsiyeleri karşısında da: "Biz ölümden korkmayan, zırha rağbet etmeyen bir mücahidiz" cevabını verirdi. Hudeybiye'de Resûlullah'a bîat eden sahâbîler arasında Zeyd de bulunuyordu.
Veda haccında da Resûlullah'ın yanında bulunan Zeyd b. Hattâb, bu sırada Resûlullah'ın (s.a.): "Bir köle suç işler de efendisi onu affetmezse, satması daha hayırlıdır" buyurduğunu rivayet etmiştir.
Hz. Ebû Bekir döneminde başgösteren irtidad olayının ve ayaklanmanın bastırılmasında Zeyd b. Hattâb, yaşının ilerlemiş olmasına rağmen aktif bir şekilde görev aldı. Yalancı peygamber Müseyleme ile yapılan Yemâme'deki savaşta İslâm ordusunun alemdarlığını yapan Zeyd b. Hattâb, müslümanların gerilediği bir ara ileri atılmış, tam bu sırada kalbi üzerinden yara alıp şehid olmuştu (H. 12). Onun şehadetinden sonra sancağı Sâlim aldı.
Zeyd b. Hattâb, uzunca boylu, buğday renkli ve esmer idi. Hz. Ömer, kardeşi Zeyd'i çok severdi. Şehadet haberini alınca çok üzülmüştü. Hatta bu kederini çok yerde belli eder, herhangi bir musibetle karşılaştığında: "En büyük musibet, Zeyd'in şehadetidir. Fakat sabretmek gerek" derdi. Hz. Ömer, kardeşi Zeyd için şöyle derdi: "Kardeşim Zeyd, benden önce iki büyük şerefe nâil olmuş; birisi, benden evvel müslüman olması, diğeri ise benden evvel şehid olmasıdır."
Zeyd b. Hattâb, Resûlullah'ı, diğer bütün sahâbîler gibi, çok sever, onun yanından ve sohbetinden pek ayrılmak istemezdi. Ancak, erken vefatı, tâbiûna hadîs öğretmesine mani olmuştur. Kendisinden birkaç hadîs rivayet edilebilmiştir.
Zeyd'in, karısı Lebâbe'den Abdullah isminde bir oğlu, Cemile'den de Esmâ isminde kızı olmuştu.
ZEYD b. SÂBİT (r.a.)
Ebû Said, Ebû Abdurrahman, Mukri, Kâtibü'l-Vahiy ve Hibru'l- Ümme lâkaplarıyla anılan bu sahâbî, Medineli olup, Neccâroğul-ları'ndandır. Babasının adı Sâbit, annesinin adı ise Nevvâr'dır.
İslâmiyetten önce Medineliler'le Bizans arasında meydana gelen Biase Savaşı'nda babası öldürüldüğünde altı yaşında yetim kalan Zeyd, annesinin yanında ve himayesinde büyüdü. Yaşının küçük olmasına rağmen, çok akıllı ve zeki idi. Mekke'de İslâm güneşi doğduğunda Zeyd 11 yaşında idi.
Resûlullah (s.a.) Medineliler'i İslâm'a davet etmek, Tevhid inancını onlara tebliğ etmek üzere Mekkeli genç sahâbî Hz. Mus'ab'ı Medine'ye gönderdiğinde Zeyd, yapılan davete icabet ederek müslüman oldu. Yaşının henüz küçük olmasına rağmen, müslüman olmanın, hidayete ermenin sevincini ve şerefini gönlünde yaşadı ve etrafına örnek oldu.
Hz. Zeyd, İslâm inancını kabul ettikten sonra hemen Kur'ân öğrenmeye başladı. Resûlullah, Medine'ye hicret ettikten sonra Ensâr'dan bazı sahâbîler, Hz. Zeyd'i Hz. Peygamber'e götürüp: "Ya Resûlallah, bu çocuk Neccâroğulları'ndandır. Kur'ân'dan on yedi sûreyi ezbere okur" dediler. Bunun üzerine Hz. Zeyd, ezberlediği sûreleri Resûlullah'a okudu. Resûlullah Zeyd'i çok sevdi, bağrına bastı. Allah'ın Resûlü, Zeyd'e: "Ey Zeyd, sen Yahudiler'in yazısını benim için öğren. Vallahi, bana ait yazılar hakkında Yahudiler'e hiç güvenemem, inanmam" dedi.
Hz. Zeyd diyor ki: "Ben de çok geçmeden Yahudiler'in yazısını öğrendim. Hatta İbrânîce okuyup yazmakta maharet kazandım. Resûlullah, bana: "Sen Süryanice'yi de güzel yazabilir misin? Bana Süryanice yazılar geliyor" dedi. "Hayır" dedim. "Sen, onu da öğren" buyurdu. On yedi günde de onu öğrendim." Bunun üzerine Zeyd b. Sâbit, Peygamberimize gelen Süryanice yazıları da okumaya başladı.
Hz. Zeyd b. Sâbit, küçük olduğu için Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. İslâm düşmanları, müslümanları yok etmek için ittifak ettikleri Hendek Savaşı'nda, Hz. Zeyd b. Sâbit de bütün ashâb gibi hendek kazmada görev aldı, hiçbir fedakârlıktan geri kalmadı. Canla başla çalıştı. Tebük Gazâsı'nda Neccâroğulları'nın bayraktarlığını yaptı.
Hz. Zeyd b. Sâbit, Medine'de Übey b. Kâ'b'dan sonra devamlı vahiy kâtibliği yaptı. Bu konuda kendisi şunları söylemektedir: "Vahyi Resûlullah'ın huzurunda yazardım. Bitirdiğim zaman bana: "Yazdığını oku" derdi. Eğer, ondan yazılmayan bir şey kalmışsa, ekletir; fazla bir şey olursa, onu da çıkartırdı."
Zeyd b. Sâbit (r.a.)'in oğlu Hârice bu mevzuda şu rivayette bulunmaktadır: Birkaç kişi babam Zeyd b. Sâbit'e gelerek: "Bize Peygamber Efendimiz'in ahlâkından anlatır mısın?" dediler. Babam da: "Ben Peygamber Efendimiz'in komşusu idim. Ona vahiy indiği zaman bana haber gönderirdi. Ben de gider, inen vahyi yazardım. Biz onun yanında dünya ile ilgili şeylerden konuştuğumuzda o da dünyadan, âhiretten konuştuğumuzda, o da âhiretten, yemekten konuştuğumuzda, o da yemekten konuşurdu. Demek istiyorum ki, bize uyuyor ve bizimle bir oluyordu" dedi.
Asr-ı Saâdet'te Kur'ân'ı ezberleyen dört sahâbîden biri de Hz. Zeyd'dir. Kur'ân ilminde hiç kimsenin erişemeyeceği yüce mertebeye eren Hz. Zeyd, aynı zamanda fetvada, kıraat ve ferâiz ilimlerinde, fıkıh, hadîs, hesap, dil ve yazı gibi dallarda da eşsiz biri idi. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de Medine'de fetva makamının reisi olarak görevlendirildi.
Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir döneminde meydana gelen Yemâme Savaşı'na katılan Hz. Zeyd'e, bu savaşta bir ok isabet etmişti. Bu savaşta Hz. Zeyd kurtulmuştu ama, Kur'ân hafızlarından 70 sahâbî şehid düşmüştü. Bu kadar hafızın şehid olması müslümanlar için büyük bir kayıptı. Çünkü, Kur'ân metnini ezbere bilenlerin böyle savaşlarda şehid olmalarının Kur'ân metni için bazı tehlikeler doğurması mümkün idi. Zira Kur'ân henüz bir kitap haline getirilmemişti. Gerçi Resûlullah (s.a.) nâzil olan âyetleri ilk günden itibaren deri, tahta, taş, yaprak ve kumaş parçaları gibi zamanın yazı malzemelerine yazdırtmıştı ama, Mushaf haline getirilmesi için emir vermemişti. Çünkü vahiy devam etmekteydi. Bunun yanında Kur'ân'ın tamamını Hz. Peygamber zamanında sahâbeden bir kısmı cemetmiş, bazısı da bir kısmını toplamış, Hz. Peygamber'in vefatından sonra da yarım kalan kısımlarını tamamlamışlardı.
Yapılan savaşlarda böyle güzîde ashâbın şehid düşmeleri Hz. Ömer'i endişelendirdi ve bunun için de Hz. Ömer, hemen Halîfe Ebû Bekir'e müracaat ederek Kur'ân'ın bir cilt halinde toplanması için emir verilmesini istedi, Ebû Bekir'i buna ikna etti. Hz. Ebû Bekir bu işe en lâyık, bu sahada herkesin güvenini kazanan Zeyd b. Sâbit'i görevlendirdi.
Bu konuyu Hz. Zeyd şöyle anlatmaktadır:
"Hz. Ebû Bekir Yemâme Savaşı'ndan sonra beni çağırttı, Ömer de onun yanında bulunuyordu. Ebû Bekir bana şöyle dedi: "Ömer bana gelerek, Yemâme gününde Kur'ân'ı ezberleyenlerin çok sayıda şehid düştüğünü, hafızların diğer yerlerde de şehid düşmeleriyle, Kur'ân'ın zayi olmasından endişe duyduğunu belirterek, Kur'ân'ı biraraya getirmemi istedi. Ben de ona: Resûlullah'ın yapmadığı bir işi nasıl yapayım? dedim. Ömer, Allah'a yemin ederek bunun bir iyilik olduğunu söyledi ve ısrarında devam etti. Nihayet Cenâb-ı Hak bu işe aklımı yatırdı, göğsüme ferahlık verdi ve Ömer'in fikrine katıldım. Sen ise genç ve akıllı bir kişisin, seni itham edecek bir söz yoktur. Resûl'e vahiy de yazıyordun. Kur'ân'ı Mushaf haline getir." Vallahi eğer bana bir dağı yerinden söküp atmayı teklif etselerdi Ebû Bekir'in Kur'ân'ı derlemem için verdiği emirden daha ağır gelmezdi. Bunun için Ebû Bekir'e: "Resûlullah'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?" dedim. Bu sefer Ebû Bekir de Ömer gibi: "Bu gerekli bir şeydir" dedi ve o kadar diretti ki ben artık emrini kıramaz oldum. Bunun üzerine Kur'ân'ı, yazılı bulunduğu hurma dallarından, beyaz ince taşlardan, bez parçalarından ve hafızalardan takip ederek topladım."
Hz. Zeyd, Mushaf'ı kitap halinde toplayıp Hz. Ebû Bekir'e verdi. Hz. Ebû Bekir tarafından muhafaza edilen bu Mushaf, vefatından sonra Hz. Ömer'e, O'ndan sonra da Hz. Hafsa'ya teslim edildi.
Hz. Osman devrinde İslâm devleti Arabistan sınırlarını aştığında, uzak beldelere Mushaf'ın gönderilmesi zarûreti hâsıl oldu. Bunun üzerine Hz. Osman Hz. Hafsa'da bulunan Mushaf'ı aldırarak çoğaltılmak üzere bir komisyon kurmuştu. İşte bu komisyonun başkanlığına da yine Hz. Zeyd b. Sâbit getirilmişti. Bu komisyon, Hz. Ebû Bekir zamanında hazırlanan Mushaf'ı esas alarak altı yeni Mushaf hazırladı. Bu Mushaflar İslâm âleminin önde gelen şehirlerine gönderilerek, bundan böyle Kur'ân-ı Kerim'in bu örneklere göre çoğaltılmasını temin etmiş oldu.
Hz. Ömer, herhangi bir sebeple devlet merkezi olan Medine'den ayrıldığında yerine Hz. Zeyd b. Sâbit'i bırakırdı. Son derece liyâkat ve dirâyet sahibi olan Zeyd, verilen görevleri titizlikle yerine getirirdi. Gerek halife olsun gerekse ashâb, onun verdiği hükümlere râzı olur, verdiği hükümleri takdirle karşılardı. Hz. Ömer devrinde meydana gelen Yermük Savaşı'nda elde edilen ganimetleri taksimde yine Zeyd b. Sâbit görevlendirilmişti.
Hz. Osman devrinde halifenin en güvenilir ve en sâdık yârânı idi. Hz. Osman aleyhinde meydana gelen fitneler ve başkaldırmalarda Hz. Zeyd b. Sâbit halifenin yanında olmuş ve Ensâr'a: "Ey Ensâr, siz iki defa Allah'ın yardımcıları olunuz" diyerek Ensâr'ı Hz. Osman'a yardım etmeye davet etmişti. İslâm birliğinin bozulmaması, müslümanların dağılmaması için büyük gayret sarfetti.
O, güzel ahlâkın bir sembolü idi. Resûlullah'a (s.a.) muhabbeti, sünnet-i seniyyeye olan bağlılığı, dinî gayret ve hamiyyeti ile ashâb arasında temayüz etmişti. Herkese Allah'ın emirlerini tebliğ eder, yasaklarından da sakındırmaya çalışırdı. Bunları yaparken de kimseyi incitmemeye, gönlünü kırmamaya, şahsiyetini rencide etmemeye dikkat ederdi.
Hz. Zeyd b. Sâbit'in eşinin ismi Cemile idi. Ümmü Sa'd olarak zikredilirdi. Ensâr'dan Sa'd b. Rebî'in hemşiresidir.
Hz. Zeyd'in, Hârice, Yahya, Süleyman, Ammâre, Sa'd, İsmail, Sulayt, Abdurrahman ve Abdullah adında çocukları vardır. Hepsi de hadîs ilminde yükselmiş, fazîlet ve sadâkat örneği kişilerdir.
Hz. Zeyd b. Sâbit, hicretin 45. yılında Hz. Muâviye döneminde Medine'de vefat etmiştir. Sahâbîler vefatına çok üzülmüştür. Hz. Ebû Hüreyre onun vefatına ağlayarak: "Ümmetin en büyük âlimi öldü" demiştir.
Hz. ZEYNEB (r.a.)
İnsanlığın efendisi Hz. Peygamber (s.a.) Efendimizin kızıdır. Hz. Zeyneb, Resûlullah'ın kızlarının ilki veya en büyükleridir. Hz. Peygamber'in çocuklarından Kâsım'ın mı, yoksa Zeyneb'in mi daha önce doğduğu ihtilâflıdır.
Hz. Zeyneb, Peygamberimiz (s.a.) 30 yaşlarında iken doğmuştur. Peygamberlik görevi verildiğinde de Hz. Hatice validemizle birlikte iman etmiş ve müslüman olmuştu. Hz. Hatice'nin kız kardeşi Hâle bint Huveylid'in oğlu Ebu'l-Âs b. Rebî', Mekke'de, servet ve itibar sahibi bir kimseydi. Hz. Hatice, Zeyneb'i onunla evlendirmek üzere Resûlullah'tan (s.a.) izin istedi. O sırada bu yönde bir yasak da henüz gelmediğinden Hz. Peygamber izin verdi. Hicret sırasında Hz. Zeyneb, babası Peygamberimiz'le Medine'ye hicret etti. Kocası zaten müslüman olmamıştı, hicret etmeyi de kabul etmedi.
Hz. Zeyneb'in kocası Ebu'l-Âs b. Rebî', Bedir Savaşı'nda müslümanlara esir düşmüşse de Resûlullah onu, kurtuluş fidyesi almaksızın salıverdi. Hicretin yedinci yılında Ebû'l-Âs Medine'ye gelip müslüman olunca, peygamberimiz Hz. Zeyneb'i ona mehirsiz olarak eski nikâhıyla yeniden vermiştir.
Hz. Zeyneb'in Ebu'l-Âs'tan Ali isminde bir oğlu ile Ümâme isminde bir kızı dünyaya gelmişse de Ali genç yaşta iken vefat etmiş, Ümâme'nin de çocuğu olmamıştır. Resûlullah'ın kızları içinde, Hz. Fâtıma'dan başka neslini devam ettiren yoktur.
Hz. Zeyneb, hicretin 8. yılı başında vefat etmiştir. Vefatına, Medine'ye hicret sırasında Kureyş müşriklerinin mızrakla saldırarak onu devesinden kayaların üzerine düşürmeleri, bunun sonucu olarak çocuğunu düşürmesi ve özürlü kalmasına sebep olmuştur.
Hz. Zeyneb'i, Peygamberimiz'in zevcelerinden Hz. Sevde ve Ümmü Seleme yıkadı. Resûlullah cenaze namazını kıldırdı ve onu kabre koydu. Resûlullah Hz. Zeyneb'in kabrinden çıktığında: "Zeyneb'in zayıflığını düşünüp Yüce Allah'tan, onun için kabir sıkıştırmasının ve hararetinin hafifletilmesini istedim. O da dileğimi kabul buyurup bunları ona hafifletti" buyurarak sevincini izhar ettiler.
ZEYNEB bint CAHŞ (r.a.)
Hz. Peygamber'in aynı adı taşıyan iki hanımından biri olan Zeyneb bint Cahş, Mekke'ye dışarıdan gelip yerleşmiş olan Cahş b. Rebâb'ın kızıdır. Annesi, Hz. Peygamber'in halası ve Abdülmuttalib'in kızı Ümeyme'dir. Mekke'de 588 yılında doğmuş ve Medine'de 20/641 yılında, 53 yaşında vefat etmiştir. Bekâr olarak Medine'ye hicret eden Zeyneb, ilk evliliğini burada yapmıştır.
Zeyneb bint Cahş, Hz. Peygamber'in hanımları arasında, hakkında en fazla gürültü koparılanıdır. O'nun ilk evliliği de ikinci evliliği de olaylı olmuş ve İslâm aleyhtarlarınca daima gündemde kalan bir hadise olarak takdim edilmiştir.
Zeyneb bint Cahş'ın evliliğini anlayabilmek için bazı sosyolojik gerçeklerin bilinmesinde fayda görmekteyiz. Cahiliye Dönemi'nde yaşayan güçlü geleneklerden biri, evlâtlığın hanımının, öz oğlun hanımı gibi kabul edilmesi, diğeri de üst tabakaya mensup asil ve zengin kızların kölelerle veya fakirlerle evlenmemesiydi. Hz. Peygamber'in en önemli tebliğ metodlarından birisi ise, Allah tarafından gelen emir ve yasakları önce kendisinde uygulaması, şayet zikredilen hususları kendi şahsında uygulama imkânı bulamamışsa, o emir ve yasakları en yakın akrabasında uygulamasıydı.
Hz. Peygamber, insanları, bir tarağın dişleri gibi eşit kabul ediyordu. Allah korkusundan başka hiçbir özellik, insanlara ayrıcalık getirmemeliydi. Cahiliye Dönemi'nden itibaren devam edip gelen imtiyazlı sınıf hakimiyeti ortadan kalkmalı ve eşitlik ve adalet üzerine insanlık yeniden teessüs etmeliydi. Bunun için de en hassas nokta olan evlilikle, bu iş gerçekleştirilmeliydi. Zeyneb'in evliliği bu iş için bulunmaz bir fırsattı.
Zeyneb'in kız kardeşi Hamne, bir gün Hz. Peygamber'e gelip Zeyneb'in evliliği konusunu açınca, Hz. Peygamber, bu kötü âdetin kaldırılması zamanının geldiğine hükmetti ve gidip Zeyneb'i evlâtlığı Zeyd b. Hârise'ye istedi. Bu taleb, ailede büyük bir tepkiye sebep oldu. Örfün etkisi o kadar güçlüydü ki, Hz. Peygamber'i bile geri çevirdiler ve Zeyneb'i vermediler. Zeyneb de kesinlikle buna razı olmadı. Zira Zeyd, her şeyden önce âzad edilmiş olsa bile, bir köle idi. Üstelik Yemenli birisi ve fakirdi. Zeyneb ise Kureyşli bir kadının kızıydı ve aristokrat bir aileye mensuptu. Bu evlilik nasıl olabilirdi?
Bu geri çevirme üzerine Cenâb-ı Hak, "Allah ve Peygamber'i bir işe hükmettiği zaman mü'min olan bir erkekle mü'min olan bir kadın için işlerinde kendilerinde muhayyerlik yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse muhakkak ki, o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır." (Ahzâb, 33/36) âyetiyle bu evliliğin olmasını emrediyordu. Allah'ın emri üzerine bu evlilik, sonunda gerçekleşti. Ancak bir yıl kadar sürdü. Zira Zeyd, Zeyneb'in iğneleyici sözlerine, tepeden bakan tavrına ve geçmişini hatırlatan sitemlerine daha fazla dayanamadı ve O'nu boşadı. Böylece Zeyneb, serbest kalmış oldu.
Aradan bir süre geçtikten sonra, sıra bu defa bir başka kötü âdetin kaldırılmasına gelmişti. Bu âdet ise, evlâtlıkların hanımlarının öz evlâdın hanımı gibi kabul edilmesi ve öz gelin muamelesinin yapılmasıydı. İslâmiyet, bu sırada evlâtlık müessesesini kaldırmış, bir kişinin ancak öz babasına nisbet edilebileceği ilkesini getirmişti. Zeyd, Hz. Peygamber'in evlâtlığı idi. Bu ilkeyle Zeyd b. Hârise'nin hanımı olan Zeyneb'in de Hz. Peygamber'in öz gelini olmadığı sonucu ortaya çıkıyordu. Evlâtlık müessesesinin kaldırılmasından sonra bunun bir kalıntısı olan, "evlâtlık hanımlarının, evlâtlık edenler tarafından alınamayacağı" âdetinin de kaldırılması gerekiyordu. Uygulamadaki prensibe göre bu âdetin kaldırılmasında en uygun durumda olan ise bu defa Hz. Peygamber oluyordu. Ancak Hz. Peygamber, bu uygulamanın kendisi üzerinde yapılacağını anladığından, ortaya çıkacak fitne ve dedikoduyu çok iyi biliyor ve bundan da korkuyordu. Ne var ki korku bir işe yaramayacak, bu ilke kendisi üzerinde kesinlikle uygulanacaktı.
Nitekim Allah Teâlâ: "Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha çok lâyıktı. Madem ki Zeyd o kadından ilgisini kesti, biz onu sana zevce yaptık. Ta ki evlâtlıkları, eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minler üzerine günah olmasın." (Ahzâb, 33/37) emrini vererek bu uygulamayı başlatmıştı.
İşte Zeyd ile Zeyneb'in, Zeyneb ile Hz. Peygamber'in evlilik olayı, bu tarzda cereyan ettiği halde, bazı yakıştırmalar ve uydurmalar yüzünden bir bardak suda kopartılan yaygara, maalesef hâlâ bazı mahfillerde güncelliğini korumaya devam etmektedir. Buna sebep olan konulardan biri de bazı kaynaklarda rivayet edilen asılsız haberlerdir. Bu konu ile ilgili haberleri değerlendiren ünlü müfessir İbn Kesîr, Tefsir'ine sadece, burada naklettiğimiz doğruları almıştır. (İbn Kesîr, Tefsir, 6/419-421)
Zeyneb bint Cahş Hz. Peygamber'le, hicrî 4. yıl Zilkâde ayı başlarında evlenmişti. Hz. Peygamber'le evlendiği sırada 35 yaşları civarında bulunuyordu. Resûlullah'ın hanımları arasında Zeyneb, cömertliği ile tanınmıştı. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırmış ve O'na ağıt yakanlara da müsaade etmişti.
ZEYNEB bint HUZEYME (r.a.)
Mü'minlerin annelerinden. Soy silselesi şöyledir: Zeyneb bint Huzeyme b. Abdullah b. Amr b. Abdimenâf b. Hilâl b. Âmir. Yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, onlara şefkatli ve merhametli davrandığı ve onların karnını doyurup sadakalar verdiği için Ümmü'l-mesâkîn (düşkünlerin anası) lâkabıyla anılırdı.
Hz. Zeyneb bint Huzeyme, önce Tufeyl b. Hâris ile evli iken ondan ayrılınca Tufeyl'in kardeşi Ubeyde b. Hâris'le evlenmişti. Ubeyde b. Hâris, Bedir Savaşı'nda yaralanıp bu yaranın etkisiyle Safrâ'da vefat edince dul kaldı. Bunun üzerine Abdullah b. Cahş ile evlenen Hz. Zeyneb, Abdullah'ın Uhud'da şehid düşmesi üzerine tekrar dul kaldı.
Hz. Zeyneb'in kabilesi Necid bölgesinin en güçlü kabilelerinden biri olan Sa'sa'a kabilesi idi. Bu kabile ile müslümanların arası, hicrî 3. yılda meydana gelen bazı olaylar sebebiyle açılmıştı. Resûlullah (s.a.) hem bu kabile ile olan münasebetleri iyileştirip aradaki gerginliği yumuşatmak, hem de çok iyiliksever ve şefkatli bir kadın olan ve peşpeşe iki defa dul kalan Hz. Zeyneb'in gönlünü almak için bu yılın Ramazan ayında onunla evlendi. Mehir olarak da Hz. Zeyneb vâlidemize dörtyüz dirhem verdi. Ancak, Hz. Zeyneb, Peygamberimiz'in yanında iki veya üç, bir başka rivayete göre sekiz ay kaldıktan sonra, 30 yaşlarında iken vefat etti. Hz. Peygamber cenaze namazını kıldırdıktan sonra onu Bâkî' mezarlığına defnettiler.
ZEYNEB bint SELEME (r.a.)
Resûlullah'ın (s.a.) hanımlarından Ümmü Habibe'nin, ilk kocası Abdullah'tan olan kızıdır. Kardeşi Ömer b. Ebû Seleme'dir.
Zeyneb'in anne ve babası Habeşistan muhacirlerinden idiler. Burada babası İslâm'dan çıkıp hıristiyan olmuştu. Bunun üzerine Resûlullah, Necâşî'ye haber göndererek, Ümmü Habibe'yi kendisine nikâhlamasını istemişti. (Bk. Ümmü Habibe)
Zeyneb bint Seleme'nin rivayet ettiği iki hadîs Buhârî'de, bir hadîs de Müslim'de yer almıştır. H. 73 tarihinde vefat etmiştir.
ZİYÂD b. LEBÎD (r.a.)
Ensâr'ın ilk müslümanlarındandır. Soy silsilesi şöyledir: Ziyâd b. Lebîd b. Sa'lebe b. Sinan b. Âmir b. Adiy b. Ümeyye b. Beyâda b. Âmir b. Züreyk. Hazrec kabilesinin Beyâda kolundandır. Künyesi Ebû Abdullah olup annesi, Amre bint Ubeyd b. Matruf b. Hâris'tir.
Ziyâd b. Lebîd, Resûlullah'la ilk defa buluşan ve daha sonra da Akabe'de O'na bîat ederek İsâm'ı ve Resûlullah'ı korumaya, İslâm'ı yaşamaya ve tebliğ etmeye söz veren Medineliler'dendir. Hicretin sevabına ulaşabilmek için Mekke'ye gitmiş ve oradaki müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etmiştir.
Ziyâd b. Lebîd, Resûlullah'la (s.a.) birlikte bütün gazvelere, bu arada Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke fethi vs. gazâlara katılmıştır.
Hz. Peygamber onu hicretin 9. yılında Hadramut bölgesine zekât ve vergileri tahsil etmek üzere âmil olarak görevlendirmiştir. Hazreti Ziyâd, aynı zamanda zekât ve vergi ile meşgul olan mahkemede de hâkimlik ederdi.
Resûlullah'ın âhirete irtihaline kadar Hadramut'ta kalan Ziyâd, Hz. Ebû Bekir devrinde de bu görevini devam ettirmiş, aynı zamanda Yemen'de başgösteren irtidad hareketinin bastırılmasında da görev almıştır. Bilhassa Eş'as b. Kays kabilesinin isyanını bastırarak bölgede sükûneti temin etmiştir. Hz. Ömer döneminde de aynı görevi devam ettiren Ziyâd'ın Medine'ye ne zaman döndüğü kesin olarak bilinmemektedir.
Ziyâd b. Lebîd, sahâbenin fakîhlerindendi. Ziyâd b. Lebîd'in rivayet ettiği hadîsleri, Avf b. Mâlik, Cübeyr b. Nadr, Sâlim b. Ebi'l-Haydân gibi râviler rivayet etmişlerdir.
Ziyâd b. Lebîd'in, hicrî 41 yılında, Muâviye'nin hilâfetinin ilk yıllarında vefat ettiği bilinmektedir.
ZÜBEYR b. AVVÂM (r.a.)
Künyesi: Ebû Abdullah. Soyu: Zübeyr b. Avvâm b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay b. Kilâb el-Kureşî el-Esedî.
Hz. Peygamber'in (s.a.) amcasının oğludur. Annesi Safiyye bint Abdülmuttalib, Peygamberimiz'in öz halasıdır. Hz. Zübeyr'in babası, Avvâm Peygamberimiz'in hanımı Hz. Hatice'nin kardeşidir. Hz. Zübeyr, Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Esmâ ile evli olduğundan Hz. Ebû Bekir'in damadı ve Hz. Peygamber'in bacanağıdır.
Zübeyr b. Avvâm, hayatında Cennet'le müjdelenen on kişiden (Aşere-i Mübeşşere) biridir. İlk müslümanlardandı. Müslüman olduğunda 16 yaş civarında olduğu kaydedilir. 8 veya 12 yaşında müslüman olduğu şeklinde rivayetler de vardır.
Yetişme tarzı Hz. Zübeyr'in şahsiyeti üzerinde önemli etkiler meydana getirmiş, Mekke'de herkes ondan çekinir olmuştu. Hz. Zübeyr bu özelliğini, İslâmiyet'in ilk devirlerinden itibaren İslâmiyet yolunda kullanmış, hak yolunun ve Hz. Peygamber'in uğruna başını koymuş bir serdengeçti olarak yaşamıştı.
Mekke döneminde bir gün Hz. Peygamber'in müşrikler tarafından tutuklanarak işkence edildiğini (bir rivayete göre öldürüldüğünü) işitmiş, hemen kılıcını çekerek olayın cereyan ettiği yere koşmuştur. Yolda Hz. Peygamber'e (a.s.) rastlamış, nereye koştuğunu sorunca: "Seni rahatsız edenlerin hepsini şu kılıcımla temizleyeceğim" demiştir. Hz. Peygamber onu durdurmuş, işittiklerinin doğru olmadığını söylemiştir. Hz. Zübeyr bir yaver gibi sürekli olarak Hz. Peygamber'in hizmetinde olmuş ve koruyuculuğunu yapmıştır. Hz. Zübeyr'in, Hz. Ebû Bekir'in telkinleriyle müslüman olduğu kaynaklarda belirtilir.
Mekke döneminde İslâmiyet uğruna çok ağır baskılarla ve dayanılmaz işkencelerle karşılaşmıştır. Habeşistan muhâcirlerinden biridir. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret ettiğini haber alır almaz, Habeşistan'dan Medine'ye hicret etmiştir. Hz. Zübeyr Mekke döneminde Hz. Talha ile, hicretten sonra ise Seleme b. Selâme el-Ensârî ile din kardeşi olmuştur.
Hz. Zübeyr, Peygamberimiz'in bütün gazâlarına katılmış, hepsinde de unutulmaz kahramanlıklar göstermiştir. Özellikle Bedir Savaşı'ndaki yiğitliği dillere destan olmuş ve Hz. Peygamber'in (s.a.) açık bir şekilde takdirlerine mazhar olmuştur. Savaştan önce yapılan çarpışmada müşriklerden Ubeyde b. Said ve birkaç ünlü silâhşörü öldürmüştür. Bu savaş sırasında başında sarı bir sarık vardı. Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği gibi Bedir Savaşı'nda melekler insan şekline girerek müslümanlara yardım etmişlerdir. Hz. Peygamber: "Bedir Savaşı'nda melekler başlarında sarı sarıklarla Hz. Zübeyr'e benzer bir şekilde indiler" buyurmuştur.
Uhud Savaşı'nda da büyük fedakârlıklar gösterdi. Bu savaşta bir ara Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberi yayılmış, bunun üzerine ashâbdan birçoğu paniğe kapılmıştı. Bu sırada tekrar Peygamberimiz'in sağ olduğu ilân edilmiş, bazı sahâbîler hemen onun yanına koşarak onu öldürmek için o tarafa bütün gücüyle yüklenen düşman ordusuna karşı vücutlarını kalkan yaparak Hz. Peygamber'i cansipe-râne korumuşlar, birçok sahâbî, ok, kılıç ve mızrak darbelerinin önüne atılarak Hz. Peygamber'e (s.a.) isabet etmesini önlemişlerdir. Böyle bir fedakârlığın bir eşi daha tarihte görülmemiştir. İşte Hz. Zübeyr de bu sırada canı pahasına Hz. Peygamber'i (s.a.) koruyan ve müşriklere ölüm saçan fedailerdendi. (Bk. Ebû Talha el-Ensârî)
O, Hendek Savaşı'nda da kahramanlık sembolüydü. Hendeğin karşı tarafındaki düşman ordusuna attığı oklarla ölüm saçıyordu. Peygamberimiz onu: "Anam babam feda olsun, at" diyerek teşvik ediyordu. Hz. Peygamber hayatı boyunca hiç kimseye, annesini ve babasını birlikte zikrederek anam babam feda olsun dememişti.
Hz. Zübeyr, Peygamberimiz'in bu iltifatıyla hayat boyu övünmüş, "Peygamberimiz sadece benim için anne ve babasını birlikte zikrederek anam babam feda olsun dedi" demiştir.
Hendek Savaşı sırasında Medine yakınındaki Kureyzaoğulları kabilesinin, ihanet ederek düşmanla anlaşıp müslümanları arkadan vurma hazırlığı içinde oldukları haberi gelmişti. Peygamberimiz ashâbına: "Kureyzaoğulları'nın durumunu inceleyip haber getirmek isteyen kim var?" diye sordu. Hz. Zübeyr; ben varım, diyerek ileri atıldı ve bu tehlikeli görevi de başarıyla yerine getirdi. Onun bu davranışına çok duygulanan Hz. Peygamber (s.a.): "Her Peygamber'in bir havarisi (yardımcısı, gerçek ve çok samimi dostu) vardır. Benim havarim de amcamın oğlu Zübeyr'dir" buyurdu. Bu olaydan sonra Hz. Zübeyr'e "Resûlullah'ın havarisi" lâkabı verildi.
Mekke fethinde de Hz. Peygamber Sa'd b. Ubâde'nin elindeki sancağı ondan alıp Zübeyr (r.a.)'e verdi. Mekke'ye girerken hem kendi sancağını, hem Resûlullah'ın sancağını birlikte taşıdı ve kahramanca çarpıştı.
Huneyn Savaşı'nda da düşmanın ani baskınıyla karşılaşan müslümanlar gerilemeye başlamışlar, bu sırada uzun boylu birinin düşman safları arasına fırtına gibi daldığı görülmüştü. Müşrikler hemen bu zatın Zübeyr (r.a.) olduğunu tahmin etmişler ve kalplerine korku düşmüş, müslümanlar ise bu yiğitlik karşısında galeyana gelerek toparlanmışlar ve düşmana yüksek bir moralle saldırmışlardı.
Tâif ve Tebük seferlerinde de çok önemli yararlıklar gösterdi. Resûl-i Ekrem'in (s.a.) irtihalinden sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde münzevi bir hayat sürdü. Hz. Ömer devrinde Bizanslılar'a karşı yapılan Yermük Savaşı'na katıldı. Yine Hz. Ömer devrinde Mısır dolaylarında fetihlerde bulunan sahâbî Amr b. Âs, Hz. Ömer'den yardım kuvveti istemişti. Hz. Ömer 4.000 kişilik bir kuvvetle birlikte dört kumandan gönderdi ve: "Gönderdiğim kumandanların her biri bin kişiye bedeldir" diye bir mektup yazdı. Bunlar: Zübeyr, Mikdâd, Ubâde ve Mesleme (Allah onlardan razı olsun) idiler.
Amr b. Âs, Hz. Zübeyr'in savaştaki başarısını bildiğinden çok sağlam bir kale olan Fustat kalesinin fethi için onu görevlendirmişti. Kale kuşatıldı. Fakat yedi ay süren kuşatmaya rağmen fethedilemedi. Bunun üzerine Hz. Zübeyr, kalenin duvarlarında ipler gerdirdi ve bazı sahâbîlerle birlikte bu iplerden tırmanarak kaleye girdi. Çok şiddetli çarpışmalar yaparak içeriden kale kapısını müslümanlara açtı. Onun bu davranışı da daha öncekiler gibi destan olabilecek bir yiğitlik örneğiydi. Daha sonra İskenderiye'nin fethinde görev aldı.
Hz. Ömer bir mecûsî tarafından mescidde harçerle yaralandıktan sonra öleceğini anlamış ve kendinden sonra halife seçmek üzere altı kişiyi tayin etmişti. Bunlar arasında Zübeyr (r.a.) de vardı. Bu altı kişi, aralarından birini halife seçeceklerdi. Hz. Zübeyr, yapılan toplantıda Hz. Ali lehine hakkından feragat etmişti. Bu grup sonunda Hz. Osman'ı halife seçti. Onun bu seçimde Hz. Ali'yi seçişi, ileride Hz. Ali ile yaptığı mücadelenin halifelik dâvâsı için değil, İslâm toplumundaki fitneyi önlemek için olduğunu gösterir.
Zübeyr (r.a.) Hz. Osman devrinde tekrar toplum hayatından çekildi ve münzevi bir hayat yaşadı. Fakat Hz. Osman'ın, yahudi İbn Sebe'nin kışkırttığı âsiler tarafından şehid edilmesi ve yeni halife Hz. Ali'nin Medine'de duruma hâkim olamaması, onun yeniden siyaset sahnesine çıkmasına sebep oldu.
Bilindiği gibi Hz. Ali'nin halife seçilmesinden sonra durumun normale dönmesini istemeyen âsiler Medine'den ayrılmamışlar, zorbalık yaparak büyük bir huzursuzluk meydana getirmeye devam etmişler, devlet otoritesini sarsmak gayesini gütmüşlerdi. Hz. Talha ve Zübeyr, Hz. Ali'ye müracaat ederek, âsilere gerekli cezaların verilerek, fitnenin söndürülmesini ve Hz. Osman'ın kanının yerde kalmamasını istemişlerdi. Hz. Ali ise böyle bir cezalandırma işlemine başvurursa olayların daha da büyüyeceğini düşünerek, işi zamana bırakmak ve ortalık yatıştıktan sonra gereken müdahaleyi yapmak fikrindeydi.
Bu fikir ayrılığı üzerine Hz. Talha ve Zübeyr Mekke'ye doğru yola çıktılar. Olaylara bulaşmak istemeyen birçok kişi de Mekke'ye gitmişti. Yolda hacdan dönen Hz Âişe'ye durumu anlattılar. O da Mekke'ye geri döndü. Fitneciler bir taraftan da Hz. Ali'nin davranışını tasvib etmeyen başka kişileri tahrik ediyorlardı. Bunlar arasında Hz. Osman'ın ailesi Emevîler de vardı. Hz. Talha ve Zübeyr, Hz Âişe ile birleşerek Basra'ya gittiler ve ordu toplamaya başladılar. Fakat ilk başta niyetleri savaşmak değil, daha dirayetli birini halife yapmaktı.
Hz. Ali ve karşısındakiler birbirlerine yazdıkları mektuplarla savaşsız meseleyi halletmeye çalışıyorlardı. Nitekim Hz. Ali ordusundaki fitnecileri ordudan kovmuştu. Ancak bunlar tekrar orduya sızmışlar ve ön saflara kadar ilerlemişlerdi. Hz. Ali ile Hz. Âişe'nin ordusu karşı karşıya gelince bu fitneciler ansızın Hz. Âişe'nin ordusuna saldırdılar. Hz. Âişe'nin taraftarları bir taraftan görüşmeler yapılırken, diğer taraftan kendilerine saldırılmasını bir aldatma taktiği zannettiler ve karşılık verdiler. Böylece fitneciler iki topluluk arasında savaş ateşini tutuşturmayı başardılar.
Bu savaştan önce birisi Hz. Zübeyr'e gelerek: "İstersen tuzak kurarak Hz. Ali'yi öldüreyim" demiş, Zübeyr (r.a.): "Mü'mini hile ile öldüren kâfir olur" diyerek adamı kovmuştu. Savaş sırasında bir ara Hz. Ali ile Hz. Zübeyr karşı karşıya geldiler. Hz. Ali, Hz. Zübeyr'e: "Hatırlıyor musun? Bir gün Peygamberimiz (s.a.): Ey Zübeyr; Ali'ye karşı haksız olarak savaşacaksın, buyurmuştu?" dedi. Hz. Zübeyr Peygamberimiz'in bu sözünü hatırladı ve pişman olarak savaştan çekildi. Bu kararını da Hz. Âişe'ye bildirdi.
Oğlu kendisini: "İki tarafı karşı karşıya getirdikten sonra nasıl çekilirsin?" diye bu kararından vazgeçirmeye çalıştıysa da başaramadı. Daha sonra Basra'ya gitmek üzere yola çıktı. Bunun üzerine Ahnef b. Kays, onun arkasından takip etmek üzere İbn Cürmüz denilen birini gönderdi. Bu adam namaz kılarken Hz. Zübeyr'i öldürdü ve kendine göre müjde vermek üzere Hz. Ali'nin huzuruna çıktı. Hz. Ali onu huzuruna kabul etmedi ve kapıcısına: "Ben Hz. Peygamber'in: Safiyye'nin oğlunu öldürene Cehennem'i müjdeleyin, buyurduğunu işitmiştim. O adama bunu söyleyin" dedi.
Hz. Ali, Zübeyr'in öldürülüşüne çok üzüldü ve ağladı. Ölüm tarihi H. 36'dır. Bu sırada 66 veya 67 yaşındaydı.
Hz. Peygamber'le (s.a.) çok uzun yıllar beraberliği olmasına, ondan pek çok hadîs işitmesine rağmen rivayet ettiği hadîslerin sayısı çok azdır. Bunun sebebini soranlara, bizzat kendisi şu cevabı vermiştir: "Müslüman olduğumdan beri Resûlullah'ın (s.a.) yanından ayrılmadım. Fakat ondan işittiğim şu hadîsten dolayı hadîs nakletmekten kaçınıyorum: Kim bilerek benim söylemediğim bir hadîsi söylemişim gibi naklederse Cehennem'deki yerine hazırlasın."
Kendisinden hadîs nakledenler arasında oğulları Abdullah, Mus'ab, Urve, Câfer ile Mâlik b. Evs b. Hadesân, Ahnef b. Kays, Abdullah b. Âmir b. Küreyz, Müslim b. Cündüb ve kölesi Ebû Hâkim vardır. Rivayet ettiği hadîslerin sayısı 38 kadardı. Bunlardan ikisini Buharî ve Müslim müştereken nakletmişlerdir.
ZÜ'Ş-ŞİMÂLEYN (r.a.)
Adı, Umeyr, lâkabı Zü'ş-Şimâleyn, künyesi ise Ebû Muhamed'dir. Soy silsilesi ise şöyledir: Umeyr b. Abduamr b. Nadle b. Amr b. Gubşân b. Süleym b. Efsâ b. Hârise el-Huzâî.
Daha çok Zü'ş-Şimâleyn lâkabı ile tanınan bu sahâbînin İslâm'a giriş tarihi kesin olarak belli değildir. Medine'ye hicret izni çıktıktan sonra Medine'ye gelen bu sahâbî önce Ensâr'dan Sa'd b. Hayseme'nin evinde misafir olmuş, daha sonra da Resûlullah, Zü'ş-Şimâleyn ile Ensâr'dan Yezid b. Hâris arasında din kardeşliği kurmuştu.
Bazı tabakât kitaplarında ashâbdan Zü'l-Yedeyn ile Zü'ş-Şimâleyn'in aynı şahıslar olduğu yolunda rivayetler varsa da, bunların iki ayrı sahâbî olması daha doğru gözükmektedir. Çünkü, Hz. Peygamber'in (s.a.) dört rekâtlı bir namaza ikinci rekâtta selâm vermesi üzerine, niçin eksik kılındığını soran ve sonradan sehiv secdesi ile tashihine imkân sağlayan Zü'l-Yedeyn'in bu olayı, hicretin 7. yılında Hayber Gazâsı sırasında olmuştu. Halbuki Zü'ş-Şimâleyn, hicretin 2. yılında şehid olmuştur.
Zü'ş-Şimâleyn, dünyaya fazla rağbet etmeyen, sakin ve kendi halinde bir sahâbî idi. Kendisine Zü'ş-Şimâleyn, yani iki sol elli denmesi, solak olması ve bütün işlerini sol eliyle yapması dolayısıyladır. Medine'ye geldikten sonra ilk olarak katıldığı Bedir Savaşı'nda kahramanca çarpışmış ve din kardeşliği Yezid b. Hâris ile birlikte bu gazvede şehid düşmüştür.
Copyright © 2016 celalkirca.com