Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KURÂN-I KERİM VE HZ. MUHAMMED

                                                            Prof Dr. Celal  Kırca

 

 

Giriş

Kur'ân-ı Kerim, insanlığın hidâyeti, refahı ve mut¬luluğu için Allah Teâlâ tarafından gönderilen son ilâhî kitaptır. Bu sebeple  sadece bir çağın insanına değil, her çağın insanına hitap eden ve yol gösteren  bilgi, ilke ve prensip¬lere sahiptir. İslâm vahyinin evrensel anlamı da bu¬dur. Kur'ân'ın muhatabı  bütün yönleriyle insandır. İn¬san ise sırlarla dolu ve çok yönlü bir varlıktır, kendisini motive eden duygulara, akla ve vicdana sahiptir. Kendisine fizikî ve sos¬yal çevrenin etkisi söz konusudur. Buna şeytanın vesvesesi de dahildir. İnsan bu yapı¬sıyla ne bir robot, ne bir melek ,ne bir şeytan  ve  ne de bir Yunan tanrısıdır. O, sınırlı bir hürriyete ve  yetiye sahip akıllı bir varlıktır. Bu sebeple insanın, her çağda kendisine yol gösterecek, prob¬lemlerini çözmede kendisine yardımcı olacak ve baş vurduğunda bilgi alabilecek bir kılavuza ihtiyacı vardır

Hayat, bir anlamda   her canlının doğumundan ölü¬müne kadar ortaya çıkan bütün güçlükleri çözmesi, de¬vamlı değişen şartlarla değişmeyen şartlara intibak edip uyum sağlaması demektir. Bu  nedenle her insa¬n, doğumundan ölümüne kadar uymak zorunda olduğu sayısız intibaka ihtiyaç duyar. Doğumunda fizikî çevreye, daha sonra başta ailesi, arkadaşları ve mesleği olmak üzere münasebette bulunduğu bütün sosyal çevreye intibak etmek zorunda kalır. Ancak bu intibak insan için yeterli değildir.Ay¬nı zamanda fıtri yapısı gereği insan, kendisini Yaratan’la  da iletişim kurma  ve O’nunla   uyum içinde olma gereğini  duyar. Aslında insanın yaratılış amacı da budur.Ne var ki insan, Yüce Yaratıcı ile iletişimini  nasıl ve ne şekilde   yapacağını bilecek  bir donanıma sahip değildir. Bu sebeple  Allah Teâlâ,  elçileri vasıtasıyla insanlara  bu eksikliğini  giderecek mesajlar göndererek onları bilgilendirmiş  ve bu mesajlarla  onla¬rın doğru ve sağlıklı intibaklar  yapmalarını    istemiştir.  Bilindiği gibi bu ilâhî mesajların sonuncusu  Kur'ân , elçi¬lerin sonuncusu ise Hz. Muhammed  olmuştur.

1. KUR'ÂN-I KERİM

Kur'ân-ı Kerim,  kendisine inananlar için  bir kanun, duâ, ibâdet, fikir, emir ve nehiy kitabı olduğu kadar, onların maddî ve manevî hayatlarını kuşatan ve onlara her  alanda yol gösteren  bir kitap olma özelliğini  de taşır. O, bu yapısı ve özelliği ile çağlar boyu inananları, hatta inanmayanları bile etkilemiş, üzerinde düşünülen, araştırılan, okunan ve hemen hemen bütün dünya dillerine çevrilen tek ki¬tap olmuştur.

O, Allah Teâlâ'nın mutlak ve sonsuz ilmînden in¬sanların anlayış ve kavrayış ufuklarına inerken, kıya¬mete kadar da gelip geçecek nesillerin dil, ırk ve inanç farklılıklarına rağmen onlara her asırda hitap edecek bir şekilde gayet açık ve net bir ifâde ve üslûbun ya¬nında, çok yönlü bir ifâde ve üslûpla da  hitap etmiş ve onları, her çağda araştırmaya ve düşünmeye sevk eden, ilgi çekici çağrışımlar  yaptıran bir yapıya sahip olmuştur. İfâdesindeki ve üslûbundaki bu özellik dolayısıyladır ki, Kur'ân-ı Kerim, her çağa ve çağlar içinde yaşayan bütün insanlara ve anlayışlara hitap edebilmiştir.

Nitekim Kur'ân,  evrensel mesaja dayalı bu yapısıyla, daha 10. asırda Rönesanssını yaparak durmadan değişen ve gelişen hadi¬seler, ilmî ve sosyal olaylar  karşısında esaslı gö¬rüşler ortaya koyan ve insanların her çe¬şit problemlerini çözmeye çalışan  İslâm medeniyetinin ana kaynağını oluşturmuştur. Fakat zamanla İslâm kültür ve medeniyeti gerilemiş, sadece geçmiş¬te yapılanların ve yazılanların nakledildiği ve  şerhçiliğin etkin olduğu  dönemlere gelinmiştir. Bu yüzden "ilimde art¬ma" denilen şey  mümkün olamamış, haliyle gelişen ve değişen sos¬yal şartlar muvacehesinde düşünen, araştıran ve mev¬cut problemleri çözebilen zekâlar  yetişmediğinden veya yok denecek kadar  az yetiştiğinden   Kuran merkezli yeni bir İslam medeniyeti inşa edilememiştir.

İslâm âleminin ilmî  ve askerî  sahadaki geriliği ve Avrupa'nın bu alanlardaki ilerlemesi, zamanla bir kı¬sım insanları önce aşağılık duygusuna daha sonra da "Batı"nın kucağına itmiş ve neticede Batı medeniyeti ve değer yargıları bu insanların arasında yerleşmeye başlamıştır. Hatta bu kimseler nazarında İslâmiyet, batıda Rönesans’ la birlikte başlayan ilim-din çatışma¬sında yenik düşen Hıristiyanlık gibi terk edilmesi ve bı-rakılması gerekli zait bir unsur olarak telakki edilmiş ve dinin insan hayatından eskimiş ve yıpranmış bir el¬bise gibi çıkartılıp atılacağı  zamanın gelmesi   beklenir olmuştur. Ancak bu fikir ve düşüncelerin İslâm âlemine yayılma¬sı ve gün geçtikçe taraftar toplaması, bir kısım İslâm âlimlerini gayrete getirmiş ve onları Kur'ân-ı Kerim'i tetkîk etmeye ve araştırmaya zorlamıştır. Başlangıcı itibariyle kötü gibi görülen bu düşünce tarzının, sonuç itibariyle İslâm âleminin uyanmasına   vesile olacak bir fonksiyon icra ettiği de  görülmüştür.

Özellikle ilmî ve teknolojik inkişaf grafiğinin 20. yüz yılda birden bire sıklaşan aralıklarla ve baş döndürücü bir hızla yükselmesi, Kur'ân-ı Kerim'in tetkîkini ve araştırılmasını da hızlandırmış, Kur'ân'a dayalı İslâm'ın atılması ve terk edilmesi gereken bir din değil, bilâkis daha iyi öğrenilmesi, araştırılması ve incelen¬mesi gerekli bir din olduğunu göstermiştir.

Nitekim geçmişte mahiyeti pek anlaşılamayan ve sadece Arapça kelimelerin müşahede ettiği bir lügat ve sözlük anlamları verilen çok çağrışımlı ilmî âyetlerin mahiyeti bugün daha iyi anlaşılır ve izah edilir hale gelmiştir. Bugün dünyada yarım asır öncesine göre İslâm'a gösterilen teveccüh ve alâkanın sebepleri ara¬sında hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'in geniş muhtevası¬nın yanında ilme ve tekniğe set çekmemesi ve ilmî ke-şiflerin özellikle çağımızda tecelli etmesi önemli bir yer tutar.  Bunun için de Kur'ân'm iyi okunması ve iyi an¬laşılması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Ke-rim'de insanları okumaya, tefekküre, araştırmaya ve Kur'ân'ı tedebbüre teşvik etmiş ve bu sayede kendileri¬ni hidayete erdireceğini belirtmiş ve okumayı kurtulu¬şa vesile kılmıştır. Ayrıca Kur'ân'ı okuyup da okuduğu¬nu anlayanları, ondan hüküm çıkartanları ve çıkartı¬lan hükümlerle amel edenleri methedip överken, ondan yüz çevirenlerle, onu okuduğu halde mânâsını anlamayanları ve ahkâmı ile amel etmeyenleri de zem¬medip kötülemiştir. Böyle kimseleri taşıdıkları halde okumadıklarından kitap yüklü eşeklere benzetir.  O, tedebbürü terk edenleri asla sevmez. Tedebbür ve te¬fekkürden yüz çevirenler hakkında ise, "Onlar Kur'ân'ı tedebbür etmezler mi? Yoksa kalblerinin üze¬rinde kat kat kilit mi var?"  der.

Yol göstericilik ve önderlik görevi dolayısıyladır ki Kur'ân-ı Kerim, insanın öncelikle Yaratıcısı, sonra da insanın diğer insanlarla ve kâinatla olan münasebetlerini ele almış ve bu konularda  bilgi  vermiş, bir takım ilke ve prensipler getirmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim’in, hemen hemen her bi¬lim dalı ile az veya çok  irtibat kurulabilecek  kadar  muhtevasının   geniş olduğu, bilinen  bir gerçektir. O'nun muhtevasında inanç esasları, ibâdet, ahlâk ve muamelat konuları bulunduğu gibi, tarih, İslâm ta¬rihi, tıp, astronomi, jeoloji, sosyoloji, psikoloji, iktisat v.s. gibi konular da mevcuttur. Ancak Kur'ân’ın muh¬tevasında yer alan insanın Allah ile, insanın insanla  olan münasebetlerine dair konularda, geniş açıkla¬malar , ilkeler ve yer yer ayrıntılı  bilgiler   yer aldığı halde; insanın eşya ve kâinatla olan ilişkilerine   yönelik  ko¬nularda ise  ana ilkelere   yer    verildiği, kâinatın ve eşyanın mahiyeti ile  kanunlarının araştırılmasını    insan aklına ve zekâsına terk edildiği   görülmektedir. Kuran  sahip olduğu bu  kuşatıcı  muhtevası ile   insan hayatının kısaca  hayatın kitabıdır.  Hz. Peygamber’den  Hz. Ali’nin  naklettiği  şu  hadis  bu hususu  şöyle  açıklar:

(Hz. Ali naklediyor) Hz. Peygamber: "Yakında bir fitne olur" dedi. Ben de: "Ondan kurtuluş ne¬dir?" diye sordum. O da: "Allah'ın kitabı Kur'ân'dır ki, O'nda sizden evvelkilerin ve sonrakilerin haberleri ve aranızı bulacak hükümler vardır. O arabulucudur, boş söz değildir. O, öyle şanı yüce bir kitaptır ki, O'nu terk edeni Cebbar Allah, paramparça eder. O'ndan başka¬sına yapışıp medet umanı de zelil eder. O Allah'ın en sağlam kulpudur. O öyle bir kitaptır ki, O'na sarılan nefisler sapmaz... O'nunla söyleyen diller yanlış söyle¬mez. Alimler onu okumaya doymaz. Ne kadar tefsir edilse mânâsı tükenmez. Kim onunla söylerse doğru¬yu söyler. Kim onunla hükmederse adaleti yerine geti¬rir. Kim onunla amel ederse ecir ve sevap kazanır. Kim de onunla çağırırsa, çağırdığını hidayete çağırır.

Hz. Peygamber'in bu hadîsinden anlaşıldığı üzere, Kur'ân-ı Kerim, sadece okunmak için değil, aynı zamanda anlaşılmak ve yaşanmak için de inen bir kitaptır. Bu kitabın anlaşılması ve yaşanma¬sı da ancak onu doğru anlamak ve  yorumlamakla müm-kündür. İnsanların huzuru ve mutluluğu için prensip¬ler getiren bu son kitabın, ayrı ayrı zamanlar, mekânlar içinde yaşayan insanların bütün ihtiyaçları¬nı madde madde sıralayıp muhtevası içine alması ve her maddeye teferruatlı bir biçimde çözümler getirmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur'ân âyetlerinin ço¬ğunluğu teferruattan uzak, mücmel ve umumî kaideler halindedir. Kur'ân'da açıkça anlaşılabilen sarih âyetler bulunduğu gibi, sarih olarak anlaşılamayan mücmel, müphem ve müteşabih âyetler de bulunmaktadır.

Genellikle insan-eşya ve kâinat ilişkisinde, Kur'ân'ın getirdiği genel prensip; eşyanın kullanılışı, diğer bir ifâde ile eşyanın ne ölçüde kullanılıp kullanılamayacağı veya hangi eşyanın kullanılıp kullanılama¬yacağı yönündedir. Yoksa eşyanın mahiyeti ve nasıllığı yönünde değildir. Bunun için de Kur'ân, kâinat ve için¬deki eşyadan tafsilâtlı olarak değil de, öz ve temel esaslar dahilinde bahseder ve bunları yüce Yaratıcı'nın bir nişanesi sayar. Bir başka ifade ile   varlıklarla ilgili “niçin?” soruna cevap verir, “nasıl?” sorusunun cevabını insandan  vermesini ister.  Bu   nedenledir ki Kuranda yer alan  muhtevanın, insanın Allah ile, insanın insan ile  ve  insanın tabiat ile ilişkilerine yönelik  bilgileri, ilke ve kuralları ihtiva ettiği  ve insan  hayatını  kuşatıcı bir  nitelik arz ettiği  görülür.  Bundan dolayı da  onun  doğru anlaşılmasına  ve yorumuna  ihtiyaç duyulur.  Bu yapısı ve özel¬liği  sebebi iledir ki Kur'ân gerek nüzûlü sırasında ve gerekse nüzulünden sonra müslümanları  anlamaya ve yoruma zorlamıştır. Bu nedenle   Kur'ân’ı insanlara  tebliğ eden Hz. Peygamber, aynı zamanda  onu  anlayan ve teybin eden  de ilk  kişidir.

Gerek nüzulü sırasında gerekse nüzulünden sonra Kur'ân'ın yorumu, büyük ölçüde  insanların ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir.Nitekim müslümanlar, içinde yaşadıkları çağda daha çok neye ihtiyaç hissetmişler ise, o konulardaki âyetleri  öne çıkartarak  yorumlamaya çalışmışlardır. İtikadî ve amelî mezheplerin ortaya çıkması ve kendilerini desteklemek amacıyla itikadî, fıkhî ve ahlâkî âyetlerin öncelenerek yorumlanması   bunun bir  kanı¬tıdır. Bu nedenledir ki Kur'ân'ın muhtevası söz konusu olunca akla ilk gelen inanç esasları, ibâdet esasları, ahlâkî kurallar ve hukuk kuralları olmaktadır. Daha sonra tasavvufun yaygınlaşmasıyla tamamen mistik nitelikli işarî  yorumlar buna ilâve edilmiş ve böylece yukarıdaki muhtevaya tasavvuf da katılmıştır. Bu hu¬susu çağımızın ünlü müfessirlerinden Tantavî Cevheri, (ö. 1359/1940) şöyle ifâde etmektedir:

"Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de pozitif ilimlerle il¬gili âyetleri, hukukla ilgili âyetlerden daha fazla zik¬retmiş ve ilâhî inayetin bu ilimlere yönelmesi, hukuk hükümlerine yönelmesinden daha çok olmuştur. Müs¬lümanlar, bu gerçeği anladıkları zaman, astronomi, matematik, geometri, biyoloji ve jeoloji gibi ilimleri ve dünyada mevcut diğer ilimleri öğrenecekler ve bu ilim¬lerin dinden olduklarını göreceklerdir."

Çağımızda ise daha ziyada sosyal içerikli konular¬la, ilmî konulara ihtiyaç hissedilmekte ve bu konular¬da tefsir yazılmaktadır. Nitekim Tantavî'nin yukarda¬ki görüşü de bu mahiyettedir ve Müslümanların  çağımızdaki ihtiyacını dile getirmektedir. Çünkü müslümanlar, geri kalmışlığın ezikliğini ve ıstırabını  çok de¬rinden hissetmişler, özellikle kendilerine ait hataların ve kusurların İslâm'a ve Kur'ân'a mal edilmesini kesinlikle hazmedememişlerdir. Bu nedenle ezilmişliğin ıs¬tırabından bir an önce kurtulmak için Kur’ân’a yönel¬mekten ve O'nu anlamaktan başka çarelerinin bulun-madığını  anlamışlardır.

 Kur'ân-ı Kerim, inanan bir insan için sadece bir inanç objesi  değil, ayni zamanda bir  bilgi  objesidir.  Bu nedenle akıl ve duyu organla¬rının yanında Kur'ân, üçüncü bilgi kaynağıdır.  Bir başka ifade ile bir müslüman için bilgi kaynağı üçtür: Vahiy, akıl ve duyular. Kur'ân vahye dayalı bir bilgi kaynağıdır. Ancak insan, vahye dayalı Kur'ânî bilgileri, yine kendi¬sine ait bilgi vasıtalarını kullanarak anlamakta ve yo-rumlamaktadır. Bu sebeple  Kur'ân’ın yorumu, bir yönüy¬le vahye ,bir yönüyle de insana bağlı bulunmaktadır. Herkes kendi imkân ve kabiliyeti ölçüsünde Kur'ânî bilgileri anlamakta ve bu yüzden de farklı  anlamalar ve yorumlar olmakta¬dır. Tefsirler arasındaki farklılıkların asıl sebeplerinden biri de bu anlama  ve yorumlama farklılığıdır.

 Burada bilinmesi  gereken en önem¬li husus vardı ki o da,  Kur'ân  âyetleriyle o âyetlere verilen yorumla¬rın eş değerde olmadığı ve olamayacağıdır. Çünkü âyetlerin kaynağı ilâhîdir, yorumla¬rın kaynağı ise insandır ve  insana ait bilgi vasıtalarıdır.  Hz. Peygamber’in  açıklamaları  hariç her insan,  yorumlarında hata edebilmektedir.

2. HZ. MUHAMMED

Hz. Muhammed’in bir  peygamber olarak  Kuran’la ilgili  iki görevi   bulunmaktadır. Bunlardan  birisi “tebliğ”, diğeri ise “tebyin”dir. Tebliğin, peygamberler için bir peygamberlik görevi olduğu Kuranda açıkça beyan edilmektedir..   Ayrıca Hz. Peygamber’in,  "Allah beni tebliğ edici olarak gönderdi" , “Ben bir öğ¬retici olarak gönderildim” , "Ben azap için değil, rah¬met için gönderildim"  sözleri de   bu hususu tekiden açıklayan beyanlardır.

Nitekim Hz. Peygamber,  ilk defa "kalk ve korkut"  emriyle tebliğ görevine başlamış ve "yakın akrabanı korkut"  emriyle de davetini açığa vurmuş¬tur. Bu sebeple bir tebliğci ve davetçi olarak Hz. Muhammed'in Kur'ân'daki vasfı "mübeşşir ve nezir"  dir. Bu davetin muhatabı ise bütün insanlıktır. "Şu Kur'ân; bana sizi ve sizden sonra erişenleri de inzâr et¬mek için vahyolundu."  âyeti bu hususu açıklar. Davet, inanan insanlara da, inanmayanlara da yapıla¬caktır.  Özellikle tehditten korkan insanlara Kur'ân ile öğüt yapılacaktır. Şayet öğüt verilen kişi, mümin ise, verilen öğüt ona mutlaka fayda verecektir.  Bu¬nunla beraber "Rabbinin yoluna davet et"  emri, genedir ve  herkese yöneliktir.Hz. Peygamber’in yapacağı bu davetin şekline yönelik Yüce Rabbimizin  koyduğu  ilkeyi belirleyen ayetlerin anlamları  ise şöyledir: ''İnsanları, Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et Onlarla mücadeleni en güzel yol hangi¬si ise onunla yap" , 'İçlerinden zulmedenleri hariç, Kitap ehliyle en güzel tarzda mücadele edin"  " (Ey Muhammed) Deki  benim yolum budur .Ben ve bana uyanlar  Allah'a basiretle davet ederim"  Bu  âyetler, Hz. Peygamber’in  yapacağı  davetin şeklini ve metodunu göster-diği kadar, Hz. Peygamberden sonra yapılacak  davetin metodunu da göstermektedir.

İbn Cerir et-Taberî (ö.310/922)'ye göre hikmet, Kur'ân'dır. Güzel öğüt ise, Kur'ân'da zikredilen kıssa¬lar ve ibret dolu olaylardır.  Kur'ân'la davet aynı za¬manda bir cihaddır. Bu tür cihad ise en büyük cihaddır. "En büyük cihadı, onlarla Kur'ân'la cihad ederek yap"  âyeti bu gerçeği ifâde eder.

Cafer b. Ebî Tâlib (ö. 8/630)'in Habeşistan kralı¬nın huzurunda söylediği şu sözler, Hz. Peygamber'in tebliğdeki başarısının en güzel kanıtıdır:

"Ey hüküm¬dar, biz bilgisizlik ve nizamsızlık içinde yaşıyorduk, putlara tapıyor ve ölü hayvan eti yiyorduk. Her türlü haksızlığı çekinmeden yapıyor, akrabalık bağlarını çiğ¬niyor ve komşuluk haklarını tanımıyorduk. Kuvvetli¬miz, zayıflarımızı eziyordu. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğrulu¬ğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi."

Hz. Peygamber'in ikinci görevi ise, kendisine indi¬rilen Kur'ân'ı  beyan etmek/açıklamaktır. "Sana öğüt verici Kur'ânı gönderdik ki, insanlara ne indirildiğini beyan edesin, onlar da düşünsünler"  âyeti ile "Hangi millete Pey¬gamber gönderdiysek, onu ancak kavminin diliyle gön¬derdik ki, her şeyi onlara anlatsın"  âyeti, Kur'ân'ı açıklamanın, Hz. Peygamber'e  bir görev olarak verildiğini  göstermektedir.  Bu nedenle Hz. Peygamber, tebliğ ile birlikte  tebyin  görevini de yerine getirmiş, Kur'ân'ı be¬yan edip açıklamıştır. Bu görev  aynı zamanda onun bir postacı olmadığını ,onu   açıklayan ve  uygulayan bir  peygamber olduğunu  da  ifade etmektedir.

Kaynaklar Hz. Peygamber’den itibaren yapılan yorumların  önemli bir kısmının , bize kadar ulaştığını  göstermektedir.  Ancak nakledilen bu yorumlarla  ilgili olarak   dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta mevcuttur. O da değişebilen yorumlarla değişmeyen yorumların birbirinden ayrılmasıdır. Zira  Kur'ân’ın yoru¬munda tartışılmayan ve değişmeyen tek yorum,  teybin ile  görevli olan Hz. Peygamber'in yorumudur. Hz. Peygamberin  haricinde hiç  kimse, bu özelliğe sahip değildir.Çünkü her insan  hata  edebilme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla Kuran’ı anlama ve  yorumlamada  da insanın hata yapması  her zaman  söz konusudur. Bu ne¬denle Hz. Peygamber'e aidiyeti kesin olarak bilinen yo¬rumlarla, O'nun dışındaki kişilerin yorumlarını  birbirinden ayırmak  ve  eş değerde  görmemek gerekir.

Kelime-i şehâdette de belirtildiği gibi, Hz. Muhammed'in iki  önemli vasfı mevcuttur. Bunlardan  birincisi kul, ikincisi ise Peygamber oluşudur. Peygamberlik vasfı ile söyledikleri, yaptıkları ve açıkladıkları her şey, dindendir. Fakat kul Muhammed olarak  söyledikleri  ise dinden  olmayabilir. Nitekim Hz. Peygamber’in,  "Ben de insanım, siz benim önümde davalaşıyorsunuz. Belki içinizden biri, dâvasını ötekinden daha güzel anlatabilir, birinin konuşması ötekinden etkili olabilir. Ben onun sözüne bakarak bir müslümanın hakkını ona vermiş olursam bilsin ki o, ateşten bir parçadır. Artık onu ister alsın ister bıraksın”  sözü ile nBen de insa¬nım. Size dininiz hakkında bir şey emredersem onu alın. Ama kendi görüşümle size bir şey emredersem, ben de insanım (yanılabilirim)"   sözünü  buna   örnek olarak verebiliriz.

Bu nedenledir ki Hz. Peygamberin yanılmaları, tebyîn (açıklama) ile görevli olduğu konularda değil, hakkında Kur'ân'da  yer almayan ve vahiyle irtibatlı olmayan konular¬da olmuştur. Nitekim Allah Teâlâ'nın vahiy yolu ile bilgi vermediği, fakat Hz. Peygamberin bir insan ola¬rak akıl ve duyu organları ile elde ettiği bilgilerde yaptığı işlerde ve sözlerde  ya¬nılma olmuştur. Yanıldığı konunun şayet  dinî bir yanı mevcut ise, o takdirde Allah tarafından uyarılmış ve ya¬pılan hata düzeltilmiştir. O'nun yanılması,  kul vasfının bir sonucudur.  Hatanın düzeltilmesi ise peygamberlik vasfının bir gereğidir.

Bu açıdan  bakıldığında Hz. Peygamber'in dindeki yerinin çok iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Bu tespit sağlıklı ve doğru ya¬pılmadığı  zaman , aşırılıklara gidildiği görülmektedir. Bazıları onun her sözünü, hiç bir ayırıma gitmeden dinden ve dinin ruhundan sayarken, bazıları ise onun sözlerini dinden saymama cihetine gidebilmektedir. Bu iki zıt yaklaşım tarzını doğru bir yaklaşım tarzı  değildir. Bu akl- selim sahibi herkesin kabul edebileceği  bir husustur. Zira  Kur'ân'ın getirdiği temel prensiplerden biri de  mutedillik/ denge ilkesidir. İfrat ve tefrite varan her çeşit aşırılığa Kur'ân şiddetle karşı¬dır. Bu karşı oluş, yeme-içmeden tutun da, namazda çok alçak veya çok yüksek sesle Kur!ân okumaya varıncaya kadar her konuda geçerlidir. Özellikle maddî imkânların har¬canmasında aşırılığa veya cimriliğe karşı Kuranın tavrı apaçık ortadadır. Bu nedenle Kuranı tebliğ ve teybin ile görevli olan  Hz. Pey¬gamber’in  Kur'ân'ın  bu  ilkelerine  aykırı  bir söylemde ve eylemde  bulunması asla  düşünülemez.

  Bize kadar ulaşan hadîslerin muhtevasından , Hz. Peygamber’in Kur'ân'ın  tamamını tefsir edip yorumlamadığını da öğrenmekteyiz. Tefsir edip açıkladığı ayetler , özellik¬le Kur'ân'daki ibâdetle ilgili  konuları kapsamaktadır.  Namaz, Hac ve zekâtla ilgili âyetleri özellikle açıklamıştır. Çünkü Kur'ân'da bu ibâdetlerin nasıl yapılacağına dair ayrıntılı  ve yeterli  bilgiler mevcut değildir. Kur'ân bu ibâdetlerin yapılması¬nı emretmiş, Hz. Peygamber de nasıl yapılacağını gös¬termiştir. Aynı şekilde bazı muamelatla ilgili konu¬ları da açıklamıştır. Ancak bütün muamelatla ilgili meseleleri açıkladığı söylenemez. Yine kıyametin zamanı, sûrun üflenmesi, ruhun mâhiyeti ve hurûf-u mukattaa gibi konuları  da açıklamadığı anlaşılmaktadır. Zira   hadis  ve tefsir kitaplarında bu konularla ilgili Hz. Peygamber’in  her hangi açıklaması     yer almamaktadır.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise  Kuranı anlama ve açıklama işi,  sahabe  ve İslâm âlimleri tarafından  sürdürülmüş, zamanla pek çok âyete yeni yorumlar getirmiştir.  Bu bağlamda  anlama ve yorumlama açısından  âyetleri analiz ettiğimizde şu hususları tespit etmekteyiz:

1.Kur'ân'da öyle âyetler mevcut ki, Hz. Peygam¬ber  bu ayetlere tam ve kesin yorumlar getirmiştir. Bu ne¬denle bu tür âyetlere yeni bir takım anlamlar vermek  doğru olmayan bir yaklaşım tarzıdır.   Zira buna gerek  de  oktur, ihtiyaç da yok¬tur.

2.Kur'ân'da öyle âyetler mevcut ki, eski âlimlerin ve müfessirlerin bütün gayretlerine rağmen inandırıcı bir açıklığa kavuşturulamamıştır. Fakat bu âyetler, bugünkü modern ilimler yardımı ile daha iyi anlaşıl¬maktadır. Buna rağmen bu gibi âyetlere ileride daha başka mânâlar verme ihtimali de ortadan kalkmış de¬ğildir. O  ayetlerle ilgili konulardaki bilim dalları geliştikçe, o ayetleri anlama ve yorumlama  daha da  kolaylaşabilecektir.

3.Öyle âyetler var ki, onları anlamak ve tefsir et¬mek için bugünkü modern ilimlerin ulaştığı seviye bile kâfi gelmemektedir. İleride ilmî araştırmalar artar ve ilim dalları daha da genişlerse belki bu âyetlerin mahiyeti daha iyi  anlaşı¬labilecektir. Bu gün bu âyetlerin  ne dediği Arapça kelimelerin müsaade ettiği  sözlük anlamı ile  ifade  edilse de  ne demek istediği  anlaşılamamaktadır.

4.Kur'ân'da yine öyle âyetler mevcuttur ki, Hz. Peygamber onlara yorum getirmemiştir. Bu âyetlerin mahiyeti hiç bir zaman da bilinemeyecektir. Hurûf-u mukattaa, kıyametin kopması ve sûrun üflen¬mesini anlatan âyetler buna örnektir.  Bu âyetlerin mahiyeti, ge-lecekte anlaşılabilecek âyetlerden de değildir. Aynı şe¬kilde cennetten ve cehennemden bahseden âyetlerin mahiyeti de bizce meçhuldür. Allah'ın sıfatından bah¬seden âyetlerle âhiret hayatını anlatan âyetlerin hepsi bu kategoriye dahil olan âyetlerdendir.

Bu nedenle  Kur'ân-ı Kerim'i ve  Hz. Peygamber'in Kur'ân'a ge¬tirdiği yorumların mahiyetini ve miktarını bilmeden, ne Kur'ân'ı ve ne de Hz. Peygamber'i tam olarak anlayabiliriz.

Bize düşen görev, Hz. Peygamberi  doğru  tanımaktır.   Doğru anlamanın  ölçütü  de  Kur’an’dır. Bu sebeple   Hz. Peygamber'i, Kur'ân'ın tanıt¬tığı ölçüde tanımak zorundayız. Yüce Rabbimizin Hz. Peygamber’i  tanıtıcı sözlerini bil¬meden, O'nun Râbbimiz tarafından övülen yönlerini ve meziyetlerini nasıl bilebiliriz? Bizim için önemli olan, bizim Hz. Peygamber'i nasıl gördüğümüz veya görmek istediğimiz  değil, Yüce Rabbimizin onu nasıl gördüğü ve onu  bize nasıl tanıttığıdır. Çünkü onun Allah tarafından övülen vasıfları, ümmeti için örnek  olan vasıflardır. Bir mü'min için önemli olan, Allah'ın övdüğü bir kişinin vasfı ile vasıflanmak, bu vasıflara   sahip olmak ve övülen yönlerini örnek almaktır. Biz, istek ve arzularımızı Resûlüllah'ın  şahsında  aramak yerine, onun şahsında Allah'ın istek ve arzuları¬nı aramak zorundayız. Bunun için de Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Rabbimizin Hz. Peygamber'i nasıl ve ne şekilde  tanıttığına bakmak  yeterli olacaktır.

Hz. Peygamber’in  kul ve resul olarak  pek çok meziyetleri ve üstünlük¬leri mevcuttur. Bunlardan bir kısmı, sadece kendisini ilgilendir¬mekte, bir kısmı ise ümmeti için örnek olma vasfını taşımaktadır. Zira bir insan olarak  Hz. Peygamber’in  de kendine özgü mizaç ve karakteri mevcuttur. Mizaç ve karakter  her insanda  farklı  farklı  olabilmektedir. Bu nedenle bu konularda teşebbüh/ benzeşme  mümkün değildir. Dolayısıyla  bir müslümanın  Hz. Peygamber’le teşebbühü/ benzeşmesi  söz konusu olamaz.  Ama yaptıkları, yapmadıkları kısaca  davranışları  Müslümanlar için bir  örnektir. Zira  Kur'ân’nın  açık vurgusu   Hz. Peygamber’in  bu yönünedir . Kuranda   övülen vasıfları  bizim için örnek olan ve  olacak olan  vasıflardır. Her  mümin,  bu vasıflara mümkün olduğu ölçüde  sahip olmak  sorumluluğu ile    yükümlüdür.

Hz. Peygamber'in Kur'ân'da Allah Teâlâ tarafın¬dan övülen ve methedilen vasfı ise  onun ahlâkıdır. "Ger¬çekten sen büyük bir ahlâk sahibisin"  âyeti, bu hususu  açıklamaktadır. Hz. Âişe de O'nun vefatından sonra, kendisini ziyarete gelenlere Hz. Peygamber'in ahlâkını Kuran ahlâkı olarak vasıflandırmıştır. Kur'ân ahlâkından maksat, Kur'ânî ahlâk olabileceği gibi, onun Kur'ân'da zikredilen ahlâkı da olabilir. Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber'i övdüğü bir âyette ona şöyle hitabetmektedir: "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki sen, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onların kusurlarından vaz geç. Onlar için mağfiret di¬le. Yapacağın işler hakkında onlara danış. Bir kere az¬mettin mi, artık Allah'a dayan. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever"  Bir diğer âyette ise Hz. Peygamber'in ve ashabının vasıfları birlikte  şöyle zikredilir:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların rükû ve secde ederek Al¬lah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzle¬rinde secdelerin izlerinden nişanları vardır.

Kur'ân'daki vasfıyla Hz. Peygamber, vahiy gelmiş bir beşerdir. Doğru ve güvenilir bir şahsiyete sahiptir. Muminlere düşkün ve çok merhametlidir.  Bunun için Allah Teâlâ, Ö'nu bize örnek olarak göstermekte ve "Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için uyulacak en gü¬zel bir örnek mevcuttur”  demektedir. Âyette "üsve" (örnek) tabiri geçmektedir. Bu tabir, uyulacak ve arka¬sından gidilecek ve örnek alınacak kişi demektir.  Ya¬şayışında ve ahlâkî davranışlarında Hz. Peygamber'in örnek alınmasını bizzat Allah Teâlâ istemektedir. Bu nedenle O'nun hayatını bilmek ve günlük yaşayışımız¬da O'nun yaşayış tarzını örnek almak mü'min için bir sorumluluktur. Bunun için de Kur'ân'ı ve Kur'ân ahlâkını bilmek gerekir. Hz. Peygamber'in ahlâkı ise, Kur'ân ahlâkının pratiğe yansıması olduğuna göre  ister Kur'ân ahlâkından Hz. Peygambere ister Hz. Peygamber'den Kur'ân ahlâkına gidelim, sonuçta Kur'ân ahlâkının Hz. Muhammed'de sembolleşmesi karşımıza çıkacaktır.

 Mekke'de inen sûrelerin iki ana temasından birinin ahlâk olduğunu dikkate alırsak, Kur'ân'ın ahlâka ver¬diği değeri çok daha iyi anlarız. Bu iki ana temalardan bi-rincisi  bilindiği gibi iman, ikincisi ise ahlâktır. Hatta iki ana tema, Mekki sûrelerde birlikte gündemde tutulmaya çalışılmış¬tır.  İmanın Allah ile olan iletişimimizde; ahlâkın ise sosyal çevre ile olan intibaklarımızda  ana ilke olduğunu dikkate alırsak, teb¬liğde Hz. Peygamber'in başarısını daha iyi kavramış oluruz.  O bir taraftan Allah ile olan ilişkisini sürekli, canlı ve devamlı tutarken, sosyal çevresiyle de ilişkile¬rini canlı tutmaya ve sağlıklı intibaklar yapmaya özen göstermiştir. Ahlâkî olgunluk ve ahlâkî davranış bü-tünlüğü ona bu imkânı vermiştir. Çünkü şahıslara karşı rahatsız olacağı ve kendisini onların karşısında rahatsız hissedeceği hiç bir olumsuz davranışı olma¬mıştır. Bu yüzden kendisini daima güçlü hissetmiş ve insan olarak ahlâkî bir zaafı olmamıştır. Sonuçta “O güzel ahlâkın sembolü¬dür. Çünkü o, güzel ahlâkı tamamlamak için gönde¬rilmiş bir peygamberdir

Topluma karşı peygamberlik görevini yaparken, en büyük güç kayna¬ğı ise, Allah ile ilişkisini sürekli canlı ve devamlı tut¬ması (iman) ve ahlâkî olgunluk ve davranış bütünlüğü¬ne sahip bulunmasıdır. Bu nedenle Hz. Peygamber,  tebyinde  sü¬rekli bu iki ana konu üzerinde durmuş, diğer konulara ise yeri ve zamanı gelince temas etmiştir. Çünkü bir insanın, mutlu olması, huzurlu yaşayabilmesi ve âhiretini  kazanabilmesi, bu iki konuda sağlıklı intibaklar yapmasına bağlıdır. Zira  iman ve ibadet  Allah ile; ahlâk ve hukuk  ise  birey ve toplum ile olan ilişkilerimizi sağlayan ana unsurlardır.  Allah ile olan ilişkimizi  sürekli ve canlı tutan tek şey ise ibâdetlerdir. İbâdetler, mümini Allah'a yaklaştıran ve O'na götüren en sağlıklı yoldur. Bir benzetme ile açıklayacak olursak iman, rakamsal olarak biri, ibâdetler de birin sağına konan  olan sıfırları gösterir. Sıfırların değeri ise ancak  başındaki bir rakamına; bir rakamın değeri ise  sağındaki sıfırların çokluğuna bağlıdır.

Tıpkı bu benzetmede olduğu gibi iman, ibâdetlerin kabulünde temel esastır. İman yoksa, ibâdetlerin de bir  değeri yok¬tur. Buna mukabil imanın değeri de ibâdetlerin varlı¬ğı ve çokluğu ile alâkalı bir nitelik arz eder. Her ne kadar Sünni anlayışa göre  amel imanın  bir parçası değilse de, bir rakamı ile sıfırlar arasındaki ilişkide olduğu gibi,  Kur’ani muhtevada iman ile ibâdetler ara¬sında benzer bir ilişkinin mevcut olduğu  görülür.  Kur'ân’da sürekli olarak amel-i salihin imandan sonra  imanla  birlikte  zikredilmesi, bunun bir  kanıtıdır. Ayrıca imana dayalı ibâdetlerin çokluğu, insanı Allah'a daha çok yaklaştır¬an bir olgudur.  Azlığı ise insanın  Allah’tan uzak duruşunu   ifade eder.

 İman-amel ikilisi, Allah ile olan ilişkiyi sağlayan, canlı tutan ve bu ilişkinin devamlılığını güçlendiren unsur oluşu nedeniyle önemlidir. Bu nedenledir ki Yüce Allah, genel anlamda   Hz. Peygamber’in hayat tarzını,  özel anlamda iman, ahlâk ve ibâdet konuların¬daki yaşayış ve ahlaki  davranış biçimlerini  Müslümanlara  örnek olarak  göstermektedir.

 

Sonuç:

Kur'ân-ı Kerim'in  ifâdelerinden  anlıyoruz ki insan, hem iyiliğe hem de kötülüğe kabiliyetli bir varlık ola¬rak yaratılmıştır. İnsanlardaki bu   kabiliyetlere psikoloji ilmi, eğilimler, içgüdüler ve temel duygular adını vererek bu  yetileri an¬lamaya ,sınıflandırmaya ve çözmeye çalışmaktadır. Ne var ki   insanın yaratılışında  sadece duygular değil,  ayrıca akıl gibi temyiz edici, irade gibi  sürekliliği sağlayıcı  yetiler  de mevcuttur.  İnsan aklı  sayesinde, duygularının, davranışlarının, ve düşüncelerinin iyi ya da kötü yanlarını görüp,  iyi ile kö¬tüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilme imkanına  kavuşurken; sahip olduğu  irade ile de yaptığı   tercihlerin  devamlılığını  sağlayabilmektedir.  Bu nedenle akıl ve irâde, Allah'ın insana lütfettiği iki  önemli fıtri yetidir. Buna rağmen  bu iki önemli yetiye sahip  olsa da insan,   kendisine  yol gösterecek ilkelere ve bilgilere,  örnek  olabilecek  tecrübelere de  ihtiyaç duymaktadır. İnsanın bu ihtiyacını da Allah, peygamberleri aracılığı ile   gönderdiği  ilahi mesajlardaki bilgi, ilke  ve kurallarla karşılamaktadır.  Bu nedenle Kuranın  sunduğu bilgiler  ve ilkeler  ile  Hz. Peygamberin  yaşadığı hayat  tarzı  inanan  insan için büyük bir önem arz etmektedir.

Kuran, genel anlamda insanlar, özel anlamda ise inananlar  ve  muttakiler için  bir “hidayet”  kitabıdır. O, bir inanç objesi olarak  kendisine  (tenzile) inanılmasını  ister, fakat  insanı kendisine  inanmaya  zorlamaz.  İnanmayı veya inkarı  bireyin  tercihine bırakır. Bu  bağlamda  ona inananlar  olduğu gibi inanmayanlar da vardır. Kuran , ayrıca  bir bilgi objesi olarak  da kendisinden  yararlanılması  için  okunmasını ve okuma yoluyla   bilgi elde  edilmesini  de ister.  Ama   kendisinden bilgi alma  işi de  yine insana  ve onun  tercihine bırakılmış  bir husustur.

Kuranın bir inanç ve bir bilgi objesi oluşu, O’nun inananlar  için  “yol gösterici  bir ölçüt” olduğunu yani  hayatımızla ilgili değerlerin    ölçütü olduğunu  gösterir. Çünkü  değer ölçütü; hayatı, olayları, olguları, daha doğru ve daha sağlıklı tanımamızı, anlamamızı ve  daha sağlıklı  tercihler yapabilmemizi sağlayan  ana ilkelerdir. Kuran   bu  ana   ilkeleri, kuralları ve bilgileri   insana  sunmakla, ona  yaşadığı hayatın ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu gösteren  ölçütleri   de  sunmuş olmaktadır. Bunun  içindir  ki  Kuran,  kendisinin    devamlı  okunmasını, okunan  kısımlar üzerinde  derinliğine  düşünülmesini/  tedebbür  edilmesini  istemektedir. Bu yönüyle Kuran  etken değil, edilgendir, aktif değil   pasiftir. O’nu  edilgenlikten  kurtarıp etken hale getirmek  de, pasif halden kurtarıp aktif hale getirmek de kendisine inanan  insana ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluk,  Kuranın insan hayatında  işlevsel olabilmesinin yeterli şartı   olmasa  da , asgari  şartıdır.

 Onu  edilgenlikten kurtarıp aktif hale getiren  ilk kişi hiç şüphesiz Hz. Peygamber’dir.  Bu aktiflik  ise sadece  tebliğle sınırlı değildir.  Bilakis bu aktiflikte  tebliğ ile birlikte  tebyin  ve uygulama/ ilahi mesajları hayata aktarma da söz konusudur.   Bu nedenle  Kuran, her  müslüman için  yol gösterici bir  ölçüt iken,  tebliğ ve  beyanla görevli Hz. Peygamber’in yaptığı açıklamalar, yorumlar ve uygulamalar  örnek alınacak  davranış modelleridir. Bir başka ifade ile Kuran ölçütü,  sünnet ise  örnekliği simgelemektedir.

Kur'ân, her şeyden önce insanı muhatab aldığı ve insana kendisini ve ilişkide bulunduğu varlıkları tanıtmayı amaçladığı için, insanın iç dünyasını, bu dünyadaki duygularını, düşüncele¬rini, tutarlılıklarını veya tutarsızlıklarını, gıpta, haset, sevgi, nefret, acıma ve öfke gibi iç çelişiklerini yansıtmaktadır. İnsan da  fıtrî yapısı ve onu motive eden duyguları sebebiyle kendisini ve kâinatı tanımak, öğrenmek ve bunun için de, bilgi-lenmek ihtiyacını hissetmektedir. Bunu da akıl ve duyu organla¬rını kullanarak yapmaktadır. Ama insan için varlık âlemini tanıma ve bilmede sınır yoktur. Kapasitesi, kabi¬liyeti ve yeteneği ölçüsünde insan, varlık âlemini tanıyabilir ve onunla ilgili bilgileri elde edebilir. Ancak Kur'ân'ın buradaki görevi, insanı her konuda uyarmak, ikaz etmek, benzetme yerin¬de olacak ise, bir nev'î trafik işaretleri görevini yerine getirmek¬tir.  Bir başka ifade ile Kuran insanın önce iç arınmasının / şirkten uzaklaşması,  dış arınmasının/ahlaki olgunluğa erişmesi  ve Allah’a kulluk görevinde  bulunmasının  yollarını gösterir.

Bunun için de Allah Teâlâ, Hz.Peygamber’e mesajlarını ulaştırma (tebliğ) görevinin yanında o me¬sajlardan bazılarının içeriğini açıklama (tebyin) görevini de yük-lemiştir. Özellikle taabbudî konular¬daki lafızların içeriği Hz. Peygamber (s.a.) tarafından doldurul¬muş, namaz, oruç, hac ve zekât gibi kavramlar, O'nun tarafın¬dan açıklanmıştır. Bu açıklama ve uygulamaya dair fiilî durum, Hz. Peygamber (s.a.)'den günümüze kadar kesintisiz devam edip gelmektedir. Bir başka ifade ile bu konularda fiilî tevatür söz konusudur. Kaldı ki, bu fiili durum, yazılı olarak da nakle¬dilmektedir. Ancak Hz. Peygamber'in bir de  beşerîlik yönünü    bulunmaktadır.

 Nitekim  Kelime-i şahâdette ifadesini bulan "Allah'ın kulu ve resûlu" ifadesi bu hususu simgeler. Zira bu ifade  Hz. Pey¬gamber (s.a.)'in, kul kimliği ile resul kimliğinin birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.)'in "tebyin" görevi gere¬ği yaptığı açıklamaların, "beşer" kimliği ile yaptığı açıklamalardan ayrılarak yorumların bağlayıcılığını buna göre değerlen¬dirmek,  daha doğru bir yöntem olacaktır. Böyle bir ayırım yapıldığı takdirde bağlayıcı ve sürekli olan sünnetle, arzu ve isteğe bağlı sünnet arasındaki fark tespit edilecek ve  Hz. Peygamber (s.a.)'e ait söz ve fiillerin gerekli ve zo¬runlu olanları ile olmayanları  belirlenmiş olacaktır.

 Hz. Peygamber (s.a.)'e ait söz ve fiillerin zorunlu olanından kastımız, "tebyin" görevine dayalı yaptığı yorumlar, davranışlar, namaz'ın kılmışı, haccın menâsiki, ze¬kâtın ayrıntıları gibi ibâdetle ilgili hususlardır. "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteğine göre tercih etme hakkı yoktur"   âyetinin muhtevası içine giren her şey, mü'mini bağlayıcı ola¬caktır.  Buna karşılık beşerî kimliği ile yaptığı işleri vahiy gibi telakki edip de  bağlayıcı saymak   doğru  değildir. Bu kategoriye dahil olan uygulamaları, bağlayıcı ilkeler olarak değil de arzu edenleri yönlendirici davranışlar olarak anlamak  daha doğru bir  yaklaşım tarzıdır. Bunun için de elde edilen her türlü bilgiyi, bilginin kay¬nağı açısından değerlendirmek ve buna göre bir tasnife tabi tut¬mak zorunluluğu mevcuttur. Aksi takdirde vahye dayalı yorum¬la vahiy dışı bilgi kaynaklarına ait yorum birbirine karıştırılmakta ve beşeri yorumlar  vahye dayalı yorum gibi bağlayıcı görü¬lebilmektedir. Halbuki beşerî yorumlar, vahiy gibi bağlayıcı olamazlar. Zira beşeri yorumlar, seçilebilen veya yanlışlanabilen   bir  nitelik arz ederler. Ama vahiy veya "tebyin"e dayalı yorum¬larda ise bağlayıcılık vardır ve yanlışlama    söz konusu değildir.

 Bu sebeple  insanların yorumlarını Hz. Peygamber 'in yorumu gibi bağlayıcı  görmek  kadar vahim bir hata olamaz. Ancak beşeri yorumlara da¬yalı sistemleri, iç mantıkları gereği izafî doğru kabul etmek ve bir başka sistemi benimseyinceye kadar süreli bağlayıcı saymak da aklın temel ilkelerine ters düşmez. Ancak her görüş, kendi sa-hibini bağladığı gibi, her sistem de kendisini benimseyenleri bağlar. Fakat bu bağlayıcılık kesin bir bağlayıcılık değil, tercihe dayalı bir bağlayıcılıktır. Tercih devam ettiği sürece bağlayıcılık da devam eder. Ama tercih değişirse, bağlayıcılık da değişir. Ama Hz. Peygamber’in  yaptığı yorumlarda  ise bağlayıcılık  yok olmaz, devam  eder.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com