KUR'ANI HAYATIN İÇİNDE ANLAMA VE YAŞAMA
Prof Dr. Celal Kırca
Giriş:
Kuran, kendisinin genel anlamda insanlar , özel anlamda ise inananlar ve muttakiler için bir “hidayet” kitabı olduğunu beyan eder. Bunun anlamı, insanın Kuran için değil de Kuranın insanlar, inananlar ve muttakiler için bir hidayet kitabı olduğu ve insan karşısında bir konumunun bulunduğudur. Kuran, bu misyonu ile insan karşısında en az iki konuma sahip bulunmaktadır. Bu iki konumdan birincisi, Kuranın insan için bir inanç objesi oluşu, ikincisi ise, bir bilgi objesi oluşudur. Kuran, bir inanç objesi olarak kendisine (tenzile) inanılmasını ister , fakat insanı kendisine inanmaya zorlamaz . İnanmayı veya inkarı bireyin tercihine bırakır. Bu bağlamda Ona inananlar olduğu gibi inanmayanlar da vardır. Kuran , ayrıca bir bilgi objesi olarak da kendisinden yararlanılması için okunmasını ve okuma yoluyla bilgi elde edilmesini ister. Ama kendisinden bilgi alma işi de yine insana ve onun tercihine bırakılmış bir husustur. Bu yönüyle Kuran etken değil, edilgendir, aktif değil pasiftir. O’nu edilgenlikten kurtarıp etken hale getirmek de, pasif halden kurtarıp aktif hale getirmek de kendisine inanan insana ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, Kuranın insan hayatında işlevsel olabilmesinin yeterli şartı olmasa da , asgari şartıdır.
1 .Kuran, Hayat ve Anlama
1.1 Kuran Nedir?
Kuran, hayat ve anlama sözcükleri, içleri iyi doldurulduğu takdirde Kuran-insan ilişkisini tanımlayan ana kavramlar arasında yer alır. Zira bu üç kavram, Din anlayışımızı, Peygamber anlayışımızı, Kuran tasavvurumuzu ve Allah tasavvurumuzu önemli ölçüde belirleme potansiyeline sahiptir .İnsana ait bilgiler, nasıl kavramlarla ifade ediliyorsa, Kuranda yer alan bilgiler de kavramlarla ifade edilmektedir. Kuran, neticede dil ile anlatılmış bilgi, ilke ve kuralları ihtiva etmektedir. . Bu nedenle Kurani bilgiler demek, bir anlamda Kurani kavramlar demektir. İnsanın bütün iradi eylemleri, kazandığı kavramlara bağlı olduğuna göre, Kurani bilgilerin hayata aktarılması da bu kavramların kazanılmasına bağlıdır. İnsan Kurani kavramları ne kadar çok elde ederse, o kadar Kuranı tanımış ve davranışlarına yansıtmış, dolayısıyla yeterli Kuran bilgisine ve kültürüne sahip olmuş olur . Şayet bir kişi, hayatını ilkeli ve kurallı yaşamak istiyorsa, tercihi doğru yapılmış kavramlara muhtaçtır. Çünkü bir bireyin kendisini ve hayatını ifade edecek bir kavramı şayet yok ise, onu yaşayamaz. Kişi kendinde olmayanı asla veremez. Bu nedenle bireyin, bir şeyi yaşayabilmesi için o şeyin önce kavramına ve bilgisine de sahip olması gerekir. Zira bir eylemin olabilmesi için, ilgi/sevgi, bilgi ve bilinç, aşamalarından geçmesi gerekir. Bu nedenle dine uygun ilkeli ve kurallı eylemlerimizin veya dini kişiliğimizin oluşabilmesi için öncelikle Kurani kavramlara , Kurani bilgilere ve genel bir Kuran kültürüne ihtiyacımız vardır. Acaba biz söz konusu olan bu Kurani kavramlara , Kurani bilgilere veya genel bir Kuran kültürüne sahip miyiz ? Şayet sahip isek ne kadarına sahibiz?
Bu soruların en basitinden iki cevabı vardır: Birincisi yukarıda da belirttiğimiz gibi Kuranın bizim için bir inanç objesi oluşu, ikincisi ise , O’nun bir bilgi objesi oluşudur . İnanç objesi oluşu, Onun Allah sözü olduğunu ve O’dan geldiğini kabul etmeyi gerektirir. Bilgi objesi oluşu ise, muhatap olarak insanın merkeze alındığı ve insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine yönelik bilgileri ve ilkeleri içermiş olmasıdır Bir Müslüman için Kuranın bir inanç objesi oluşunda her hangi bir sorun gözükmemektedir. Zira bir Müslüman O’na kendi iradesiyle inanmış ve iman etmiştir. Kurana inanmayan kişi için de bir sorun yoktur . Zira o da kendi iradesiyle inanmamış demektir . Kısaca her birey, Kurana inanıp inanmamada tamamen serbesttir. Şayet bir sorun varsa –ki kanaatimce vardır- bu sorun, Kuranın bir bilgi objesi olarak görüp görmeme, veya bilgi objesi olarak gördüğü halde O’ndan bilgi elde etme konusunda arzulu, istekli ve karalı olup olmama; bir başka deyişle Kurani bilgileri ve ilkeleri, hayatımızın her alanına dahil edip etmeme veya bu bilgilerin hangi alanlara ne kadar dahil ettirilip ettirilmediği veya ettirilemediği sorunudur.
Buradaki sorun, Kurandan değil; insandan kaynaklanan bir sorundur. Zira Kuranın hayata yönelik oluşunda ve hayatı bütünüyle kuşatıcı oluşunda her hangi bir sorun yoktur. Çünkü Kuran hayata parçacı olarak değil, kuşatıcı olarak bakar. Onda yer alan bilgiler, İnsan hayatının her alanını kuşatacak bir nitelik arz eder. Kurada hayatın her alanına ilişkin bize rehberlik edecek bir ayet, veya ayetler grubunu bulma şansımız daima mevcuttur. Yeter ki biz ne aradığımızı bilelim ve bunu Kuran’da arayalım. Aradığımız şey ne ise onunla ilgili veya ilişkili bir bilgi, bir ilke veya bir mesaj mutlaka bulabiliriz Kuranı diğer kitaplardan ayıran ve farklılaştıran da kendine özgü bu niteliğidir.
Kuranın bir inanç ve bir bilgi objesi oluşu, O’nun inananlar için “yol gösterici bir ölçüt” olduğunu yani hayatımızla ilgili değerlerin ölçütü olduğunu gösterir. Çünkü değer ölçütü; hayatı, olayları, olguları, daha doğru ve daha sağlıklı tanımamızı, anlamamızı ve daha sağlıklı tercihler yapabilmemizi sağlayan ana ilkelerdir. Kuran bu ana ilkeleri, kuralları ve bilgileri insana sunmakla, ona yaşadığı hayatın ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu gösteren ölçütleri de sunmuş olmaktadır. Bunun içindir ki Kuran, kendisinin devamlı okunmasını, okunan kısımlar üzerinde derinliğine düşünülmesini/ tedebbür edilmesini istemektedir.
Kuran, bireyin Allah karşısında kul, hemcinsi karsında insan, kâinat karşısında halife konumunda olduğunu ve bu konuma bağlı tanıtım bilgileri ile birlikte sorumluluk ve sorumluluk ilkelerini de açıklayarak insana yol gösterir ve kılavuzluk yapar. O’nda beşer için kullanılan, kul, insan ve halife tanımları, bireyin kimlik tanımlarıdır. Bireyin kul kimliği, Rab karşısındaki konumundan; insan kimliği, toplum içinde birey karşısındaki konumundan; halife kimliği ise, kâinat yani doğal çevre karşısındaki konumundan kaynaklanan bir tanımdır. Bu tanımlardan kul kimliğinin anlamı, kısmi bir iradeye sahip olan bireyin mutlak irade sahibi olan Allah karşısındaki konumunu; insan kimliğinin anlamı, toplum içinde kısmi irade sahibi olan bireyin, yine kısmi irade sahibi olan diğer bireyler karşısındaki eşit konumunu; halife kimliği ise, kısmi irade sahibi bir varlık olan insanın, iradesiz bir varlık olan kâinat ve doğal çevresi karşısındaki konumunu ifade eder.
Genel anlamda Kuranda yer alan kimlik bilgileri, kategorik olarak bir ayırıma tabi tutulacak olursa, bu ayırım, irade dışı kimlik bilgileri ve iradi kimlik bilgileri olmak üzere ikiye ayrılabilir. Bireyin irade dışı kimliğini, kadın veya erkek gibi cinsiyet kimliği ile etnik kimliği; iradi kimliğini ise başta inanç kimliği olmak üzere medeni, ilmi ve mesleki kimlikleri ihtiva eder. Kuran irade dışı kimlikleri, ne yüceltici ne de alçaltıcı olarak görür. Buna karşılık iradi kimlikleri, bir değer olarak kabul eder. Bunun içindir ki Kuranda inananlar ile inanmayanlar, bilenler ile bilmeyenler bir tutulmaz. Ancak iradi kimlikler, tercihe dayandığı için bir değer ifade etse de, kimliğin gerekli kıldığı kişilik özellikleri Kuran’a göre, çok daha değerli ve önemlidir. Zira Kuranda kişilikle ilgili bilgilerin boyutu ve içeriği, kimlik bilgisinin boyutu ve içeriğinden daha az ve daha dar değildir, hatta çok daha fazladır. Nitekim “nasıl bir Müslüman?” sorusunun cevabını oluşturan ve Müslüman kişiliğini yansıtan bilgilerin, kimlik bilgisinden daha fazla Kuranda yer alması, O’nun evrensel mesajına uygun bir sonuçtur. Zira kimlik, insana bazı şeyler kazandırsa da, çok şey kazandıramamaktadır. Bireye çok şey kazandıran şey, kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özellikleri yani o kimliğe ait nasıllıktır.
Sadece bir kimliğe sahip olmak, insanı suç işlemekten yeterince alıkoymaz. Ama kimliğin gerekli kıldığı kişilik özellikleri, bireyi suç işlemekten büyük ölçüde alıkoyabilir. Bir başka deyişle “takva” kimlik de değil, kişiliktedir. Kim olduğumuzla ilgili değil, nasıl olduğumuzla ilgilidir. Nitekim kişilikli bireylerin, kimliklerini öne çıkartan bireylerden daha az suç işleme eğiliminde oldukları bilinen bir husustur. Kimlik başlı başına bir değerdir, ama yeterli değildir. Kimlik ancak kişilik ile tamam olur ve tam bir değer ifade eder. Zira kişilikli bir birey, kimliğine değer kazandırdığı halde, kimlik, kişiliksiz bir kişiyi, kişilikli yapmaz. Kimlik bireyin kim olduğunu , kişilik ise, bireyin kimliğini eyleme dönüştürmesini tanımlar. Bu nedenle iman, kimlik ile alakalı olduğu halde, ahlak ve davranışlar kişilikle alakalıdır. Bir kişinin mümin olabilmesi için, iman kimliği yeterli olduğu halde, Müslüman bir kişiliğe sahip olabilmesi için iman kimliği yeterli olmamakta, ahlaki ilkelerin ve kuralların da o kişinin hayatına egemen olması gerekmektedir. Bunun için Kuran, bir taraftan bireyin kimliğini muhatap alırken, diğer yandan da o bireyin kişilik kazanmasına yönelik bilgiler verir, ilkeler getirir, belli kişilerin hayatlarından örnekler sunar, bu örnek kişilerin davrandığı gibi davranılmasını ister. Hz. Peygamber de bu örnek kişilerin başında yer alır.
Bu nedenle Kuran, her müslüman için yol gösterici bir ölçüt iken, tebliğ ve beyan”la görevli Hz. Peygamber’in yaptığı açıklamalar, yorumlar ve uygulamalar “güzel örnek”lerdir : Sünnetin örnek oluşu, onun bugüne taşınması, imkânını sağlar. Şayet ölçüt olarak algılansaydı, bugüne taşınması çok zor bir durum olurdu. Zira o günün hayat tarzları ve şartları ile bu günün hayat tarzı ve şartları aynı değildir. Bu nedenle, hayata ölçüyü ana kaynak olan Kuran koyar. Sünnet ise bu ana kaynağın açıklanmış ve yaşanmış şeklidir. Sünnet, bu misyonu sebebiyledir ki normu değil, daha ziyade formu belirler. Normlar asıl oldukları için, onda değişme olamaz. İbadetler gibi zamanla sınırlı olmayan formlar hariç, diğer formlarda ise duruma bağlı bazı değişimler olabilmektedir. Söz gelimi, ağzı yıkamak, bir başka deyişle diş temizliği yapmak; bir normdur. Bu temizliği misvakla yapmak ise, formdur. Hz. Peygamberin döneminde bu normun uygulanmasını sağlayacak misvaktan başka bir form mevcut değildi. Bugün bu normun uygulanmasını sağlayacak diş fırçası ve diş macunu gibi başka formlar da mevcut. Ancak misvak bir form yani temizlik aracı olarak, yerel ve tarihsel bir niteliğe; dişi temizlemek ise evrensel bir niteliğe sahip olduğu için Hz. Peygamberin bu konudaki örnekliğini yerel ve tarihsel olanda değil de, evrensel olanda aramak ve anlamak daha uygun bir tercih olacaktır. Bu örnek, geçmişte o günkü hayat tarzı içinde anlaşılan ve uygulanan bir kuralın, günümüz hayat şartları içinde nasıl anlaşıldığını ve uygulandığını göstermesi açısından simgesel bir niteliğe sahiptir.
1.2 Hayat Nedir?
TDK, sözlüğünde hayat; canlı, sağ olma durumu, hayat biçimi, içinde yaşanılan şartların bütünü, yaşantı, durum olarak tanımlanır Bu sözcüğün, Arap dilindeki karşılığı da “yaşamak, canlı ve diri olmak , hayat sahibi olmak” demektir. Hayatın tanımında her hangi sorun yoktur. Fakat birey tarafından algılanmasında sorun bulunmaktadır. Bu sorun ,hayatın algılanması ve bu algıya bağlı hayat felsefesinin oluşturulması sorunudur. Nitekim hayatı, daha çok çalışmak, daha çok üretmek ve daha güçlü olmak sadece kendini ve kendi çıkarlarını düşünmek, bencil ve bireyci olmak, bunun için kural tanımamak şeklinde algılayanlar ve anlayanlar olduğu gibi; hayatı, yaşamını sürdürmeye yetecek kadar çalışmak,gereğinden fazla üretmemek ve tüketmemek,doğayla bütünleşerek, içe dönerek, meditasyon yaparak, maddi dünyanın tuzaklarından arınarak ruhu özgürleştirmek ve Tanrı'ya ulaşmanın bir yolunu bulmak, şeklinde algılayanlar ve anlayanlar da mevcuttur. Bu anlayışlardan birincisi kapitalist anlayışı, ikincisi ise doğulu ,Budist ve Hindu, ahlak anlayışı yansıtır.
Bu hayat anlayışlarına karşı, İslamın hayat anlayışı nedir? Kuranın hayat anlayışına yönelik bir önerisi veya önerileri var mıdır? var ise bu öneriler nelerdir? sorularına şayet bir cevap arayacak olursak eminim ki tek bir cevap değil, birbirinden farklı bir çok cevabın bulunduğunu görürüz. İslamı ve Kuranı algılayış ve yorumlanış tarzlarına göre, mezheplerin, dini cemaatlerin ve grupların kendilerine özgü hayat anlayışlarının ve tanımlarının bulunduğunu biliyoruz. Mesela İslam geleneğinde “Bir lokma bir hırka” düşüncesine bağlı bir hayat anlayışını görmek mümkün olduğu halde, daha çok yeme, daha çok içme, daha çok zengin olma, daha çok hava atma, daha çok eğlenme, daha çok tüketme, marka giyme gibi bir hayat anlayışını görmek çok zordur.Çünkü üretime dayanmayan sadece israfa ve tüketim ekonomisine dayalı böyle bir hayat anlayışına, Kuran asla onay vermez. Bununla birlikte teorik olarak savunulmasa da pratikte kapitalist bir yaşam tarzının etkisinde kalan bazı kişilerde veya oranı düşük de olsa bazı kesimlerde böyle bir anlayışın ve yaşam tarzının oluşmaya başladığını söylemek abartılı bir ifade olmayacaktır.
Bu nedenle Kuranın ruhuna ve özüne uygun bir hayat anlayışı nasıl olabilir veya nasıl olmalıdır? sorusuna, herkes tarafından veya büyük bir çoğunluk tarafından onaylanacak bir cevap bulmanın zorluğu ortadır. Zira ifrat ve tefritten uzak, “ sıratı müstakim”e uygun bir tanım yapmak, sanıldığının aksine, kolay bir iş değildir. Kolay bir iş olsaydı Müslümanların ortaklaşa yaşadıkları hayat tarzları homojen olurdu. Bu zorluk, biraz da Kuranın önerdiği hayat tarzının “orta yol” oluşunun doğru algılanıp tanımlamamasından kaynaklanmaktadır. Benim Kurandan ve Kuranının insan için sunduğu hayatı kuşatıcı bilgisinden anladığım hayat tanımı ; “ bireyin, kendisi ile ailesi ile içinde yaşadığı toplumla ve bütün insanlarla ve özellikle kendisini yaratan yüce Rabbi ile barışık olduğu, kulluk, insanlık ve halifelik sorumluklarını, Kuranın önerdiği kurallara ve ilkelere uygun olarak yerine getirdiği bir hayat tarzı” dır.
Kurana göre bu hayat , bir bütündür ve hayatın hem önünü hem de sonu kapsayacak niteliktedir. Günümüzde bazı kesimlerin anladığı gibi, dünya hayatı ve ahret hayatı şeklinde ikiye ayrılan bir hayat değil, öncesi ve sonrası olan tek hayattır. Bu nedenle Kuran, hayatın öncesini “ dünya hayatı” sonunu ise “ahret hayatı” olarak tanımlar ve “el-hayatüd’dünya” ve el-hayatü’l ahira” ifadelerini tek bir hayatın iki veçhesini tanımlamak için kullanır. Bu tanım dolayısı iledir ki sadece dünya hayatını merkeze alıp da ahiret hayatını kabul etmeyenleri ve onu yok sayanları veya ona gereken önemi göstermeyenleri şiddetle kınar
Kurana göre dünya hayatı, insan için sadece bir oyun ve eğlenceden ibaret değil, aynı zamanda en güzel işlerin yapıldığı bir imtihan yeri, , kendisinden nasip alınacak, fakat ahret için de hazırlık yapılacak bir zaman dilimidir. Bunun içinde her birey, hayatını, sıradan, rast gele “keyfe ma yeşa” (dilediği dibi) değil; Kuranda yer alan değer ölçütlerine göre, helal, temiz, doğru, güzel ve dengeli olarak yaşamak zorundadır.
1.3 Anlama Nedir?
Anlama; bir sözü veya yazılı bir metni, bugünde fakat o sözün söylendiği ya da o metnin yazıldığı zamandaki hali ile anlamaktır. Yorumlama ise; söylenen bir sözün ya da yazılan bir metnin, söylendiği veya yazıldığı zamandaki anlamını, bu günde anlamlandırabilmektir. Bu iki tanım, Kuran için söz konusu olduğunda, ayetleri önce indirildiği zaman dilimindeki sosyo -kültürel bağlamına ve dil kurallarına uygun olarak anlamak; daha sonra da bu anlamı, bu gün için anlamlandırmak yani hayatın içinde anlamak demektir. Bir başka ifade ile yorumlama “Kuran ayetlerini, indirildiği zamandaki bağlamları ile anlamak ve bugünde bugün için anlamlandırmaktır. Nitekim “Tefsir Tarihi” bize gösteriyor ki Kuran, tarihi süreç içinde hem bu tanıma uygun olarak metodolojik hem de hayatın içinde bireysel olarak anlaşılmış veya anlaşılmaya çalışılmıştır.
Bu tebliğde bu iki anlama tarzından sade “ Kuranı hayatın içinde anlama” konusuna temas edilecektir. Zira Kuranın metodolojik anlaşılması, Tefsir Tarihi’nin konusudur ve bu konuda pek çalışmanın yapıldığı mütehassıslarınca bilinmektedir. Benim burada üzerinde duracağım husus , inanan bir birey olarak, Kuranı yaşadığım hayatta nasıl anlayacağım ve nasıl yaşayacağım? sorularının cevabını aramak ve bu cevabı bulmaya çalışmak olacaktır. Yoksa Kuran ibarelerinden hüküm “istinbat” etmek için fakihlerin veya dilbilimsel ve bağlamsal anlama yöntemlerini kullanarak tefsir yapan müfessirlerin uyguladıkları metodolojik anlama tarzları hakkında bilgi vermek olmayacaktır.
Konuyu açıklamaya geçmeden önce şunu önemle belirtmeliyim ki, inançlarımızı oluşturan ve buna göre hayat tarzımızı şekillendiren referanslarımızdır; hatta bundan öte o referanslarımızı anlayış ve yorumlayış tarzımızdır. Zira anlayış ve yorumlayış tarzımız, nasıl hissettiğimizi, nasıl düşündüğümüzü ve nasıl anladığımızı, yani bu konudaki kişiliğimizi de tayin ve tespit eder. Bu sebeple referanslarımız kadar o referanslarımızı anlayış ve yorumlayış tarzlarımızın ve yöntemlerimizin de doğru olması gerekir Kuranı hayatın içinde anlama, işte bu açıdan büyük önem arz eder. Zira her müslüman, hayatını yaşarken karşılaştığı bütün olaylarda ve olgularda ve yapacağı bütün davranışlarda kendisine yol gösterecek bir ölçüte sahip olmak zorundadır. Bunun içinde kendisi için bir bilgi objesi olan Kurana yönelmesi ve O’nun verdiği bilgileri, önerdiği kural ve ilkeleri öncelemesi gerekmektedir . Bir başka ifade ile Kurada yer alan ilkelerin, kuralların veya bilgilerin edimlerimizde, eylemlerimizde öncelenmesi ve hayatımızı yaşarken ilk sıraya konması demektir. Çağımızın hukuk terminolojisinde yer alan hukukun üstünlüğü ilkesinin İngilizce karşılığı olan “ rule of law”ın yani hukukun edimlere, eylemlere hakim olması, anlayışında olduğu gibi Kurani bilgilerin ve kuralların da edimlerimize, davranışlarımıza, hayat tarzımıza hakim olması demektir. Bunun anlamı, Fransızca da “ la primaute du droit”’ sözü ile ifade edilen “hukukun binciliği, önceliği ve önde gelmesi” anlayışında olduğu gibi Kuranın da müslümanın hayatında binciliği, önceliği ve önde olması demektir. Nitekim Hucurat suresinin ilk ayetini tefsir ederken İbn Kesir’in, Yemen’e görevli olarak giden Muaz b. Cebel ile Hz. Peygamber’in yaptığı mükalemede yer alan “ne ile hükmedeceksin ?” sorusuna Muaz’ın, “Allahın kitabıyla” hükmedeceğini söylemesi, ve sırasıyla sünnet ve içtihadı zikretmesini delil getirerek, Kuranın insan hayatında öncelenmesi gereken bir kitap olduğunu açıklaması, referansı doğru olan bir yaklaşım tarzıdır Yanlış olan “Kuran sünnete kadi değil, sünnet Kurana kadidir” anlayışının öncelenerek , Kuranın ikinci sıraya atılması, bundan da daha vahimi içtihatların ve bireysel anlayışların Kurana aykırı da olsa tercih edilmesi gerektiğinin söylenmesidir. Zira böyle bir anlayış, kitap sünnet, icma’ ve kıyas tarzındaki “ edile-i şer’iyye” anlayışındaki sıralamaya da ters düştüğü gibi,,Hz. Peygamber’in israiliyat karşında gösterdiği tavra da ters düşmektedir. O’ izafe edilen rivayetlerden anlıyoruz ki, Hz. Peygamber, israiliyatla ilgili olarak gelen haberlerin veya bilgilerin Kuran arz edilmesini, Kurana uygun olanların kabul, olmayanların ise ret edilmesini istemiştir. Bu ilkenin tenzil sonrası ortaya çıkan veya çıkacak olan bütün dini kültürler için de söz konusu olması gerektiğini düşünüyorum.
2. Kuranı Hayatın içinde Anlama
Kuranı hayatın içinde anlama; hayatın içinde olan ve yaşanan olaylar ve olgular karşısında bireyin merkezde olarak etken olduğu; yaşanan olaylar ve olgularla Kurani bilgililer arasında bir ilişkinin kurulduğu; önceden belirlenmiş her hangi bir metodolojiye dayanmadan hayata ve yaşanan olaylara ilişkin Kurandan bilgisel, kuralsal ve ilkesel atıfların ve referansların yapıldığı ve hayatla Kuran arasında bir anlam köprünün kurulduğu, anlama tarzıdır. Bu anlama tarzı, Kuranı hayatın içinde yaşayarak anlama tarzıdır. Bir başka deyişle ayetlerin anlaşılmasına hayatın ve olguların bağlam yapılmasıdır. Buna, Kuranın anlaşılması için yapılan anlama faaliyetleri başta olmak üzere Kuranın okunması ve yazılması da dahildir. Diğer bir ifade ile anlama faaliyetinin bir objesi olan Kuranın, sanatın ve estetiğin de bir objesi olarak da hayatın içinde hayatla birlikte yaşanmasıdır.
Hz. Peygamberle başlayan ve sahabe ile devam eden bu anlama tarzının, evrimleşerek oluşan ve gelişen mezheplerin ve sufi grupların ortaya çıkmasıyla, yerini metodolojik anlamalara bırakmış ve zamanla yoğunluğundan, etkinliğinden ve işlevselliğinden çok şey kaybetmiş ise de müslüman- Kuran ilişkisi; asla yok olmamış, şekil boyutu ile de olsa müslümanın hayatında daima var olmuştur. Ancak bu var oluşun, O’nu anlamaya ve Hz. Peygamberle başlayan ve sahabe ile devam eden dönemlerdeki gibi hayatın içinde anlayarak yaşamaya yeterince bir katkısı olmamıştır. Neticede bu ilişkinin geldiği son nokta, M. Akif’in şu şiirinde kınadığı şekle dönüşmüştür:
“Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına,
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için”
Bu nedenle Kuranla olan ilişkimizi , şekil boyutundan kurtararak Hz. Peygamberle başlayan ve sahabe ile devam eden dönemlerdeki gibi, bilgi boyuna taşımamız ve geliştirmemiz gerekmektedir.
Bu ilişki içinde Kuranı anlamak, Kuranı hayatımıza sokmak, gönlümüzü, ruhumuzu O’na açmak; yaşamımızda, helal-haram, temiz-pis, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin ve dengeli-dengesiz ikileminde, daima helal,temiz, iyi,güzel,ve dengeli bir hayat tarzını tercih etmek ve her davranışımızı Kurana arz ederek, O’ndan referans aramak demektir.
Kuranı hayatın içinde anlamak, Kuranı bir bilgi objesi olarak algılamak, Kurani bilgiye değer vermek, acı -tatlı, iyi- kökü, doğru- yanlış, güzel -çirkin her çeşit olay karşında yapacağımız tercihlerde Kurani bilgileri, ilkeleri ve kuralları öncelemek; bu bilgi, kural ve ilkelerle yaşadıklarımız arasında bir ilişki veya köprü kurmak ve her davranışımızda O’nun bilgisini öncelemek demektir .Tantavi Cevherinin bakış açısıyla söyleyecek olursak, Kurani bilgileri, hayatımızın ve sağlığımızın devamını ve korunmasını sağlayan bir gıda; hastalığımızı tedavi eden bir deva gibi algılamamız demektir. Kuranı hayatın içinde yaşamak ise Kur’ani bilgileri, hayatın içinde anlamlandırmak, her şeye bir açıdan değil, her şeye belli açılardan bakabilmektir ve Kurani bilgileri , doğru yerde ve doğru biçimde kullanabilmektir
Hayatımızı yaşarken doğru-yanlış ayırımında Kuranı ölçüt alma, Kuran mesajını dikkate alma, Kuranın anlatı dilini iyi anlama, Kuranın neyi onaylayıp neyi onaylamadığını, neyi değiştirip neyi değiştirmediğini, neyi tashih edip neyi etmediğini, neyi iyileştirip neyi iyileştirme kapsamına almadığını, ne gibi kurallar koyduğunu, hangi öğütleri yaptığını, neleri açıkladığını, açıklayıcı, yönlendirici ve tespit edici yönlerinin neler olduğunu bilme ve öğrenme demektir.
Çünkü Kuran, insan hayatın, kısaca hayatımızın kitabıdır. O, hayatı değerli ve anlamlı kılmak için vardır. Hayatı değerli ve anlamlı kılan ise hayat tarzımıza ilişkin yaptığımız tercihlerdir. Nasıl bir haya tarzını arzu ediyor isek ona göre tercihlerimizi yaparız. Kurana uygun bir hayat tarzını mı? yoksa daha farklı bir hayat tarzını mı tercih ediyoruz? Hayatımızdaki kader çizgisi , işte bu ikilemde yapacağımız doğru ya da yanlış bir tercihe bağlıdır.
Nasıl bir haya tarzını arzu ediyor isek tercihimizi ona göre yapar ve Kuranı da bu tercihimize göre anlarız. Bir başka deyişle Kuranı , anlayış tarzımıza göre, hayatımızı yaşarız. Söz gelimi, bugünü geçmişte yaşayan bir kişinin Kuranı anlaması ile geçmişi bugünde yaşayan bireyin Kuran anlayışı bir olmadığı gibi; bugünü gelecekte yaşayan bir kişinin Kuran anlayışı ile geleceği bugünde yaşamak isteyen kişinin de Kuran anlayışı bir değildir. İşin doğrusu, bu günü bugünde yaşamak ve bugünkü sorunlarımıza Kurandan cevap aramaktır. Kuranı hayatın içinde anlama ve yaşama da bu demektir. Yoksa Kurandan, Kurani bilgi, ilke ve kurallardan uzak bir hayat yaşamak değildir.
Şayet Kuranı hayatın içinde anlamak ve yaşamak istiyor isek,Kuranı bir kere değil, hayatımız boyunca sürekli okumak ve okunan ayetlerin anlamları üzerinde düşünmek zorundayız. Neticede Kuran, kendisini okumayana değil, okuyana muhatap olmakta, kendisine gönlünü açanının gönlüne , beyni açanın ise beynine, düşüncesini açanın düşüncesine girmektedir. Kuran, kendisine gitmeyene asla gelmez; kendisini okumayana, düşünmeyene, kendisinden bilgi almak istemeyene de bilgi vermez.
2.1. Hz. Peygamber ve Sahabe Dönemimde Kuranı Hayatın İçinde Anlama
Kuranı hayatın içinde anlama ve buna göre yaşama yönteminin ilk örneklerini, hiç şüphesiz “tebliğ” görevinin yanında “ tebyin” ile de görevli olan Hz. Peygamberin uygulamalarında; bize “güzel örnek” olan yaşayışında ve sahabenin anlamaya yönelik davranışlarında görmekteyiz.
2.1.1 Osman b. Maz'ûn Örneği:
Kuranı hayatın içinde anlamanın ne olduğuna ilişkin bize bilgi verecek veya en azından bu konuyu daha iyi açıklamamıza yardımcı güzel örneklerinden biri ve belki de en güzeli, Osman b. Maz'ûn ile ilgili kaynaklarda yer alan şu olay karşında Hz. Peygamber’in gösterdiği tavırdır:
Vahidi’nin naklettiğine göre; bir gün kıyamet alametlerinden söz eden Hz.Peygamber, bir grup sahabeyi derinden etkilemiş ve bu grup Osman b. Maz'ûn'un evinde toplanarak sürekli oruç tutmaya, geceleri namaz kılmaya, yatakta yatmamaya, et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya yün elbise giymemeye, dünyayı terk etmeye, yeryüzünü gezip dolaşmaya ve bu konularda birbirlerini kontrol edip eksikliklerini hatırlatmaya karar vermişlerdir. Hz. Peygamber bu olayı haber alınca, hemen Osman b.Maz'ûn'un evine gitmiş ve onlara :
“Ben bununla emr olunmadım. Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gecenin bir kısmında ibadet edin, bir kısmında da uyuyun. Ben geceleri bazen kalkar, namaz kılarım, bazen de yatar uyurum. Bazen oruç tutar bazen de tutmam. Et ve yağ yerim. Kim benim sünnetimden ayrılırsa benden değildir, dedi. Daha sonra adeti üzere mescide giderek hutbeye çıktı ve şunları söyledi: Bazılarınıza ne oluyor ki, kendilerine kadınları, yiyecekleri, helal ve nimetleri, uykuyu ve dünyanın meşru zevklerini haram kılıyorlar. Dikkat ediniz ben size Hristiyanların keşiş ve ruhbanları gibi olmanızı kesinlikle emretmedim. Bizim dinimize et yememek, kadınları terk etmek, Hristiyanların yaptıkları gibi devamlı ibadet edilecek özel yerler kullanmak yoktur. Ümmetimin inzivası oruç, ruhbaniyyeti ise cihaddır. Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Haccediniz ve umre yapınız. Namazınızı kılınız ve zekatınızı veriniz. Ramazan orucunuzu tutunuz. Sizden önce çok aşırı gidenler, helak oldular. Siz kendinize sahip olunuz “. Daha sonra da “Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı şeyleri kendinize haram kılmayın, aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez” ayetini okuyarak , yaşanan olayla bu ayet arasında bir ilişki kurmuş, ve Kuranın hayatın içinde nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik bize güzel bir örnek sunmuştur
. 2.1.2.Cafer et-Tayyar Örneği:
Kuranı hayatın içinde anlamanın ilk örneklerinden biri de Cafer et-Tayyar’ın Habeş kıralı Necaşi’in huzurunda yaptığı konuşmanın akabinde içinde bulunduğu ortama uygun olarak Meryem suresinin başı tarafını okuması ve okuduğu bu ayetlerle o anda yaşanan psikolojiye uygun fikri bir ortam yaratmasıdır. Cafer et-Tayyar’ın konuşması şöyledir:
“Ey hükümdar! Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik. Putlara tapar, günah işlerdik. Ölü eti yer, akrabalarımızla alâkayı keser, komşularımıza kötü davranırdık. İşte bu hâl üzereyken Allah bize soyunu, doğruluğunu, eminlik ve iffetini çok iyi bildiğimiz bizden birini peygamber olarak gönderdi. O da bizi Allah'ı birlemeye ve O'na kulluk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emanete hıyanet etmemeyi, akrabaları ziyareti, komşulara iyi davranmayı, kan dökmemeyi ve haramlardan uzak durmayı emretti. Kötülüklerden, yalan yere şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli kadına iftiradan men etti. Allah'a ibadet etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, namaz kılıp sadaka vermemizi istedi. Biz de onu tasdik ettik. Getirdiğine uyduk. İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu. Eziyet etti. Bize işkence ettiler, sıkıntılara düşürdüler, yapmak istediklerimize engel oldular. Biz de seni başkalarına tercih ederek memleketine geldik. Senin himayene güvenip zulme uğramayacağımızı ümit ettik." Daha sonra Meryem suresinden birkaç ayet okudu. Bazı kaynaklar Meryem suresinden okunan kısmın, 1 ile 40 arasındaki ayetler grubu olduğunu naklederler.
2.1.3. Kudâme b. Ma'zûn Örneği:
Hz.Ömer tarafından Bahreyn'e vali olarak gönderilen Kudâme b. Ma'zûn olayı, sahabe arasındaki bilgi ve kültür farklılığını ortaya koyan çarpıcı bir örnektir. Kudâme b. Ma'zûn şarap içmekte ve sarhoş olmaktadır. Bu durumu, Carud isminde birisi Hz.Ömer'e haber verir. Hz.Ömer de Kudâme'yi çağırır ve kendisini cezalandıracağını söyler. Carudun'un şahidi ise Ebu Hureyre'dir. Kudâme, Hz.Ömer'e onları söylediği gibi içki içse de, kendisini cezalandırmayacağını söyler. Hz.Ömer, sebebini sorunca Kudâme, Mâide suresinin 93. ayetini okuyarak kendisinin, iman edip salih amel işlediğini, takva üzerine bulunduğunu söyler. Bunun üzerine Hz.Ömer, bunu susturacak kimse yok mu ? deyince İbn Abbas, “ okuduğun bu ayetler, geçmişe özür, geride kalanlara hüccet olarak nazil olmuştur, İslâmiyetten önceki hataları bağışlamaktadır. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm içkiyi kesinlikle yasaklamıştır” der ve Mâide suresinin 90. ayetini okuyarak Kudâme'ye cevap verir Kudâme'nin yaşadığı bu olay, kim bilir kaç sahabe tarafından da yaşanmıştır?
2.1.4.Sabit b. Kays Örneği:
Sahabeden Sabit b. Kays,ın kulağı ağır işitmektedir. Bu nedenle de, her ağır işiten kişi gibi ses tonunu yükselterek konuşmaktadır. Sabit b. Kays, “ Ey inananlar, farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için seslerinizi Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyiniz” ayetini, öğrendiğinde, bu ayetin muhatabı olarak kendisini görmüş, amellerinin boşa gittiğini zannederek kendisini, evine hapsetmiştir. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber, bu ayetin kendisiyle ilgili olmadığını, tam aksine kendinsin şehit olacağını ve cennete gideceğini söylemiş, bunun üzerine O da, huzur bulmuş ve büyük bir mutluluk yaşamıştır.
2.1.5..Adiy b. Hatim Örneği:
Adiy b. Hatim, Kuranı nasıl anladığına ve anladığını nasıl yaşadığına dair şöyle bir olay anlatır: “ Sizin için feçrin beyaz ibliği, siyah iplikten seçilinceye kadar yeyin, için” ayeti nazil olunca, biri siyah, diğeri beyaz olmak üzere iki ip parçası alıp yastığımın altına koydum. Böylece onlara bakıp beyazı siyahtan ayırt edecek zaman gelince oruca başladım. Sabah olunca Resulullaha varıp yaptğım işi O’na anlattım. O da bana “ senin yastığın çok enli imiş. Bu ayetten maksat, gündüzün beyazlığı, gecenin karanlığıdır,” dedi diyerek, Kuranı hayatın içinde anlamaya çalışan bir sahabenin de , Kuranı yanlış anlayabileceğini gösteren bir örnek sunar.
2.1.6. Amr b. As Örneği:
Amr b. As, zekası ve askeri dehası ile meşhur olan bir sahabidir. Bu nedenle Hz. Peygamber tarafından sık sık seriye komutanı olarak görevlendirilmiştir. Bu görevlerinden birinde, gece ihtilam olur, ancak hava çok soğuk olduğu için yıkanamamış, bunun yerine teyemmüm ederek namaz kılmış ve emrindeki askerlere de namaz kıldırmıştır. Sefer dönüşü , bu durumu Hz. Peygambere arz etmiş, Hz. Peygamber de: “ Ey Amr sen cünüp iken arkadaşlarına namaz mı kıldırdın? diye mukabelede bulunmuş ; bunun üzerine Amr: “ Evet Ya Resulellah, soğuk bir gecede ihtilam oldum, yıkanırsam ölürüm diye korktum. Yüce Allah’ın “ Nefislerinizi öldürmeyiniz, Şüphesiz Allah size karşı mehametlidir” sözünü hatırladım ve teyemmüm ettim” deyince Allah’ın Resulü, gülmüş ve başka bir şey söylememiştir.
3 Günümüzde Kuranı Hayatın İçinde Anlama
Günümüze gelindiğinde müslümanların kahir ekseriyetinin, Kuranı hayatın içinde bireysel olarak anlamadığı, anlamaya çalışmadığı veya anladığını da anladığı kadarıyla yaşamadığı, yaşadığı hayata Kurandan atıf aramadığı, referans bulmadığı, bir bilgi objesi olarak Kuranı öncelemediği hepimizin bildiği ve sürekli şikayetçi olduğu bir durumdur. Bununla birlikte sayıları az da olsa Kurana karşı duyarlı olan, O’nu önceleyen ve yaşadığı olaylarla Kuran arasında ilişki kurarak Kuranı hayatın kitabı haline getiren müstesna kişilerin bulunduğu da bir gerçektir.. Bu müstesna kişiler arasında yer alan M. Akif’in ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. O’nun önemi, sadece bir şair olmasından değil, Kuranla hayat arasında bir şair olarak kurduğu ilişkiden ve Kuranı hayatın içinde anlayarak şiir dili ile yorumlamasından kaynaklanmaktadır.
Akif’e göre din sadece bir kimlik işi değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Dinin yaşam biçimini de bireyin dini düşüncesi ve dini tefekkürü oluşturur. Daha sonra bu dini düşüncesin ve dini tefekkürün eyleme dönüşmesine sıra gelir. Müslüman, dini bir kimliğe sahip olsa da, yeterli dini bilgiye ve gerçek anlamda dini bir kişiliğe sahip olmadığı sürece, sosyal problemlerini çözemez.
Akif’e göre o dönemde yaşayan Müslümanlarda beş kişilik problemi mevcuttur:
1. sorumluluktan kaçmak, Bunu da kader ve tevekkül kavramlarının arkasına sığınarak yapmak.
2. tembellik,
3.cahillik,
4.tefrika,
5 Yeis/ümitsizlik.
Bu konularla ilgili olarak Akif’in eserlerinde özellikle de “ Safahat”ında Kuranı hayatın içinde nasıl anladığını gösteren bir çok örnek mevcuttur. Bu örnekler arasında O’nun Kuranla-hayat arasında kurduğu ilişkiyi anlatan birkaç çarpıcı örneği, yazdığım bir makaleden özetleyerek sunmak istiyorum.
8 Ekim 1912 tarihinde başlayan Balkan savaşını, 15 ekim 1912 tarihinde Osmanlı’nın Libyayı kaybedişi takip etmekte; cephelerden her gün yeni acı haberler gelmekte ve İstanbul’un üzerine bir kabus gibi çökmektedir. Kayıplar karşısında duyulan acı ve ızdırap ise sonsuzdur. Bir taraftan askeri alandaki bu yenilgilerin dayanılmaz acısına, diğer taraftan bütün olayların tek müsebbibi olarak İslam’ın gösterilmesi gayretleri de eklenince , Akif’in ızdırabı bir kat daha artmıştır. O zaferden zafere koşan bir milletin ,zirveye çıkan merdivenlerden aşağıya inişini ve çöküşünü görmüş ve her samimi müminin yaptığı şeyi yaparak Allaha sığınmıştır. 27 kanun-i sani yani aralık 1912 de yazdığı ve Hakkın Sesi’nde yer alan ilk şiirinde Al-i İmran suresinin 26.ayetini konu olarak ele almış ve bu ayetin muhtevasını şiir metodu ile yorumlamıştır. Ayette “ Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın, Sen dilediğini aziz edersin, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen hiç şüphe yoktur ki, her şeye kadirsin” denilmekteydi.”
Akif, bu ayeti , yaşadığı duygusal travma ve atmosfer içinde şöyle dile getirmiştir:
“İlâhî, “maliki-l mülküm” diyorsun... Doğru âmenna,
Hakîkî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla.
Eğer bir millet, edip bir mülkü istilâ;
Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva;
Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünyâ.”
Bu sözler, acılar karşısında inanan bir şairin gös¬tereceği ilk ve tabiî tepkinin bir sonucuydu. Kadere il¬tica etmek, olayları büyük bir tevekkülle karşılamak, hadiselerin şokundan kurtulmanın ilk ve zorunlu şar¬tıydı. Daha sonra kendine gelme, düşünme ve çare ara¬ma dönemi gelmişti. Akif e göre çare, “İnsana çalışma¬sından başka bir şey yoktur” âyeti ile emredilen, çalıma idi. Bütün bu acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan ka-zanmıştı. Biz de kazanmak istiyorsak, çalışmalıydık. Bu bir sosyal kanundu.
Âkif, düşünme döneminde kendisiyle hesaplaşıyor ve Nemi sûresinin 52. âyetinde, İslâm âleminin başına gelen bütün bu felâketlerin sebebini de keşfediyordu. Bu âyette “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları” buyrulmaktaydı. Bu ayet, Akif e şu ilhamı vermişti:
“Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyarından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzârından.
…….
Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbın;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini
Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini
Susturan abdalın idrakine bol bol tükürün...
Bu şiirini Akif, birinci şiirinden tam yirmi gün sonra 17 kânûn-u sanî 1912 tarihinde yazmıştı. Akif e göre, insanlar kendi felaketlerini kendileri hazırlıyor¬du. Tefrika, çekişme ve ayrılık, milletleri içinden çö¬kerten ve felaketlerini hazırlayan en büyük etkendi. O “Bana vahdet gibi bir y ar-ı müsaid lâzım” derken, bu¬nu ifade ediyordu. Olan olmuş, vatanın o güzelim yer¬leri tek tek çıkmıştı. Ama eli bağlı olarak da öyle kalın¬mamalıydı. Bir kere tefrikayı bırakmalı, birlik ve bera¬berlik içinde tek yumruk gibi olunmalıydı. Allah’ı bı¬rakmak isteyenlere aldırmadan, O’na daha da sıkı bir şekilde sarılmalı ve ümitsizliğe düşmemeliydi.
21 Şubat 1913 de yazdığı şiirinin konusu bu defa, bir hadisten alan Akif, bi şiirinde tefrikayı, gruplaşma¬yı ve ayrılığı yeriyordu. Kavmiyetçilik yaparak, devlet¬ten ayrılmak isteyenleri şiddetle tenkit ediyordu.
14 Mart 1913 tarihinde yazdığı dördüncü şiirinin konusu Yusuf sûresinin 87. âyetidir: “Oğullarımı, gi¬diniz de Yusuf ile kardeşini araştırınız, hem sakının, Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kes¬mez” melindeki âyeti, şöyle yorumluyordu:
“Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, edinim budur ancak
Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.
……..
Hüsranına rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma.
………
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.
Kur’ân’da zikredilen olaylar, inananlar için birer örnektir. Herkes kendi durumuna uygun bir örneği, Kur’ân’da bulabilmektedir. Hz. Yakup da iki oğlunu kaybetmiş, fakat asla ümitsizliğe düşmemiştir, içinde bir ümit ışığı daima yanmıştı. Araştırmadan, çalışıp çabalamadan da ümidini kaybetmek istememişti. Bu¬nun için de oğullarını Mısır’a gönderirken, “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” demişti. Ayrılığın acı ve ızdırabını yaşamış, fakat neticede arzusuna nail olmuş ve iki oğluna da kavuşmuştu. Akif de çok sevdiği vatanının bir çok yerini kaybetmiş ve onun acısını yaşamıştı Ama ümidsiz değildi. Bir gün bu vatanın kurtulacağın¬dan emindi. Kendisine teselli verecek ve halkının ümi¬dini artıracak bir örneğe ihtiyacı vardı. O da Hz. Yakub’un Kur’ân’da zikredilen bu kıssasıydı. Bu kıssa hiç şüphesiz boşuna zikredilmemiş ti. İbret alınması ve bu gibi durumlarda olay kahramanı ile özdeşleşilmesi için nakledilmişti. İşte Akif, milletin Hz. Yakub’la öz¬deşleşmesini istiyor ve O’nun gibi düşünmesi ve ümit¬siz olmamasını istiyordu:
“İş bitti... Sebatın sonu yoktur” deme; yılma.
Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma
diyerek, Kur’ân’dan aldığı ilhamla millete ümit ışığı sunuyor ve direnme gücü aşılıyordu.
28 Mart 1913 tarihli beşinci şiirinin konusu, bu defa A’raf sûresinin 155. âyeti idi. Bu âyette “İçimizde¬ki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” buyruluyordu. Akif, de Allah Teâlâ’ya bir serzenişte bulunarak şöyle diyordu:
“Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi biçârelerin, yoksa felahı.
Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun,
“Yandık” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun.”
Eyvah, Beş on kâfirin imanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık.
Madama ki, ey Adl-i İlâhî yakacaktın,
Yaksaydın ya mel’unları... Tuttun bizi yaktın.
Akif, bu şiiriyle sevgiliye yapılan bir sitem gibi, Allah’a sitemde bulunmakta, şayet bu bir ceza ise, ce¬zanın hak edenlere verilmesini istemektedir. Zira ina¬nan bu millet, O’na göre bu cezaya müstahak değildir. Üç beş dinsize kızarak, çoğunluğa bu tür bir ceza verilmeme¬lidir. Akif, Hz. Musa’nın Allah Teâlâ’ya söylediği sözü örnek alarak, kendisi de Hz. Musa gibi, Allah’a bu be¬lanın sebebini soruyordu. Hz. Musa, Rabbı ile buluş¬mak üzere kavminden ayrıldıktan sonra, kavmi bir bu¬zağı yapmış ve ona tapmaya başlamıştı. Üstelik Allah’ı da açıkça görmek istemişlerdi. Bunun üzerine onları bir sarsıntı yakalamış ve hepsi baygın düşmüştü. Hz. Musa işte o zaman içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak mı edeceksin? diye Allah Teâlâ’ya sitemde bulunmuştu. Hiç şüphesiz bu imtihandı. Ve Hz. Musa Allah’tan özür dilemişti. Akif de şiirine bu âyeti konu alarak, O da, milletin başına gelen bu belâdan dolayı, aynı duygular içinde Allah’a “bizi üç beş beyinsizin yü¬zünden helak etme” diyor ve:
“Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî (belâlar)
Ağzım kurusun.. Yok musun ey Adl-i İlâhî”
diye dua ediyordu.
Akif e göre Kurân-ı Kerîm, her şeyin çaresini gös¬termiştir. O da “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) âyetinde ifade edilen bilgi idi. İn¬san bilgi vasıtasıyla, bütün problemlerini çözebilir, kendisine bir çıkış yolu bulabilirdi. Çünkü bilenle bil¬meyen asla eşit değildi. Bilen kişi, olay ne kadar vahim olursa olsun, onun üstesinden gelebilecek bir yeteneğe sahip demekti. İşte Akif, 11 Nisan 1918 tarihli şiirine konu olarak bu âyeti seçmiş ve şöyle yorumlamıştı:
“Olmaz ya... Tabiî... Bir insan, biri hayvan,
Öyleyse “cehalet” denilen yüz karasından,
Kurtulmaya azmetmeli, baştan başa millet,
Kâfi mi değil, yoksa bu son ders-i felaket?
Eyvah, bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,
Bir hale getirdin ki: ne din kaldı ne namus,
Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,
Ey hasm-ı hakikî, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.
Akif e göre en büyük düşman cahillikti. Zira başı¬mıza hangi belâ gelmişse sırf bu yüzden gelmişti. Bizi perişan eden de, düşmanları galip getiren de hep cahil¬likti. Onu yenmeden, düşmanı yenmenin imkânı yok¬tu. Kur’ân bize, işte bu gerçeği “Hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?” ifadesiyle açıklamaktaydı. Akif ise, bu gerçeği şiirleştirerek, Kur’ân’ın veciz bir yoru¬munu yapıyordu. Amacı, bu gerçeğin daha iyi anlaşıl¬ması ve milletin uyanmasıydı. Çünkü din düşmanları, geriliğimizi ve mağlubiyetimizi, İslama bağlıyorlar ve O’ndan kurtulursak terakki edeceğimizi ve başımıza gelen bunca belâlardan kurtulacağımızı söylüyorlardı. Halbuki, kurtulmak istedikleri bu din, inananlara ça¬lışmalarını ve bilgili olmalarını emrediyordu. Cehale-tin her çeşidini yeriyor, ilmi teşvik ediyordu. Akif ise, müslümanların hatasının, dine mal edilmesine tahammül edemiyordu. Ortada bir suçlu varsa o, islâm dini değildi, suçlu O’nu iyi anlayıp yorumlayamayan müslümanlardı. Bu nedenle de, öncelikle müslümanların içinde bulundukları bu durum, onlara izah edilmeli ve daldıkları derin uykudan uyandırılmalıydı”.
İşte Kuranı hayatın içinde anlamak demek Akif’in yaşadığı hayatla Kuran arasında kurduğu irtibat gibi, irtibat kurmak demektir. Kuranı hayatın içinde anlamak demek, “Ey inananlar, yapmadığınız şeyi, niçin yaptığınızı söylersiniz” ayetini, söylediğiniz şeyleri niçin yapmıyorsunuz? veya niçin verdiğiniz sözde durmuyorsunuz, diye anlamak demektir? Kuranı hayatın içinde anlama demek, ölüm, yoksulluk, evladı olmama, hastalık v.b. şeyler karşında, “Ey inanalar, sabır ve namazla (Allah’tan yardım) dileyin.Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir”
“Muhakkak ki sizi, korku,açlık,mallardan ve canlardan ve ürünlerden eksilme gibi şeylerle deneriz. Sabredenlere müjdele” ayetlerini düşünerek ve içselleştirerek teselli bulmak demektir.
Kuranı hayatın içinde anlamak demek, içimizdeki haset, kıskançlık, çekememezlik, başarısız olduğumuzda başkalarını suçlamak gibi olumsuz duygularımız kabardığında , hemen Habil ile Kabil kıssasını hatırlayarak içimizdeki Kabil’e dur demesini bilmek; servetimizi, Karun gibi amaç değil, Hz. Süleyman gibi bizi Allaha götürecek bir araç olarak görmek; konulan yasaklara temayül duyduğumuzda Hz. Ademi ; cinsel dürtülerimiz bizi rahatsız ettiğinde Yusuf suresini ve Hz. Yusuf’u ; eşimizin, oğlumuzun ve kızımızın dine karşı olan bir duyarsızlığında,Hz. Lut’u ve Hz. Nuh’u; içimizden evladımızın ve servetimizin çokluğu ile öğünmek geçtiğinde, Fecr ve Tekasür surelerini; sosyal ilişkilerimizde Hucurat suresini hatırlamak ve bu ve benzeri bütün davranışlarımızda Kurandan referans almak demektir.
Hz. Adem ve iki oğlunun kıssasında görevini iyi yapanla ve iyi yapmayan kişilerein psikolojik durumunu; Nuh ve oğlu arasında geçen kıssada kuşaklar arası çatışmayı, Lut ve Kavmine ait kıssada cinsel kimlik sapmasını,Ya’kup ve oğulları arasında geçen olayları anlatan kıssada, kardeşler arasındaki kıskançlığı,Lokman kıssasında şefkatli bir babanın davranışını, Eyyüb kısasında sabrı; kendimiz için bir model görmek, bunun içinde hangi olay karşında kimlerin nasıl bir tavır sergilediğini öğrenmek ve onların gösterdiği tavırlar gibi bir tavır göstermektir
Toplumsal hayatımıza ilişkin özel günlerimizde veya özel haftalarda, mesela anneler günü, babalar günü, yaşlılar haftası, ve Yeşilay haftası gibi özel anmaların yapıldığı haftalarda ele alınan konunun içeriğine uygun ayetlerin gündeme getirilmesi demektir.
Kuranı hayatın içinde anlama demek, “İKÖ”’ nün ilk İstanbul toplantısında merhum Abdurrahman Gürses’in okuduğu “ Topluca Allahın ipine yapışın, ,ayrılmayın, Alllah’ın size olan nimetini hatırlayın.Hani siz birbirinize düşman idiniz, Allah kalplerinizi birleştirdi O’nun nimeti sayesinde kardeşle oldunuz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz da Allah sizi oradan kurtardı Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yola gelesiniz” ayetleri ile yaşanan bu olaya ve bu ana anlam katmak demektir. Bu ayetlerin verdiği mesajı, o gün için İslam alemine yönelik bir dönüm noktası olan bu olayla yaşamak ve sanki Evs ve Hazreç arasındaki barışı, bugün dağılmış, parçalanmış, birlik ve beraberliğini yitirmiş Müslümanlar arasında yeniden yaşatmak demektir
Bir cami veya bir mescit açılışında okunan “ Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahret gününe inana, namazı kılan, zekatı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayan insanlar onarır” ayetinin verdiği mesajı, ruhunun derinliklerinde hissetmektir.
Yoksa yaşadığı şehirde atıl kalmış bir kiliseyi onararak camiye çeviren Avrupa’lı bir belediye başkanının da aralarında bulunduğu resmi bir açılışta, Tevbe suresinden “ Puta tapanların kendilerinin inkarcı olduklarını itiraf edip dururlarken, Allah’ın mescitlerini onarmaları gerekmez Onların işledikleri boşa gitmiştir, cehennemde temelli kalacaklardır.” ayetinin okunması ve akabinde belediye başkanının okunan ayetin tercümesinin yapılmasını istemesi üzerine yapılan tercümeyi dinledikten sonra o belediye başkanının, Müslümanların Kuranı her ne kadar böyle diyorsa da be yine de burada yaşayan Müslümanlara hizmet verecek bir cami kazandırdığım için kendimi mutlu hissediyorum dedirtmek değildir
Bir Avrupa ülkesinde bir belediye başkanı, kendi inandığı dinin kutsal bir mekanını onarıyor, camiye çeviriyor, izin veriyor ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcı ile birlikte resmi açılışa katılıyor, açılışta mealini verdiğim ayetin tercümesini dinliyor ve konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıktığında bu sözleri söylüyor. Hiç şüphesiz bu olay , Kuranı hayatın içinde doğru anlamanın bir örneği olamaz.
Ayetlerin okunduğu ortamlarla içerik bağlamlarının kurulmadığı, sadece Kurandan bir şey okumuş olmak için okuma eylemlerinin gerçekleştirildiği şekle bağlı Kuran okumalarında meydana gelen gariplikler ve yanlışlıklar; sadece bununla da sınırlı kalmıyor. Cenaze evinde cehennemden veya nikahtan bahseden ayetleri okumak veya yaşanan ortamın ve günün anlamına uygun ayetleri okumamak veya okuyamamak da aynı ölçüde Kuranı hayatın içinde doğru anlamış olmak anlamına da gelmiyor.
Çünkü tenzil dönemi ve sonrasında Kur'an; hayatın içinde ve hayatta olanlara hayat vermek, diri olanları uyarmak için okunurken; günümüzde Kur'an, en fazla ölüm ve taziye zamanlarında okunmakta, mekan olarak da evlerimiz yerine mezarlıklara ihtiyaç hissedilmektedir. Sanki Kuran, bu fonksiyonu ile diriler için değil de ölüler için indirilmiş bir kitap konumuna konuşlandırılmış olmaktadır. .
Tenzil dönemi ve sonrasında, içinde cennet nimetlerinin zikredildiği ayetler okunurken bu ayetleri dinleyenler; sanki kendisinin müjdelendiği hissine kapılarak tebessüm ederlerdi. Cehennem azabının zikredildiği ayetleri dinlediklerinde sanki kendilerinin bu ayetlere muhatap olduklarını düşünürler, bu hissi yaşarlar ve mahzun olurlardı En azından bu insanlardan bir kısmı cehennem gitme korkusuyla da olsa , haramlardan uzak dururlardı.
Günümüzde ise dinleyenlerin önemli bir kısmı, Kur'an okunurken manasını anlamadığı için tebessüm etmiyorlarsa da ağlıyorlar.Ama ağlayan bu müslümanların kendilerinin de bu ayetlere muhatap olabileceği ihtimalinden dolayı değil, Kuran okuyan kişinin yanık sesinden etkilenmesi ve duygulanması sebebiyle ağladıkları biliniyor.
Tenzil dönemi ve sonrasında yaşayan müslümanlar; karşılaşılan sorunlara çözüm aramak, sıkıntılı süreçlere ve bunalımlı dönemlere karşı direnç sağlamak amacıyla Kur'an okurlarken, günümüzde yaşayan Müslümanlar için böyle bir durumu düşünmek bile söz konusu değil.
Tenzil dönemi ve sonrasında müslümanlar, Kur'anın verdiği mesajlara, bilgilere, ilke ve kurallara büyük duyarlılık gösterirler; Kurani bilgileri, ilkeleri ve kuralları, hayatları için bir ölçüt olarak kabul ederlerdi. Günümüzde ise müslümanların, Kur'an'ın muhtevasından elde ettikleri bilgileri hayatları için bir ölçüt olarak görme yerine; yazıldığı kağıdın kalitesine, rengine, hattındaki süslemelerine ve şekline daha çok önem verdikleri görülmektedir. .
Tenzil dönemi ve sonrasında müslümanlar; öğrenme ve anlamak amacıyla, Kur'an okurlarlar ve Hz Peygamber'in "Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir'' sözünü ,öğrenme ve anlama amaçlı Kur'an okuma faaliyetine yönelik bir mesaj olduğunu düşünürlerdi. Günümüzde ise okumak amacıyla Kur'an öğrenilmekte; Hz Peygamber'in bu mesajındaki “öğrenen ve öğreten”ifadesi, sanki "Sizin en hayırlınız Kur'an'ı okuyan ve okutandır." anlamına dönüştürülmüş şekliyle anlaşılmaktadır.
Bu anlayış ve bu tavır, Kuranın bir iman objesi olarak kabul görmesini ve O’na olan duygusal bağlılığın ve duyarlılığın devam etmesini geliştirmiş ise de; bilgi boyutunu maalesef topal bırakmıştır. Bir başka ifade ile Kuran, içeriği veya Onun ilkesel ve bilgisel boyutu ile değil de şekil açısından kültürel olgulara bağlamı yapılması, Kuranın hayatın içinde daha iyi anlaşılmasına değil, maalesef anlaşılmamasına katkıda bulunmuştur. Kurana duygusal yaklaşım örnekleri arasında sayabileceğimiz, Kurandan isim arama, minber , mihrap ve kubbeye ayet yazma abdestsiz Kurana dokunmama, belden aşağı Kuranı tutmama, yeni doğmuş çocuğun yastığının altına veya arabanın torpido gözüne Kuran koyma, anlamını bilmese de ölü evinde ve mezarlıkta Kuran okutturma, sevap kazanmak, kazadan ve beladan korunmak için Kuran okuma ,hatta arabalara besmele matik yapma v.b. örnekler, Kurana olan duygusal bağlılığımızı yansıtan belli başlı çarpıcı örneklerden bazılarıdır.
Özellikle çocuklara isim verilirken, verilecek ismin Kuranda olup-olmadığına bakılması ve buna özen gösterilmesi tavrının daha dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu tavır, anlamına bakılmaksızın yalnızca Kuranda geçtiği için çocuklara isim olarak verilmesi, Kuranı bilgisel ve ilkesel boyutu ile hayatın içinde anlama ve yaşamayı değil, şekil yönüyle Kuranla ilişki kurma tarzındaki bir yaklaşımı sembolize eder Bu tarz Müslüman- Kuran ilişkisi, Hz. Peygamber’in ve sahabenin uygulamalarında bilgisel ve ilkesel boyutu ile yaşanan Kuranın; zamanla nasıl şekilciliğe dönüştüğü gösteren çarpıcı örnekler den biridir. Kuranda yer alan sözcüklerin çocuklara isim olarak verilmesi, müslümanın Kurana olan ilgisini, gösteren bir olgu olmakla beraber, anlamı bilinmeden verilen bazı isimlerin de ne denli sorunlu olduğu da ortaya koyar. Mesela aleyna venhar, yuled, sanem ve kezban gibi bazı sözcüklerin isim olarak çocuklara verilmesi, bunların n bilgisel anlamsızlığı kadar olumsuz çağrışımları da sorunlu gözükmektedir.
Sonuç
Kuran –insan ilişkisi ve bu ilişkide Kuranı hayatın içinde anlama konusu, bir Müslüman için bilinmesi gereken önemli fakat bir çok sorunları da bulunan bir konudur. . Bu sorunlar içinde en belirgin olanları, Kuranın bir bilgi objesi olarak öncelenmemesi, O’nun kural ve ilkelerinin hayat için bir ölçüt olarak algılanmaması; bireyin hayatını yaşarken ölçüt olarak Kurani bilgiye yeterince sahip olması gerektiği bilincine sahip olmaması gibi sorunlardır. Her ne kadar günümüz toplumunda Kuran’la hemhal olanlar arasında daha fazla sevap kazanmak isteyenlerin veya ölülerin bağışlanması için Kuran okuyan ve okutanların sayısında bir artış gözlemlense de, bu artış; Kuranı anlamada ve ve O’nun hayat için bir ölçüt olması konusunun öncelenmesinde bir değer ifade etmemektedir. Neticede bu tarz ilişkinin, yaşayana bilgisel ve ilkesel olarak pratik bir çağrısı bulunmamakta ve Kuranın bilgisel,ilkesel ve kuralsal dinamikleri, müslümanın şekle dönük hayatına veya hayat tarzına hiç yansımamakta veya yeterince yansımamaktadır.
Bir bilgi objesi olarak algılanmayan Kurana, dokunulmaması gereken “kutsal bir kitap” muamelesi yapılması; önerdiği ilkelerin ve sunduğu bilgilerin hayata dahil edilmesi yerine hayatın dışına itilmesi; saygı göstermek adı altında O’na değer vermemek anlamına gelir. Halbuki O’na değer vermek ve değer verdiğimizi göstermek zorundayız. Çünkü bu, mümin olmanın bir gereğidir. Ona değer verdiğimizi göstermenin en güzel yolu da, O’nun bilgisini, ilke ve kuralarını hayatımıza sokmak ve bunun için çaba göstermek ve O’nun yol göstericiliğine imkan vermektir. Ona değer vermek, içinde Kuran bulunan bir odada ayağını uzatıp yatmamak değil; O’nun mesajına kulak vermek, O’nun çağrısını duymak ve O’nun helale, temize, doğruluğa, iyiliğe , güzele, hayra, takvaya kısaca Allaha kulluğa, insan olmaya ve halifelik sorumluluğunu yerine getirmeye olan çağrısına icabet etmektir. O’nun önerdiği bu güzel ilkeleri, hayatımız için ölçüt yapmaktır. Bunun için de O’na dokunmalı ve O’nu okumalıyız Sadece okumakla yetinmeyip O’nun bilgisine sahip olmak için anlayarak okumalıyız. Okuduğumuz ayetlerden elde ettiğimiz bilgiler ile hayatımız arasında bir köprü kurarak, bu bilgilerin hayatımıza girmesine izin vermeliyiz . Bunun içinde hem meallerden, hem de tefsirlerden yararlanma cihetine gitmeliyiz Daha sonra da okuduğumuz meallerden ve tefsirlerden elde edebildiğimiz her bilgiyi, her kuralı,ve her ilkeyi, hayatımıza yansıtmaya ve bunları hayatın içinde anlamaya gayret göstermeliyiz
Sonuç olarak Kuran, hayat yolculuğunuzda “yoldaşımız” olmalı, iyi günümüzde kötü günümüzde, evimizde, bağımızda, bahçemizde, iş yerimizde, yolculuğumuzda, kısaca hayatımızın her alanında , her zaman ve her mekanda Kuranla birlikte olmalıyız ve Onun aydınlatıcı ışığında yürümeliyiz.Tıpkı Kudame b. Ma’zun olayında Hz. Peygamberin yaptığı gibi, Sabit b. Kays , Amr b. As , Cafer et-Tayyar ve Mehmet Akif’e ait verilen örneklerde olduğu gibi biz de hayatımızda Kuranı bir bilgi objesi olarak rehber edinmeliyiz.
Copyright © 2016 celalkirca.com