Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KUR'ANI HAYATIN İÇİNDE ANLAMA VE YAŞAMA

 

                                                                                                             Prof Dr. Celal Kırca

 

 

 

Giriş:

 

   Kuran, kendisinin genel anlamda insanlar , özel anlamda ise inananlar   ve  muttakiler  için  bir “hidayet”  kitabı olduğunu  beyan eder.  Bunun anlamı, insanın Kuran için değil de  Kuranın  insanlar, inananlar   ve muttakiler için  bir hidayet kitabı  olduğu  ve insan karşısında  bir konumunun  bulunduğudur. Kuran, bu  misyonu ile  insan  karşısında  en az  iki  konuma sahip  bulunmaktadır.    Bu iki konumdan birincisi, Kuranın   insan  için  bir inanç objesi  oluşu,   ikincisi ise,  bir bilgi objesi  oluşudur. Kuran, bir inanç objesi olarak  kendisine  (tenzile) inanılmasını  ister , fakat  insanı kendisine  inanmaya  zorlamaz .  İnanmayı veya inkarı  bireyin  tercihine bırakır. Bu  bağlamda  Ona inananlar  olduğu gibi inanmayanlar da vardır. Kuran , ayrıca  bir bilgi objesi olarak  da kendisinden  yararlanılması  için  okunmasını ve okuma yoluyla    bilgi elde  edilmesini ister.   Ama   kendisinden bilgi alma  işi de  yine insana  ve onun  tercihine bırakılmış  bir husustur.  Bu yönüyle Kuran  etken değil, edilgendir, aktif değil   pasiftir. O’nu  edilgenlikten  kurtarıp etken hale getirmek  de, pasif halden kurtarıp aktif hale getirmek de kendisine inanan  insana ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluk,  Kuranın insan hayatında  işlevsel olabilmesinin yeterli şartı   olmasa  da , asgari  şartıdır.

  1 .Kuran,  Hayat ve  Anlama

  1.1 Kuran  Nedir?

Kuran, hayat ve  anlama sözcükleri,  içleri iyi doldurulduğu  takdirde Kuran-insan ilişkisini tanımlayan  ana kavramlar arasında  yer alır.   Zira bu üç kavram,  Din anlayışımızı, Peygamber anlayışımızı, Kuran tasavvurumuzu ve Allah tasavvurumuzu  önemli ölçüde   belirleme  potansiyeline sahiptir .İnsana ait bilgiler, nasıl kavramlarla  ifade  ediliyorsa, Kuranda yer alan  bilgiler de kavramlarla ifade  edilmektedir. Kuran, neticede dil ile anlatılmış  bilgi, ilke ve kuralları ihtiva etmektedir. .  Bu nedenle  Kurani bilgiler demek,  bir anlamda  Kurani kavramlar demektir. İnsanın bütün iradi eylemleri, kazandığı kavramlara bağlı olduğuna göre, Kurani bilgilerin  hayata aktarılması da  bu kavramların kazanılmasına  bağlıdır. İnsan Kurani kavramları ne kadar çok elde ederse, o kadar Kuranı tanımış ve davranışlarına   yansıtmış, dolayısıyla yeterli Kuran bilgisine  ve kültürüne sahip olmuş olur .  Şayet  bir kişi, hayatını ilkeli  ve kurallı yaşamak istiyorsa,  tercihi doğru yapılmış kavramlara   muhtaçtır. Çünkü   bir  bireyin kendisini ve hayatını  ifade edecek  bir kavramı  şayet yok ise, onu yaşayamaz. Kişi kendinde olmayanı  asla  veremez. Bu nedenle  bireyin, bir şeyi yaşayabilmesi için  o şeyin önce kavramına   ve bilgisine de  sahip olması gerekir. Zira  bir eylemin olabilmesi için,  ilgi/sevgi, bilgi ve bilinç, aşamalarından geçmesi gerekir.  Bu nedenle dine uygun  ilkeli ve kurallı eylemlerimizin veya  dini kişiliğimizin  oluşabilmesi için öncelikle  Kurani  kavramlara , Kurani bilgilere ve genel  bir Kuran kültürüne    ihtiyacımız vardır.  Acaba biz söz konusu olan   bu Kurani  kavramlara , Kurani bilgilere  veya  genel  bir  Kuran  kültürüne  sahip miyiz ?  Şayet sahip isek ne  kadarına  sahibiz?

Bu soruların  en basitinden iki cevabı vardır: Birincisi yukarıda  da belirttiğimiz gibi Kuranın bizim için bir inanç objesi  oluşu, ikincisi ise , O’nun  bir  bilgi objesi oluşudur . İnanç objesi oluşu, Onun  Allah  sözü olduğunu ve O’dan geldiğini kabul etmeyi gerektirir.  Bilgi objesi oluşu ise, muhatap  olarak  insanın  merkeze alındığı ve insan-Allah, insan-insan ve insan-evren   ilişkilerine  yönelik  bilgileri ve ilkeleri içermiş olmasıdır Bir Müslüman için  Kuranın bir inanç objesi oluşunda   her hangi bir  sorun  gözükmemektedir. Zira bir  Müslüman  O’na  kendi iradesiyle  inanmış ve iman etmiştir.  Kurana  inanmayan kişi için de bir sorun  yoktur . Zira o da kendi iradesiyle inanmamış  demektir . Kısaca  her birey, Kurana  inanıp inanmamada    tamamen serbesttir.  Şayet bir sorun varsa –ki kanaatimce vardır-  bu sorun, Kuranın bir bilgi objesi olarak görüp görmeme, veya  bilgi  objesi olarak gördüğü halde O’ndan bilgi elde etme konusunda arzulu, istekli ve karalı  olup olmama;  bir başka deyişle Kurani bilgileri ve ilkeleri, hayatımızın her alanına  dahil edip  etmeme  veya bu bilgilerin hangi alanlara  ne kadar dahil ettirilip   ettirilmediği veya ettirilemediği  sorunudur.

 Buradaki sorun, Kurandan değil;  insandan  kaynaklanan  bir sorundur. Zira  Kuranın  hayata  yönelik oluşunda ve hayatı bütünüyle  kuşatıcı oluşunda  her hangi bir sorun yoktur.  Çünkü Kuran hayata parçacı olarak değil, kuşatıcı olarak  bakar. Onda yer alan  bilgiler,  İnsan hayatının her alanını  kuşatacak  bir  nitelik arz eder. Kurada  hayatın  her alanına  ilişkin bize rehberlik edecek bir ayet, veya  ayetler grubunu  bulma şansımız  daima mevcuttur. Yeter ki biz  ne  aradığımızı bilelim ve  bunu  Kuran’da  arayalım. Aradığımız şey ne ise onunla ilgili veya ilişkili bir bilgi, bir  ilke veya bir mesaj   mutlaka bulabiliriz  Kuranı  diğer kitaplardan  ayıran  ve  farklılaştıran da  kendine özgü   bu niteliğidir.

Kuranın bir inanç ve bir bilgi objesi oluşu, O’nun inananlar  için  “yol gösterici  bir ölçüt” olduğunu yani  hayatımızla ilgili değerlerin    ölçütü olduğunu  gösterir. Çünkü  değer ölçütü; hayatı, olayları, olguları, daha doğru ve daha sağlıklı tanımamızı, anlamamızı ve  daha sağlıklı  tercihler yapabilmemizi sağlayan  ana ilkelerdir. Kuran   bu  ana   ilkeleri, kuralları ve bilgileri   insana  sunmakla, ona  yaşadığı hayatın ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu gösteren  ölçütleri   de  sunmuş olmaktadır. Bunun  içindir  ki  Kuran,  kendisinin    devamlı  okunmasını, okunan  kısımlar üzerinde  derinliğine  düşünülmesini/  tedebbür  edilmesini  istemektedir.

Kuran, bireyin  Allah  karşısında kul, hemcinsi karsında insan, kâinat karşısında halife konumunda  olduğunu  ve bu konuma  bağlı    tanıtım bilgileri  ile birlikte   sorumluluk  ve   sorumluluk ilkelerini de  açıklayarak insana yol gösterir ve kılavuzluk yapar.  O’nda   beşer için kullanılan, kul, insan ve halife tanımları,  bireyin kimlik tanımlarıdır. Bireyin kul kimliği, Rab karşısındaki konumundan; insan kimliği, toplum içinde birey karşısındaki konumundan; halife kimliği ise, kâinat yani doğal çevre karşısındaki konumundan kaynaklanan bir tanımdır. Bu tanımlardan kul kimliğinin anlamı, kısmi bir iradeye sahip olan bireyin mutlak irade sahibi olan Allah karşısındaki konumunu; insan kimliğinin anlamı, toplum içinde kısmi irade sahibi olan bireyin, yine kısmi irade sahibi olan diğer bireyler karşısındaki eşit konumunu; halife kimliği ise, kısmi irade sahibi bir varlık olan insanın, iradesiz bir varlık olan kâinat ve doğal çevresi karşısındaki  konumunu   ifade eder.

Genel anlamda Kuranda yer alan kimlik bilgileri,  kategorik olarak bir ayırıma tabi tutulacak olursa, bu ayırım, irade dışı kimlik bilgileri  ve iradi kimlik  bilgileri  olmak üzere ikiye ayrılabilir. Bireyin irade dışı kimliğini, kadın veya erkek gibi cinsiyet kimliği ile etnik kimliği; iradi kimliğini ise başta inanç kimliği olmak üzere medeni, ilmi ve mesleki kimlikleri ihtiva eder. Kuran irade dışı kimlikleri, ne yüceltici ne de alçaltıcı olarak görür. Buna karşılık iradi kimlikleri, bir değer olarak kabul eder. Bunun içindir ki Kuranda inananlar ile inanmayanlar, bilenler ile bilmeyenler bir tutulmaz. Ancak iradi kimlikler,  tercihe dayandığı için bir değer ifade etse de, kimliğin gerekli kıldığı kişilik özellikleri Kuran’a göre, çok daha değerli ve önemlidir. Zira Kuranda kişilikle ilgili bilgilerin boyutu ve içeriği, kimlik bilgisinin boyutu ve içeriğinden daha az ve daha   dar değildir, hatta çok daha fazladır. Nitekim “nasıl bir Müslüman?” sorusunun cevabını oluşturan ve Müslüman kişiliğini yansıtan bilgilerin, kimlik bilgisinden daha fazla Kuranda yer alması, O’nun evrensel mesajına uygun bir sonuçtur. Zira kimlik, insana bazı şeyler kazandırsa da, çok şey kazandıramamaktadır. Bireye çok şey kazandıran şey, kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özellikleri yani o kimliğe ait nasıllıktır.

Sadece  bir kimliğe sahip olmak, insanı suç işlemekten yeterince  alıkoymaz. Ama kimliğin gerekli  kıldığı  kişilik  özellikleri, bireyi suç işlemekten  büyük ölçüde  alıkoyabilir. Bir başka deyişle  “takva” kimlik de  değil, kişiliktedir. Kim olduğumuzla ilgili  değil, nasıl olduğumuzla ilgilidir.  Nitekim kişilikli bireylerin, kimliklerini öne çıkartan bireylerden daha az suç işleme  eğiliminde  oldukları  bilinen bir  husustur. Kimlik başlı başına bir değerdir, ama yeterli değildir. Kimlik ancak kişilik ile tamam olur ve tam bir değer ifade eder.  Zira kişilikli bir birey, kimliğine değer kazandırdığı halde, kimlik, kişiliksiz bir kişiyi, kişilikli yapmaz. Kimlik bireyin kim olduğunu , kişilik ise, bireyin kimliğini eyleme dönüştürmesini tanımlar. Bu nedenle iman, kimlik ile alakalı olduğu halde, ahlak ve davranışlar kişilikle alakalıdır. Bir kişinin mümin olabilmesi için, iman kimliği yeterli olduğu halde, Müslüman bir kişiliğe sahip olabilmesi için iman  kimliği  yeterli  olmamakta, ahlaki ilkelerin ve kuralların da o kişinin  hayatına egemen olması gerekmektedir. Bunun için Kuran,  bir taraftan bireyin kimliğini  muhatap  alırken, diğer yandan da  o bireyin kişilik kazanmasına yönelik bilgiler verir, ilkeler getirir, belli kişilerin hayatlarından örnekler sunar, bu örnek kişilerin davrandığı   gibi  davranılmasını ister.  Hz. Peygamber  de  bu örnek kişilerin  başında yer alır.

 Bu nedenle  Kuran, her  müslüman için  yol gösterici bir  ölçüt iken,  tebliğ ve  beyan”la görevli Hz. Peygamber’in yaptığı açıklamalar, yorumlar ve uygulamalar  “güzel örnek”lerdir : Sünnetin örnek oluşu, onun bugüne taşınması, imkânını sağlar. Şayet ölçüt olarak algılansaydı, bugüne taşınması çok zor bir durum olurdu. Zira o günün hayat tarzları ve şartları ile bu günün hayat tarzı ve şartları aynı değildir. Bu nedenle, hayata ölçüyü ana kaynak  olan  Kuran  koyar. Sünnet ise bu ana kaynağın açıklanmış ve yaşanmış şeklidir. Sünnet,  bu misyonu  sebebiyledir ki normu değil, daha ziyade formu belirler. Normlar asıl oldukları için, onda değişme olamaz. İbadetler gibi zamanla sınırlı olmayan formlar hariç, diğer formlarda ise duruma bağlı bazı değişimler olabilmektedir. Söz gelimi,  ağzı yıkamak, bir başka deyişle diş temizliği yapmak; bir normdur. Bu temizliği misvakla yapmak ise, formdur. Hz. Peygamberin döneminde bu normun uygulanmasını sağlayacak misvaktan başka bir form mevcut değildi. Bugün bu normun uygulanmasını sağlayacak diş fırçası ve diş macunu gibi başka formlar da mevcut. Ancak misvak bir form yani temizlik aracı olarak, yerel ve tarihsel bir niteliğe; dişi  temizlemek  ise evrensel bir niteliğe sahip olduğu için Hz. Peygamberin bu konudaki örnekliğini  yerel ve tarihsel olanda değil de, evrensel olanda aramak  ve  anlamak daha uygun bir tercih olacaktır. Bu örnek,  geçmişte o günkü hayat tarzı içinde  anlaşılan ve  uygulanan  bir  kuralın, günümüz  hayat  şartları  içinde nasıl anlaşıldığını ve uygulandığını göstermesi açısından  simgesel bir   niteliğe sahiptir.

 

1.2 Hayat    Nedir?

 

TDK,  sözlüğünde hayat; canlı, sağ olma durumu, hayat biçimi, içinde yaşanılan şartların bütünü, yaşantı, durum olarak  tanımlanır Bu sözcüğün, Arap dilindeki karşılığı da “yaşamak, canlı ve diri olmak , hayat sahibi olmak”   demektir. Hayatın  tanımında her hangi sorun  yoktur. Fakat birey tarafından algılanmasında  sorun  bulunmaktadır. Bu  sorun  ,hayatın algılanması ve bu algıya bağlı  hayat felsefesinin oluşturulması sorunudur. Nitekim  hayatı,  daha çok çalışmak, daha çok üretmek ve daha güçlü olmak  sadece  kendini ve kendi çıkarlarını düşünmek, bencil ve   bireyci olmak, bunun için  kural tanımamak şeklinde  algılayanlar ve anlayanlar  olduğu gibi; hayatı, yaşamını  sürdürmeye yetecek kadar çalışmak,gereğinden fazla üretmemek ve tüketmemek,doğayla bütünleşerek, içe dönerek, meditasyon yaparak, maddi dünyanın tuzaklarından arınarak ruhu özgürleştirmek ve  Tanrı'ya ulaşmanın bir yolunu bulmak, şeklinde  algılayanlar ve anlayanlar da  mevcuttur. Bu anlayışlardan birincisi kapitalist anlayışı, ikincisi ise doğulu ,Budist ve  Hindu, ahlak anlayışı yansıtır.

Bu hayat anlayışlarına karşı, İslamın hayat anlayışı nedir?  Kuranın hayat anlayışına yönelik bir önerisi veya  önerileri  var mıdır? var ise  bu öneriler  nelerdir?   sorularına   şayet  bir cevap arayacak olursak  eminim ki tek  bir  cevap değil, birbirinden farklı  bir çok cevabın   bulunduğunu  görürüz.    İslamı  ve  Kuranı    algılayış  ve yorumlanış tarzlarına göre,  mezheplerin, dini  cemaatlerin ve  grupların  kendilerine  özgü hayat  anlayışlarının  ve tanımlarının     bulunduğunu  biliyoruz.  Mesela  İslam  geleneğinde  “Bir lokma bir hırka” düşüncesine bağlı   bir  hayat  anlayışını görmek  mümkün olduğu halde,   daha çok yeme, daha çok içme, daha çok zengin olma, daha çok  hava atma, daha çok eğlenme, daha çok tüketme, marka giyme  gibi bir  hayat  anlayışını   görmek  çok zordur.Çünkü üretime dayanmayan  sadece israfa ve tüketim ekonomisine dayalı  böyle bir hayat  anlayışına, Kuran asla  onay  vermez. Bununla birlikte teorik olarak  savunulmasa da  pratikte  kapitalist   bir yaşam tarzının etkisinde kalan bazı kişilerde  veya  oranı düşük  de olsa bazı kesimlerde böyle bir  anlayışın ve  yaşam  tarzının oluşmaya  başladığını  söylemek   abartılı  bir ifade olmayacaktır.

Bu nedenle Kuranın ruhuna ve özüne uygun   bir  hayat  anlayışı nasıl olabilir  veya nasıl olmalıdır? sorusuna,  herkes tarafından  veya  büyük bir  çoğunluk tarafından   onaylanacak bir cevap  bulmanın  zorluğu  ortadır.  Zira  ifrat ve tefritten uzak, “ sıratı müstakim”e  uygun   bir tanım yapmak, sanıldığının aksine, kolay  bir iş değildir. Kolay bir iş olsaydı  Müslümanların  ortaklaşa yaşadıkları  hayat tarzları   homojen olurdu.  Bu zorluk,  biraz da Kuranın önerdiği hayat tarzının “orta yol” oluşunun  doğru algılanıp tanımlamamasından kaynaklanmaktadır.    Benim Kurandan ve Kuranının  insan için sunduğu  hayatı  kuşatıcı bilgisinden   anladığım hayat  tanımı ;  “  bireyin, kendisi ile  ailesi ile  içinde yaşadığı toplumla ve bütün  insanlarla ve özellikle kendisini  yaratan yüce Rabbi ile  barışık  olduğu,    kulluk, insanlık ve halifelik sorumluklarını,   Kuranın önerdiği  kurallara ve ilkelere  uygun  olarak  yerine getirdiği bir  hayat  tarzı” dır.

 Kurana göre bu  hayat , bir  bütündür ve  hayatın hem  önünü   hem de  sonu kapsayacak  niteliktedir.  Günümüzde  bazı kesimlerin anladığı gibi, dünya hayatı ve ahret hayatı şeklinde ikiye ayrılan  bir hayat  değil, öncesi ve sonrası olan tek hayattır. Bu nedenle  Kuran,  hayatın öncesini “ dünya hayatı”  sonunu ise “ahret hayatı” olarak tanımlar ve  “el-hayatüd’dünya” ve el-hayatü’l ahira”  ifadelerini tek bir hayatın iki veçhesini tanımlamak için kullanır. Bu tanım dolayısı iledir ki  sadece dünya hayatını merkeze alıp  da  ahiret hayatını  kabul etmeyenleri  ve  onu yok sayanları  veya ona  gereken  önemi göstermeyenleri   şiddetle kınar

 Kurana göre    dünya hayatı,  insan için  sadece bir  oyun ve eğlenceden ibaret  değil,  aynı zamanda  en güzel işlerin yapıldığı  bir imtihan yeri, , kendisinden  nasip alınacak, fakat ahret için de   hazırlık yapılacak bir zaman dilimidir.  Bunun içinde  her  birey, hayatını, sıradan, rast  gele “keyfe ma yeşa” (dilediği dibi) değil;  Kuranda yer alan  değer ölçütlerine göre,  helal, temiz, doğru, güzel ve dengeli  olarak  yaşamak  zorundadır.

 

1.3 Anlama Nedir?

  Anlama; bir sözü veya yazılı bir metni, bugünde fakat o sözün söylendiği ya da o metnin yazıldığı zamandaki hali ile anlamaktır. Yorumlama ise; söylenen bir sözün ya da yazılan bir metnin, söylendiği veya yazıldığı zamandaki anlamını, bu günde anlamlandırabilmektir. Bu iki tanım,  Kuran için söz konusu olduğunda,  ayetleri önce indirildiği zaman dilimindeki sosyo -kültürel bağlamına  ve  dil kurallarına uygun olarak anlamak; daha sonra da bu anlamı, bu gün için anlamlandırmak yani hayatın içinde  anlamak demektir.  Bir başka ifade ile yorumlama “Kuran ayetlerini, indirildiği zamandaki bağlamları ile anlamak ve bugünde bugün için anlamlandırmaktır. Nitekim “Tefsir Tarihi” bize gösteriyor ki Kuran, tarihi süreç içinde  hem  bu tanıma uygun olarak metodolojik  hem de hayatın içinde   bireysel olarak anlaşılmış  veya  anlaşılmaya  çalışılmıştır.

Bu  tebliğde bu iki anlama tarzından sade  “ Kuranı hayatın içinde anlama” konusuna  temas edilecektir. Zira  Kuranın metodolojik anlaşılması, Tefsir Tarihi’nin konusudur  ve bu konuda  pek çalışmanın yapıldığı   mütehassıslarınca  bilinmektedir.  Benim burada  üzerinde duracağım husus ,  inanan bir birey olarak, Kuranı  yaşadığım hayatta  nasıl anlayacağım ve nasıl yaşayacağım?  sorularının  cevabını  aramak ve  bu cevabı  bulmaya çalışmak  olacaktır. Yoksa Kuran ibarelerinden hüküm  “istinbat” etmek için fakihlerin  veya dilbilimsel ve bağlamsal anlama yöntemlerini kullanarak  tefsir yapan  müfessirlerin  uyguladıkları metodolojik  anlama tarzları  hakkında  bilgi vermek  olmayacaktır.

   Konuyu açıklamaya geçmeden önce şunu  önemle  belirtmeliyim  ki, inançlarımızı oluşturan ve  buna göre hayat tarzımızı şekillendiren  referanslarımızdır; hatta bundan öte o referanslarımızı anlayış ve yorumlayış tarzımızdır. Zira anlayış ve yorumlayış tarzımız, nasıl hissettiğimizi, nasıl düşündüğümüzü ve nasıl anladığımızı, yani bu konudaki kişiliğimizi de tayin ve tespit eder. Bu sebeple referanslarımız kadar o referanslarımızı anlayış ve yorumlayış tarzlarımızın ve yöntemlerimizin de doğru  olması  gerekir  Kuranı  hayatın  içinde  anlama, işte  bu açıdan   büyük önem arz eder. Zira her  müslüman,  hayatını yaşarken  karşılaştığı bütün olaylarda ve olgularda ve yapacağı  bütün  davranışlarda kendisine  yol gösterecek  bir ölçüte sahip olmak zorundadır.   Bunun  içinde  kendisi  için bir bilgi objesi olan   Kurana yönelmesi ve O’nun verdiği bilgileri, önerdiği kural ve ilkeleri öncelemesi  gerekmektedir . Bir başka ifade ile Kurada yer alan ilkelerin, kuralların veya bilgilerin  edimlerimizde, eylemlerimizde  öncelenmesi ve hayatımızı yaşarken ilk sıraya konması  demektir. Çağımızın hukuk terminolojisinde  yer  alan  hukukun  üstünlüğü  ilkesinin İngilizce karşılığı olan “ rule of law”ın  yani  hukukun  edimlere, eylemlere  hakim olması, anlayışında  olduğu gibi  Kurani bilgilerin ve kuralların  da edimlerimize, davranışlarımıza, hayat tarzımıza  hakim olması  demektir. Bunun anlamı,  Fransızca da  “ la primaute du droit”’ sözü ile  ifade edilen  “hukukun  binciliği, önceliği ve önde gelmesi”  anlayışında olduğu gibi Kuranın da  müslümanın  hayatında  binciliği, önceliği ve önde olması  demektir.  Nitekim  Hucurat  suresinin ilk ayetini tefsir  ederken    İbn Kesir’in,    Yemen’e görevli olarak  giden    Muaz  b. Cebel ile Hz. Peygamber’in  yaptığı   mükalemede  yer alan “ne ile hükmedeceksin ?” sorusuna  Muaz’ın, “Allahın kitabıyla” hükmedeceğini  söylemesi, ve sırasıyla   sünnet ve içtihadı  zikretmesini delil getirerek,   Kuranın insan hayatında  öncelenmesi gereken bir kitap olduğunu  açıklaması, referansı  doğru olan bir  yaklaşım  tarzıdır   Yanlış olan “Kuran sünnete kadi değil, sünnet Kurana  kadidir”  anlayışının  öncelenerek ,  Kuranın ikinci sıraya   atılması, bundan da  daha  vahimi   içtihatların ve  bireysel anlayışların  Kurana aykırı da olsa  tercih edilmesi gerektiğinin  söylenmesidir.   Zira böyle bir anlayış,  kitap sünnet, icma’ ve kıyas tarzındaki “ edile-i şer’iyye”  anlayışındaki sıralamaya da   ters düştüğü gibi,,Hz. Peygamber’in  israiliyat  karşında  gösterdiği tavra   da  ters düşmektedir.  O’ izafe  edilen  rivayetlerden  anlıyoruz ki, Hz. Peygamber, israiliyatla  ilgili olarak  gelen  haberlerin veya  bilgilerin Kuran arz edilmesini, Kurana uygun olanların  kabul, olmayanların ise  ret edilmesini  istemiştir.  Bu ilkenin  tenzil sonrası ortaya çıkan  veya çıkacak olan bütün  dini kültürler  için de söz konusu  olması gerektiğini  düşünüyorum.

2. Kuranı  Hayatın  içinde  Anlama

 

Kuranı hayatın içinde anlama; hayatın içinde olan ve yaşanan olaylar ve olgular karşısında bireyin merkezde olarak etken olduğu; yaşanan olaylar ve olgularla Kurani bilgililer arasında bir ilişkinin kurulduğu; önceden belirlenmiş her hangi bir metodolojiye dayanmadan hayata ve yaşanan olaylara ilişkin Kurandan bilgisel, kuralsal ve ilkesel atıfların ve referansların yapıldığı ve hayatla Kuran arasında bir anlam köprünün kurulduğu, anlama tarzıdır. Bu anlama tarzı, Kuranı hayatın içinde yaşayarak anlama tarzıdır. Bir başka deyişle ayetlerin anlaşılmasına hayatın ve olguların bağlam yapılmasıdır. Buna, Kuranın anlaşılması için yapılan anlama faaliyetleri başta olmak üzere Kuranın okunması ve yazılması da dahildir.  Diğer bir ifade ile anlama faaliyetinin bir objesi olan Kuranın, sanatın ve estetiğin de bir objesi olarak da hayatın içinde hayatla birlikte yaşanmasıdır.

Hz. Peygamberle başlayan   ve sahabe ile devam eden bu anlama tarzının,  evrimleşerek oluşan ve gelişen mezheplerin  ve   sufi grupların   ortaya çıkmasıyla, yerini metodolojik    anlamalara   bırakmış  ve zamanla yoğunluğundan, etkinliğinden ve işlevselliğinden   çok şey kaybetmiş ise de  müslüman- Kuran ilişkisi;  asla  yok olmamış, şekil   boyutu ile  de olsa müslümanın  hayatında  daima  var   olmuştur. Ancak bu var oluşun,  O’nu anlamaya ve  Hz. Peygamberle başlayan   ve  sahabe ile devam eden dönemlerdeki gibi  hayatın içinde anlayarak yaşamaya  yeterince  bir  katkısı    olmamıştır.  Neticede  bu ilişkinin geldiği son  nokta,  M.  Akif’in   şu şiirinde kınadığı şekle  dönüşmüştür:

“Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına,

Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için”

 

Bu nedenle  Kuranla olan ilişkimizi , şekil boyutundan  kurtararak  Hz. Peygamberle başlayan   ve  sahabe ile devam eden dönemlerdeki gibi, bilgi boyuna taşımamız ve  geliştirmemiz  gerekmektedir.

Bu ilişki içinde  Kuranı anlamak, Kuranı hayatımıza sokmak, gönlümüzü, ruhumuzu O’na açmak; yaşamımızda, helal-haram, temiz-pis, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin ve dengeli-dengesiz ikileminde, daima helal,temiz, iyi,güzel,ve dengeli  bir hayat tarzını   tercih etmek ve her davranışımızı  Kurana  arz ederek, O’ndan  referans aramak   demektir.

Kuranı hayatın içinde anlamak,  Kuranı bir bilgi objesi  olarak  algılamak, Kurani bilgiye değer vermek, acı -tatlı, iyi- kökü, doğru- yanlış, güzel -çirkin  her çeşit olay karşında yapacağımız tercihlerde  Kurani bilgileri, ilkeleri ve kuralları öncelemek; bu bilgi, kural ve ilkelerle  yaşadıklarımız arasında bir  ilişki  veya  köprü kurmak  ve  her davranışımızda  O’nun  bilgisini öncelemek demektir .Tantavi  Cevherinin bakış açısıyla söyleyecek olursak,  Kurani bilgileri, hayatımızın ve sağlığımızın devamını ve korunmasını sağlayan bir gıda;  hastalığımızı tedavi eden  bir  deva gibi algılamamız  demektir.  Kuranı  hayatın içinde yaşamak ise  Kur’ani bilgileri, hayatın  içinde  anlamlandırmak, her şeye  bir açıdan değil,  her şeye belli  açılardan  bakabilmektir ve  Kurani  bilgileri , doğru  yerde  ve doğru biçimde kullanabilmektir

Hayatımızı yaşarken doğru-yanlış ayırımında Kuranı ölçüt alma, Kuran mesajını  dikkate alma, Kuranın anlatı dilini iyi anlama, Kuranın neyi onaylayıp neyi onaylamadığını, neyi değiştirip neyi değiştirmediğini, neyi tashih edip neyi etmediğini, neyi iyileştirip  neyi iyileştirme kapsamına almadığını, ne gibi kurallar koyduğunu, hangi öğütleri yaptığını, neleri açıkladığını, açıklayıcı, yönlendirici ve tespit edici yönlerinin  neler olduğunu  bilme  ve öğrenme demektir.

Çünkü Kuran, insan hayatın, kısaca  hayatımızın  kitabıdır.  O, hayatı değerli  ve anlamlı  kılmak  için vardır.  Hayatı değerli ve anlamlı kılan   ise  hayat  tarzımıza ilişkin  yaptığımız tercihlerdir. Nasıl bir haya tarzını arzu ediyor isek ona göre tercihlerimizi  yaparız. Kurana uygun bir hayat tarzını mı? yoksa   daha farklı bir hayat tarzını mı tercih ediyoruz? Hayatımızdaki kader çizgisi , işte bu  ikilemde  yapacağımız  doğru ya da yanlış bir  tercihe bağlıdır.

 Nasıl bir haya tarzını arzu ediyor isek tercihimizi ona göre yapar  ve   Kuranı da bu tercihimize  göre   anlarız. Bir başka deyişle   Kuranı , anlayış tarzımıza göre, hayatımızı yaşarız. Söz gelimi,  bugünü geçmişte yaşayan  bir kişinin  Kuranı anlaması ile geçmişi  bugünde yaşayan  bireyin  Kuran anlayışı  bir  olmadığı gibi;  bugünü gelecekte yaşayan bir kişinin  Kuran anlayışı ile geleceği bugünde yaşamak isteyen  kişinin de Kuran anlayışı bir değildir. İşin doğrusu,  bu günü bugünde yaşamak ve  bugünkü  sorunlarımıza  Kurandan cevap aramaktır. Kuranı hayatın içinde anlama  ve yaşama  da bu demektir. Yoksa  Kurandan,  Kurani  bilgi, ilke ve kurallardan  uzak bir hayat yaşamak  değildir.

 Şayet Kuranı hayatın içinde  anlamak ve yaşamak  istiyor isek,Kuranı  bir kere değil, hayatımız  boyunca sürekli  okumak ve okunan ayetlerin anlamları üzerinde düşünmek zorundayız.  Neticede Kuran, kendisini okumayana değil, okuyana  muhatap olmakta, kendisine  gönlünü  açanının   gönlüne , beyni  açanın  ise  beynine, düşüncesini açanın düşüncesine  girmektedir.  Kuran,  kendisine   gitmeyene  asla gelmez; kendisini okumayana, düşünmeyene, kendisinden bilgi almak istemeyene  de   bilgi vermez.

 

2.1. Hz. Peygamber ve Sahabe Dönemimde Kuranı Hayatın   İçinde  Anlama

 

Kuranı hayatın içinde anlama ve buna göre yaşama yönteminin   ilk örneklerini,  hiç şüphesiz  “tebliğ”  görevinin  yanında “ tebyin” ile de görevli olan Hz. Peygamberin   uygulamalarında;     bize  “güzel örnek” olan   yaşayışında  ve sahabenin anlamaya yönelik davranışlarında   görmekteyiz.

2.1.1 Osman b. Maz'ûn Örneği:

Kuranı hayatın içinde anlamanın  ne olduğuna  ilişkin  bize bilgi verecek veya en azından  bu  konuyu  daha iyi açıklamamıza yardımcı güzel örneklerinden biri ve belki de en güzeli,  Osman b. Maz'ûn  ile ilgili  kaynaklarda yer alan  şu olay  karşında Hz. Peygamber’in  gösterdiği tavırdır:

Vahidi’nin naklettiğine göre; bir gün kıyamet alametlerinden söz eden Hz.Peygamber, bir grup  sahabeyi  derinden etkilemiş ve bu grup Osman b. Maz'ûn'un evinde toplanarak sürekli oruç tutmaya, geceleri namaz kılmaya, yatakta yatmamaya, et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya yün elbise  giymemeye, dünyayı terk etmeye, yeryüzünü gezip dolaşmaya ve bu konularda birbirlerini kontrol edip eksikliklerini hatırlatmaya karar vermişlerdir. Hz. Peygamber bu olayı haber alınca, hemen Osman b.Maz'ûn'un evine gitmiş ve onlara :

 “Ben bununla emr olunmadım. Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gecenin bir kısmında ibadet edin, bir kısmında da uyuyun. Ben geceleri bazen kalkar, namaz kılarım, bazen de yatar uyurum. Bazen oruç tutar bazen de tutmam. Et ve yağ yerim. Kim benim sünnetimden ayrılırsa benden değildir, dedi. Daha sonra adeti üzere mescide giderek hutbeye çıktı ve şunları söyledi: Bazılarınıza ne oluyor ki, kendilerine kadınları, yiyecekleri, helal ve nimetleri, uykuyu ve dünyanın meşru zevklerini haram kılıyorlar. Dikkat ediniz ben size Hristiyanların keşiş ve ruhbanları gibi olmanızı kesinlikle emretmedim. Bizim dinimize et yememek, kadınları terk etmek, Hristiyanların yaptıkları gibi devamlı ibadet edilecek özel yerler kullanmak yoktur. Ümmetimin inzivası oruç, ruhbaniyyeti ise cihaddır. Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Haccediniz ve umre yapınız. Namazınızı kılınız ve zekatınızı veriniz. Ramazan orucunuzu tutunuz. Sizden önce çok aşırı gidenler, helak oldular. Siz kendinize sahip olunuz “. Daha sonra da  “Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı şeyleri kendinize haram kılmayın, aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez”    ayetini  okuyarak , yaşanan olayla  bu ayet arasında  bir ilişki kurmuş,  ve Kuranın hayatın içinde  nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik  bize  güzel bir  örnek  sunmuştur

 

. 2.1.2.Cafer  et-Tayyar Örneği:

Kuranı hayatın içinde anlamanın  ilk örneklerinden  biri de Cafer et-Tayyar’ın  Habeş kıralı Necaşi’in huzurunda yaptığı konuşmanın  akabinde içinde bulunduğu  ortama  uygun  olarak Meryem suresinin  başı tarafını   okuması ve  okuduğu bu ayetlerle  o anda   yaşanan  psikolojiye uygun   fikri  bir  ortam  yaratmasıdır.  Cafer et-Tayyar’ın   konuşması  şöyledir:

“Ey hükümdar! Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik. Putlara tapar, günah işlerdik. Ölü eti yer, akrabalarımızla alâkayı keser, komşularımıza kötü davranırdık. İşte bu hâl üzereyken Allah bize soyunu, doğruluğunu, eminlik ve iffetini çok iyi bildiğimiz bizden birini peygamber olarak gönderdi. O da bizi Allah'ı birlemeye ve O'na kulluk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emanete hıyanet etmemeyi, akrabaları ziyareti, komşulara iyi davranmayı, kan dökmemeyi ve haramlardan uzak durmayı emretti. Kötülüklerden, yalan yere şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli kadına iftiradan men etti. Allah'a ibadet etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, namaz kılıp sadaka vermemizi istedi. Biz de onu tasdik ettik. Getirdiğine uyduk. İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu. Eziyet etti. Bize işkence ettiler, sıkıntılara düşürdüler, yapmak istediklerimize engel oldular. Biz de seni başkalarına tercih ederek memleketine geldik. Senin himayene güvenip zulme uğramayacağımızı ümit ettik." Daha sonra Meryem suresinden birkaç  ayet okudu.   Bazı  kaynaklar  Meryem suresinden okunan kısmın, 1 ile 40 arasındaki ayetler  grubu olduğunu  naklederler.

2.1.3. Kudâme b. Ma'zûn Örneği:

Hz.Ömer tarafından Bahreyn'e vali olarak gönderilen Kudâme b. Ma'zûn olayı, sahabe arasındaki bilgi ve kültür farklılığını ortaya koyan çarpıcı bir örnektir.  Kudâme b. Ma'zûn şarap içmekte ve sarhoş olmaktadır. Bu durumu, Carud isminde birisi Hz.Ömer'e haber verir. Hz.Ömer de Kudâme'yi çağırır ve kendisini cezalandıracağını söyler. Carudun'un şahidi ise Ebu Hureyre'dir. Kudâme, Hz.Ömer'e onları söylediği gibi içki içse de, kendisini cezalandırmayacağını söyler. Hz.Ömer, sebebini sorunca Kudâme, Mâide suresinin 93. ayetini okuyarak kendisinin, iman edip salih amel işlediğini, takva üzerine bulunduğunu söyler. Bunun üzerine Hz.Ömer, bunu susturacak kimse yok mu ? deyince İbn Abbas, “ okuduğun bu ayetler, geçmişe özür, geride kalanlara hüccet olarak nazil olmuştur, İslâmiyetten önceki hataları bağışlamaktadır. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm içkiyi kesinlikle yasaklamıştır” der ve  Mâide suresinin 90. ayetini okuyarak Kudâme'ye cevap verir  Kudâme'nin yaşadığı bu olay, kim bilir kaç    sahabe tarafından da yaşanmıştır?

2.1.4.Sabit b. Kays Örneği:

Sahabeden   Sabit b. Kays,ın  kulağı  ağır işitmektedir.  Bu nedenle de, her ağır işiten  kişi gibi ses  tonunu   yükselterek konuşmaktadır. Sabit b. Kays,  “  Ey inananlar,  farkına varmadan  amellerinizin boşa gitmemesi için seslerinizi  Peygamberin sesini  bastıracak şekilde   yükseltmeyiniz”  ayetini, öğrendiğinde, bu ayetin   muhatabı olarak kendisini  görmüş, amellerinin  boşa gittiğini  zannederek kendisini, evine  hapsetmiştir. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber,  bu ayetin kendisiyle ilgili  olmadığını, tam aksine  kendinsin  şehit olacağını ve cennete gideceğini söylemiş, bunun üzerine  O da,  huzur  bulmuş ve   büyük bir  mutluluk yaşamıştır.

2.1.5..Adiy b. Hatim  Örneği:

Adiy b. Hatim, Kuranı nasıl  anladığına ve anladığını nasıl  yaşadığına dair  şöyle  bir  olay anlatır:  “ Sizin için  feçrin  beyaz ibliği, siyah iplikten  seçilinceye kadar yeyin, için”  ayeti nazil olunca, biri siyah, diğeri beyaz  olmak üzere iki  ip parçası alıp yastığımın altına koydum. Böylece onlara bakıp  beyazı siyahtan ayırt edecek  zaman gelince oruca  başladım. Sabah olunca  Resulullaha varıp  yaptğım işi  O’na anlattım.  O da   bana “ senin  yastığın çok enli imiş.  Bu ayetten maksat, gündüzün beyazlığı, gecenin karanlığıdır,” dedi diyerek,   Kuranı   hayatın içinde anlamaya  çalışan  bir  sahabenin de , Kuranı  yanlış   anlayabileceğini gösteren  bir örnek sunar.

 2.1.6. Amr b. As Örneği:

Amr b. As, zekası ve askeri dehası ile meşhur olan bir sahabidir.  Bu nedenle Hz. Peygamber tarafından    sık sık seriye komutanı  olarak  görevlendirilmiştir. Bu görevlerinden birinde,  gece ihtilam olur, ancak hava çok soğuk olduğu için  yıkanamamış,  bunun yerine  teyemmüm ederek   namaz kılmış ve emrindeki  askerlere de namaz kıldırmıştır.  Sefer dönüşü , bu durumu Hz. Peygambere   arz etmiş, Hz. Peygamber de: “ Ey Amr sen  cünüp  iken  arkadaşlarına namaz mı kıldırdın?  diye   mukabelede bulunmuş ;  bunun üzerine  Amr: “ Evet Ya Resulellah,  soğuk bir gecede  ihtilam oldum, yıkanırsam ölürüm diye korktum. Yüce Allah’ın “ Nefislerinizi öldürmeyiniz, Şüphesiz Allah size karşı mehametlidir”   sözünü hatırladım ve teyemmüm ettim” deyince  Allah’ın Resulü,  gülmüş ve  başka bir şey söylememiştir.

 

 

3  Günümüzde  Kuranı Hayatın İçinde Anlama

Günümüze gelindiğinde  müslümanların  kahir ekseriyetinin, Kuranı hayatın içinde  bireysel olarak  anlamadığı, anlamaya çalışmadığı veya  anladığını da anladığı kadarıyla  yaşamadığı, yaşadığı hayata Kurandan  atıf  aramadığı,  referans bulmadığı,  bir bilgi objesi olarak Kuranı öncelemediği hepimizin  bildiği ve sürekli  şikayetçi olduğu bir  durumdur.  Bununla birlikte sayıları az da olsa   Kurana karşı  duyarlı olan, O’nu önceleyen ve yaşadığı  olaylarla Kuran arasında  ilişki kurarak Kuranı hayatın  kitabı haline getiren  müstesna  kişilerin  bulunduğu da  bir gerçektir.. Bu  müstesna kişiler arasında yer alan M. Akif’in ayrı bir yeri ve önemi   bulunmaktadır. O’nun önemi,  sadece bir şair olmasından  değil, Kuranla hayat arasında   bir şair olarak  kurduğu  ilişkiden ve Kuranı hayatın içinde  anlayarak şiir dili ile   yorumlamasından  kaynaklanmaktadır.

Akif’e göre din sadece bir kimlik  işi değil,  aynı zamanda bir yaşam biçimidir.  Dinin yaşam biçimini de  bireyin dini düşüncesi  ve  dini tefekkürü oluşturur. Daha sonra bu dini düşüncesin  ve  dini tefekkürün eyleme dönüşmesine sıra gelir.  Müslüman,  dini bir kimliğe sahip olsa da,  yeterli dini bilgiye ve gerçek anlamda  dini  bir  kişiliğe  sahip olmadığı  sürece,  sosyal problemlerini  çözemez.

Akif’e göre   o dönemde yaşayan  Müslümanlarda  beş kişilik problemi  mevcuttur:

1. sorumluluktan kaçmak,  Bunu da kader ve tevekkül  kavramlarının  arkasına  sığınarak yapmak.

2. tembellik,

3.cahillik,

4.tefrika,

5  Yeis/ümitsizlik.

Bu konularla ilgili olarak Akif’in  eserlerinde  özellikle de “ Safahat”ında Kuranı hayatın içinde nasıl anladığını gösteren  bir çok örnek  mevcuttur. Bu örnekler arasında  O’nun Kuranla-hayat arasında  kurduğu ilişkiyi anlatan birkaç çarpıcı örneği, yazdığım bir makaleden  özetleyerek  sunmak istiyorum.

8 Ekim 1912  tarihinde  başlayan  Balkan savaşını, 15 ekim 1912 tarihinde  Osmanlı’nın Libyayı  kaybedişi takip etmekte; cephelerden her gün yeni acı haberler gelmekte ve İstanbul’un üzerine  bir kabus gibi  çökmektedir. Kayıplar karşısında duyulan acı ve ızdırap  ise  sonsuzdur. Bir taraftan  askeri alandaki  bu yenilgilerin  dayanılmaz acısına, diğer taraftan  bütün olayların tek müsebbibi  olarak İslam’ın  gösterilmesi gayretleri de eklenince , Akif’in ızdırabı  bir kat daha artmıştır. O zaferden zafere koşan bir milletin ,zirveye çıkan  merdivenlerden  aşağıya inişini ve çöküşünü  görmüş  ve her samimi  müminin  yaptığı  şeyi yaparak  Allaha sığınmıştır. 27 kanun-i sani yani aralık 1912 de yazdığı ve Hakkın Sesi’nde  yer alan  ilk şiirinde  Al-i İmran suresinin   26.ayetini  konu olarak ele almış   ve bu ayetin  muhtevasını  şiir  metodu ile yorumlamıştır.  Ayette “ Ey mülkün sahibi  olan Allah’ım, Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın, Sen dilediğini  aziz edersin, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen hiç şüphe yoktur ki, her şeye kadirsin” denilmekteydi.”

Akif, bu ayeti , yaşadığı   duygusal  travma  ve atmosfer  içinde  şöyle  dile getirmiştir:

 “İlâhî, “maliki-l mülküm” diyorsun... Doğru âmenna,

Hakîkî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla.

Eğer bir millet, edip bir mülkü istilâ;

Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva;

Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünyâ.”

 Bu sözler, acılar karşısında inanan bir şairin gös¬tereceği ilk ve tabiî  tepkinin bir sonucuydu. Kadere il¬tica etmek, olayları büyük bir tevekkülle karşılamak, hadiselerin şokundan kurtulmanın ilk ve zorunlu şar¬tıydı. Daha sonra kendine gelme, düşünme ve çare ara¬ma dönemi gelmişti.  Akif e göre çare, “İnsana çalışma¬sından başka bir şey yoktur”    âyeti ile  emredilen, çalıma idi. Bütün bu acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan ka-zanmıştı. Biz de kazanmak istiyorsak, çalışmalıydık. Bu bir sosyal kanundu.

Âkif, düşünme döneminde kendisiyle hesaplaşıyor ve Nemi sûresinin 52. âyetinde, İslâm âleminin başına gelen bütün bu felâketlerin sebebini  de keşfediyordu. Bu âyette “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları” buyrulmaktaydı. Bu ayet, Akif e şu ilhamı vermişti:

“Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyarından;

Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz  mezarından;

Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzârından.

…….

Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbın;

O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini

Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini

Susturan abdalın idrakine bol bol tükürün...

Bu şiirini Akif, birinci şiirinden tam yirmi gün sonra 17 kânûn-u sanî 1912 tarihinde yazmıştı. Akif e göre, insanlar kendi felaketlerini kendileri hazırlıyor¬du. Tefrika, çekişme ve ayrılık, milletleri içinden çö¬kerten ve felaketlerini hazırlayan en büyük etkendi. O “Bana vahdet gibi bir y ar-ı müsaid lâzım” derken, bu¬nu ifade ediyordu. Olan olmuş, vatanın o güzelim yer¬leri tek tek çıkmıştı. Ama eli bağlı olarak da öyle kalın¬mamalıydı. Bir kere tefrikayı bırakmalı, birlik ve bera¬berlik içinde tek yumruk gibi olunmalıydı. Allah’ı bı¬rakmak isteyenlere aldırmadan, O’na daha da sıkı bir  şekilde sarılmalı ve ümitsizliğe düşmemeliydi.

21 Şubat 1913 de yazdığı şiirinin konusu bu defa, bir hadisten alan Akif, bi şiirinde tefrikayı, gruplaşma¬yı ve ayrılığı yeriyordu. Kavmiyetçilik yaparak, devlet¬ten ayrılmak isteyenleri şiddetle tenkit ediyordu.

14 Mart 1913 tarihinde yazdığı dördüncü şiirinin konusu Yusuf sûresinin 87. âyetidir: “Oğullarımı, gi¬diniz de Yusuf ile kardeşini araştırınız, hem sakının, Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kes¬mez” melindeki âyeti, şöyle yorumluyordu:

“Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak...

Alçak bir ölüm varsa, edinim budur ancak

Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.

……..

Hüsranına rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma.

………

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Kur’ân’da zikredilen olaylar, inananlar için birer örnektir. Herkes kendi durumuna uygun bir örneği, Kur’ân’da bulabilmektedir. Hz. Yakup da iki oğlunu kaybetmiş, fakat asla ümitsizliğe düşmemiştir, içinde bir ümit ışığı daima yanmıştı. Araştırmadan, çalışıp çabalamadan da ümidini kaybetmek istememişti. Bu¬nun için de oğullarını Mısır’a gönderirken, “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” demişti. Ayrılığın acı ve ızdırabını yaşamış, fakat neticede arzusuna nail olmuş ve iki oğluna da kavuşmuştu. Akif de çok sevdiği vatanının bir çok yerini kaybetmiş ve onun acısını yaşamıştı Ama ümidsiz değildi. Bir gün bu vatanın kurtulacağın¬dan emindi. Kendisine teselli verecek ve halkının ümi¬dini artıracak bir örneğe ihtiyacı vardı. O da Hz. Yakub’un Kur’ân’da zikredilen bu kıssasıydı. Bu kıssa hiç şüphesiz boşuna zikredilmemiş ti. İbret alınması ve bu gibi durumlarda olay kahramanı ile özdeşleşilmesi için nakledilmişti. İşte Akif, milletin Hz. Yakub’la öz¬deşleşmesini istiyor ve O’nun gibi düşünmesi ve ümit¬siz olmamasını istiyordu:

 

“İş bitti... Sebatın sonu yoktur” deme; yılma.

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma

diyerek,  Kur’ân’dan aldığı ilhamla millete ümit ışığı sunuyor ve direnme gücü aşılıyordu.

28 Mart 1913 tarihli beşinci şiirinin konusu, bu defa A’raf sûresinin 155. âyeti idi. Bu âyette “İçimizde¬ki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” buyruluyordu. Akif, de Allah Teâlâ’ya bir serzenişte bulunarak şöyle diyordu:

“Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi biçârelerin, yoksa felahı.

Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun,

“Yandık” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun.”

Eyvah, Beş on kâfirin imanına kandık;

Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık.

Madama ki, ey Adl-i İlâhî yakacaktın,

Yaksaydın ya mel’unları... Tuttun bizi yaktın.

Akif, bu şiiriyle sevgiliye yapılan bir sitem gibi, Allah’a sitemde bulunmakta, şayet bu bir ceza ise, ce¬zanın hak edenlere verilmesini istemektedir. Zira ina¬nan bu millet, O’na göre bu cezaya müstahak değildir. Üç beş dinsize kızarak, çoğunluğa bu tür bir ceza verilmeme¬lidir. Akif, Hz. Musa’nın Allah Teâlâ’ya söylediği sözü örnek alarak, kendisi de Hz. Musa gibi, Allah’a bu be¬lanın sebebini soruyordu. Hz. Musa, Rabbı ile buluş¬mak üzere kavminden ayrıldıktan sonra, kavmi bir bu¬zağı yapmış ve ona tapmaya başlamıştı. Üstelik Allah’ı da açıkça görmek istemişlerdi. Bunun üzerine onları bir sarsıntı yakalamış ve hepsi baygın düşmüştü. Hz. Musa işte o zaman içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak mı edeceksin? diye Allah Teâlâ’ya sitemde bulunmuştu. Hiç şüphesiz bu imtihandı. Ve Hz. Musa Allah’tan özür dilemişti.  Akif de şiirine bu âyeti konu alarak, O da, milletin başına gelen bu belâdan dolayı, aynı duygular içinde Allah’a “bizi üç beş beyinsizin yü¬zünden helak etme” diyor ve:

“Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî (belâlar)

Ağzım kurusun.. Yok musun ey Adl-i İlâhî”

diye  dua ediyordu.

Akif e göre Kurân-ı Kerîm, her şeyin çaresini gös¬termiştir. O da “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) âyetinde ifade edilen bilgi idi. İn¬san bilgi vasıtasıyla, bütün problemlerini çözebilir, kendisine bir çıkış yolu bulabilirdi. Çünkü bilenle bil¬meyen asla eşit değildi. Bilen kişi, olay ne kadar vahim olursa olsun, onun üstesinden gelebilecek bir yeteneğe sahip demekti. İşte Akif, 11 Nisan 1918 tarihli şiirine konu olarak bu  âyeti seçmiş ve şöyle yorumlamıştı:

“Olmaz ya... Tabiî... Bir insan, biri hayvan,

Öyleyse “cehalet” denilen yüz karasından,

Kurtulmaya azmetmeli, baştan başa millet,

Kâfi mi değil, yoksa bu son ders-i felaket?

Eyvah, bu zilletlere sensin yine illet...

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki: ne din kaldı ne namus,

Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,

Ey hasm-ı hakikî, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Akif e göre en büyük düşman cahillikti. Zira başı¬mıza hangi belâ gelmişse sırf bu yüzden gelmişti. Bizi perişan eden de, düşmanları galip getiren de hep cahil¬likti. Onu yenmeden, düşmanı yenmenin imkânı yok¬tu. Kur’ân bize, işte bu gerçeği “Hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?”  ifadesiyle açıklamaktaydı. Akif ise, bu gerçeği şiirleştirerek, Kur’ân’ın veciz bir yoru¬munu yapıyordu. Amacı, bu gerçeğin daha iyi anlaşıl¬ması ve milletin uyanmasıydı. Çünkü din düşmanları, geriliğimizi ve mağlubiyetimizi, İslama bağlıyorlar ve O’ndan kurtulursak terakki edeceğimizi ve başımıza gelen bunca belâlardan kurtulacağımızı söylüyorlardı. Halbuki, kurtulmak istedikleri bu din, inananlara ça¬lışmalarını ve bilgili olmalarını emrediyordu. Cehale-tin her çeşidini yeriyor, ilmi teşvik ediyordu. Akif ise, müslümanların hatasının, dine mal edilmesine tahammül edemiyordu. Ortada bir suçlu varsa o, islâm dini değildi, suçlu O’nu iyi anlayıp yorumlayamayan  müslümanlardı. Bu nedenle de, öncelikle müslümanların içinde bulundukları bu durum, onlara izah edilmeli ve daldıkları derin uykudan uyandırılmalıydı”.

İşte Kuranı hayatın içinde anlamak demek   Akif’in   yaşadığı  hayatla  Kuran arasında  kurduğu  irtibat   gibi,  irtibat  kurmak  demektir. Kuranı hayatın içinde anlamak demek, “Ey inananlar, yapmadığınız şeyi, niçin yaptığınızı  söylersiniz”  ayetini, söylediğiniz şeyleri niçin yapmıyorsunuz? veya  niçin  verdiğiniz sözde   durmuyorsunuz,  diye  anlamak demektir? Kuranı hayatın içinde anlama demek, ölüm, yoksulluk,  evladı olmama, hastalık v.b. şeyler karşında, “Ey inanalar, sabır ve  namazla (Allah’tan yardım) dileyin.Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir”

“Muhakkak ki sizi, korku,açlık,mallardan ve canlardan ve ürünlerden eksilme gibi şeylerle deneriz. Sabredenlere müjdele”  ayetlerini düşünerek ve içselleştirerek  teselli bulmak demektir.

Kuranı hayatın içinde anlamak demek,   içimizdeki haset, kıskançlık, çekememezlik,  başarısız olduğumuzda    başkalarını suçlamak  gibi olumsuz duygularımız  kabardığında , hemen    Habil ile Kabil  kıssasını  hatırlayarak  içimizdeki  Kabil’e  dur demesini  bilmek;  servetimizi, Karun gibi  amaç değil, Hz.  Süleyman   gibi  bizi   Allaha   götürecek  bir  araç  olarak  görmek;   konulan  yasaklara  temayül  duyduğumuzda  Hz. Ademi ; cinsel  dürtülerimiz   bizi rahatsız   ettiğinde  Yusuf suresini ve  Hz. Yusuf’u  ; eşimizin,  oğlumuzun   ve  kızımızın  dine karşı  olan  bir duyarsızlığında,Hz. Lut’u ve  Hz. Nuh’u;  içimizden evladımızın ve servetimizin çokluğu ile  öğünmek geçtiğinde, Fecr ve Tekasür surelerini; sosyal ilişkilerimizde  Hucurat  suresini hatırlamak ve   bu ve benzeri  bütün davranışlarımızda  Kurandan  referans  almak  demektir.

Hz. Adem ve iki oğlunun kıssasında  görevini iyi yapanla ve   iyi yapmayan  kişilerein psikolojik  durumunu; Nuh ve oğlu arasında geçen kıssada kuşaklar  arası çatışmayı, Lut ve Kavmine ait kıssada cinsel kimlik sapmasını,Ya’kup  ve oğulları arasında geçen olayları anlatan kıssada, kardeşler arasındaki kıskançlığı,Lokman kıssasında şefkatli bir  babanın davranışını, Eyyüb kısasında sabrı;  kendimiz için  bir  model  görmek, bunun içinde hangi olay karşında  kimlerin nasıl bir tavır sergilediğini  öğrenmek  ve onların gösterdiği tavırlar gibi  bir tavır göstermektir

Toplumsal  hayatımıza ilişkin özel günlerimizde veya özel haftalarda, mesela  anneler günü, babalar günü, yaşlılar haftası, ve Yeşilay haftası gibi  özel  anmaların yapıldığı haftalarda  ele alınan konunun içeriğine uygun  ayetlerin  gündeme getirilmesi demektir.

Kuranı hayatın içinde anlama demek, “İKÖ”’ nün  ilk İstanbul toplantısında merhum Abdurrahman Gürses’in okuduğu “ Topluca Allahın ipine  yapışın, ,ayrılmayın, Alllah’ın size olan nimetini hatırlayın.Hani siz birbirinize düşman idiniz, Allah kalplerinizi birleştirdi O’nun nimeti sayesinde  kardeşle oldunuz. Siz ateşten bir çukurun  kenarında bulunuyordunuz da Allah sizi  oradan kurtardı Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yola  gelesiniz”  ayetleri ile  yaşanan  bu olaya  ve  bu  ana anlam katmak  demektir. Bu  ayetlerin  verdiği mesajı, o gün için   İslam alemine yönelik  bir dönüm noktası olan bu olayla yaşamak   ve sanki Evs ve Hazreç arasındaki barışı,  bugün dağılmış, parçalanmış, birlik ve beraberliğini yitirmiş  Müslümanlar arasında  yeniden yaşatmak  demektir

 Bir cami veya bir  mescit açılışında okunan  “ Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahret gününe  inana, namazı kılan, zekatı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayan insanlar onarır”   ayetinin verdiği mesajı,  ruhunun derinliklerinde  hissetmektir.

Yoksa yaşadığı şehirde atıl kalmış  bir   kiliseyi  onararak camiye çeviren  Avrupa’lı bir belediye başkanının da aralarında bulunduğu resmi  bir  açılışta, Tevbe suresinden  “ Puta tapanların kendilerinin inkarcı olduklarını itiraf edip dururlarken, Allah’ın mescitlerini onarmaları gerekmez Onların  işledikleri boşa gitmiştir, cehennemde temelli kalacaklardır.”  ayetinin okunması ve  akabinde belediye başkanının okunan ayetin tercümesinin yapılmasını istemesi   üzerine  yapılan tercümeyi dinledikten sonra  o belediye başkanının,  Müslümanların Kuranı her ne kadar böyle diyorsa da  be yine de  burada yaşayan Müslümanlara hizmet verecek  bir  cami kazandırdığım için  kendimi  mutlu hissediyorum  dedirtmek değildir

  Bir Avrupa ülkesinde  bir belediye başkanı, kendi inandığı  dinin kutsal  bir  mekanını onarıyor, camiye çeviriyor,  izin veriyor ve  Diyanet İşleri Başkan Yardımcı ile birlikte  resmi açılışa katılıyor, açılışta  mealini  verdiğim ayetin  tercümesini dinliyor ve   konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıktığında  bu sözleri söylüyor. Hiç şüphesiz bu olay , Kuranı hayatın içinde  doğru anlamanın  bir örneği  olamaz.

Ayetlerin  okunduğu ortamlarla  içerik  bağlamlarının  kurulmadığı, sadece Kurandan  bir şey okumuş olmak  için okuma  eylemlerinin gerçekleştirildiği  şekle  bağlı  Kuran  okumalarında  meydana gelen  gariplikler ve yanlışlıklar; sadece bununla da sınırlı kalmıyor. Cenaze evinde  cehennemden veya nikahtan bahseden ayetleri okumak veya  yaşanan  ortamın ve günün  anlamına uygun  ayetleri okumamak veya okuyamamak da  aynı ölçüde Kuranı hayatın içinde  doğru anlamış olmak   anlamına  da gelmiyor.

Çünkü    tenzil dönemi ve sonrasında  Kur'an;  hayatın içinde ve hayatta olanlara hayat vermek, diri olanları uyarmak için okunurken; günümüzde Kur'an,  en fazla ölüm ve taziye zamanlarında  okunmakta,  mekan olarak da  evlerimiz  yerine  mezarlıklara   ihtiyaç hissedilmektedir.  Sanki  Kuran,  bu  fonksiyonu ile diriler için değil de  ölüler için indirilmiş bir kitap  konumuna    konuşlandırılmış olmaktadır. .

Tenzil dönemi ve sonrasında, içinde cennet nimetlerinin  zikredildiği  ayetler okunurken  bu ayetleri dinleyenler; sanki   kendisinin  müjdelendiği hissine kapılarak tebessüm ederlerdi. Cehennem  azabının zikredildiği ayetleri  dinlediklerinde sanki  kendilerinin bu ayetlere  muhatap olduklarını düşünürler, bu hissi   yaşarlar  ve  mahzun olurlardı  En azından bu insanlardan bir kısmı cehennem gitme korkusuyla da  olsa , haramlardan  uzak  dururlardı.

Günümüzde  ise  dinleyenlerin önemli bir kısmı,   Kur'an okunurken manasını anlamadığı için  tebessüm  etmiyorlarsa da  ağlıyorlar.Ama  ağlayan  bu müslümanların   kendilerinin de  bu ayetlere  muhatap olabileceği  ihtimalinden  dolayı değil,  Kuran  okuyan kişinin yanık sesinden etkilenmesi  ve duygulanması  sebebiyle   ağladıkları  biliniyor.

 Tenzil dönemi ve sonrasında yaşayan müslümanlar; karşılaşılan sorunlara çözüm  aramak, sıkıntılı süreçlere ve bunalımlı dönemlere karşı direnç sağlamak amacıyla  Kur'an okurlarken, günümüzde  yaşayan Müslümanlar   için  böyle bir durumu düşünmek bile söz konusu   değil.

Tenzil dönemi ve sonrasında müslümanlar, Kur'anın verdiği  mesajlara, bilgilere, ilke ve kurallara  büyük duyarlılık  gösterirler; Kurani  bilgileri, ilkeleri ve kuralları,  hayatları için  bir ölçüt olarak kabul  ederlerdi. Günümüzde ise müslümanların,   Kur'an'ın  muhtevasından elde ettikleri  bilgileri hayatları için  bir ölçüt olarak  görme yerine; yazıldığı kağıdın kalitesine, rengine, hattındaki süslemelerine  ve şekline daha çok  önem verdikleri görülmektedir. .

Tenzil dönemi ve sonrasında müslümanlar;  öğrenme ve anlamak   amacıyla,  Kur'an okurlarlar ve Hz Peygamber'in "Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir''  sözünü ,öğrenme ve anlama amaçlı Kur'an okuma faaliyetine yönelik bir mesaj  olduğunu düşünürlerdi.  Günümüzde ise okumak amacıyla Kur'an öğrenilmekte; Hz Peygamber'in bu mesajındaki “öğrenen ve öğreten”ifadesi, sanki "Sizin en hayırlınız  Kur'an'ı okuyan ve okutandır." anlamına dönüştürülmüş   şekliyle anlaşılmaktadır.

Bu anlayış ve  bu tavır, Kuranın bir iman objesi olarak kabul görmesini ve  O’na olan   duygusal   bağlılığın ve  duyarlılığın  devam etmesini   geliştirmiş ise de;  bilgi  boyutunu  maalesef  topal bırakmıştır. Bir başka ifade  ile  Kuran,   içeriği  veya Onun  ilkesel ve bilgisel  boyutu ile   değil de   şekil açısından kültürel olgulara bağlamı yapılması,  Kuranın hayatın içinde  daha iyi anlaşılmasına değil,  maalesef anlaşılmamasına katkıda bulunmuştur.  Kurana duygusal  yaklaşım örnekleri  arasında   sayabileceğimiz, Kurandan isim  arama, minber , mihrap ve kubbeye  ayet  yazma abdestsiz Kurana dokunmama, belden aşağı Kuranı  tutmama, yeni doğmuş çocuğun yastığının altına veya arabanın torpido gözüne  Kuran koyma, anlamını bilmese de ölü evinde ve mezarlıkta Kuran okutturma, sevap kazanmak, kazadan ve beladan korunmak için Kuran okuma ,hatta arabalara besmele matik yapma  v.b. örnekler, Kurana olan  duygusal bağlılığımızı  yansıtan   belli başlı çarpıcı örneklerden bazılarıdır.

Özellikle  çocuklara isim verilirken, verilecek ismin Kuranda olup-olmadığına bakılması ve  buna özen gösterilmesi tavrının daha dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz. Zira  bu tavır,  anlamına bakılmaksızın yalnızca Kuranda  geçtiği için  çocuklara  isim olarak  verilmesi, Kuranı bilgisel ve ilkesel  boyutu ile  hayatın içinde  anlama ve yaşamayı değil,  şekil yönüyle  Kuranla ilişki kurma tarzındaki  bir  yaklaşımı sembolize eder  Bu tarz  Müslüman- Kuran  ilişkisi, Hz. Peygamber’in  ve sahabenin uygulamalarında bilgisel ve  ilkesel boyutu ile yaşanan Kuranın;  zamanla nasıl şekilciliğe  dönüştüğü   gösteren çarpıcı  örnekler den  biridir. Kuranda yer alan sözcüklerin çocuklara isim olarak verilmesi, müslümanın  Kurana olan  ilgisini,   gösteren  bir olgu olmakla beraber,  anlamı  bilinmeden  verilen  bazı isimlerin  de ne denli  sorunlu olduğu da  ortaya koyar. Mesela aleyna   venhar, yuled,  sanem ve  kezban   gibi  bazı sözcüklerin  isim olarak  çocuklara verilmesi, bunların n bilgisel  anlamsızlığı kadar  olumsuz çağrışımları  da  sorunlu  gözükmektedir.

 

 Sonuç

 

Kuran –insan ilişkisi  ve bu ilişkide Kuranı hayatın içinde anlama konusu, bir Müslüman için  bilinmesi  gereken önemli  fakat  bir çok sorunları  da bulunan bir konudur. . Bu sorunlar içinde en  belirgin  olanları,   Kuranın bir bilgi objesi olarak öncelenmemesi, O’nun kural ve ilkelerinin  hayat için  bir ölçüt olarak  algılanmaması; bireyin hayatını yaşarken  ölçüt olarak   Kurani bilgiye yeterince  sahip olması gerektiği bilincine  sahip olmaması gibi sorunlardır.  Her ne kadar günümüz toplumunda  Kuran’la hemhal olanlar arasında daha  fazla sevap kazanmak isteyenlerin veya ölülerin bağışlanması için Kuran okuyan ve okutanların  sayısında  bir artış  gözlemlense de,  bu artış;  Kuranı anlamada ve  ve O’nun hayat için bir  ölçüt  olması  konusunun öncelenmesinde    bir  değer  ifade etmemektedir.  Neticede bu tarz  ilişkinin, yaşayana  bilgisel ve ilkesel olarak pratik bir çağrısı  bulunmamakta ve  Kuranın bilgisel,ilkesel ve kuralsal dinamikleri, müslümanın şekle dönük   hayatına veya  hayat tarzına   hiç yansımamakta   veya  yeterince  yansımamaktadır.

Bir bilgi objesi olarak algılanmayan  Kurana, dokunulmaması gereken “kutsal bir  kitap” muamelesi  yapılması; önerdiği  ilkelerin  ve sunduğu  bilgilerin hayata dahil edilmesi yerine   hayatın dışına  itilmesi; saygı göstermek  adı altında  O’na değer vermemek  anlamına gelir. Halbuki O’na değer vermek  ve değer verdiğimizi  göstermek zorundayız.      Çünkü bu, mümin olmanın  bir gereğidir.  Ona  değer verdiğimizi göstermenin en güzel  yolu da, O’nun bilgisini, ilke ve kuralarını  hayatımıza   sokmak  ve  bunun için   çaba göstermek ve O’nun yol göstericiliğine imkan vermektir.  Ona  değer vermek,  içinde  Kuran bulunan bir odada  ayağını uzatıp yatmamak  değil; O’nun  mesajına   kulak vermek, O’nun çağrısını duymak ve O’nun  helale, temize, doğruluğa, iyiliğe , güzele, hayra, takvaya kısaca  Allaha kulluğa, insan olmaya  ve halifelik sorumluluğunu yerine getirmeye    olan  çağrısına   icabet  etmektir. O’nun önerdiği bu güzel ilkeleri, hayatımız için ölçüt yapmaktır. Bunun için de   O’na dokunmalı ve O’nu okumalıyız  Sadece okumakla yetinmeyip O’nun bilgisine sahip olmak  için  anlayarak  okumalıyız.  Okuduğumuz ayetlerden  elde ettiğimiz bilgiler ile  hayatımız arasında  bir köprü kurarak,  bu bilgilerin  hayatımıza girmesine  izin vermeliyiz  .   Bunun içinde  hem meallerden, hem de  tefsirlerden  yararlanma  cihetine  gitmeliyiz  Daha sonra da  okuduğumuz meallerden ve tefsirlerden    elde edebildiğimiz her bilgiyi, her kuralı,ve her ilkeyi, hayatımıza yansıtmaya ve bunları hayatın içinde   anlamaya gayret göstermeliyiz

Sonuç olarak  Kuran, hayat yolculuğunuzda “yoldaşımız” olmalı, iyi günümüzde   kötü günümüzde, evimizde, bağımızda, bahçemizde, iş yerimizde, yolculuğumuzda,  kısaca hayatımızın  her alanında , her  zaman ve her mekanda  Kuranla birlikte olmalıyız ve  Onun aydınlatıcı  ışığında  yürümeliyiz.Tıpkı Kudame b. Ma’zun  olayında Hz. Peygamberin yaptığı gibi, Sabit b. Kays , Amr b. As , Cafer  et-Tayyar   ve  Mehmet Akif’e ait  verilen örneklerde  olduğu gibi biz de  hayatımızda Kuranı bir bilgi objesi olarak  rehber  edinmeliyiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com