Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KUR’AN’IN EDEBİ YÖNÜ

Prof. Dr. Celal KIRCA

 

 

Giriş :

 

 

Kur’an-ı Kerim, son ilahi kitaptır ve temel  amacıda  insanları  hidayet etmek yol/ göstermektir.   Bir başka ifade ile Kur’an’da  muh¬teva, hedef ve gaye ise;   sunuş biçimi ve üslûbu da,  o gaye ve hedefe götüren bir vasıtadır. Edebiyat ifadesiyle söyleyecek olursak, Kur’an’da  “ Sanat  sanat içindir” ilkesi yerine  "Sanat, gaye içindir" ilkesi hâkimdir.  O’nun  asıl amacı,  hiç şüphesiz muhatabına bir şeyler vermek, onlara yol göstermek  ve doğru yola ulaştırmaktır. Bunu elde edebilmek içinde  Kur’an, Allah’ın mutlak ve sonsuz ilminden insanların anlayış ve kavrayış ufuklarına inerken; Kıyamete kadar da gelip geçecek nesillerin, dil, ırk ve inanış farklılıklarına rağmen, on¬lara her asırda hitap edecek bir şekilde  açık, net, çok yönlü ve çok sezişli bir ifâde ve üslûp ile de inmiş ve insanları, her çağda araştırmaya, düşünmeye sevk eden ve ilgi çekici çağrışımlarda bulunduran bir yapıya sahip olmuştur. Onun bu edebî üstünlüğü ve dolayısıyla gönüllere tesir etme, etkileme ve duygulandırma gücü, hiç bir kitaba nasip olmamıştır.

O’nun ifâde ve  üslûbunda lüzumsuz fazlalıklar yoktur. Söz ve mânâ tam bir uyum ve ahenk içindedir. Lafzını, hem zihin anlar hem de gönül. İfâ¬de ve üslubundaki ahenk ve ölçü, insan ruhunu okşamaya, sarmaya ve kal¬bini titretmeye başlarken; zihin de, onun ince ve derin anlamlarını kav¬ramaya ve anlamaya çalışır. Çağlar boyu en güçlü edipler, şâirler, duygu¬larını ve düşüncelerini ifâde edebilmek için çeşitli edebî ifâde ve üs¬lûplar kullanmışlardır. Fakat bunlar, ebedî türler arasında sadece bir veya ikisinde başarılı olabilmişlerdir; her konuda ve her üslûpta aynı başarıyı göstermemişlerdir. Kur’an’ı- Kerim ise, ihtiva ettiği her konuda eşsiz ve mükemmel bir ifâde ve üslûp kullanmış, gerek ifâde ve üslu¬bunda  gerekse muhtevâsındaki güzelliği ile her çağda muhatabına hitap edebilmiş; onları bir yandan duygu yönüyle etkilerken, bir yandan da, zihinlerini ve akıllarını meşgul ederek derin düşüncelere sevk etmiştir.

Tebliğde asıl maksat da budur.  Muhatabın, söyleneni anlaması ve kavramasıdır; pek tabiî, anlayarak  da etkilenmesidir. Bu sebeple, Kur’an’ın üslûbu Mekke’de başka, Medine’de başkadır. Mekke’de nazil olan âyetlerde kısa, özlü ve şiirimsi bir üslup ve ifâde biçimi vardır. Medîne’de nazil olan âyetlerde ise, daha uzun ve geniş bir ifâde ve üslûp biçimi görü¬lür. Tâhâ Hüseyin’in dediği gibi, onun ifâde ve üslûbu, ne şiir, ne de ne¬sirdir. O’nun üslûbu, kendisine âit bir üslûp, ifâdesi de kendisine âit bir ifadesidir. Nitekim elimizdeki mevcut tertibe göre, Kur’an’ın son yarısının ekserisi, Mekke’de nazil olmuştur. Mekkelilerin çoğunluğu, ma¬lıyla, çocuklarıyla ve nihayet  bileğinin gücüyle gururlanan ve kibirlenen kimselerdi. Onların bu kibirlerini kırmak ve acizliklerini ortaya çıkar¬mak için Kur’an, muhteva kadar, üslûp ve ifâdeye de önem vermiş ve bu sebeple kısa, özlü, veciz âyetler ve kısa sûrelerle onlara hitap etmiştir.

Mekke’de, sayıları az da olsa, edebiyatla meşgul olan şâirler ve edebiyatçılar bulunmaktaydı. Onları ve gelecekte onlar gibi düşüne¬cek diğer kimseleri de, kendilerini güçlü gördükleri bu sahada  âciz bırakmak ve gerçeği güzel bir biçimde onlara anlatmak gerekiyordu. Bunun için de Kur’ân, gücünü sadece muhtevada değil, dil, üslup ve ifâde de gös¬termiş ve insanlardan, yardımcılarını çağırmak suretiyle, en küçük sûre¬sine benzer bir sûre meydana getirmelerini istemiştir (İsra,17/88)   Kur’ân’ın nazil olduğu o çağda bu meydan okuyuşa cevap veren olmadığı gibi, şu ana kadar da çıkmamıştır, bundan sonra da çıkmayacaktır. Onun bu üslûbu, edebî üstünlüğü ve edebî gücü, Arap edebiyatçılarını ve üstatlarını dehşete düşürmüş ve onların edebî dehâlarını ezip geçmiştir.

Hz. Peygamber, Kur’ân’ın bu edebî gücünü çok iyi değerlendirmiş ve her yerde Kur’ân okuyarak, insanları, İslam’a davet etmiştir. Kur’ân’ı dinleyen herkes, dost ve düşman bütün insanlar, dehşet ve hayrete düşmüş ve ruhlarında derin, sarsıntılar ve yıkıntılar meydana gelmiştir. İslâm’ın en azılı düşmanlarından olan Velid b.Mugire bile, “Muhammed’ den öyle bir söz işittim ki, bu bir insan sözü değil, cin sözü hiç değil, son de¬rece hoş ve fevkalâde güzel" diyebilmiştir.

Cübeyr b. Mut’ım da henüz imân etmemişti. H.Peygamber’in  okuduğu Kur’an’ı dinliyordu.  Hz. Peygamber ise  Tur sûresini okuyordu. "Yoksa onlar, boşu boşuna mı yaratıldılar? Yahut yaratanlar kendileri mi? " (Tur, 52/35-36) âyetine gelmişti ki Cübeyr’e :"Bu âyet kalbime öyle tesir etti  ki"    sözünü  söyletmişti.

Buna benzer bir  anıyı da  İstanbul İmam-Hatip Lisesi 5.sınıfta okurken  Kur’an dersimize gelen  Tayyar Altıkulaç’tan dilemiştim:   Kendisi Fatih Camide  namaz kıldırdıktan  sonra  bir aşır okur.   Okunan  Kur’an’ı o esnada camiyi ziyaret etmekte olan bir  yabancı  ile  tercümanı da dinler.  Tayyar Bey’in okuduğu  aşır sona erdikten sonra,  bir direğin dibinde  Kur’an okuyan bir  başka kişiyi daha dinlerler.   O kişi de  okumasını bitirince, yabancı  cebinden bir miktar para çıkartıp, o   kişiye  verir. Tercüman   hayretle  sorar: İlk  okuyanın çok güzel  okuduğunu, ikincisinin ise   güzel okumadığını söyleyerek  neden parayı birinci  okuyana değil de ikinci okuyana verdiğini sorar.  O da  bunun için der. Tercüman anlamaz sorusunu tekrar  eder  , O da  “ birincisi o kadar güzel okudu ki nerdeyse beni dinimden edecekti. İkincisi ise o kadar berbat okudu ki beni tekrar dinime  döndürdü. Ben  hangisini ödüllendirmeliydim. Dinimden  beni  döndüreni mi, yoksa tekrar beni dimime döndüreni mi?”  diye  cevap verir.  O tercüman   yaşadığı bu  olayı  gelip Tayyar  Bey’e anlatır.   Tayyar Bey de bize  anlatmıştı.

  Bu nedenledir ki Kur’an,  insanlara  dini anlatma yolu ve yöntemi olarak   bizzat Kur’an’ın   araç olarak kullanılmasını  istemektedir. Nitekim," Onlarla en büyük cihadı, Kur’ân’la yap"(Furkan,25/52)  emri, bu yöntemi  ifade etmektedir. Buradaki cihat emri,  savaş anlamında  değil,  Kur’an muhtevasını  anlatma, yayma  ve  insanlara  sunma  cehdi ve gayreti anlamındadır.  Zira ayette geçen “ bihi” zamiri ile  işaret edilen, savaş değil, Kur’an’dır. Kaldı ki  bu ayet Mekke’de nazil olmuştur. Savaş emri ise Medine’de gelmiştir. Bu nedenle bu ayet, Peygamberimize ve dolayısıyla bütün Müslümanlara,   en büyük cihadın Kur’an’la  yapılabileceğini anlatmaktadır. Hz. Peygamber,  Kur’an’la cihadı nasıl yapmıştır? Biz bugün  nasıl  yapmalıyız?  Sorularının  doğru cevabını  bulmak  zorundayız. Bunun da doğru cevabını  Hz. Peygamber’in hayatından  rahatlıkla öğrenebiliyoruz:  O,   Kur’an okuyarak, onu anlatarak ve onu yaşayarak  en  büyük  cihadı   yapmıştır.  Bizim de yapmamız gereken öncelikle  bududur.   Bununla birlikte ana fikrini, ruhunu ve özünü Kur’ân’  dan alan edebî eserler  ile birlikte ilmi eserlerle  de cihat etmektir. . Böyle bir cihat, şiirle olur, nesirle olur, romanla olur,  hikâye ile olur, bilimsel eserlerle olur.  Kısaca Kuran muhtevasını   her  türlü araç ve gereçlerle sunmakla olur.  .

1. Kur’ân, Şiir ve Şâirler

Kur’ân’ı- Kerim’in nüzulü sırasında, Hz. Peygambere ve Kur’ân’a inanma¬yan Câhiliye dönemi Arapları, Kur’ân’a şiir, Hz. Peygambere de şâir de¬mişler; inanmamak için ne söylemek gerekiyorsa onu söylemekten de geri durmamışlardı. Kur’ân’daki eşsiz ahenk ve üslûbun etkinsinde kalarak ona şiir diyen¬ler, çok geçmeden onun bir şiir olmadığını anlamışlar ve başka ithamlara geçmişler; bu defa ona sihir demeye başlamışlardı. Sebebi gizli, etkisi belli anlamında kulla¬nılan sihirden onun tesir gücü kast ediliyorsa  Kur’an, gerçekten sebebi gizli fakat etkisi açıkça belli bir sihirdir. O öyle bir sihirdir ki, insanı etkiler, inançlarını, alışkınlıklarını ve kısaca insanın ruh dünyâsını değiştirir. Onu okuyan veya dinleyen onun etkisinden kurtulamaz. O, akla tesir ettiği gibi kalbi de etkiler. Bu sebeple Kur’ân, sâdece akıl kita¬bı değil, aynı zamanda gönül ve duygu kitabıdır. Onu anlamadan okuyan veya dinleyen bile onun etkisinden kurtulamaz. O, gönüle öyle bir nüfuz eder ki, onu oradan söküp atmak imkânsızdır. Ancak Kur’ân, müşrik Arapların anladığı ve kastettiği anlamda sihir değildir. Hz. Peygamber de, onların anladıkları mânada sihirbaz değildir.

Kur’an-ı Kerim, bu anlayış ve iddialara şöyle cevap vermektedir: "Ey Muhammed, öğüt ver, Rabbinin nîmetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de bir  mecnun. Yoksa senin için şöyle mi diyorlar: Şâirdir, zamanın onun aley¬hine dönmesini gözlüyoruz. De ki: gözleyin, doğrusu ben de sizinle bera¬ber gözlemekteyim." (Tur,52/29-31)

"Onlara Allah’tan başka tanrı yoktur denildiği zaman, şüphesiz büyüklenirler. Mecnun bir şâir yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım derlerdi" (Saffat, 37/35-36.)

"O şâir sözü değildir, ne az inanıyorsunuz. 0 kâhin sözü de değildir, ne az düşünüyorsunuz." (Meariç, 70/41-42).

"Hayır o şâirdir dediler." (Enbiya, 21/5.)

“Oysa biz Muhammed’e şiir’öğretmedik. Zâten ona böyle bir şey gerek¬mezdi de. Bu bir öğüt ve apaçık bir Kur’ândır.” (Yasin,  36/69).

“Çünkü şâirlere azgınlar uyar. Şâirlerin, her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin.” (Şuara,  26/224-226).

Şâirin çoğulu, şuarâdır. Kur’ân’da hem şâir hem de şuana kelimeleri geçmektedir. Hatta şuâra, bir sûrenin de  adıdır . Edebiyatın bir türü olan şiire ve şâire Kur’ân’ın bakış açısı budur. Ancak Kur’ânın bu bakış açısı, şâirlerin, şiiri bir amaç olarak kullandıkları ve kötüye, çirkine, doğru olmayana ve yalana âlet ettikleri durum itibariyledir. Yok¬sa şiiri, Hakka götüren bir yol olarak kullanan şâirlere ve bu amaçla yazılmış şiirlere ne  Kur’ân’ın, ne de Hz. Peygamberin olumsuz bir tavrı vardır. Üstelik Hz. Peygamber, Hassan b. Sabit’i şâir olarak yanında muhafa¬za etmiş ve ona İslâm’ı anlatan şiirler yazmasını da emretmiştir. O da İslâm’ı ve İslâm’ın genel esaslarını anlatan, Resulullah’ı öğen ve küfrü ye¬ren şiirler yazmıştır. “Kaside-i Bürde”  şâiri bunun bir diğer örneğidir. Resulullah kendisine takdim edilen bu şiirden o kadar etkilenmiş ve o ka¬dar duygulanmıştır ki, üzerinden hırkasını çıkartıp, kendisine bu şiiri takdim eden şâire vermiştir.

Ayrıca Resulullah, “Beyan’da sihir vardır”  diyerek, edebî sözün tesir gücüne de işaret etmiş ve önemini belirtmiştir. Şu  sözü de, muhte¬vası çirkin ve hiciv kokan söz ve şiirleri yasaklamaktadır: “Yermek ve beyan, nifaktan iki şubedir”  .Bu hadis, insanları kınayıcı, yerici ve hicvedici sözlerle, şiirleri ve muhtevası çirkin diğer sözleri yasak-lamaktadır. Yoksa Resulüllah, bir diğer hadislerinde, beyânın sadaka ol¬duğunu söylemektedir” . Bu da gösteriyor ki, yasaklanan, doğru olma¬yan ve kötüye kullanılan şiir ve sözlerdir; yâni, doğru olmayan ve kötü¬ye kullanılan güzelliklerdir. Tabiî güzelliklerin anlatılması ve şiir olarak da terennüm edilmesi, yasaklanmayan güzelliklerdir. Bir kaside-i Bürde’yi, bir su kasidesini, bir mevlidi, bir nât’ı veya bir Çanakkale şiiri ile Süleymaniye’de bayram sabahı şiirlerini nasıl yasaklayabiliriz? Bunlardaki muhteva güzelliğini ve ifâde gücünü nasıl görmezlikten gele¬biliriz?

İmam Gazali, mûsikiyi bile değerlendirirken güfteye bakmakta, güfte¬nin durumuna göre mûsiki hakkında görüş beyan etmektedir .Bu da şii¬rin önemini artırmaktadır. Hz. Peygamber, “şiirde mutlaka hikmet vardır”   buyurmaktadır. Şiirin hikmetli oluşu, onun hem anlamının, hem ifâ¬desinin güzel oluşundan kaynaklanmaktadır, İmam Şafiî de “Şiir bir sözdür, güzeli güzel, çirkini de çirkindir” demektedir. İyiye, güzele, doğru¬ya kullanıldığı sürece şiir faydalı; kullanılmadığı zaman da zararlıdır

2. Kur’ân ve Nesir

Kur’ân-ı Kerîm’de şiir ve-şâirlerden açıkça bahsedildiği halde, roman, fıkra, efsâne ve masal gibi nesir yazılarından açıkça bahs edilmemektidir Ancak masal ve efsâne anlamına gelen bir tâbirin Kur’ân’da sık sık geç¬tiği görülür. Bu tâbir: Esâtıru’1 Evvelin” dir. Bu tâbirin en güzel bi¬çimde açıklandığı âyette, şöyle denilmektedir:

“İnkâr edenler, bu Kur’ân, Muhammed’in uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir diyerek, haksız ve asılsız bir söz uydurdular.  Kur’ ân, Öncekilerin masalıdır, başkalarına yazdırıp sabah akşam   kendisine okunmaktadır, dediler.” (Furkan,25/4-5)

Kur’ân’da bu edebî türlere işaret eden bir tâbir daha vardır ki,o da: “Lehvü’1-Hadîs”dir. Kur’ân’da bu ifadenin  geçtiği âyette şöyle denilmek¬tedir: “İnsanlar arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan in¬sanları saptırmak için gerçeği boş sözlerle değiştirenler ve Allah yolu¬nu alaya alanlar vardır. İşte alçaltıcı azap bunlar içindir.” (Lokman,31/6)

Levhü’1-Hadîs, boş laf, eğlenceli söz demektedir. “İnsanı oyalayan ve işinden alıkoyan sözler, asılsız hikâyeler, masallar, romanlar, tarih kı¬lıklı efsâneler, güldürücü lakırdılar, gevezelikler ve mûsiki gibi eğleyici sesler”  olarak da tanımlanmaktadır.

Bu âyet, Mekkeli bir müşrik olan Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Nadr, ticâret, için İran’a gider ve onlar¬ın masal, hikâye ve efsâne kitaplarını satın alıp Mekke’ye getirir ve on¬lara: “Muhammed, size Ad ve Semud kavminin masallarını ve hikâyelerini anlatıyor, Ben de size, Acemlerin ve Rumların masallarını, Rüstem’in isfendiyar’ın ve Kisrânın hikâyelerini anlatacağım,” derdi. Onları, bunlara okur ve anlatırdı . Böylece onları  Kur’ân dinlemekten alıkoymaya ça¬lışırdı.

Âyetteki yasaklama, genel bir yasaklama değildir. Âyette,”Allah yolun¬dan insanları saptırmak için” kaydı vardır. Bu amaca yönelik, nesir yazı yasaklanmıştır; yoksa Allah’ın varlığını ve kudretini, tabiî güzellikleri anlatan, ibret verici olaylardan bahseden yazılar, yasak değildir.

Kur’ân’ı Kerim’de, geçmiş ümmetlerin ve Peygamberlerin bol bol kıssa¬ları anlatılmaktadır. Bu ibret verici kıssalar ile, misal olarak sunulan darb-ı meseller, birer edebiyat örnekleridir, insanların saadeti için an¬latılan bu örnekler, bize benzeri örnekleri edebî yazı türü içinde anlatmaya müsaade etmektedir. İnsanları, Allah’a yaklaştıran ve götüren, Kur’ân ve Hadis muhtevalı edebî eserleri yazmak ve okumak asla yasak değildir. İnsanları, ifâde ve muhteva gücüyle etkileyecek roman, hikâye ve benzeri nesir yazılarına şiddetle ihtiyaç bulunduğu da apaçık ortadadır.

Kur’ân’da, , melekler ve şeytan, Hz.Adem ile Havva, ve oğulları, Kâbenin inşası, Hz.Yusuf ve kardeşleri, Hz.Yusuf ve başından geçen olaylar, Hz. Mûsâ ve başından geçen olaylar,  Hz.Süleyman ve Belkıs,  Hz.İsa’nın doğumu ve Peygamberliği, İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, İsra, Hicret, Bedir savaşı, Ahzab savaşı, Mekke’nin fethi, Huneyn savaşı, Hz.Aişe’ye iftira olayı, münafıklara ait çeşitli kıssalar, ibret almamız için verilen çeşitli darb-ı meseller, konu ve muhteva olarak eşsiz bir edebî sanat içinde sunulmaktadır. İnsan yaradılışı gere¬ği, mücerret fikir ve düşüncelerden ziyâde, müşahhas fikir ve düşüncelere ve konulara mütemayildir. İşte Kur’ân, insanın yaradılışındaki bu temel esastan hareket ederek ve onu dikkate alarak, en güzel kıssaları, ibret verici olayları ve darb-ı meselleri gözler önüne sermektedir.

Kur’ân’da zikredilen bütün bu konuların ve muhtevanın temel amacı, eği¬ticilik ve öğreticiliktir, insanlara ahlâki değerler kazandırmaktır. İn¬sanlar, bunları okuyunca, insanların geçirdiği evreleri, ilimlerini, cehaletlerini, kuvvet ve zaaflarını, şeref ve zilletlerini öğrenecek, etkilenecek ve kendi¬sini daha iyi tanıyacaktır. Kur’ân’da “ahsenu’l kasas” (kıssaların en gü¬zeli) olarak Hz. Yusuf’un başından geçen ibret verici olaylar gösterilmektedir. Bir sûreye de ad olan bu yüce Peygamberin başından geçen olaylar, gerçekten insanları düşündürücü, insanı tanıtıcı ve insana ibret verici mesajlarla, dinî ve ahlakî  kaide ve kurallarla doludur. Roman, hikâye, ma¬sal, efsâne ve benzeri nesir yazılarının konuları da şayet ibret verici, insanları eğitici ve ahlâkını düzeltici mâhiyette olur ve insanlara bu amaca yönelik mesajlar verirse, bu takdirde, bu tür yazıların her hangi bir sakıncası olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nesir yazılarında, ko¬nunun ve muhtevanın güzelliği kadar, sunuş biçiminin, ifâde gücünün, dili¬nin ve üslûbunun da önemi vardır. Böyle yazılar, edebî açıdan güçlü ve güzel yazılar olarak değerlendirilir.

Sonuç

Kur’ân’daki kıssaların gerek konu ve muhteva, gerek sunuş biçimi, ifâde gücü, dili ve üslûbu açısından eşsiz bir değere, edebî güce ve güzelliğe sahip olduğunu açıkça görürüz. Bu güç ve güzellik sayesindedir ki, okuyan¬ları etkilemekte, kalplerini yumuşatmakta ve zihinlerini uyararak, doğru yola gelmelerini sağlamaktadır. Bu özelliği ve yapısı ile Kur’ân, bize ör¬nek olmakta ve edebî güce ve güzelliğe sahip eserler yazmamızı fiilen biz den istemektedir.

Ülkemizde sapık ideolojilere ve zararlı cereyanlara kapılanların, ilmî ve fikrî eserler kadar, hatta ondan daha fazla edebî eserler, roman, hikâ¬ye, fıkra, makale ve benzeri yazılardan etkilendiğini görmekteyiz. Bu konuda yapılacak sathî bir araştırma dahi, bu gerçeği ortaya çıkartmaya yetecektir..Konuları, din dışı ve dine düşman, ahlâ¬kı yozlaştırıcı ve ahlâksızlığı özendirici ve teşvik edici bu edebiyatın gücünü, hiç bir kimse inkâr edemez. Geleceğimizi teminat altına almak; neslimizi, dindar, ahlâklı, namuslu dürüst ve samimî yetiştirmek ve millî değerlere sahip bir gençlik görmek istiyorsak, edebiyata, özellikle Kur’ân edebiyatına yönelmek mecburiye¬tindeyiz. Konuları ve özünü Kur’ândan alan bu edebiyat, halkımıza, gelecek neslimize çok şeyler kazandıracaktır. Geçmişte İslâmî Türk edebiyatının ve bir ölçüde divan edebiyatının yapmak istediği şeyde budur. Özellikle tasavvuf edebiyatı, bu anlayışın en açık örneğidir. Yunus Emre’yi hâlâ bütün canlılığı ve güzelliği ile okuyoruz. Onu canlı tutan ve hayatiye¬tini devam ettiren şey, konularının İslâmî olması ve bu yüzden de eskimemesidir. Süleyman Çelebi’yi ölümsüzleştiren de Peygamber sevgisi de¬ğil midir?

Gerek Kur’ân’da ve gerekse İslâm târihinde, ele alınıp işlenmemiş pek çok konu bulunmaktadır. Bu konuları, güzel bir üslûp ve ifâde gücü ile ele alıp işleyecek edebiyatçılara ihtiyaç vardır. Akla hitabeden o gönül sultanlarına da muhtacız. Çünkü Kur’ân, akla hitap ettiği kadar, gönüle ve duygulara da hitap etmektedir. Farabî ve İbn Sina gibi, fikir ve ilim adamlarının yanında, Fuzuli ve Yunus Emre gibi gönül adamlarına da ihtiyaç vardır.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com