İSTİKLALE GİDEN YOLDA M.AKİF VE DİN
Prof. Dr. Celal Kırca
Devletler de insan gibi doğarlar, büyürler gelişirler ve nihayet bir gün de ölürler. Ancak devletlerin insanlardan bir farkı vardır o da ölen bir devletin yerine bir başka devletin kurulma şansının mevcut olmasıdır. Her devlet gibi Osmanlı’da bu kurala tabi olarak kurulmuş gelişmiş, gerilemiş ve nihayet yıkılmıştır. Ancak bu yıkılışı gören her vatansever, bu yıkılışa engel olmak istemişlerdir. Tıpkı hasta olan bir insanlar gibi, vatanseverler de devletlerinin hastalıklarını teşhis ederek ömürlerini uzatmak istemişlerdir. Osmanlı’da da bu yapılmış, bir çok devler adamı, bilim adamı, düşünür Osmanlı’yı yıkılıştan kurtarmak ve yaşatmak için çareler aramışlardır. Ancak bunlar arasında birisi var ki, onun diğerlerinden farklı bir yere sahip olduğu görülür. Herkes Osmanlı’yı yıkılıştan kurtaracak askeri, ekonomik, siyasi çareler ararken o kişi, bunların ötesinde farklı bir yaklaşım sergilemiş, yıkılışın psikolojik ve sosyolojik sebepleri üzerinde durmuştur.
Bu kişi milli ve dini şairimiz Mehmet Akif’tir. O yaşanan sorunlara tek taraflı değil, çok taraflı bakmış, sorunları tespit etmiş ve çözüm yolları önermiştir. Akif, bir sosyolog gibi sosyal problemleri araştırmış; bir psikolog gibi tahlil etmiş, bir din adamı gibi çözümün dini boyutunu ele almış ve bunları şiirine yansıtmıştır. O bu yaklaşım tarzıyla düşünen ve araştıran bir sosyolog; olayların psikolojik yönünü tahlil eden bir psikolog, problemlerin çözümünü öze dö¬nüşte, İslâm’ı sade ve aslî şekliyle yaşamada bulan bir din adamı; şiirinin konularını Kur’ân ve hadisten alan bir şair¬dir. Bu yönüyle Akif, günümüz Müslümanları için de bir ilham kaynağıdır.
Akif’in bu yaklaşım tarzı, bize ışık tutacak önemli mesajları ihtiva etmektedir.Özellikle dinin ana kaynağı olan Kuran’ı hayatın içinde anlamaya çalışması, bir başka ifade ile Kuran’ı hayatla, hayatı da Kuran’la buluşturmuş olması bir başka ifade ile hayatın içinde hayatla birlikte Kuran’ı anlamaya çalışması onun en önemli özelliğini oluşturmaktadır.
Akif, İslâm aleminin çöküşünü ve yıkılışını yaşamış bir düşünür olarak bu çöküşün sebebini Müslümanların sahip olduğu zihniyette arar. Akif e gö¬re Batı, asıl suçlu değildir. Zira yılanın görevi sokmak, insanın görevi ise yılana sokulmamaktır. Batı kendi karakterinin gereğini yapmıştır. Müslümanlar ise yapılması gerekenleri yapmamışlardır veya yapamamışlardır. Bu nedenle asıl suçlu, İslâm’ı yanlış an¬layıp, yanlış uygulayan Müslümanların bizzat kendi¬sidir. Çünkü Müslümanlar tembellik yapmışlar, cahil kalmışlar ve tefrikaya düşmüşlerdir.
Bu durumu düzeltmek,yine Müslümanlara düşen bir görevdir. Zira bir millet kendi öz benliğini değiştirmedikçe, Allah onu değiştirmemektedir. Bu ilahi bir kanundur. Bu nedenle o bir yandan tercüme ettiği makaleler yoluyla Müslümanları uyaran fikirler ve düşünceler üretirken, bir yandan da konularını ve muhtevasını Kurân’dan alan şiirler yazmaya devam etmiştir. O’na göre çare, öze dönüştedir, İslâm’ı aslî şekliyle anlayıp yaşamadadır, ça¬lışmadadır, birlik ve beraberliktedir.
Akif bu duygu ve düşünceler içinde yaşayıp giderken 8 Ekim 1912 tarihinde Balkan savaşı¬ başlar. Bunu 15 Ekim 1912 tarihinde Osmanlı’nın Libya’yı kay¬bedişi takip eder. Cephelerden her gün yeni acı ha¬berler gelmekte ve İstanbul’un üzerine bir kabus gibi çökmektedir. Kayıplar karşısında duyulan acılar sonsuzdur. Bir taraftan askerî alandaki yenilgilerin dayanılmaz acısı, diğer taraftan bütün olayların tek müsebbibi olarak İslâm’ın gösterilmesi gayretleri Akif in ızdırabını daha artmıştır. O, zaferden zafere koşan bir milletin, zirveye çıkan merdivenden aşağıya inişini ve çöküşünü görü-yor, her samimi müminin yaptığı şeyi yapıyor ve Al¬lah’a sığınıyordu.
Tarih 27 Aralık 1912. Akif Âl-i İmrân sûresinin 26. âyetini konu olarak ele alıyordu.Ayette,
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“ Ya Muhammed de ki:Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen hiç şüphe yoktur ki, her şeye kadirsin" (Âl-i İmran, 3/26.)
buyrulmaktaydı.
Akif, bu muhteva¬yı, on kıt’alık bir şiirle yorumlayarak şöyle diyordu:
“İlâhî, “malikil mülküm” diyorsun... Doğru âmenna,
Hakîkî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla.
Eğer bir millet, edip bir mülkü istilâ;
Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva;
Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünyâ.”
“İlâhî altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı...
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı.
“Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta âfâkı.
Yazık: Şarkın semâsından Hilâlin geçti işrâkı.” (Doğuş)
Bu sözler, acılar karşısında inanan bir şairin gös¬tereceği ilk ve tabiî tepkinin bir sonucuydu. Kadere il¬tica etmek, olayları büyük bir tevekkülle karşılamak, hadiselerin şokundan kurtulmanın ilk ve zorunlu şar¬tıydı.
Daha sonra kendine gelme, düşünme ve çare ara¬ma dönemi gelmişti. Akif’ e göre çare, “İnsana çalışma¬sından başka bir şey yoktur” (Necim, 53/39) âyetiyle emredilen, çalıma idi. Bütün bu acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan ka¬zanmıştı. Biz de kazanmak istiyorsak, çalışmalıydık. Zira bu bir sosyal kanundu.
Tarih 17 Ocak 1913 .
Âkif, düşünme döneminde kendisiyle hesaplaşıyor ve Neml sûresinin 52. âyetinde, İslâm âleminin başına gelen bütün bu felâketlerin sebebini anlamaya çalışıyordu.Ayette,
فَتِلْكَ بُيُوتُهُمْ خَاوِيَةً بِمَا ظَلَمُوا
"İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları(Neml, 27/52)denilmekteydi.
Bu ayet, Akif e şu ilhamı vermişti:
“Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyarından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından;
Yürekler parçalar bir nevha( ölüye sesli ağlama) dinler rehgüzârından(yolan geçenler).
Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbın;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini
Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini
Susturan abdalın idrakine bol bol tükürün...
Akif e göre, insanlar kendi felaketlerini kendileri hazırlıyor¬du. Tefrika, çekişme ve ayrılık, milletleri içinden çö¬kerten ve felaketlerini hazırlayan en büyük etkendi. Olan olmuş, vatanın o güzelim yer¬leri tek tek elden çıkmıştı. Ama eli bağlı olarak da öyle kalın¬mamalıydı. Bir kere tefrikayı bırakmalı, birlik ve bera¬berlik içinde tek yumruk gibi olunmalıydı. Allah’ı bı¬rakmak isteyenlere aldırmadan, O’na daha da sıkı bir şekilde sarılmalı ve ümitsizliğe düşülmemeliydi.
14 Mart 1913 tarihinde yazdığı şiirinin konusu Yusuf sûresinin 87. âyetidir: Akif , يَا بَنِىَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ
يُوسُفَ وَاَخٖيهِ وَلَا تَايْپَسُوا مِنْ رَوْحِ اللّٰهِ اِنَّهُ لَا يَايْپَس مِنْ رَوْحِ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
Oğullarımı, gi¬diniz de Yusuf ile kardeşini araştırınız, hem sakının, Allah'ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira kâfirlerden başkası Allah'ın inayetinden ümidini kes-mez(Yusuf 12/87) âyetini, şöyle yorumluyordu:
“Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak
Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.
Hüsranına rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma.
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.
Kur’ân’da zikredilen olaylar, inananlar için birer örnektir. Herkes kendi durumuna uygun bir örneği, Kur’ân’da bulabilir. Nitekim Hz. Yakup da iki oğlunu kaybetmiş, fakat asla ümitsizliğe düşmemiştir, içinde bir ümit ışığı daima yanmıştır. Araştırmadan, çalışıp çabalamadan da ümidini kaybetmek istememiştir. Bu¬nun için de oğullarını Mısır’a gönderirken, “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” demişti. Ayrılığın acı ve izdirabını yaşamış, fakat neticede arzusuna nail olmuş ve iki oğluna da kavuşmuştu. Akif de çok sevdiği vatanının bir çok yerini kaybetmiş ve onun acısını yaşamıştı.
Ama ümitsiz değildi. Bir gün bu vatanın kurtulacağın¬dan emindi. Kendisine teselli verecek ve halkının ümi¬dini artıracak bir örneğe ihtiyacı vardı. O da Hz. Ya-kub’un Kurân’da zikredilen bu kıssasıydı. Bu kıssa hiç şüphesiz boşuna zikredilmemiş ti. İbret alınması ve bu gibi durumlarda olay kahramanı ile özdeşleşilmesi için nakledilmişti. İşte Akif, milletin Hz. Yakub’la öz¬deşleşmesini istiyor ve O’nun gibi düşünmesi ve ümit¬siz olmamasını istiyordu:
“İş bitti... Sebatın sonu yoktur” deme; yılma.
Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma
diyerek, Kur’ân’dan aldığı ilhamla millete ümit ışığı sunuyor ve direnme gücü aşılıyordu.
Tarih 28 Mart 1913 Akif bu defa
اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاءُ مِنَّا
"İçimizde¬ki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım". (A’raf, 7/155) ayetini ele alarak Allah Teâlâ’ya bir serzenişte bulunuyor ve şöyle diyordu:
“Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi biçârelerin, yoksa felahı.
Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun,
“Yandık” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun.”
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran iman,
Olsun mu beş on sersemin ilhadına kurban.
Enfâs-ı habîsiyle(kötü nefisler) beş on ruh-i leîmin, (alçak ruh)
Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakimin?
Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede mâna?
Zalimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ.
Cani geziyor dipdiri... Can vermede ma’sum,
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkum?
Eyvah, Beş on kâfirin imanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık.
Madama ki, ey Adl-i İlâhî yakacaktın,
Yaksaydın ya mel’unları... Tuttun bizi yaktın.
Akif, bu şiiriyle sevgiliye yapılan bir sitem gibi, Allah’a sitemde bulunmakta, şayet bu bir ceza ise, ce¬zanın hak edenlere verilmesini istemektedir. Zira ina¬nan bu millet, bu cezaya müstahak değildir. Üç beş dinsize kızarak, çoğunluğa bu tür bir ceza verilmeme¬liydi.
Akif, Hz. Musa’nın Allah’a söylediği sözü örnek alarak, kendisi de Hz. Musa gibi, Allah’a bu be¬lanın sebebini soruyordu. Hz. Musa, Rabbi ile buluş¬mak üzere kavminden ayrıldıktan sonra, kavmi bir bu¬zağı yapmış ve ona tapmaya başlamıştı. Üstelik Allah’ı da açıkça görmek istemişlerdi. Bunun üzerine onları bir sarsıntı yakalamış ve hepsi baygın düşmüştü. Hz. Musa işte o zaman içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak mı edeceksin? diye Allah’a sitemde bulunmuştu. Hiç şüphesiz bu imtihandı. Ve Hz. Musa Allah’tan özür dilemişti. Akif de şiirine bu âyeti konu alarak, O da, milletin başına gelen bu belâdan dolayı, aynı duygular içinde Allah’a “bizi üç beş beyinsizin yü¬zünden helak etme” diyor ve:
“Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî (belâlar)
Ağzım kurusun.. Yok musun ey Adl-i İlâhî”
diye dua ediyordu.
Tarih 11 Nisan 1913
Akif e göre Kurân-ı Kerîm, her şeyin çaresini gös¬termiştir. O da
قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذٖينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذٖينَ لَا يَعْلَمُونَ
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) âyetinde ifade edilen bilgi idi. İn¬san bilgi vasıtasıyla, bütün problemlerini çözebilir, kendisine bir çıkış yolu bulabilirdi. Çünkü bilenle bil¬meyen asla eşit değildi. Bilen kişi, olay ne kadar vahim olursa olsun, onun üstesinden gelebilecek bir yeteneğe sahip demekti. İşte Akif, şiirine konu olarak bu âyeti seçmiş ve şöyle yorumlamıştı:
“Olmaz ya... Tabiî... Bir insan, biri hayvan,
Öyleyse “cehalet” denilen yüz karasından,
Kurtulmaya azmetmeli, baştan başa millet,
Kâfi mi değil, yoksa bu son ders-i felaket?
Eyvah, bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,
Bir hale getirdin ki: ne din kaldı ne namus,
Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,
Ey hasm-ı hakikî, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.
Akif’ e göre en büyük düşman cahillikti. Zira başı¬mıza hangi belâ gelmişse sırf bu yüzden gelmişti. Bizi perişan eden de, düşmanları galip getiren de hep cahil¬likti. Onu yenmeden, düşmanı yenmenin imkânı yok¬tu. Kurân bize, işte bu gerçeği “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ifadesiyle açıklamaktaydı. Akif ise, bu gerçeği şiirleştirerek, Kurân’ın veciz bir yoru¬munu yapıyordu. Amacı, bu gerçeğin daha iyi anlaşıl¬ması ve milletin uyanmasıydı. Çünkü din düşmanları, geriliğimizi ve mağlubiyetimizi, İslam’a bağlıyorlar ve O’ndan kurtulursak terakki edeceğimizi ve başımıza gelen bunca belâlardan kurtulacağımızı söylüyorlardı.
Halbuki, kurtulmak istedikleri bu din, inananlara ça¬lışmalarını ve bilgili olmalarını emrediyordu. Cehale¬tin her çeşidini yeriyor, ilmi teşvik ediyordu. Akif ise, Müslümanların hatasının, dine mal edilmesine tahammül edemiyordu. Ortada bir suçlu varsa o, İslâm dini değildi, suçlu O’nu iyi anlayıp yorumlayamayan Müslümanlardı. Bu nedenle de, öncelikle Müslümanların içinde bulundukları bu durum, onlara izah edilmeli ve daldıkları derin uykudan uyandırılmalıydı.
Fakat bu nasıl olacaktı? Şayet bir hasta, hastalığı¬nı kabul ederse, ona yapılan tedavi fayda verir, aksi takdirde, yapılan tedavinin hiç bir faydası olmazdı. Bu millet de hastaydı ve Onun da bu hastalığını kabul et¬mesi, daha sonra da ondan kurtulmak için gayret gös¬termesi gerekiyordu. Bu psikolojik hastalık ise, ezil¬mişlik, bıkkınlık ve kendisine güvensizlikti. Akif bunu çok iyi tespit etmişti. Bunun için de bu millet’in kendi¬sine olan güvenini güçlendirmek ve takviye etmek ge¬rekiyordu
Tarih 9 Mayıs 1913.
Akif, dıştaki düşmanlar kadar, içteki fesatçılardan da rahatsızdır. Aslında İslâm’a düşmanlıkta birle¬şen içteki ve dıştaki insanların düşünce tarzına karşı¬dır. Bu insanlara karşı Müslümanları uyarmak için Bakara sûresinin 11. ve 12. âyetlerini, şiirine konu ola¬rak ele alır. Bu âyetlerde
وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِى الْاَرْضِ قَالُوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
اَلَا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
"Yer yüzünde fasad çıkarmayın" denildiği zaman, "Biz ıslahdan başka bir şey yapmıyoruz" derler. Gözünü aç, iyi bil ki: Onlar yok mu, işte asıl müfsid onlardır, lâkin farkında değil¬ler" denilmektedir.
Akif bu âyetleri şöyle yorumlar:
Bir de halkın dini var sık sık taarruzlar gören,
Hele bak: Millette hissiyatı oymuş öldüren.
Dini kurban etmeliymiş, mülkü kurtarmak için...
Tut da hey sersem, bu idrakinle sen âlim geçin,
Her cemâatten beş on dinsiz zuhur eyler, bu hâl,
Pek tabiîdir, fakat ilhadı bir kavmin muhal.
Hangi millettir ki efradında yoktur hiss-i din,
En büyük akvama bak, dini her şeyden metîn,
Şarka bakmaz, garbı bilmez, görgüden yok vâyesi,
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi”
İslâm’a yapılan hücumlar, cephelerde devam eden sa¬vaş gibi, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bu hücum¬lar, inanları yaralıyor ve morallerini bozuyordu. O, bir taraftan, dış düşmanlara karşı millete şevk ve azim vermekte, bir taraftan da İslâm’a yapılan hücumlara karşı müdafaada bulunmaktaydı. Hakkın sesinde yer alan sekizinci şiirine konu olarak münafıkları anla¬tan bu iki âyeti seçmişti.
Tarih 16 Mayıs 1913. Akif bu defa Âl-i İmrân suresinin 110. âyetini, şiirine konu olarak seçmiştir. Ayette
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ
"Siz, iyili¬ği emreder, kötülükten nehyeder, Allah'a inanır oldu¬ğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz" buyrulmaktaydı.
Akif, bu âyeti yorumlayan şiirinde şöyle diyordu:
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz,
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyyetin;
Nur olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.
Akif, şiirinin devamında Müslümanların haksızlık karşısında susmalarından ve şahsî çıkarlarına olan düşkünlüklerinden yakınarak:
Göster, Allahım, bu millet kurtulur, tek bir mu’cize:
Bir “utanmak hissi” ver gaib hazinenden bize”,
diye temennide bulunur.
Bu nedenle 23 Mayıs 1913 tarihinde yazdığı dokuzuncu ve bu bölümdeki sonuncu şiirine ko¬nu olarak, Rum sûresinin 50. âyetini seç¬er. Bu âyette
فَانْظُرْ اِلٰى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“Allah’ın âsâr-ı rahmetine bir baksa¬na: öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte O Allah, bütün ölüleri muhakkak diriltecek, hem O, her şe¬ye kadirdir” buyrulmaktadır. Akif, bu sırada içi ümit¬le doludur ve bir müjde beklemektedir. Bu duygular içinde bu âyeti şöyle yorumlar ve umutsuz gönüllere umut vermek ister:
Bir nesîm ister kımıldanmak için canlar bugün;
Bir nesîm olsun İlâhî... Canlanır kanlar bütün,
Nev-baharm ruhu etsin bir de bizlerden zuhur...
Yoksa artık, Sûr-i İsrafile kalmıştır nüşûr”
Tarih 23 Mayıs 1913. Akif nev-bahar’ı beklerken 29 Haziran 1913 de ikinci balkan savaşı, ardından da birinci cihan harbi patlak verince, artık ilk bahar çok gerilerde ve uzaklarda kalmıştı. Yük üs¬tüne yük binmiş, sıkıntılar, acılar ve ızdıraplar daya¬nılmaz boyutlara ulaşmıştı. Toprak kaybının yanında binlerce ölü, açlık, hastalık ve yoksulluk milleti kasıp kavurmaya başlamıştı. Nur beklenirken, koyu bir ka¬ranlık gelmişti.
Ocak 1914 yazdığı şiirde Akif
وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهٖ
“Takat getiremiyeceğimiz yükü bize yükleme, Allah’ım” (Baka¬ra, 2/286) diye feryat ediyor ve şöyle diyordu:
Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah;
Ey âlem-i İslâmı ezen, inleten Allah,
Bizler ki Senin va’d-i İlâhine inandık,
Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl Seni andık
Balkanlardaki yangın daha kül bağlamamışken,
Bir başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken,
Lâkin bu cehennem onu yıldırdı mı?
Asla, ilâya seğirtip duruyor nâmı hâlâ.
Tarih 20 Ağustos 1914. Akif,
اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهٖ
“Ey müslümanlar Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkunuz.” (Al-i İmran, 3/102) âyetini konu alan bir başka şiir daha yazıyordu. Bu şiiriyle o toplumu ıslah etmeyi, manevî hastalıkları tedavi etme¬yi amaçlıyordu. Harbin getirdiği sıkıntı, fertlerde ah¬lak bunalımı meydana getirmişti. Toplumdaki çözülme daha da artmıştı. Kanun hakimiyeti sağlanamaz ol¬muştu.Akif, bu âyeti şöyle yorumluyordu:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havi-i Yezdânın...
Ne irfanın kalır te’siri kat’iyyen, ne vicdanın.
O cemiyet ki vicdanında hakim havf-i Yezdândır;
Bütün dünyaya sahiptir, bütün akvama sultandır.
Fakat, efradı Allah korkusundan bî-haber millet,
Çeker, milletlerin menfuru kıbtîler kadar zillet.
Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlış:
Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyyatiyle sağ kalmış?
Tarih13 Haziran 1914. Akif şiirinin konu¬sunu bu defa,
“ Kim Müslümanların derdini kendisine mal etmezse onlardan değildir” hadisinden alır. Bu şiirinde Akif:
Müslümanlık nerede, Bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile.
Kaç hakîkî Müslüman gördümse, hep makberdedir.
Müslümanlık, bilmem ama galiba göklerdedir.
Diye haykırmaktadır.
Tarih 16 /Ekim 1914. Akif bu defa şiirine,
وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلً
“Kimin bu dünyada gözü kapalı ise, ahirette de kapalı, hattâ oradaki şaşkınlığı daha ziyadedir” (İsrâ, 17/72) âyetini konu olarak seçmiştir. Bu âyete getirdiği yorumda dünya ve ahiret kavramlarına ve ilişkisine dair önemli yorumlar getirmiştir. Bu yorumunda, Kur’ân’dan ilhamlar alarak, Müslümanların günlük hayatına ve ahiretine yön verici tavsiyelerde bulun¬muştu. O, şöyle diyordu:
“Nihayet neyse idrak ettiğin şey ömr-ü fânîden;
O’nun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü sânîden.
Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı:
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı.
Bu âlem şöyle bir rü’ya imiş, yahut muvakkatmış...
Evet ukbada anlarsın ne müthiş bir hakikatmiş.
Tarih 20 Haziran 1914.
“Müs¬lümanlık, huyun güzelliğinden ibarettir” hadîsini konu alan Âkif, bu şiirinde:
Gökten inmez bir de hiçbir şey, bütün yerden taşar,
Kendi ahlakıyla bir millet ölür yahut yaşar.
Çiğnenirsek biz bugün çiğnenmek istihkakımız.
Çünkü izzet nerde bir bak nerdedir ahlakımız?
Müslümanlık pak siretten ibaretken yazık
Öyle saplandık ki levsiyata hala çıkamadık ( pis murar şeyler)
Tarih 4 Eylül 1914. Akif bu tarihte yazdığı şiire
اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اٖيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
“O mümin¬lere indellah ecr-i azim var ki: bir takım kimseler kendilerine “düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladı¬lar; onlardan korkmalısınız” dedikleri zaman bu haber imanlarını artırır da “Allah’ın nusreti bize kâfidir, O ne güzel muhafızdır” derler” (Al-i Imran, 3/173) âyetini konu olarak ele almıştı.
Akif bu ayetin yorumunda şöyle diyordu.
“Şehâmet dîni, gayret dîni, ancak müslümanlıktır;
Hakîkî müslümanlık, en büyük bir kahramanlıktır.
Mefahir onların tarihidir; ümmet o ümmettir.
Ki bir yandan celâdetler saçıp dünyayı titretmiş,
Öbür yandan da insanlık nedir dünyaya öğretmiş.
Hakiki müslümanlık en büyük kahramanlıktır,
Demiştim... İşte da’vam onların hakkında sadıktır,
Birinci Dünya Savaşı’dan önce Akif , 1914’de 2 Mısır’a gitti ve iki ay kaldı. Damadı Ömer Rıza Doğrul ile burada tanıştı.
Daha sonra 1914’ün sonlarında devletin isteği üzerine savaşla ilgili konularda özel görevli olarak Berlin’e gitti ve orada 3 ay kaldı. Almanya’yı tanıdı. dönüş sonrası Akif’e, Üstat Almanya’yı nasıl buldunuz ? diye soranlara Onun cevabı şöyle olmuştur: “İşleri dinimiz gibi dinleri işimiz gibi” .
Yine benzer görevle 1915’de Riyad’a gitti ve orada 4.5 ay kaldı. O burada iken Çanakkale zaferi kazanıldı.
Akif 18 Mart 1915 ki Çanakkale savaşının ardından bu savaşı anlatan o muhteşem şiirini yazdı.
Kaynaklar Akif’in bu şiiri nasıl yazıldığını şöyle anlatır:
Zafer haberini aldığında teşkilatı Mahsusa görevlisi olarak Enver paşanın yakın dostu kuşçubaşı eşref ile birlikte MEDİNE yakınlarındaki El-Muazzam istasyonundadır MEHMET AKİF...Enver paşayla telefonla görüşen Eşref bey, nice zamandır hep Çanakkale'yi hep merak eden, endişelenen ama umudunu hiç yitirmeyen MEHMET AKİF'E müjdeli haberi ulaştırır. ÜSTAT! AZİZ ÜSTAT!..
Şimdi size hayatınızın en büyük müjdesini vereceğim. Bana bu mutluluğu bahşeden Cenab-ı Hakka nasıl şükredeceğimi bilemiyorum. Çanakkale'de muzaffer olduk! Muhteşem bir zafer kazandık. Şu anda bütün memleket bu zafer sevinciyle bayram yapıyor. Sizin dualarınız kabul oldu.(Fahrettin paşanın Medine müdafası) F.Kandemir.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak arkadaşının boynuna sarılır şair. Vecd içindedir. Dili tutulmuştur adeta... İMANLA KAZANILAN ZAFERİN ÇANAKKALE ŞİİRİ o gece doğar Mehmet Akif'in kalbinde. Ve sonrasında da mısralar yazıya dökülür tek tek.
Tarih Aralık 1916
Akif son kitabı Gölgeler'de ise üç âyeti, şiirine konu seçer. Akif, bunlardan birincisinde
وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رٖيحُكُمْ
"Birbirinize de girmeyin ki, maneviyatınız sarsılmasın, devletiniz gitme-sin"(Enfal, 8/46) âyetini, Hâlâ mı boğuşmak? başlığı altında yorumlar ve şöyle der:
Sen, Ben, desin efrad aradan vahdeti kaldır.
Milletler için işte kıyamet o zamandır.
Mazîlere in, mahşer-i edvarı bütün gez.
Kanun-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez.
Târih, o bizim eştiğimiz kanlı harabe,
Saklar sayısız lahd ile milyonla kitabe.
30 Ekim 1919 yılında yazdığı şiirine konu olarak bu defa
قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّهٖ اِلَّا الضَّالُّونَ
“Dalâlete düşmüşlerden başka kini Tanrının rah¬metinden ümidini keser?” (Hicr, 15/56) âyetini seçen Akif, “Yeis Yok” başlığı altında şunları söylemektedir:
“Lâkin, hani bir nefhası yok sende ümidin,
“Ölmüş” mü dedin? Ah onu öldürmeli miydin?
Hakkın ezelî fecri boğulmazdı a zâlim,
Ferdaların artık göreceksin ki ne muzlim.
Onsuz yürürüm dersen, emin ol ki yürünmez
Yıllarca bakınsan, bir ufuk lem’a görünmez.”
Âfâkına” yüklense de binlerce mehâlik, (Helak olacak yerler)
Batmazdı bu devlet, “batacaktır” demeyeydik.
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır,
Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.
Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman,
Davransın ümidin, bu ne haybet, bu ne hirman? (mahrumluk)
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
13 Kasım 1919
Gölgeler’deki üçüncü şiirinin konusu ise,
فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ
“Bir kerre azmettin mi, artık Allah’a dayan” (Al-i İmran, 3/159) âyetidir. Bu ayeti, “Azimden Sonra Tevekkül” başlığı altında yorumlayan Akif, bu yorumunda şunla¬rı söylemektedir:
Allah’a değil, taptığın evhama dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi kî yandın.
Mefluç ederek azmini bir felc-i iradî,
Yattın kötürümler gibi, yattın mütemadî,
Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”
Mîrâs-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi,. (meşaleler)
Kur’ân duramaz, nezd-i İlâhiye dönerdi.
Ey yolcu uyan, Yoksa çıkarsın ki sabaha
Bir kupkuru çöl var, ne ışık var ne de vaha”.
Ocak 1920’de Akif, Balıkesir’e gider orada çok sevdiği arkadaşı Hasan Basri Çantay vardır. Zağanos Paşa Camii’nde etkili konuşmalar yapar, hutbe okur. Daha sonra Atatürk de 7 Şubat 1923 de aynı camide Balıkesir halkına hitap edecektir.
Akif’in Balıkesir hutbesi şöyledir:
“Cihan alt üst olurken seyre baktın öyle durdun ya,
Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!
Evet, biz Müslümanlar; dünya çalışıp didinirken, her gün her alanda biraz daha aşamalar kaydederken, onlara seyirci gibi baktık. Özellikle bu son yıllarda başımıza birçok felaketler yağdı. Halen da çilemizi doldurmuş değiliz. Sebebi; din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerinde de gevşek davranmamızdır.
Hayat herkesin hakkıdır... Fakat hangi hak olursa olsun, savunulmadıkça sahibine hiçbir yarar sağlamaz. Biz Müslümanlar tıpkı yürümeyen çocuklar gibi emeklemeye çalışırken bir de baktık ki etrafımızdaki devletler, göklerde uçuyorlar. .Biz ise hala yolda yürümeyi bile beceremiyoruz.
İşte bizim derdimizin başı! Onlar zorluk karşısında birleşmişler. Biz ise o zorluğu görmemiş veya gördüğümüz halde birliği sağlayamamışız. Biliyorsunuz düşman (aramıza) asırlardan beri tefrika(bölücülük) tohumlarını ekti ve meyvelerini de topladı... Eğer Müslümanlar yaşamak istiyorlarsa, cemaat arasında dargınlığa, küskünlüğe, bölücülüğe yol açacak en önemsiz gibi görünen söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Çünkü bizi tutsak edenler, hayvanlara yaptıkları muamelenin aynısını bize de yapacaklar. Çünkü analarımız, babalarımız, hocalarımız, siyasetçilerimiz, edebiyatçılarımız, şairlerimiz, yazarlarımız millete ümit ve çalışma isteği değil ümitsizlik aşıladılar. .Emin olunuz ki, canla başla çalışarak aradaki ayrılık sebeplerini kaldıracak olursak, vatanı da, dinimizi de kurtarırız..
Kuva-yı Milliye hareketinin, sadece din ve vatan savunmasına yönelik olduğunu, dost ve düşman anlamalıdır. Yani bu mücadelenin herhangi bir çıkar için yapılmadığını, en yakınımızdaki ile en uzaktaki dahi bilmelidir. Bu görünümü sarsacak en ufak bir söz veya davranış hoş karşılanmamalıdır. Çünkü hepimizin amacı birdir ve bellidir. Amacı, hedefinden saptırma yolunda yapılacak bir girişim, ‘Allah korusun’ birliğimizi zedeleyebilir.
Hepimizin bir vatan borcu, bir dini borcumuz vardır ki, onu ifa etme hususunda ufacık bir ihmal bile caiz değildir. Bu konuda hiçbirimiz köşemize çekilip seyirci kalamayız. Çünkü düşman kapıya dayanmış ve namusumuzu çiğnemek istiyor. Bu namert saldırıya karşı koymak, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-yaşlı her fert için farz-ı ayn olduğu, bir an bile unutulmamalıdır.
Bugün herkes varını yoğunu ortaya koymak zorundadır. Allah’ın yüce olan ismini yüceltmek için Karesi’nin kahraman evlatları, vaktiyle ne büyük kahramanlık göstermişlerdi, bunu hepimiz biliyoruz. Rumeli’yi baştan başa fethedenler hep bu topraklarda yetişen yiğitlerdi. Bugün sizler o kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispatlamalısınız. Anadolu’yu savunmak için, diğer vilâyetlere öncülük etme şerefini de siz almıştınız. İnşallah vatanın bağımsızlığı, mutluluk ve refahı, dünyalar durdukça duracaktır.”
Akif, Milli Mücadele’yi desteklemek amacıyla Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın
da daveti üzerine gizlice Ankara’ya gelir. Hacı Bayram Veli Camii’nde ve başka şehirlerde Milli Mücadele’yi destekleyici vaazlar verir. 5 Haziran 1920’de Mustafa Kemal’in teklifi üzerine Burdur milletvekili seçilir ve bir milletvekili olarak yurdun bir çok yerine gider ve milli mücadeleyi destekleyen konuşmalar yapar. Bunlar arasında Kastamonu ve Çankırı da vardır. Kastamonu, özellikle Nasrullah Camii’ndeki vaazları çok etkili olmuştur.
19 Kasım 1920 Cuma günü Kastamonu Nasrullah Camiindeki hutbesi şöyledir:
“ Ey cemaat-i Müslim’in!
Milletler yalnız topla, tüfekle, zırhla, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılamaz. Milletler ancak aralarındaki rabıta- birliği çözülerek herkes başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır.
İslâm tarihini şöyle bir gözden geçirecek olursak şarkta-garp’ta hepsinin tefrika-ayrılık, fitneler, fesatlar, nifaklar, yüzünden istiklallerine veda ettikleri, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görüyoruz.
Bizim zaaflarımızdan faydalanan düşmanlarımız, yerli işbirlikçilerden de faydalanarak Osmanlı döneminde Şam, Kudüs, Yemen, Güneydoğu Anadolu, Millî Mücadele yıllarında da Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga İsyanlarının çıkışında da önemli rol oynadıkların görüldü.
Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir... Böylece düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış toprağımız bile yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca memleketin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzibillâh (Allah’a sığınırız) biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokabilecek bir delik bulamayız
1920’de İstiklal Marşı yarışması açılmış, yarışmaya giren 724 şiirin hepsi elenmişti. Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanlığı, ondan bu marşı yazmasını istedi, o ise, ödülün kaldırılması, bir hayır kurumuna bağışlanması şartıyla İstiklal Marşı’nı yazdı ve İstiklal Marşı, 12 mart 1921’de milli marş olarak kabul edildi.
Sonuç
Mehmet Akif, dinine bağlı olduğu kadar, vatanını seven bir şair ve bir mütefekkirdi. Ku’an’dan aldığı ilhamla İslam’ı asrın idrakine sunan bir müfessirdi. Akif’i anlamak ve tanımak için sadece “ Safahat”ı okumak bile yeter.
Copyright © 2016 celalkirca.com