Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KUR’ÂN’A GÖRE İNSANLAR ARASI  İLİŞKİLERDE GENEL İLKELER

 

 

 

   Hz. Peygamber’e göre “Din nasihattir’’  ve “samimiyettir”  Samimiyet, her konuda olduğu gibi, din eğitiminde de, tek yoldur. Samimiyet, sempatik ol¬mayı gerektirir. Sempati duygusu, insanlarda görülen tabiî duygulardan biridir. Sempati duygusu, duygu or¬taklığı veya hissî bağlılık demektir. Bu duygu, din duy¬gusuna çok yakın ve benzer bir duygudur.  Sevginin te¬melinde, sempati duygusu vardır, insan, sempati duy¬duğu kimselere veya fikirlere karşı sevgi besler. Sevgi de insanı, imana götürür. Aynı şekilde antipati duydu¬ğu kimselere veya fikirlere karşı ise, nefretle bakar. Nefret ise insanı, inkâra götürür. Bu hayatın değişmez bir kuralıdır. Din eğitiminin temel kuralı da budur. Eğitimin esas amacı da, karşılıklı dostluk, yardım ve hürmet etme duygularının geliştirilmesidir.  Din eğiti¬minin asıl amacı da, insanda doğuştan mevcut olan din duygusunun geliştirilmesi, doğru ve sağlam bir zemine otutturulmasıdır. Genel eğitim, insanda mevcut duy¬guları geliştirirken, din eğitimi insanda mevcut din duygusunu geliştirmeye çalışır. Kur’ân’a göre bunu ge¬liştirmenin yolu ve usûlü, insanın hem duygusuna hem de aklına hitabederek insanı, eğitmektir.

Din, inanma demektir. İnanmak ise, kesin kanaat sahibi olmak demektir. Bu da bir kalb işidir, bir iç âlem mes’elesidir. Fakat aynı zamanda kafa işi ve akıl işidir.  Dünyada hiç bir kimse, zorla bir şeye inanma¬mıştır. İnanma, ya duyguyla ya da akılla olmuştur. İnanmada, en kolay ve en rahat yol, duygu ve aklı bir¬likte kullanmaktır. Kişiden kişiye ağırlığı değişse de, bu iki yol en emin ve en sağlam yoldur. Bazı kişilerde duygu yönü, bazı kişilerde akıl ve muhakeme yönü ağır basar. Ama inanma, mutlaka bu iki yoldan biriyle olur. Kur’ân-ı Kerim, bu iki yolla kişileri etkilemek ve onları eğitmek için, bazı prensipler ortaya koymuştur. Bu prensipler, özel durumlar hariç, genel prensiplerdir ve hayatın her yönünde ve her kademesinde geçerli olan kurallardır. Zira din eğitimi, sadece eğitim kurumla¬rında değil, hayatın bütününde olmalıdır. Hayatın bütününe talip olmayan bir din eğitimi, noksandır ve ye¬tersiz kalmaya mahkûmdur.

 

İslâmî kurallar ve emirler, azimet ve ruhsat diye iki kısma ayrılır. Azimet olan kurallar veya bu kuralla¬rın azimet olması, bunların genel ve devamlı olması demektir. Ruhsat ise, özel ve geçici durumlarda genel ve devamlı kurallardan ayrı olarak farklı kuralların uygulanmasıdır. İslâm’ın bu temel prensibi, diğer ko¬nularda olduğu gibi eğitim konusunda da geçerlidir. Kur’ân’ın getirdiği temel din eğitimi prensipleri der¬ken, azimet ifâde eden prensiplerini kasd etmekteyiz. Bu prensipler ise şunlardır:

Yumuşak ve dostça tavır.

Güzel konuşma.

Kalbleri ısındırma.

Düşündürme ve akıl yürütme.

Müjdeleme ve kolaylaştırma.

Korkutma.

I. YUMUŞAK VE DOSTÇA TAVIR

Din eğitiminin amacı, insanlara dini öğretmek ve onları dinî açıdan eğitmektir. Bu yapılması gereken dinî bir görevdir. İslâm’ın tebliğ edilmesi demektir. Bu tebliğde, tebliğ edenle tebliğ edilenler arasında hiç şüp¬hesiz sağlıklı ilişkilerin kurulması gerekir .İnsanlarla sağlıklı ilişkiler kurmadıkça, onlarla diyalog kurmak çok zordur. Bunun için de karşılıklı güvenin sağlanma¬sı gerekir. Bunun yolu da, kişi veya gruplara karşı, dostça tavır takınmak, barışçı duygularla hareket et¬mek ve asla düşmanca bir tavır takınmamaktır.

İnsanlar arasındaki ilişkide, Kur’ân’ın getirdiği temel prensip, karşı çıkmak, kaba davranmak, sert ko¬nuşmak ve düşmanca tavır takınmak değildir. Bilâkis yumuşak ve dostça bir tavır takınmak, tatlı dil ve gü¬ler yüz göstermektir. Eğer bu ilişki, eğitim ve öğretim ilişkisi ise, bu kurallara ve bu prensibe çok daha dik¬kat edilmesi gerekir.

 

Allah Teâlâ, Hz. Musayı kardeşi Hz. Harun ile birlikte Fir’avn’a peygamber olarak gönderirken onlara şu emri vermektedir: “Fir’avn’a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar11a Ayette, “kavlen leyyinen” (yumuşak söz) ifâdesi geçmektedir. Bu ifâde onların Fir’avn’a karşı takınacakları tavrı içermektedir. Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber hakkındaki övgüsü de, yumuşak davran-ması, beşerî münâsebetlerinde sert ve kaba olmaması yönüne aittir. Bu övgüsünde Allah Teâlâ: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, çevrenden da¬ğılır giderlerdi”   buyurmaktadır. Bir din eğitimcisi ve tebliğcisi olan Hz. Peygamber’in örnek davranışını ve insanlara karşı tutumunu, Allah Teâlâ böyle öv¬mektedir. Yumuşak ve dostça tavır, Hz. Peygamber’in en belirgin özelliklerinden biriydi. Kasıtlı ve kasıtsız yaptığı bir hatadan veya işlediği bir günahtan dolayı, her hangi bir kişiye karşı takınılacak olumsuz tavır ve hareketlerin, dinî dayanağım bu âyetlerde bulmak mümkün değildir. Bir günah veya bir hata için, herkesi dinden çıkmakla itham etmek, onlarla konuşmamak, onlara selâm vermemek ve her türlü beşerî münâsebetleri kesmek, Kur’ân’ın dostça tavır ve yu¬muşaklık prensibine kesinlikle aykırıdır.

İnsanlarla ilişkilerde temel kural, anlaşmazlık noktaları değil, bilâkis anlaşma noktaları olmalıdır. İnsanlar, öncelikle anlaştıkları noktalarda diyalog kur-lamı ve bu konular üzerinde tartışma ortamı hazırla¬malı. İnsanların ilk anda anlaşamadığı konular üzerin¬de tartışması ve bu konuların etrafında anlaşmaya çalışması, karşılıklı münâsebetlerin devamına engel olan bir davranıştır. Buna mukabil, mevcut ortak noktala¬rın bulunup onlar üzerinde tartışılması ve bu konular etrafında uzlaşılmaya çalışılması ise, eğitim için zo¬runlu bir harekettir. Eğitimcinin görevi, insanlara iyi¬yi, güzeli, doğruyu anlatmak ve bunun için de onlara iyi davranmaktır. Zira iyilikle kötülük asla bir değil¬dir.  İyi davranış, mutlaka karşılığında iyi davranışı bulur. Kötü davranış ise, karşılığında kötü davranışı görür. Eğitimde güven, samimiyet ve iyi ilişkiler, temel kurallardandır. Bu nedenle karşısındakinden kendisi¬ne güven duymasını isteyen kişi, önce kendisi başkala¬rına güven duymalıdır. Dostluk, sevgi ve anlayış bekli-yen kişi de, dostluk, sevgi ve anlayış göstermelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, kendisine düş¬man olan kişilere bile iyilik yapılmasını emretmekte ve bu hareketin, dostluğa yol açacağını açıklamaktadır. Ayette, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü iyilik¬le savuştur. O zaman göreceksin ki, seninle düşman olan kimse, sana sımsıcak bir dost oluvermiştir”  de¬nilmektedir. Bu davranış, Kur’ân’a göre olgunluk işaretidir. Bu olgunluğa ancak, sabredenler erişebilir.  Bu emriyle Allah Teâlâ, düşmanlarımıza dahi dost gibi davranmamızı, hattâ onlara maddî ve manevî iyilikte bulunmamızı istemektedir. İnsanlar arasında esas olan şey, düşmanlık değil, dostluktur. Düşmanlık, geçi¬ci bir durumdur. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra kendisine düşman olan kişileri bile affetmiştir. Hattâ öldürülmesini emrettiği kişileri bile, daha sonra çeşitli vesilelerle affetmiş ve hayatlarını bağışlamıştır. Bu örnek, Resûlüllah’ın insanlara düşman gözüyle de¬ğil, dost gözüyle baktığını göstermektedir.

İnsanlar arasındaki her çeşit ilişkide, özellikle din eğitiminde dostça tavır kadar, tatlı dil ve yumuşak sö¬zün de büyük rolü bulunmaktadır. Allah Teâlâ’nm “kavlen leyyinen” (yumuşak söz) ifâdesi, aynı zaman¬da, sert olmayan, ılımlı ve tatlı bir konuşmayı da kap¬samaktadır. Bir atasözünde “tatlı dil, yılanı deliğinden çıkartır” denilmektedir. Karşımızda bir Fir’avn da olsa, bir yılan da olsa, ona tatlı dil ile hitabedilecektir. Hiç bir insan, Fir’avn kadar kötü olamıyacağına veya en az onun kadar kötü olacağına göre, neden onunla yumu¬şak ve tatlı konuşulmasın?

Kur’ân-ı Kerim’de, “Eğer ortak koşanlardan biri eman dileyip, yanına gelmek isterse, onu yanına al ki Allah’ın sözünü işitsin, sonra onu güven içinde bulu¬nacağı yere ulaştır. Böyle yap, çünkü onlar bilmez bir topluluktur”  buyrulmaktadır. Şayet insanlar, barış içinde yaşamak isterlerse, onlarla barış yapılması is¬tenmektedir.  Yine insanlar, barış içinde yaşamak is¬terlerse, onlara saldırmak ve düşmanca tavır takın¬mak da yasaktır.  Kur’ân’ın saldırmamak ve savaş aç¬mamak şartıyla bütün inkarcılara karşı genel tavrı bu¬dur. Bu barış demektir, dostça tavır demektir. İlk anda muhataba karşı düşmanca bir tavır takınmak, onu bir dost gibi kabul etmemek, onun antipatisini kazanmak demektir. Antipati ise, sevgiyi değil, nefreti doğurur. Nefretin de sonu inkârdır. Eğitimde esas olan nefret değil, antipatik olmak değil, sempatik olmak ve sevgi kazanmaktır. Bu da dostça tavır takınmaya bağlıdır.

Hz. Peygamber, inanmadığı halde amcası Ebû Talibe karşı dostça tavır takınır ve onu ziyaret ederdi. En büyük arzusu onun müslüman olmasıydı. Ebû Tâlib, ölüm döşeğinde iken bile, onun inanmasını istemişti. Fakat sosyal etkilerin tesiriyle Ebû Tâlib inan¬mamış ve inkâr içindeyken ölmüştü. Hz. Peygamber’in, onu inanmaya zorlamasını Allah Teâlâ, hoş karşılama¬mış ve “sevdiklerini hidâyete erdiremezsin, ancak Al¬lah erdirir”  âyetiyle onu uyarmıştı.

Hz. Peygamber, kendisine saldırılmadıkça, saldır¬mamış ve düşmanca tavır takınmamıştır. Herkese git¬miş, herkesle konuşmuş ve herkese İslâm’ı anlatmıştır. İnsanlar arasında, tebliğ açısından bir ayırım yapma¬mıştır. Hattâ tebliğ ve eğitimde, inanmıyanı, inanana tercih etmiş fakat bu da Allah tarafından hoş karşılan¬mamıştır.  İslâm’ın din eğitimindeki temel prensip bu¬dur. Bunun dışındaki uygulamalar, ya zaruretin bir so-nucudur, ya da bu prensibin dışında bir uygulamadır. Zaruretler ve ruhsatlar, geçicidir, asıl prensipler sü¬rekli ve devamlıdır. Bir din eğitimcisi, öncelikle geçici olan şeyleri değil, devamlı ve sürekli olan şeyleri tercih etmelidir.

II. GÜZEL KONUŞMA

Kur’ân-ı Kerim, yalnız imandan, ahlâktan, ibâdetten, doğruluktan ve hidâyetten bahsetmez, aynı zamanda güzelliklerden de bahseder. Kur’ân, insanla¬rın, bitkilerin, hayvanların güzelliklerinden bahsettiği gibi, göklerin, yıldızların ve galaksilerin de içine dahil olduğu bütün kâinatın da güzelliklerinden bahseder. Bizzat Kur’ân’ın kendisi güzellikler kitabıdır. O’nun güzelliği, muhtevada olduğu kadar, ifâde ve üslubda da bulunmaktadır.

Kur’ân’da “güzellik” kavramıyla birlikte zikredi¬len konular arasında, “güzel konuşma”  da yer almak¬tadır. “Güzel konuşma”nın yanında “güzel netice” , “güzel isimler” , “güzel kelime” , “güzel iş , “güzel mücadele ”, “güzel yaklaşım” , “güzel makam”  ve “güzel kıssa”  kavramları özellikle dikkat çekmekte¬dir.

Kur’ân1 a göre, kâinat güzellikler şaheseri olduğu kadar,  insan da güzellikler sembolüdür. Kur’ân’ın ifadesiyle insan, “ahsen-i takuîm” dir. Gerek kâinat, gerekse içindekileri yaratan “Allah, güzeldir” , “Gü¬zelliği sever.”  Bunun için Allah, her şeyde ihsanı (gü¬zellikleri) yaratmıştır. Savaşta düşmanı dahi öldürür¬ken, zarif olmamızı istemiştir.  Mezarın içinde hafif bir kazılış hatâsı vardır. Bu hatâyı gören Hz. Peygam-ber, derhal bu hatanın düzeltilmesini istemiştir. Bu¬nun üzerine ashabdan birisi, “Bu ölüyü rahatsız eder mi?” diye Resûlüllah’a sormuş o da, “Gerçekte böyle şeyler ölüyü ne sıkar ne de ona rahatsızlık verir, fakat bu sağ olanların gözüne güzel görünmek içindir”  de¬miştir.

Bir başka gün, saçı sakalı birbirine karışmış ve dağılmış bir şekilde bir adam, Hz. Peygamber’i Mescid-i Nebevî’de ziyaret etmek istemişti. Hz. Peygamber, ona işaret ederek saçını ve sakalını düzeltmesini iste¬di. O adam da bunu derhal yapmış ve tekrar Hz. Pey-gamber’in yanına gelmişti. Bu olaydan sonra Hz. Pey¬gamber, “Saçları şeytan gibi gelmekten böyle gelmek, sizin için daha hayırlı değil mi?” demişti.  Hz. Pey-gamber’i böyle düşünmeye ve davranmaya sevkeden hiç şüphesiz, çok tekâmül etmiş estetik bir zevke sahip oluşu yanında, Kur’ân’ın muhtevâsındaki şaşırtıcı gü¬zelliklerdir. Kur’ân, pek çok âyetinde yer yüzündeki güzelliklerden bahsetmekte, dikkatimizi bunlara çek¬mektedir.

Hz. Peygamber, din neşri işlerinde çalışacak kim¬selere ihtiyaç duyduğu zaman, halîm, selîm ve güzel söz söyliyebilen, belagat sahibi, İslâm ilahiyatı konu¬sunda iyi yetişmiş, zâhid ve dinin en küçük bir hükmü¬nü dahi yerine getiren kimseleri seçer , onlara din eği¬timi ve öğretimi görevi verirdi. Valilik seçiminde ise, daha başka meziyetler arardı. Valilerine söylemiş ol¬ması muhtemel aşağıdaki söz, Hz. Peygamber’e atfedi¬lir: “Şayet bana bir haberci gönderecek olursanız, bunu vechi (yüzü) nûrânî, yakışıklı ve adı güzel olanlardan seçiniz.” . Nitekim kendisi de yakışıklılığından ve gü¬zelliğinden dolayı Dıhye’yi iki kere Bizans İmparatoru Heraklius’a göndermişti.

Hz. Peygamber, hem güzel konuşur, hem de çok güzel Kur’ân okurdu. Buharî’nin naklettiğine göre, Be-ra 6. Azib Resûlullah’tan daha güzel Kur’ân okuyan bir kimse görmediğini ve işitmediğini ifâde etmiştir.

Cübeyr b. Mut’im de, Hz. Peygamber’in Tür sûresini okuduktan sonra müslüman olduğunu söylemektedir.  Hiç şüphesiz bunda Kur’ân’ın muhtevası ön plânda bu-lunmaktadır. Bununla beraber Hz. Peygamber’in güzel sesinin ve Kur’ân’ı güzel okuyuşunun da etkisini hesa¬ba katmalıyız. Zira Hz. Peygamber, “Kur’ân’ı sesinizle güzelleştiriniz.”  buyurmaktadır.

İnsanı belirli duygularla yaratan ve onu en iyi ta¬nıyan Allah Teâlâ, insanlara tebliğini ulaştıracak ve onları eğitecek olan Hz. Peygamber’e “Kullarıma söy¬le: En güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına girer. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır.”  emri¬ni vermektedir. Kullardan maksat, müslümanlardır.  Kur’ân âyetlerinin çoğunda kul lâfzı, mü’minlere ait bulunmaktadır. Mü’minler kendilerine muhalif kişilere İslâm’ı anlatırken, delillerini sunarken bunu, güzel sözlerle yapacaklardır.  Her durumda ve her konuda söylenecek sözün en güzelini seçeceklerdir.  Böylece aralarındaki mevcut iyi ilişkilerin şeytan tarafından bozulmasını önlemiş olacaklardır. Şeytan, insanlar arasında kullanılan kötü ve sert sözleri vesile yaparak onların arasına soğukluk sokar ve aralarını açar. Sar-fedilen sert ve kırıcı sözlere verilecek cevaplar da sert ve kırıcı olur. İnsanlar arasındaki iyi münâsebetler, yerini çekişmelere terkeder. Çekişmeler de düşmanlığı getirir. Tatlı ve güzel sözler ise, yaraları iyileştirir, ka¬tılıkları giderir ve onları sevgi mihveri etrafında top¬lar.

Ibn Kesir’e göre, mü’minler birbirleriyle olan ko¬nuşmalarında, hitaplarında ve sözlerinde en güzel söz¬leri ve ifâdeleri kullanmak zorundadırlar. Aksi takdir¬de şeytan onların arasını açar, sözü fiile döndürür ve aralarında düşmanlık ve çatışma meydana getirir. Bu¬nun için hiç bir müslüman, kardeşine sert ve kaba lâflar söylememelidir.  Şevkânıye (ö. 1250/1834) göre müşriklere karşı da sert ve kaba söz söylenmemelidir.

Sosyolojik tefsir ekolüne mensup çağdaş müfessir-lerden Mustafa el-Merağî (ö. 1364/1945)’ye göre bu âyetin anlamı, müslümanların, müşriklere ve diğerle¬rine olan husumetlerine rağmen, onları ikna için onla¬ra güzel sözlerin söylenmesi ve asla onlara söğülmemesi ve küfür edilmemesidir.  Bu âyet, Hz. Ömer hak¬kında nazil olmuştur. Kendisine bir adam küfretmiş, bunun üzerine Hz. Ömer onu öldürmeye teşebbüs et¬miş ve neredeyse bir fitne zuhur edecek hale gelmişti. Âyet bu olay üzerine nâkil olmuştur.

Bu yorumlardan çıkartacağımız neticeye gelince, müslümanlar, özellikle eğiticiler, muhataplarına düş¬manca tavır takınmamalı, onlara güzel sözler söyleme¬lidir. Kişilere değil, kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıdır. Kişiye nefis mü-dafaası yaptıracak kötü sözler söylenmemelidir. Bilâkis kişiyle fikrini birbirinden ayırmalı ve şahsiyeti¬ni koruyucu güzel sözler söylenmelidir.

Din eğitiminde güzel sözlerin ve ifâdelerin önemi¬ni hiç kimse inkâr edemez. Üslûbu ve muhtevası güzel bir ifâde insanı yumuşatır ve katı tavrını terketmede ona yardımcı olur. Üslûbu ve muhtevası kaba ve çirkin bir ifâde ise, insanı daha da katılaştırır ve katı tavrı¬nın devamım sağlar. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, kulları¬ma söyle, insanlara güzel söz söylesinler demektedir. Bu demektir ki, din eğitimcisi, ağzına argo kelimeler ve kaba sözler almıyacak, güzel konuşacak ve nâzik olacaktır.

Hz. Peygamber, “Beyanda sihir vardır”  derken, güzel sözün gücünü anlatmakta ve yermeyi, yerici be¬yanlarda bulunmayı, fitnenin iki unsuru saymakta¬dır.  İnsanları kınayıci, yerici ve hicvedici sözleri ke¬sinlikle yasaklamaktadır.  “Şiirde hikmet vardır.  İmam Şafii’ye göre, şiir bir sözdür, güzeli güzel, çirkini de çirkindir.  Şiirin hikmetli oluşu, onun hem ifâdesinin hem de anlamının güzel oluşundandır. Gü¬zel konuşma ve nâzik tavır, din eğitiminin temel pren¬siplerinden biridir ve temel prensibi de olmalıdır.

 

III. KALELERİ ISINDIRMA

Her insan, güler yüz ve tatlı dilden, iltifattan, kendisi için yapılan fedakârlıklardan ve yardımlardan az veya çok etkilenir ve bunlardan bir ölçüde memnun kalır. Bu davranışlar, kendisine değer verildiğini veya kendisine düşmanca bir tavır takınılmadığını gösterir. Karşılıklı sempatinin ve güven ortamının doğmasına yardımcı olur. Biliyoruz ki, sempatinin sonucu, sevgi; sevginin sonucu da inanmadır. Peygamber’in uygula¬dıkları ve Kur’ân’ın da teşvik ettiği prensiplerden birisi de budur. Meselâ Hz. Musa’nın Medyen suyuna ulaş-’ tığında hayvanlarını sulamakta güçlük çeken iki genç kıza yardım etmesi ve daha sonra bu iki kızın babası tarafından işe alınması , Kuranın zikrettiği bir olay¬dır.

Kur an-ı Kerim, “sadaka” , “infâk’ ,  “itam” , “ihsan”  ve “karz-ı hasen’  kavramlarıyla, muminle-ri fedakârlığa ve yardıma teşvik ederken, aynı zaman¬da yoksul, düşkün ve yetimin gözetilmesi , köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması , misafirlerin doyurulup yatırılması   ve  insanların  kalblerinin İslâm’a ısmdırılması (müellefe-i kulûb)  gibi emirle¬riyle de dikkatimizi bu konuya çekmektedir. Özellikle zekât verilecek sekiz zümre arasında “kalbleri islâm’a ısmdınlması gerekenler” in zikredilmesi, ve verme ile kalbin yumuşaması arasında doğrudan bir ilişkinin kurulması, din eğitiminde bu prensibin önemini daha da artırmaktadır.

Hz. Peygamber, bu parayı manevî konulara ve İslâm’a karşı yakın alâka duymayan kişilere ve kabile başkanlarına vermiş ve böylece onların kalblerini İslâm’a ısındırarak taraftar kazanmak istemiştir. Veya en azından islâm’a olan kin ve düşmanlıklarını azalt¬mıştır.

Hz. Peygamber’in bu uygulamasını, Hz. Ebû Be¬kir halîfe olunca da aynen devam ettirmiş ve toplanan zekâtlardan kalbleri islâm’a ısındırılacak kişilere öde mede bulunmuştur. Fakat Hz. Ömer halîfe olunca, aralarında Uy ey ne b. Hısriın da bulunduğu bu kişilere ödemeyi durdurmuş ve İslâm’ın Uyeyne b. Hısn gibi ki¬şilerin dostluğunu kazanmaya artık ihtiyacı kalmamış¬tır, diyerek toplanan zekâtlardan bunlara vermemiş¬ti.  Bu konuda nakledilen bir diğer olay da şudur: Me¬dine’de devlet muhasebesi işlerinde çalışan ve İslâm’ı henüz kabul etmemiş olan bazı gayr-i müslimlerin kalblerini kazanmak maksadıyla onlara bir takım he¬diyeler verilmesi Hz. Ömer’e teklif edilmişti. Hz. Ömer de buna kızmış ve maddî kazançlar için ihtida eden kimselere İslâm’ın ihtiyacı yoktur, diyerek bu teklifi reddetmişti.

Hz. Peygamber tarafından uygulanan ve ilk halîfesi Hz. Ebû Bekr tarafından da uygulaması devam ettirilen bir Kur’ân âyetinin Hz. Ömer tarafından ilga edilmesi veya neshedilmesini düşünmek herhalde mümkün değildir. Hz. Ömer’in bu uygulamasını, ilga ve neshe bağlamak, bir âyetin ancak bir âyetle veya bazı âlimlerce sünnetle olabileceğini, bunun dışında hiç bir şeyin âyeti neshedemiyeceğini bilmemek demek olur ki, bu da böyle düşünen fakihler için hiç de hoş bir netice değildir. Belki bazı hanefî hukukçuları, Hz. Ömer’in bu özel (hâs) uygulamasını, genel bir uygula¬ma (âmm) sanarak böyle bir sonuca ulaşmışlardır.

Taberî, (ö. 310/922) Câmiu’l Beyân adlı tefsirinde Tevbe Sûresinin 60. âyetini açıklarken, bu konudaki görüşleri ve rivayetleri naklettikten sonra şöyle de¬mektedir: Allah vergileri iki gaye için emretmiştir: Biri müslümanların arasındaki fakirlerin yardımına koş¬mak, diğeri de İslâm’a yardım etmek ve onu güçlendir¬mek için. İslâm’a yardım etmek ve onu güçlendirme hususunda fakirlere olduğu kadar zenginlere de saka-da verileceği muhakkaktır. Zira bu durumda, istifade edilecek kişinin ihtiyaçları dikkate alınarak sadaka ve¬rilmekte ve sonuç olarak İslâm dinine yardım dikkate alınmaktadır. Kalbleri kazanılacak kişilere, zengin da¬hi olsalar İslâm dâvasının iyileşmesi ve kuvvetlenmesi için yardım yapılması da bu tür yardımlardandır. Bu durumda günümüzde bir kimsenin çıkıp da, artık kalb¬leri kazanmaya ihtiyaç kalmadı, çünkü müslümanların sayısı arttı ve düşmanlara karşı kendisini müdafaa edecek güce geldi demesi haklı sayılmaz.

 

İbn Arabi (ö. 542/1147)’ye göre, İslâm güçlüyse kalbleri ısındırmak için insanlara yardım etmiye gerek yoktur. Şayet yardıma ihtiyaç duyulursa, Hz. Pey¬gamber’in yaptığı gibi yapılır ve devlet gelirlerinden bir kısmı bu kimselere verilir. Zira Hz. Peygamber, “İslâm zayıf olarak başlamıştır ve yeniden ilk başladı¬ğı gibi zayıf hale gelebilir” buyurmuştur.

Hanefî huhukçularından Kasanı (ö. 587/119l)’ye göre ise, bu konuda görüş ayrılığı mevcuttur. Bazı âlimler ki hanefî âlimleri bu gruba dahildir, müellefe-i kulûb artık yoktur, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ödeme durdurulmuştur derler. İmam Şaftının bir gö¬rüşüne göre, bu hüküm devam etmektedir. Diğerleri ise, bunlar arasında İmam Şafiî de vardır, müellefe-i

kulûb’un hissesi devam etmektedir, Hz. Peygamber’in sağlığında bunu alan kimselere, bu hisseleri daha son¬ra da ödenmiştir, binânealeyh bugün de İslâm’ı henüz yeni kabul etmiş kişilere onları memnun etmek ve hidâyetlerini sağlamlaştırmak için verilmelidir, derler. Aynı şekilde düşman tarafında bulunan başkanlara dahi, şayet güçlü ve kudretli iseler ve İslâm’a bu ne¬denle zararları dokunacaksa hisseleri ödenecektir. Çünkü Hz. Peygamber’in bu gibi kimselere ödemede bulunurken mevcut olan sebebler, bu gibi kimseler için de geçerlidir.

Alûsî (ö. 1270/1854)’nin naklettiğine göre, Zührî, Ebû Ca’fer, Muhammed b. Ali ve Ebû Sevr gibi âlimler, müellefe-i kulûb’un devam ettiği görüşünde¬dirler.  Hattâ Zührî, bu konuda nesih olduğunu bilmiyorum demiştir.  Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209) ise, bu âyetin hükmü, müslüman olsun veya olmasın herkese genel (âmm)dir. Doğru olan husus, bu hükmün mensuh olmadığı dır,  demektedir.

Medenî sûrelerden biri olan Bakara’da Cenâb-ı Hak, “Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel. Eğer on¬ları gizleyerek verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır, ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır. Allah yaptıklarınızı duyar. Ey Muhammed onları yola getir¬mek sana düşmez. Allah dilediğini yola getirir. Verdi¬ğiniz her hayır, kendiniz içindir”  buyurmaktadır.

Sadaka ile ilgili bu âyetlerin başı ile sonu, Allah’ın kulları arasında hiç ayırım yapmadan, mü’min kâfir, müslüman gayr-i müslim, iyi kötü her yoksula yardım etmek gerektiğini anlatıyor. Çünkü onları doğru yola iletmek Allah’a ait bir şeydir. Herkes inancından dola¬yı Allah’a karşı sorumludur. Yardım ederken insanın inancını araştırmak, kendi inanç ve düşüncesinde ol¬mayan yoksula yardım etmemek doğru bir hareket de-ğildir.  Nitekim İbn Abbasın bir rivayetine göre, Hz. Peygamber, bu âyetin nüzulünden sonra herkese sada¬ka verilmesini emretmiştir.

Müslim’in Sahih’inde nakledilen bir hadîs, bu so¬nucu desteklemektedir. Ebû Hüreyre’den rivayet edi¬len bu hadîste Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur:

“Bir adam: Ben bu gece sadaka vereceğim, dedi. Sadakasını götürdü ve geceleyin bir fahişenin avucuna koydu. Sabahleyin insanlar:

Sen bir fahişeye sadaka veriyorsun dediler.

O adam: Allah’ım, fahişeye sadaka verdiğim için sana hamdolsun, bu gece de sadaka vereceğim dedi. Götürüp bir zenginin avucuna koydu.

Sabahleyin insanlar: Sen zengine sadaka veriyor¬sun dediler.

O adam: Allah’ım zengine sadaka verdiğim için sana hamdolsun, bu gece yine sadaka vereceğim dedi. Bu defa da götürüp sadakasını bir hırsızın avucuna koydu. Yine insanlar, sen geceleyin hırsıza sadaka ve¬riyorsun, demeye başladılar.

O adam: Allah’ım fahişeye de, zengine de, hırsıza  da verdiğim sadakadan dolayı sana hamdolsun dedi.

Ona gizliden gelinip şöyle denildi: Senin sadakan kabul edildi. Sadaka verdiğin kimselere gelince, belki fahişe uslanır, fuhuştan vazgeçer, zengin ibret alır da o da Allah’ın verdiğinden verir ve belki hırsız da hırsız¬lığından tevbe eder.”

Kurtubî’mn naklettiği bir başka olay da şudur: Hz. Peygamber, İslâm’a saldıran bir şâir için, gidiniz ve dilini kesiniz, demiştir. Bunun üzerine o şâire mem¬nun kalacağı kadar mal vermişlerdi. Bu da onun dilini kesmek demekti.

Öyle görülüyor ki, Mekkî âyetlerde emredilen sa¬daka, yardımlaşma ve fedakârlık, Medenî âyetlerle de destekleniyor, hattâ kapsamı biraz daha genişletilerek sadaka verilecek kişiler arasına inanmıyanlar da dahil ediliyordu. Özellikle zekât verilecek sekiz zümre içine kalbleri İslâm’a ısındırılacak kişilerin dahil edilmesi ve bunlara farz olarak toplanan zekâttan verilmesi, İslâm’ın anlatılmasında ve güçlenmesinde önemli bir rol oynadığı şüphesizdir. İşin aslına bakılırsa, fedakârlık ve yardımlaşmada çift yönlü bir menfaat sözkonusudur. Vermenin, yardımlaşmanın ve fedakârlığın faydası, sadece verile¬ne değil, aynı zamanda verenedir. Bu, hayat kurtar-mak için kan vermeye benzer. Verilen kan, bir hayat kurtarır ama, aynı zamanda karı verenin sağlığını da korur, veya koruyucu hekimlik görevini yapar. Birisi, almakla sağlığa kavuşurken, diğeri de vermekle sağlı¬ğını korur. Psikolojik bir yaklaşımla, birisi alma duy-gusunu doyuma ulaştırırken, diğeri de verme ve fedakârlıkda bulunma duygusunu tatmin eder. Bir di¬ğer ifâde ile, veren kişi, vererek mutlu olurken, diğeri ihtiyacı giderildiği için mutludur. Bir müslümanın en büyük mutluluğu, kendisinden ve malından bir,şeyler vererek Allah rızasını kazanmaktır. İslâm’a göre bir müslüman, ancak vermek ve yapmak suretiyle Allah rızasını kazanabilir. Yani, namaz ve oruç gibi ibâdetlerle kendisinden, zekât ve sadaka gibi ibâdetlerle de malından vermek suretiyle Allah rızası-na ulaşabilir veya bu rızaya giden yola girmiş olur.

Vermek sadece maddî olan şeylerle olmaz. Bilâkis bununla birlikte manevî olan şeylerle de olur. Eğitim¬de, özellikle din eğitiminde vermenin önemi inkâr edi¬lemez. Bir din eğitimcisi, kendisinden, varlığından ve imkânı ölçüsünde malından vermedikçe kalbleri kaza¬namaz ve sempatik olamaz. İnsanlara, bilgisiyle, bece¬risiyle, aklıyla ve fedakârlığı ile yardımda bulunan bir eğiticinin başarısı, hiç şüphesiz bunları yapmayan bir eğiticiden daha fazla olacaktır. Bir din eğitimcisi, önce¬likle insanların kalblerini İslâm’a ısındırmak ve İslâm’a karşı olan tavırlarını yumuşatmak zorundadır. Bu yumuşatma, maddî ve manevî fedakârlıklarla, sa¬bırla ve zamanla olur. Bir din eğitimcisinin yapacağı maddî ve manevî fedakârlık, kendisini alan el değil, veren el durumuna getirecek ve Hz. Peygamber’in öğ-düğü bir kişi yapacaktır.  Allah da müslümanların malları ve canları mukabilinde cenneti vaad etmek¬tedir.  Bu nedenle diyebiliriz ki cennet, maddî ve manevî fedakârlıkların neticesinde elde edilecektir.

 

IV. DÜŞÜNDÜRME VE AKIL YÜRÜTME

Kur’ân-ı Kerim’in önemle üzerinde durduğu ve önem verdiği konulardan biri de, insanların düşünmesi, aklını kullanması ve bu vasıtayı kullanarak Hakk’a ulaşmasıdır. Kur’ân bir yandan insanları düşünmeye davet edip şartlanmayı ve körü körüne bir şeye bağlan¬mayı kınarken, diğer yandan da verdiği örneklerle on¬ları akıl yürütmeye zorlamaktadır. Hiç şüphesiz iman, bir kalb işidir, yani imanın merkezi kalbdir. Orası, Yü-ce Yaratıcı’nın muhatabı ve nazargâhıdır.  Kalb, Al¬lah’a yaklaşan, O’na yönelen ve O’nun için amel eden şeydir.  Kur’ân’a göre, insanın düşünen, anlıyan, kav-rıyan, inanan ve şüphe eden yanı da yine kalbdir.  Bu anlamda kalb, maddî değil, manevîdir ve cismanî kalb-le yakın bir ilişkisi vardır.

Kalbe ait bu fonksiyonlardan bir kısmının, beyinle ilgili bulunduğunu bugünkü ilim bize haber vermekte¬dir. Bu takdirde kalbin beyinle bir ilişkisi bulunmakta¬dır. Anlamak kalbin değil, beynin görevleri arasında¬dır. Kur’ân-ı Kerim: “Kalbleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar” demek suretiyle, anlamayı kalbe bağla¬maktadır. Bundan da anlıyoruz ki, kalbin beyinle ya¬kın bir ilişkisi mevcuttur. Bu ilişkinin derecesini henüz bilemiyoruz.

İnsanı inanmaya götüren yollardan birisi, onun his ve duyguları ise, diğeri de aklı ve tefekkürüdür. Kur’ân-ı Kerim, düşünme ve akıl yürütme ile ilgili olan “nazar, “tedebbür”, “tefekkür” ve “araştırmayı emre¬den âyetlerin yanında “akıl”  ve onunla ilgili kavramla¬rı bolca zikretmek suretiyle, bizi düşünmeye ve akıl yürütmeye âdeta zorlamaktadır. Hem Kur’ân-ı Kerim hem de Allah’ın en büyük eseri olan kâinat, O’nun varlığına ve birliğine işaret eden delillerle doludur. Bu de¬liller her yerde ve her şeydedir. Bakan bir göze göre bazen bir kuşta, bazen bir gezegende ve bazen de yıkık bir harabededir.  Kur’ân, insanları, tabiatın değişmez kanunlarını araştırmaya, bu kanunların oluşumunu düşünmeye ve böylece ufukları geniş bir hayat yaşa¬maya çağırmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, bu konuya çok önem vermekte ve tabiat olaylarını kendi varlığının bir delili olarak göstermektedir. “Şüphesiz göklerde ve yerde insanlar için (Allah’ın varlığına) işaretler var¬dır. Sizin yaradılışınızda ve (yeryüzünde) yaydığı canlılarda, kesin olarak inananlar için âyetler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi) indirip onunla ölümden sonra yeri dirilt-mesinde, rüzgârı yönetmesinde aklını kullanan bir top¬lum için işaretler vardır. İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir.”

“O’nun âyetlerinden biri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla, ölümden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler var¬dır.”

Bu âyetler, insanı aklını kullanmaya davet etmek¬te ve aynı zamanda da aklın üzerinde düşüneceği konuları açıklamaktadır. İnsan, tabiat olaylarına, sos¬yal olaylara ve kısa tabiata bakarak bunlar üzerinde kafa yoracak, düşünecek ve neticede Allah’ın varlığını ve birliğini bulacaktır. Cenâb-ı Hak, insanı eserden müessire, resimden ressama, varlıklardan yaratıcıya götüren metoda ve onu bu konularda düşündürerek bir sonuca varma prensibine, büyük bir önem vermiştir. “Öyle ki, tabiat olaylarına ve pozitif ilimlere ait âyetleri, hukuka ait âyetlerden daha fazla zikretmiş ve ilâhî inayetin bunlara yönelmesi, fıkıh hükümlerine yönelmesinden daha çok olmuştur.”  Bunun sebebi de hiç şüphesiz, imanın, amelden önce gelmesidir. Önemli olan, insanların inanmasıdır. Amel daha sonra gelir. Zira imansız bir amelin hiç bir faydası yoktur. Ancak sadece iman da yeterli değildir. İmanı korumak ve de¬vamını sağlamak için amele ihtiyaç vardır. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, öncelikle insanların inanmasını arzu et¬mekte ve imanla alâkalı konuları daha fazla zikret¬mektedir.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemide, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirme¬sinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlı¬ğına) deliller vardır.”  Hz. Peygamber “bu âyeti oku¬yup da düşünmeyenlere yazıklar olsun” demiştir.

Kur’ân bu tür âyetleriyle, muhataplarını düşün¬meye ve araştırmaya davet ederken, aynı zamanda dü¬şündürme ve akıl yürütme prensibini de ortaya koy¬maktadır. Akıl ve irâde, Allah’ın bütün insanlara bahşettiği iki kuvvettir. İnsan, bu iki kuvvetten akıl vasıtasıyla Yaratan’ını tanıyacak, iradesiyle de Yara-tan’ının emirlerini yerine getirecektir. Kur’ân-ı Ke-rim’deki emirleriyle Allah, insana lütfettiği aklı, kendi¬sinden kullanmasını istemiş ve verdiği örneklerle de onu düşünmeye sevketmiştir. Bu, Kur’ân-ı Kerimin or¬taya koyduğu önemli prensiplerden biridir. Bir din eği¬timcisi de Kur’ân’ın ortaya koyduğu bu prensibi esas alarak, insanları düş.ünmeye ve akıl yürütmeye sevke-dici konular üzerinde önemle durmalıdır. İnsanları dü¬şündürmek, asla vaz geçmediği bir prensip olmalıdır. Bu nedenle dinî konuşmalarında ve verdiği misâllerde, hissî olmanın yanında düşündürücü de olmalıdır. İn¬sanlara en azından “abaca?” sorusunu sordurtabilme-lidir. Bu soruyu kendi kendine soran bir insan, o konu¬da düşünmeye başlamış demektir. Düşünen bir insan ise, er veya geç hakikati bulabilecek kişi demektir. Önemli olan bir insanın düşünmeye başlamasıdır. Bir din eğitimcisinin en önemli görevi de, insanı düşünme¬ye sevketmesidir, ona “acaba?” dedirtmesidir.

Özellikle günümüzde halkın dinî eğitim ve öğreti¬mi ile uğraşan din adamları, daha ziyade onların duy¬gularına hitabetmekte ve dramatik konuşmalarıyla on¬ları etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu uygulama, bazı konular ve özel durumlarda olumlu neticeler verebilir. Ancak etkisi kısa sürelidir. Daha etkili ve güçlü hissî konuşmalar karşısında te’siriııi kaybeder. Sürekli etki ve te’sir ancak düşünce ve tefekkür sayesinde olur. Bu nedenle din adamları, etkisi ve te’siri uzun süreli olan prensibi, yani düşündürme prensibini tercih etmelidir¬ler. “Düşünüyorum o halde varım” diyen Descartesin bu sözünü asla unutmamalıdırlar. Var olmanın şartı, düşünmektir, o halde din adamının bir görevi de dü¬şündürmek olmalıdır. Konuşmaları, insanları düşün¬dürecek ve kafa yoracak konular üzerinde yoğunlaş¬tırmak gerekir. Aksi takdirde Kur’ân’ın çok önem ver¬diği bu prensip, askıda kalmaya mahkûmdur. Bizim görevimiz, bu prensibi askıya almak değil, bilâkis ona islerlik kazandırmaktır. Bunun için de Kur’ân’ı anla-mamıza yardımcı olan her türlü bilgiden ve ilimden istifade etmek ve inanan veya inanmıyan herkese sağ¬lam bir Kur’ân kültürü sunmak lâzımdır. Bu da Kur’ân’ı en iyi bir biçimde anlamak ve gelişen ilimlerin ışığında onu yorumlamakla olur.

 

Çağımız insanının eksik olan yönlerinden birisi de, yeterli, sistemli ve doğruya daha yakın bir Kur’ân kültürüne sahip olmayışıdır. Kur’ân-ı Kerim, bizi dü¬şünmeye ve muhakemeye çağırmaktadır. İnsanın biz¬zat kendisi ve etrafını saran tabiat, Allah’ın kudretini isbat eden en güzel delillerdir. “Yer yüzünde tam bilgi sahipleri için ilâhî hakikatin alâmetleri vardır. Sizin kendinizde de öyle. Halâ görmiyecek misiniz?”  “On-lar bakmıyorlar mı, deve nasıl yaratıldı? Gökler nasıl yükseltildi? Dağlar nasıl dikildi? Yer nasıl yayılıp dö¬şendi?”

“Andolsun ki ilkin nasıl yaratıldığını biliyorsu¬nuz. Öyle ise bundan niye ibret almıyorsunuz? Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohumu haber verin; onu siz mi bitiriyorsunuz biz mi? Eğer dileseydik onu kuru bir ot kırıntısı yapardık da siz de şaşakalır diniz. Ve biz gerçekten ağır bir borç altına girmişiz, daha doğrusu biz umduğumuzdan mahrum kalmışız derdiniz. Şimdi içmekte olduğunuz suyu söyleyin bana; onu buluttan siz mi indir diniz y yoksa biz mi? Eğer dileseydik onu içilmeyecek tuzlu bir su yapardık. O halde şükretmeli değil misiniz? Şimdi bana yeşil bir ağaçtan çakmakta olduğunuz ateşi söyleyin. Onun ağacını siz mi yarattı¬nız biz mi? Biz onu hem bir ibret, hem de çöl yolcuları¬na faydalı bir nesne yarattık. O halde O Yüce Tanrının adını, yakışmayan şeylerden tenzih et.”

Bu âyetler insanı düşünmeye araştırmaya ve mu¬hakeme etmeye çağırmaktadır. İnsanı düşünmekten ve muhakeme etmekten alıkoyan şeylerin başında ise gaf¬let gelmektedir. Gaflet, insanı, hakikati görmekten ve doğruyu bulmaktaki alıkoyar. Bunun için insanın uya¬rılması, düşünmeye ve kafa yormaya davet edilmesi gerekir. Kur’ân bir uyarıcıdır. Peygamberler de birer uyarıcıdırlar. Peygamberimizden sonra uyarıcılık göre¬vi ise âlimlere ve din adamlarına verilmiştir. Bu ne¬denle din eğitimcisi halkı uyarmak, onları düşündüre¬cek tarzda konuşmak zorundadır.

V. MÜJDELEME VE KOLAYLAŞTIRMA

Kur’ân-ı Kerim’in açık beyânına göre, Hz. Pey¬gamber “beşîr” dir, “mübeşşîr” dir ve “mübeşşirlerden” dir. Kur’ân’da müjde ve bununla ilgili âyetlerin toplam sıyısı ise seksen yediye ulaşmaktadır.”  Allah’ın affetmesi ve rahmetinden ümid kesilmemesi ile ilgili âyetler bu sayıya dahil değildir. Yine şefaatle ilgili âyetler de bu sayının dışındadır. Bu nedenle müjdele¬me, bir Kur’ân prensibidir ve Peygamberlerin de en önemli vasıflarından biridir.

Allah Teâlâ’nın kullarına en büyük müjdesi, ‘‘rah¬metim, gazabımı kat kat geçmiştir”  müjdesidir. “Şayet Allah, insanları işledikleri günahlar yüzünden he¬men cezalandıracak olsaydı, yer yüzünde bir tek canlı bile bırakmazdı.”  “Çünkü O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.”  “De ki: Ey nefislerine fenalık yapmakta ileri gidenler, Allah’ın rahmetinden üriıid kesmeyi¬niz. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar”.

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber için de şöyle buyur¬maktadır: “Doğrusu biz seni, gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”  “Biz seni ancak bütün in¬sanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”  Hz. Peygamber de “Kolay laştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”  “Kim Kur’ân’ı se¬verse, müjdelesin”  buyurmaktadır. Arkadan gelenle¬ri müjdelemek yine onun emridir.

Terbiye edilmemiş ve kontrol altına alınmamış duygular sebebiyle kötülük yapan ve suç işleyen insan¬lara karşı, Kur’ân’ın genel bir ilkesi de müjdeleme ve onları ilk anda korkutmamaktır. Zira terbiye edilme¬miş bir insanın duyguları, kontrolsüz akıp giden bir nehre benzer. Akıp giden suları, baraj yaparak nasıl kontrol altına alabiliyorsak, eğitim ve öğretim ile de duygularımızı kontrol altına alabiliriz. Dinî eğitim ve öğretim ile de duygularımızı kontrol altına alabiliriz. Dinî eğitim ve öğretim görmemiş bir kişinin, duygula¬rının te’siri ile bir suç işlemesi onu rahatsız eder ve bundan dolayı da vicdan azabı çeker. Yaptığı bir hata¬dan ve işlediği bir suçdan dolayı, hemen onları kına¬mak ve korkutmak, yanlış bir metoddur. Böyle davran¬mak, onları düzeltmediği gibi, bilâkis onları daha ka¬ramsar yapar ve kötülük yapmaya sürükler. Yaptığı hatadan ve işlediği suçtan dolayı zaten vicdan azabı çe¬ken bu gibi kişilere, bir de bizim suçlamamız ve korkutmamız ilâve edilmemelidir. Bilâkis onu içine düştüğü kötü durumdan ve vicdan azabından kurtar¬mak gerekir. Bu da ona umut vermek ve onu teselli et¬mekle olur. Nitekim bir hadîslerinde Hz. Peygamber, doksan dokuz kişi öldürüp de vicdan azabı çeken bir kişiden söz eder. Bu kişi, kurtulmak ümidiyle bir din adamına başvurur, fakat o din adamı, ona karşı umut verici konuşmaz, hattâ hiç bir kurtuluş yolu olmadığım söyler. O kişi de, tekrar ümitsizliğe düşer ve o din ada¬mını öldürür. Ama yine vicdanı rahatsızdır, kurtulmak ister. Bir başka din adamına gider. Bu din adamı ona umut verir, suçlarından kurtulması için de içinde yaşa¬dığı ortamı terketmesini söyler. O da terkeder.  Bu Hz. Peygamber’in tavsiye ettiği ve uyguladığı bir pren¬siptir. Hz. Peygamber, bu hadîsinde, müjdeleme ve ko¬laylaştırma prensibim tavsiye etmekte ve en doğru ha¬reketin bu olduğunu söylemektedir.

Din eğitiminin amacı, öncelikle insanlardaki her türlü duyguyu eğitmek, duygular arasında denge kur¬mak ve deli bir ırmak gibi akıp giden duygulara gem vurmaktır. Duygularına gem vurulmamış, eğitilmemiş ve duyguları arasında denge kurulmamış bir insanın, hata işlemesi ve günah kazanması gayet tabiîdir. Böyle insanlara yardım etmek ve eğitmek gerekir. Yardım et¬menin ilk yolu da, öncelikle onu vicdan azabından kur-tarmak, ona umut vermek daha sonra da onu eğitmeye çalışmaktır. Bir insana umut vermeden, kısmen de ol¬sa onu vicdan azabından kurtarmadan onu eğitemeyiz. İnsanları korkularından kurtarmak ve onlara umut vermek gerekir. Zira her hatalı ve suçlu insan, itiraf etmese de görevini yapamadığı için suçluluk duyar ve vicdan azabı çeker. Çünkü tatmin edilmeyen veya do¬yuma ulaşmayan her duygu, kişiyi rahatsız eder, sıkın¬tıya sokar. Bunun için islâm dini, duygular arasında denge kurulmasını, birini diğerine tercih ederek bu dengenin bozulmamasını ister. İnsanın yaratılışında mevcut her duygunun mutlaka tatmin edilmesi gere¬kir. İslâm bu neticeye, iki şartla aynen iştirak eder. Helâl ve temiz olmak şartıyla.

Kur’ân-ı Kerim, peygamberleri müjdeci olarak göndermek suretiyle insan fıtratının umuda ne kadar muhtaç olduğunu da gösterir. Umut, her insan için zo¬runlu bir ihtiyaçtır, bu nedenle de tatmin edilmesi ge¬rekir. Tatmin edilmeyen bu duygu, insanı rahatsız eder. Rahatsız bir insan ise, verileni alamaz ve iyi eğitilemez.

Kur’ân’m emrettiği ve Hz. Peygamberin de uygu¬ladığı müjdeleme prensibini, günümüzün din adamı da uygulamalı, umutsuz kişilere umut, susuz kalblere su vermelidir. Özellikle çağımızda artan korku, ümitsizlik ve çaresizlik karşısında bunalan ve sıkılan insanlara verilecek müjdenin önemi çok büyüktür. İnsanları sa¬dece korkutmak yeterli değildir. Hiç şüphesiz korku¬nun da yararlı olduğu durumlar vardır. Fakat buna¬lan, sıkılan ve yaptıklarına pişman olan kişileri, kor¬kutmak yerine onlara umut vermek gerekir. Böyle kişi¬lerin umuda ihtiyacı vardır.

Din adamları, gerek halkın eğitim ve öğretiminde ve gerekse öğrencilerin eğitim ve öğretiminde bu pren¬sibi öncelikle kullanmalı, zorlaştırıcı değil, kolaylaştırı¬cı bir tavır takınmalıdır. Tedricîlik kuralı hiç bir za¬man unutulmamalıdır. Kolay olandan zor olanına doğ¬ru gidilmelidir. Kur’ân’m nüzul metodu budur, Hz. Peygamber’in de pratik hayatta uyguladığı prensip bu¬dur. Korkutmadan, zorlaştırmadan yavaş yavaş dinin kurallarını öğretmek ve alışkanlık haline getirmek, İslâm’ın genel bir kuralıdır. Bu kuralı uygulamak, din eğitimcisinin en tabiî hakkıdır.

Sahabeden birisi bir gün Hz. Peygamber’e gelir ve bazı duygularını helâl olmayan bir yolla giderdiğini ve çok pişman olduğunu söyler. Hz. Peygamber önce ce¬vap vermez, fakat daha sonra “iyilikler kötülükleri gi¬derir”  âyeti gelir ve beş vakit namaz kılıp tevbe ederse bu hatadan ve suçtan manen kurtulacağı ifâde edilir.  Bu âyet ve Hz. Peygamber’in bu tutumu, suç¬luya nasıl davranılacağını ve ona nasıl umut verilece¬ğini de göstermektedir. İdeal olan kişilerin hata etme¬mesi ve kusur işlememesidir. Fakat gerçekte peygam¬berler hariç, her insan hata edebilir ve kusur işleyebi¬lir. İnsanlar, hata etmede eşittirler. Ancak hata çeşit¬leri, insanlar arasında farklıdır. Her insanın ayrı bir zaaf noktası mevcuttur, genellikle de hatayı bu nokta¬da işler. Öyleyse hata ettiğimizde kendimize gösterdi¬ğimiz anlayışı, başkaları hata ettiğinde onlara da gös¬termeliyiz. Bir insanın kendisini bağışlaması, bir baş¬kasını bağışlamasından daha kolaydır. Kendimiz için istediğimiz umudu, niye başkalarından esirgeyelim. Umut ve kolaylık, hem bizim hem de başkalarının tabiî hakkıdır. Herkese hakkım vermek, dinî bir görevdir. Bu görevi ilk olarak yerine getirecek olanlar da din adamlarıdır.

VI. KORKUTMA

İnsanları, faaliyetlere sürükleyen ve onların dav¬ranışlarına etki eden en önemli faktörlerden biri de korkudur. Şayet insanlarda korku duygusu olmasaydı, kanun, nizâm ve disiplin de olmazdı, insanı, kötülük yapmaya karşı frenleyen, görevlerini yapmaya zorla¬yan, kanun ve nizâmların tatbikini kolaylaştıran en güçlü duygu hiç şüphesiz korkudur.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, insanlardaki bu fıtrî duyguyu harekete geçirmekte ve Peygamberlerin¬den de bu duyguyu harekete geçirmelerini istemekte¬dir. Kur’ân’da korkma duygusu ile ilgili olarak “havf kelimesi ve bu kelimeden türeyen kelimelerin sayısı yüz yirmi dört civarındadır.  “Haşyet” kelimesi ve müştakları ise kırk dokuz civarındadır.  Korkutma ve uyarma anlamına gelen “inzâr”“ kelimesinin ve müş-taklarının toplam sayısı ise yüz yirmi yedidir.  Bütün peygamberler ve Hz. Muhammed (s.a.) insanlara hem müjdeci ve hem de korkutucudurlar.  “Gerçekten biz seni, hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”  buyuran Allah Teâlâ, bu sözüyle Hz. Peygamber’e uyarıcılık ve korkutma görevi de vermektedir. Hz. Peygamber de bu görevi, diğer görevleri gibi başa¬rıyla sonuçlandırmış ve tebliğde bir prensip olarak uy-gulamıştır.

Korkutma, insanlardaki mevcut korkma duygusu¬nu harekete geçirmek ve bu duyguyu uyarmak dernek¬tir. Bu duyguyu lıarekete geçiren ve uyaran etkenler ise, hukuk, ahlâk ve din kurallarıdır. Özellikle din eği¬timinde dinî ve ahlâkî kurallar daha ağırlıklı ve daha ön plândadır. Hem bu dünyada hem de âhirette ceza¬landırılma korkusu, insanı kötülük yapmaktan, kanun ve nizâmlara karşı gelmekten büyük ölçüde alıkor ve ona mani olur. Allah korkusu, bütün korkuların üstün¬dedir ve hiç bir korku Allah korkusu kadar caydırıcı ve kötülüklere mani olucu değildir. Bazı insanlar, kanun¬lardan kaçabilir, ahlâk kurallarını çiğneyebilir, fakat Allah’tan korkan bir kişi, asla kötülük yapamaz ve suç işleyemez. Bütün mes’ele Allah korkusunu, vicdanlara ve ruhlara yerleştirebilmektir. Din eğitiminin bir ama¬cı da budur. Allah’ı tanımayan ve O’na inanmıyan bir kişinin Allah’tan korkması diye bir şey söz konusu değildir. Allah’tan korkmak için önce O’nun varlığına inanmak gerekir. Bu nedenle korkutma prensibi, önce¬likle Allah’a inanan kişilere etki eder ve onlarda uyarı¬cı bir rol oynar.

Allah korkusu yanında, cehennem korkusu ve di¬ğer korkular da bazı insanları etkilemektedir, inanma¬yan insanlar, Allah’tan korkmasalar da, yine de kork¬tukları bir çok şey mevcuttur. Özellikle dünyaya ait ce¬zalardan daha çok korkarlar. Ölüm ise, genellikle ölü¬me hazırlıklı olmayan kişilerin daha çok korktukları bir olaydır. Ahiret inancına sahip olan ve ölüm sonrası için bu dünyada, hazırlık yapan kimseler, ölümden da¬ha az korkmaktadırlar. Bu nedenle ölüm ve ölüm son¬rası hayat, insanların uyarılmasında önemli bir etken¬dir. Kur’ân, bu etkeni en güzel bir biçimde gözler önü¬ne serer. İnsanları, kıyamet ve alâmetleriyle, ölüm sonrası olaylarla, cehennem ve alev alev yanan ateşiyle korkutur. Böylece insan fıtratında mevcut olan korku¬yu harekete geçirerek, uyarıcılık ve ikaz görevinde bu¬lunur.

Kur’ân’ın bir prensip olarak ortaya koyduğu ve Hz. Peygamberin de uyguladığı bu ilkeyi, din adamları da uygulamaktadır. Fakat pratikte bu ilkenin dozajı, biraz daha ağır basmakta, hattâ ifrat derecesine bile varabilmektedir. Gerçi korku bir prensiptir, yerinde ve dozajında kullanıldığı takdirde olumlu neticeler ver¬mektedir. Ancak sürekli bu prensibi kullanmak ve do¬zajını gittikçe artırmak, insanları ümitsizliğe, karam¬sarlığa ve benim için artık kurtuluş yoktur, düşüncesi¬ne götürmektedir. Sırf bu yüzden bir çok insan, bunalı¬ma düşebilmektedir. Bir de ölüm korkusu eklenince, bunalım daha da artmaktadır.

Ölüm tabiî bir kanundur. Aslında her tabiî kanun gibi ondan da korkmamak gerekir. İnsanlar, ölümden değil, ölüme hazırlıksız oldukları için korkmaktadırlar. Dinî görevlerini yapıp da ölüme hazır olan insanlar, ölümden korkmamaktadırlar. Ölüme hazır olmak de¬mek, korktuklarından emin olmak demektir. Korkmamak için de hazırlıklı olmak gerekir, ibâdetlerin bu dünyada en büyük faydası belki de budur. Din eğitim¬cisi, bu gerçeği bilmek ve ona göre davranmak zorun¬dadır. Bunun için de, korku motifini, yerinde ve yeterli ölçüde kullanmak gerekir. Korkuyu, onları bunalıma düşürmede değil, iman ve ibâdet konusunda bir uyarıcı olarak ve insanı harekete geçirici bir unsur olarak dü¬şünmek lâzımdır. Aksi takdirde sürekli korku vermek, fayda yerine zarar verir. Dinde de esas olan, öncelikle zararı gidermek, daha sonra faydalı olanı elde etmıye çalışmaktır. Kişileri ikaz edip onları düzelteceğiz der¬ken, daha da kötüleştirmemeye çalışmalıyız. Uyarı şu¬urlu olmalı, hissî olmamalıdır. Şuurlu uyarı, ilme ve bilgiye dayanan uyarıdır. “Kulları içinden ancak bil¬ginler, Allah’tan korkar.”  âyeti, bize bu konuda ışık tutmaktadır. İlim sahibi olanlar, Allah’tan korkarlar. Korkutma veya uyarı ise, ancak Allah’tan korkanlara ve namazını kılanlara olacaktır. “Sen ancak görmeden Rab’lerinden korkanları ve namazı kılanları uyarır¬sın.”  âyeti bu gerçeği yansıtmaktadır. Kur’ân-ı Ke-rim, korkan kimseler için bir öğüttür.  Bu öğüt ve uyarı, ancak Allah’tan korkacak kişilere daha fazla et¬ki etmektedir.  Uyarıların mutlaka sert ve katı olma¬sı gerekmez. Bilâkis yumuşak uyarılar ve tavırlar, da¬ha etkili ve güçlü olabilir. Cenâb-ı Hak, “Fir’âvn’e gi¬din çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.”  buyurarak, dikkatimizi bu nokta¬ya çekmektedir. Korkulacak tek varlıjc ise, ancak Al-lah’tır.

Yani insanlar, dinî görevlerini yerine getirirler¬ken, kendilerini kınayacak kişilerden ise korkmıyacaklardır.  Uyarı, öncelikle akrabaya,  daha sonra da bütün insanlara olacaktır.

Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, insanlarda ümit¬le birlikte, korku da veya korkunun yanında ümid de vardır. İnsanlardaki korku yok olup gittiği zaman, on¬da isyan, taşkınlık veya görevini yerine getirmeme hal¬leri ortaya çıkar. Bunun içindir ki, ümidin içinde biraz korku, korkunun içinde biraz ümid olmalıdır. Açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran da açlık korkusudur. Bu iki duygu, görev duygusunu canlı tu¬tan ve canlandıran duygulardır. Bu sebeble diyebiliriz ki, insan hayatı, ümitle korkunun bir karışımıdır. İslâmî literatürde bunun adı “Beyne’l Havf ve’r Recâ”dır. Ümitle korku arasında olmak demektir.  Ümitle korku arasındaki hassas dengeyi koruyan in¬san, tam olarak görevini yapacak formasyona ulaşmış insan demektir.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com