İlmi Fikri ve Dini
KONUŞMALAR
Prof. Dr. Celal KIRCA
KAYSERİ 2010
İÇİNDEKİLER
MEZUNİYET TÖRENİ KONUŞMALARI
Önsöz 3
2000 – 2001 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması 8
2001 – 2002 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması 14
2002 – 2003 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması 20
2003 – 2004 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması 26
2004 – 2005 Öğretim Yılı Mezunlarına 31
2005 – 2006 Öğretim Yılı Mezunlarına 33
2005 – 2006 Öğretim Yılı Mezuniyet Gecesi Konuşması 18
BİLİMSEL TOPLANTI KONUŞMALARI
Yaygın Din Eğitiminin Sorunları Sempozyumu Açılış Konuşması 42
Arafat Konuşması 46
İlahiyat Bilimlerinde Yöntem Sorunu Sempozyumu Açılış Konuşması 50
Tefsir İlminde Metodoloji Proplemi Konulu Toplantıdaki Konuşma 57
İlahiyat Fakültelerinin Düşünce Alanına Katkıları ve Yeni Açılımlar 82
İlahiyat Fakülteleri II. İslam Hukuku Anabilim Dalı Eğitim—Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı Açılış Konuşması 94
İlahiyat Fakülteleri II.Tefsir Anabilim Dalı Koordinasyon Toplantısı Açılış Konuşması 100
Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısındaki Konuşma 109
Yeterlilik Kriterleri Bağlamında Tefsir Dersinin Öğretim Sorunları 115
Röportaj: Küresesel Isınma 131
Önsöz
Bir akademisyen olarak yaptığım bilimsel çalışmalar ve akademik faaliyetlerin yanında, 2000-2006 yılları arasında iki dönem yaptığım E. Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanlığı sırasında ve sonrasında resmi veya gayr-i resmi bir çok toplantıya katıldım. Bu toplantıların bir kısmında hem bir idareci hem de bir bilim adamı olarak ilmi, fikri ve dini içerikli bir çok konuşmalarım oldu.Bu konuşmalarımın önemli bir kısmı, sözlü konuşma tarzında olurken bir kısmını da yazılı olarak yapılmıştı.
Yazılı olarak yaptığım bu konuşmalar, zamanla birikti. Bir ara bunları, bir araya getirerek tasnif ettim ve “neler konuşmuşum” diyerek tek tek okudum. Değişik mekânlarda farklı muhataplara yaptığım bu konuşmaların, çeşitli konulardaki duygu ve düşüncelerimi ifade eden, içlerinde bazı tedahüller olsa da yinede bir birinden farklı konuşmalar olduğunu gördüm.
Duygu ve düşüncelerimi yansıtan bu konuşmaları bir araya getirerek hem kaybolup gitmesine engel olmak; hem de ileride birileri E.Ü. İlahiyat Fakültesinin tarihini yazacak olursa, Dekanlık dönemimde yapılan ilmi, fikri ve sosyal etkinliklerle alakalı tarihe bir not düşmek için, yaptığım bu konuşmaların kitaplaştırılmasını arzu ettim. Bu arzum, neticede bu kitapçığı ortaya çıkarttı.
Konuşmalarımı tasnif ederken içeriklerinin genelde iki gruba ait olduğunu gördüm. Bu iki gruptan birincisi, mezuniyet töreni konuşmalarımı, ikincisi ise bilimsel toplantılarda yaptığım dini ve sosyo-kültürel içerikli konuşmalarımı ihtiva etmekteydi. Bu nedenle konuşmalarımı, mezuniyet töreni konuşmaları ve bilimsel toplantı konuşmaları olarak ikiye ayırdım ve kronolojik olarak sıraladım.
Mezuniyet törenlerinin E. Ü. İlahiyat Fakültesinde ilk defa yapılışı, 1996 yılında Prof . Dr. Ali Toksarı’ın dekan, benim de dekan yardımcısı olduğum tarihe rastlar. Bu tarihten itibaren yapılmaya başlanan mezuniyet törenleri, Dekanlığım sırasında (2000-2006) da son iki yılı hariç yapılmaya devam etti. Bu tarihe kadar, gerek 1969-1982 arası Yüksek İslam Enstitüsü döneminde; gerekse 1982-1996 arası İlahiyat Fakültesi döneminde resmi veya da gayr-i resmi hiç bir mezuniyet töreni yapılmamıştı. İlk defa bizim dönemimizde mezuniyet töreninin ve mezuniyet gecesinin yapılmasına başlanıldı. Bu tarihe kadar mezuniyet törenlerinin yapılmayışının altında bir çok sebep bulunsa da, etkin sebebin tören sırasında meydana gelebilecek bazı olumsuzluklardan duyulan kaygının, asıl sebep olduğunu düşünüyorum
Bir başka ifade ile öğrencilerin bir taşkınlık yapmasından veya tören sırasında bazı olumsuz durumların meydana gelmesinden endişe duyuluyordu. Bu nedenle de mezuniyet törenlerinin yapılmasına sıcak bakılmıyordu. Biz göreve geldiğimizde, mevcut durumu enine boyuna müzakere ettik, tartıştık ve neticede öğrencilerimize olan güvenimizi esas alarak mezuniyet törenlerinin yapılmasına karar verdik ve ilk uygulamayı da 1996 yılında başlattık.
Dört yılı sn. Prof. Dr. Ali Toksarı döneminde dört yılı da benim dönemimde olmak üzere sekiz yıl bu uygulama, başarı ile devam etti ve korkulan da olmadı. Öğrencilerimiz, bu törenlerde ve gecelerde kendilerine yakışan vakar ve olgunluk içinde hareket ettiler, kendilerine olan güvenimizi de boşa çıkartmadılar.
Aileleri ile birlikte son sınıf öğrencilerimiz ve davetlilerden oluşan mezuniyet törenleri, gerçekten organizeli, zevkli ve heyecan verici samimi bir atmosfer içinde geçerdi. Törenlerin organizesinde herkesin bir payı vardı, fakat etkin rol daha ziyade Fakülte sekreterimiz sn. Faris Çerçi’ye, (1996-2000 arası ) daha sonrada da onun yerine gelen sn. İzzet Aslan’a (2000-2004 arası) aitti . Bu törenler için Fakülte sekreterlerimiz başta olmak üzere bütün memurlarımız, hizmetlilerimiz, gecelerini gündüzlerine katarak canla başla çalışırlar, en ince ayrıntısına varıncaya kadar düşünürler, istişare ederler ve gereğini de amatör bir ruhla fakat profesyonelce yaparlardı. Onlara teşekkür ediyorum.
Ayrıca bu törenlerimize, değerli eşiyle birlikte katılarak bizleri onurlandıran ve öğrencilerimizden dereceye girenlere altın takarak da onlara değer verdiğini gösteren ve onları onurlandıran sn. İzzet Bayraktar’ı; verdiği mezuniyet yemeklerini bir gelenek haline getiren değerli İl müftümüz sn. Necmettin Nursaçan’ı; törenlerimize sürekli katılan sn. Rektörümüz sn. Prof. Dr. Mehmet Şahin’i (1996-2000 arası); sn. Prof. Dr. Zeki Yılmaz ve yardımcısı Sn. Prof. Dr. Ali Toksarı’yı (2000-2004 arası) şükranla yad ediyorum.
Bu değerli insanlara, en sıkıntılı yıllarımızda Fakültemize yaptıkları yardımlar ve gösterdikleri dost tavırlar için ne kadar teşekkür etsem ve şükran duygularımı arz etsem yine de azdır Zira 28 Şubat sürecinden en fazla etkilenen Fakültemize, o günün atmosferi içinde gösterdikleri bu yaklaşım tarzı, bir can suyu gibi gelmiş ve bize verilen ve gösterilen bir değer olarak algılanmıştır. En azından ben, yöneticisi olduğum bu Fakültenin o sıkıntılı yıllarında, en üst düzeyde bu sıkıntıları yaşayan biri olarak bu duygu ve düşünce içindeyim. Bu nedenle kendileri, daima hayırla ve şükranla yad edilecektir. Bu değerli insanlar, bilmelidirler ki, E. Ü. İlahiyat Fakültesinde vefalı ve kadirşinas dostları vardır ve olmaya da devam edecektir.
Mezuniyet törenleri bu heyecan ve coşkuya yapılır iken, 2004 yılında yapılan seçim neticesinde değişen yeni Rektör ile birlikte, mezuniyet törenlerinde de bir format değişikliğine gidildi ve Fakültemizde sekiz yıldır yapıla gelen mezuniyet törenleri, bu değişiklikle maalesef sona erdi. O zamana kadar İlahiyat Fakültesi olarak kendimiz Fakülte bahçesinde mezuniyet törenlerini yapardık. Bu format değişikliğe göre bütün fakülteler, bir alanda hep birlikte mezuniyet töreni yapacaklardı. Bu uygulama, başörtü sorunu nedeniyle bizim için uygun bir ortam değildi. Neticede 2005 yılında mezuniyet töreni yapılmadı, yapılamadı. Ancak mezuniyet törenleri ile birlikte başlayan mezuniyet gecelerinin yapılmasına da devem edildi
Dekanlığım sırasında, yapılan bütün mezuniyet gecelerine de katıldım ve Dekanları olarak mezun olan öğrencilerimize bu gecelerde konuşmalar yaptım. Bu konuşmalarımdan sadece mezuniyet töreni yapılmayan son iki yıldaki mezuniyet gecesinde yaptığım konuşmayı, kaydettiğim için buraya dahil etme imkânım oldu. Kaydetmediğim için diğer konuşmalarımı ise buraya dahil etme imkânım olmadı.
Bu konuşmalarımdan ayrı olarak Dekan olarak katıldığım bilimsel olan veya olmayan toplantılarda da , ilmi, fikri ve dini içerikli konuşmalarım oldu. Bu konuşmalarımdan bazısını sözlü; bazısını da yazılı olarak yapmıştım. Yazılı yaptığım bu konuşmalarıma ilaveten sözlü konuşmalarımdan kaydedilen ve çözümü yapılanların içinden önemli gördüğüm bazı konuşmalarımı, bu kitapçığa ayrıca dahil ettim.
Böylece bu kitapçık; hem mezuniyet töreni konuşmalarımı, hem de bilimsel toplantılarda sözlü ve yazılı olarak yapılan konuşmalarımı ihtiva eden ilmi, fikri ve dini içerikli bir çalışma ürünü olarak ortaya çıkmış oldu.
Yaralı olacağı ümit ve temennisi ile…
Prof. Dr. Celal KIRCA
Kayseri – 29. 10. 2010
MEZUNİYET TÖRENİ KONUŞMALARI
İlahiyat Fakültesi 2000-2001 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması *
Değerli Konuklar;
Teşriflerinizle bizleri onurlandırdığınız 2000-2001 eğitim ve öğretim yılı mezuniyet törenimize hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
Bu sene 85’i kız, 163’ü erkek olmak üzere toplam 248 öğrencimiz, mezun olma aşamasına gelmiş olmanın hazzını yaşamaktadır. Biz de, temel misyonu ilim öğretmek, bilgi üretmek, üretilmiş bilgileri aktarmak ve meslek adamı yetiştirmek olan Fakültemizden; mümkün olduğu ölçüde okuyan, düşünen, üreten, aklı hür, fikri hür ve vicdanı hür; kendisiyle, ailesiyle, milletiyle, devletiyle ve bütün insanlarla, her şeyden önce Yüce Yaratıcısıyla barışık din adamları yetiştirip mezun etmenin hazzını onlarla birlikte yaşamaktayız.
Bu vesile ile bu hazzı yaşatma lütfunu bizden esirgemeyen Yüce Tanrı’ya hamd eder; huzurlu bir ortam içinde eğitim yapma imkânını bize sağlayan başta Üniversitemiz yönetimine ve ilimizin bütün yöneticilerine teşekkür etmeyi de bir borç biliriz.
Fakültemiz; milletiyle, devletiyle ve büyük Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin temel ilkeleriyle barışık, hiçbir siyasi ve ideolojik grup ve cemaatle ilişkisi olmayan, buna karşılık ilahiyat kimliğinin gerektirdiği kişilik özelliklerine sahip olmayı amaç edinen ve bunun çabası içinde olan bir kurumdur.
Bu çaba ve gayretlerin yanında Üniversitemizin ÖSYM’de ilk iki bine giren öğrencilere vermeyi vaad ettiği burs sebebiyledir ki, Fakültemize müracaat eden öğrenci kalitesinde gözle görülür bir artış gözlemlenmektedir. Buna ilaveten açık raf sistemiyle çalışan ve internet üzerinden online hizmeti veren Hatice Bayraktar Kütüphanemizde mevcut 34 bin kitaptan ve internet cafeden yararlanma sayısında her geçen gün büyük bir artış görülmektedir. Kütüphanemizden ödünç kitap alanların, aylık ortalama sayısı 2500’e, yararlanan öğrenci sayısı ise aylık 16 bine ulaşmış bulunmaktadır.
Öğretim kadromuzda ise 19 Profesör, 4 Doçent, 9 Yrd. Doçent, 6’sı doktoralı olmak üzere 16 Öğretim Görevlisi, 4 Okutman, 2 Uzman, 5’i Sosyal Bilimler kadrosunda olan 19 Arş. Görevlimiz mevcuttur. Bu akademik kadromuz, 12. 000 m2lik kapalı alanımız, kütüphanemiz ve çevre düzenimiz ile Fakültemiz, hem nicelik ve hem de nitelik açısından önemli bir seviyeye ulaşmıştır. Bu seviyeye ulaşmamıza devletimizin sağladığı imkânların yanında, özel sektörün de önemli katkıları olmuştur.
Bu katkılar arasında Fakültemize yeni bir bina kazandıran, kütüphanemizi genişletip revize eden, çevre düzenlemesine önemli katkıları bulunan sayın İzzet Bayraktar’a ve diğer hayır severlere ayrıca törenimiz sonunda vereceğimiz yemek ikramımızın sponsorluğunu yapan değerli İl Müftümüz Necmettin Nursaçan’a Fakültemiz adına şükranlarımı arz etmeyi de bir borç bilirim.
Bu kısa bilgileri arz ettikten sonra duygu ve düşüncelerimi mezun olan öğrencilerimizle paylaşarak sunmak istiyorum.
Sevgili Mezunlar;
İlk geldiğinizde ne zaman bitecek diye kaygılandığınız Fakültemizden şimdi mezun olup giderken mezun olup gitme hazzının dışında hangi duygu yoğunlu içindesiniz bilemiyorum. Bildiğim şey, okul hayatınızın, doğumunuzdan-ölümünüze kadar bu dünyada yaşamak zorunda kaldığınız belli bir süreçten ibaret olduğu; bilgilenmenin, bilgi elde etmenin ise hayat boyu sürekli olduğu; buna bağlı olarak okul sonrası hayatınızda, bu hayatınızı anlamlı ve sizi mutlu kılacak üç kişilik özelliğine mutlaka sahip olmanız gerektiği gerçeğidir.
Bunlar;
Sevgi,
Saygı,
Sorumluluktur. Kısaca buna 3S formülü de diyebilirsiniz.
Sevgi ortak bir tanımı olmayan ama yaşanan ve nesnesi sonsuz olan bir duygudur. Sevmek ve sevilmek yeteneği hepimizde mevcuttur. Tanrı bunu hepimize bahsetmiş ve bu yeteneğimizi geliştirmeyi bizden istemiştir. Bunun için önce kendimizi daha sonra ailemizi, ülkemizi, insanları ve Tanrı’yı da sevmeliyiz. Kendisini sevmeyen ve kendisiyle barışık olmayan insan, ailesini, ülkesini, insanları ve Yaratıcısını da sevemez.
Aynı durum saygı için de geçerlidir. Kendisine saygı duyan insan, başkalarına da saygı duyar. Zira kendisine özgüveni vardır ve yapay saygılara ihtiyaç duymaz. Kendisine saygısı olmayanın ise başkalarına da saygısı olmaz.
Sorumluluk ise bilgiye dayalı görev ve hak anlayışımızı şekillendiren etkenlerin en başında yer alır. Görev anlayışından uzak bir hak anlayışı yerine, göreve bağlı bir hak anlayışı bilincini, ancak sorumluluk duygumuzu geliştirmekle sağlayabiliriz. Bu da bizim kimliğimizden daha çok kişiliğimizi ilgilendiren bir husustur. Mezun olan her öğrencimize Fakültemiz, mutlaka ilahiyatçı kimliğini kazandırmıştır. Ama bu kimliğin gerekli kıldığı kişilik özelliklerini ise size ne ölçüde kazandırmıştır? Bunu test etme imkânımız şimdilik yoktur. Ama hayat, bunu mutlaka test edecektir. Kaldı ki kişiliğinizin oluşmasını sadece İlahiyat sağlamamaktadır. Başta fıtrî yeteneğiniz, aileniz ve toplum da sizin kişiliğinizi oluşturan etkenler arasında yer almakta ve sizin kişiliğinizi şekillendirmektedir. Bu sebeple sevgi, saygı ve sorumluluğun bir ilahiyatçı için olmazsa olmaz kişilik özellikleri arasında yer alması gerekir. Zira kişilikli insan, kimliğine değer kazandırır, ama kimlik, kişiliksiz bir kimseyi kişilikli yapmaz.
J. Wooden bir sözünde şöyleder:
“Karakterinize şöhretinizden daha çok önem verin. Çünkü karakteriniz, aslında neyseniz odur. Oysa şöhretiniz başkaları sizi ne sanıyorsa odur”
Bu üç anlamlı hayat ilkesinden başka bir ilahiyatçının sahip olması gereken üç önemli kişilik özelliğinden de ayrıca söz etmek istiyorum. Bunlar:
Misyon sahibi olmak,
Vizyon sahibi olmak,
Aksiyon sahibi olmak’tır.
Misyon sahibi olmak, neyi niçin ve nasıl temsil ettiğini bilmek demektir. İlahiyatçının misyonu ise etnik, ideolojik, siyasî ve ayırımcı misyonlardan uzak sadece ilahiyat kimliğine ve kişiliğine sahip olmak ve bunu temsil etmek demektir.
Vizyon sahibi olmak demek; feraset sahibi olmak, uzağı görmek, olgulara ve olaylara mümkün olduğu oranda geniş açılardan bakmak ve realiteden hareketle ideali gerçekleştirmeye çalışmak demektir.
Aksiyon sahibi olmak ise işini iyi bilmek, işinin adamı olmak ve işini doğru ve güzel yapmak demektir. Zira Tanrı insana cevizi vermiş ama onu kırıp yemeyi insana bırakmış, işini doğru ve güzel yapmasını ondan istemiştir.
Bunun için, severek ilgilenin, bilgilenin ve işinizi takip edin; unutmayın ki başarı; sevgi, ilgi, bilgi ve takipten geçmektedir. Negatif düşünmeyin, edilgen olmayın, kestirme yollara ve kurnazlığa tevessül etmeyin, ilgi ve bilgi ağınızı genişletin, geçmişin klişelerine takılı kalmayın, bilime ve akla dayalı olarak işin doğrusunu yapmaya çalışın. Duygularınızı değil, aklınızı ve bilimi kılavuz yapın. Merak edip araştırın ve mümkün olduğu ölçüde empati yapan biri olun, yani kendinizi başkasının yerine koyarak düşünün ve karar verin. Hz. Peygamber’in kendisi için arzu ettiği şeyi bir başkası için de arzu etmeyi; birbirimizi sevmeyi, elimizden ve dilimizden diğer insanların güvende olmasını imanın şartları arasında saydığını asla unutmayın. İnsanlar hakkında sadece bir davranışına bakarak karar vermeyin. İnsanlar hakkındaki yargılarınızı ise onların bütün tutum ve davranışlarını göz önünde bulundurarak yapın. Önce ormanı, sonra ağaçlarını tanıyınız. Zira ormanı tanımayanlar/ tanıyamayanlar, ağaçlara takılı kalanlardır.
1979-80 öğretim yılı Y. İ. E. mezunlarının yıllığına şunları yazdığımı hatırlıyorum:
“Okul ile birlikte asla tahsil hayatınız bitmemektedir. Bilakis mezuniyetiniz ile birlikte hiçbir okulun veremeyeceği bilgileri ve görgüleri size verecek ve kazandıracak olan yeni bir okula, hayat okuluna başlayacaksınız. Bu nedenle yaşadığınız sürece iyi not almak ve sınıfta kalmamak için değil gittikçe artan tecessüsünüzü doyurmak, öğrendikçe artan cehlinizi azaltmak için mesleğinizin şerefi ve nihayet kendi muvaffakiyetiniz için çalışınız ve gayret gösteriniz. ” Aynı temennileri sizin için de diliyorum.
Notları, imtihanları ve mezuniyeti olmayan, fakat gerçek imtihan yeri olan bu hayat okulunda tecrübe ile pişmiş; kendisi, toplumu ve devletiyle barışık; kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine sahip ilahiyatçılara bu toplumun büyük ihtiyacının bulunduğunu da asla unutmamanızı istiyorum. Ayrıca şunları hatırlatmakta da yarar görüyorum:
Ailenizin, okulunuzun ve devletinizin size verdiklerini azımsayarak, “bana ne verildi?” diyerek arzunuzu ve şevkinizi asla kırmayınız. Ben aileme, okuluma ve devletime ne verdim veya ne veriyorum diyerek olumlu ve yapıcı bir gayretin içinde olunuz; görev ve hak dengesine azami ölçüde riayet ediniz.
Hatta görev öncelikli hak anlayışını bir ilahiyatçı olarak daha çok benimseyiniz. Zira “veren el” ilkesini sadece konuşan olarak değil, yaşayan biri olarak uygulayınız. Şunu unutmayın ki her birey, ancak sahip olduğu şeyleri verebilir. Kendisinde olmayanı veremez. Sevgisi varsa sevgisini, bilgisi varsa bilgisini, parası varsa parasını verebilir; eğer bunlar yok da hasedi varsa hasedini, kini varsa kinini, öfkesi varsa öfkesini verecektir. Sizde bunlardan hangisinin bulunmasını arzu edersiniz?
Sizler daima olumlu ve güzel şeylere sahip olunuz ve onları vermeye çalışınız. Barışçı, müjdeleyici ve uyarıcı olunuz ama korkutucu olmayınız. Zira korkutmak; düşünceyi, ümidi ve hayal gücünü yok eder. Kuşku, baskı getirir. O da nefreti doğurur. Barışçı olmak, her zaman şiddete engel olur. Müjdelemek; umutsuzluğu giderir, uyarıcı olmak ise dalgın olanı uyandırır. Size yakışan da barışçı, hoşgörülü, müjdeleyici, uyarıcı ve ümit var olmaktır. Kavgacı, hoşgörüsüz, umut kırıcı, nemelazımcı ve yeis içinde olmamaktır.
Bizlerden fizikî olarak ayrıldığınızı ama, ruhen ve kalben burada kaldığınızı ve Fakültenize olan aidiyetinizi devam ettireceğinizi bilerek ve umarak sizlere hayat boyu başarılar ve mutluluklar diliyorum, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum
İlahiyat Fakültesi 2001-2002 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması *
Değerli Konuklar;
Teşriflerinizle bizleri onurlandırdığınız 2001-2002 eğitim-öğretim yılı mezuniyet törenimize hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
Bu öğretim yılında Fakültemizden bu sene sona eren eski ilahiyat programı I. öğretimden 229, II. öğretimden 104; bu sene ilk defa mezun veren yeni ilahiyat programından 102; yine bu sene ilk defa mezun veren İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümünden 53 öğrencimiz, mezun olma aşamasına gelmiş olmanın hazzını yaşamakta ve sizlerle bu hazzı paylaşmaktadır.
Bu hazzı yaşatma lütfunu bizlerden esirgemeyen Yüce Tanrı’ya hamd eder, huzurlu bir ortam içinde eğitim öğretim yapma imkân larını bize sağlayan başta Üniversitemiz yönetimine ve ilimizin bütün yöneticilerine teşekkür ederim.
Değerli Konuklar;
Fakültemiz; aklı ve bilimi esas alan, etik değerleri önde tutan, öğrencilerini, milletiyle, devletiyle büyük Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin temel ilkeleriyle barışık, siyasi ve ideolojik kamplaşmalardan uzak sadece ilahiyatçı olmanın onurunu taşıyan ve başka kimliklerin onayına ihtiyaç duymayan anlayışla yetiştirme gayreti içinde olan bir kurumdur. 140 dönümlük arazi üzerinde dört binadan oluşan ve 12. 000 m2 lik kapalı alanı bulunan 19 profesörü, 4 doçenti, 11 yrd. doçenti, 12 si doktoralı 16 öğretim görevlisi, 4 okutmanı, iki uzmanı ve 18 araştırma görevlisi ile Fakültemiz, bu amacı gerçekleştirme çabası içindedir.
Değerli Konuklar,
Ülkemizde insanları karamsarlığa götüren bazı şeylerin yanında iyi ve güzel şeyler de olmaktadır. Bu yıl, Fakültemiz yapılan iyi ve güzel şeylerden birinin mutluluğunu yaşadı. O da E. Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim elemanları ile Milli Eğitim Bakanlığının ortaklaşa gerçekleştirdikleri, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Kılavuzun yazılması ve basılmış olmasıdır. Yaklaşık altı ay gibi kısa bir süre içinde İlköğretim 4. 5. 6. 7. ve 8. sınıflara ait ders kitapları ile ilgili öğretim kılavuzunun ortaklaşa yazılmasıyla bu alanda Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilmiştir. Bu hayırlı hizmeti gerçekleştirenleri yürekten kutluyorum.
Bu ülkemiz için önemlidir. Zira bir bütünün parçaları olarak işbirliği içinde bir şeyi gerçekleştirme becerisi gösterilmiştir. Fakültemiz için önemlidir. Zira bu önemli projeyi gerçekleştirebilecek bilimsel yeterliliğe ve kaliteye sahip bulunduğunu ispatlamıştır.
Bu eserler, Fakültemizi ve Üniversitemizi de tanıtacak nitelikte olan eserlerdir.
Fakültemiz her olumlu ve güzel şeyin yanında ve onun destekleyicisi olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı, İl Müftülüğümüz ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile de olan iyi ve verimli ilişkilerimizi ve yapılan etkinliklere olan katkılarımızı da burada hatırlatmakta yarar görüyorum.
Değerli Konuklar,
Başarının ölçütü kaliteden, eğitim- öğretimin kalitesinden geçmektedir. Kalite kavramı hepimizin bildiği gibi yükselen değerlerden birisidir. Toplam kalite ise her kurumun arzuladığı, özlediği fakat çok azının ulaştığı bir olgudur.
Kaliteli bir toplum ise kaliteli bireylerden oluşur. Bireyler ne ölçüde bilgili, ahlaklı ve üretken ise toplum da o kadar bilgili, ahlaklı ve üretken olur. Bir başka ifade ile sütümüz ne kadar kaliteli ise kaymağımız da o kadar kaliteli demektir.
Bunun için de öncelikle din görevlilerimizi yetiştiren İlahiyat Fakültelerimizin değişen yeni şartlara uygun olarak yapılanması, kalite artırıcı araç ve gereçlerle donatılması ve öğrencilerimize bilgilenme ve kendilerini yetiştirme imkân larını sunacak bir donanıma kavuşturulması gerekmektedir
Fakültemizin bu alanlarda belli bir seviyeye ulaştığını; kalite artırıcı çalışmalarına devam ettiğini, ama gelinen seviyenin yeterli olmadığını, ulaşılması hedeflenen seviyeye erişebilmesi için daha çok çaba ve gayret gösterilmesi gerektiğini biliyoruz.
Bunun için de kütüphanemize çok önem ve değer veriyoruz. İnternet ağına bağlı kütüphanemizde yaklaşık otuz beş bin kitap, bir internet cafe ve güvenlik sistemi bulunmakta ve açık raf sistemiyle çalışmaktadır. Kütüphanemizden her ay bin beş yüz kitap ödünç alınmakta ve ortalama on altı bin kişi yararlanmaktadır. Bunun yeterince okumayan bir toplumda, çok önemli bir rakam olduğunu, düşünüyor ve bunu okuyan insan ve okuyan bir toplum olma yolunda atılmış çok önemli bir adım olarak kabul ediyorum.
Bu konuda gösterilen çaba ve gayretlerin neticesindedir ki, kütüphanemize yapılan kitap bağışı sayısında her geçen gün bir artış gözlemlenmektedir. Nitekim Prof. Dr. Beylü Dikeçligil, bu sene babası Hüsnü Dikeçligil’e ait iki bine yakın kitabı kütüphanemize bağışlamış bulunmaktadır. Sayın Beylü Dikeçligil’e huzurlarınızda şükranlarımı arz ediyorum. Ayrıca Mayıs ayı içinde yaptığımız sempozyuma olan katkıları nedeniyle Kayseri Ticaret Odası Yönetim Kurulu başkanı ve üyelerine, hem sempozyumumuza olan katkıları hem de bu törenin sonunda vereceği yemek için sayın İl Müftümüz Necmettin Nursaçan’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Değerli Konuklar,
1998 yılında açılışı yapılan H. Mehmet Bayraktar İlahiyat Fakültesi binasını bize anahtar teslimi armağan eden; yaptığı 5 bine yakın kitap bağışı ile Hatice Bayraktar Kütüphanemizi zenginleştiren, çevre düzenlememize önemli katkıları olan ve nihayet bu sene İlahiyat Bilimleri Araştırma Vakfımız aracılığı ile 10 öğrencimize burs veren ve kütüphanemize ait 500 civarındaki kitabın ciltlenmesini sağlayan, bizlere olan maddî ve manevî desteğini hiçbir zaman esirgemeyen Sayın İzzet Bayraktarı da huzurlarınızda sevgi, saygı ve şükranla anıyor, en kalbî duygularımla kendilerine sağlık, mutluluk ve huzur dolu bir ömür diliyorum.
Fakültemizle ilgili bu kısa bilgileri sizlere arz ettikten sonra, bazı duygu ve düşüncelerimi mezun olan sevgili öğrencilerimle paylaşmak istiyorum:
Sevgili mezun öğrencilerim,
2001-2002 eğitim-öğretim yılı mezunları olarak sizleri candan kutluyor, yeni hayatınızda da başarılarınızın devamını diliyorum.
İlahiyatçı olmak da ilahiyatçı kimliğinizin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine sahip olmak da irademize bağlı bir iş olduğu hepimizin malumudur. Ancak ilahiyatçı kimliğimizle ilahiyatçı kişiliğimiz arasında önemli bir fark bulunmaktadır. O fark da kimliğimizden değil, kişiliğimizden yani kim olduğumuzdan değil, nasıl olduğumuzdan kaynaklanmaktadır. Zira bireye çok şey kazandıran kimliğimiz değil, kimliğimizin gerekli kıldığı kişilik özelliklerimizdir. Bu da nasıl bir ilahiyatçı sorusunun cevabıdır.
Bu sorunun cevabı da seven, sayan ve sorumluluk bilinci içinde davranışlarını ayarlayan, önyargıları ve kalıp yargılarıyla insanları yargılamayan, kendisine güven duyulan, elinden ve dilinden emin olunan, ne inciten ne incinen, işinin adamı olan, yaptığı işi doğru yapan, iş ahlakına sahip olan, sürekli okuyan, öğrenen, okuduklarını ve duyduklarını sorgulayan ve senteze gidebilen, düşünen, aklını kullanan fakat kurnazlık yapmayan; üreten, duygularını helal, temiz ve dengeli bir biçimde yaşayan, duyarlı olan ama duygusal davranmayan, sorumluluk bilincine sahip olan, ben yerine bizi veya hepimizi davranışlarının temeline koyabilen, karanlığa küfretme yerine bir mum yakabilen; fakat yaktığı ilk mumun kendi karanlığını aydınlatacak bir mum olmasına özen gösterebilen; cehalete, tembelliğe, tefrikaya ve ümitsizliğe karşı gönül kapılarını kapatabilen, empati yapabilen, yani kendisi için istediğini karşısındaki her birey için de isteyebilen; ailem, kurumum, devletim bana ne verdi? demeden önce, ben aileme ve devletime ne verdim diyebilen, çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir, ibadet yapmadan abid olma arzusu ve iradesi içinde olmayan, sadece ilahiyatçı olan, siyasi ve ideolojik kamplaşmalar içinde olmayan; kısaca kendisiyle, ailesiyle, milletiyle, devletiyle bütün insanlarla ve Yüce Yaratıcısıyla barışık olan bir ilahiyatçı olmanızdır. Bu Fakültede verilen eğitim ve öğretimin, kısmen de olsa bunu sağladığına inanıyorum. Bu niteliklere ilaveten şu hususları da özellikle belirtmek istiyorum.
İlahiyat Fakültesi’nde elde ettiğiniz bilimsel ve bilgisel düzeyinizi yeterli görerek, okumayı ve araştırmayı bırakmayınız.
Mezuniyet sonrasında da bilgilenme ve bilgi elde etme çabası ve gayreti içinde olunuz. İlahiyatçı kimliğinizin arkasına sığınarak, olumsuz kişilik özelliklerinizin ve kusurlarınızın savunmasını yapmayınız. “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” anlayışını hayat felsefeniz yapınız ve şu dünyada bir iz bırakmaya çalışınız. Sonuç olarak yaşadığınız sürece şu 6 S formülünü hayat düstûru yapınız: Sevgi, saygı, sorumluluk, sabır, sadakat ve süreklilik. . .
Daima olumlu ve güzel şeylere sahip olunuz ve onları vermeye çalışınız. Barışçı, müjdeleyici ve uyarıcı olunuz ama korkutucu olmayınız. Zira korkutmak; düşünceyi, ümidi ve hayal gücünü yok eder. Kuşku, baskı getirir. O da nefreti doğurur.
Barışçı olmak, her zaman şiddete engel olur. Müjdelemek; umutsuzluğu giderir, uyarıcı olmak ise dalgın olanı uyandırır. Size yakışan da barışçı, hoşgörülü, müjdeleyici, uyarıcı ve ümit var olmaktır. Kavgacı, hoşgörüsüz, umut kırıcı, nemelazımcı ve yeis içinde olmamaktır.
Bizlerden fizikî olarak ayrıldığınızı ama, ruhen ve kalben burada kaldığınızı ve Fakültenize olan aidiyetinizi devam ettireceğinizi bilerek ve umarak sizlere hayat boyu başarılar ve mutluluklar diliyorum, hepinize selam ve saygılarımı sunarım
İlahiyat Fakültesi 2002-2003 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması *
Değerli Konuklar,
Teşriflerinizle bizleri onurlandırdığınız 2002-2003 eğitim-öğretim yılı mezuniyet törenimize hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
Bu sene Fakültemizin İlahiyat programından 66, İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği programından 54 olmak üzere toplam 120 öğrencimiz, mezun olma aşamasına gelmiş olmanın hazzını ve mutluluğunu yaşamaktadır. Bu hazzı ve mutluluğu bizlere yaşatma lütfunu esirgemeyen Yüce Allah’a hamd eder, huzurlu bir ortam içinde eğitim ve öğretim yapma imkân ını bize sağlayan başta sayın Rektörümüz olmak üzere ilimizin değerli yönetici ve idarecilerini, verimli bir eğitim ve öğretim yılı geçirmemizde etkin rol oynayan değerli öğretim elemanlarımızı, Fakültemizden maddi ve manevi desteğini esirgemeyen sayın İzzet Bayraktar’ı, özveri ile çalışan idari personelimizi, okulumuzun ve çevremizin her türlü bakımını fedakarca yapan sevgili hizmetlilerimizi şükran duygularımla anmak ve kendilerine teşekkürlerimi sunmak istiyorum.
Değerli Konuklar,
Her kurumun bir misyonu vardır. İlahiyat Fakültesi olarak da bizim misyonumuz: Yüksek Öğretim Kanunu’nun amaç ve ilkeleri doğrultusunda İlahiyat Bilimleri alanında çalışmalar yapmak,
Dinin anlaşılması, yorumlanması ve uygulanması konularını hem tarihsel hem de aktüel boyutu ile inceleyerek, elde edilen sonuçları paylaşmak,
Toplumdaki dini yaşantıyı ve bu bağlamdaki sorunları olgusal ve objektif bir yaklaşımla ele alıp incelemek, bilimsel tahliller yapmak suretiyle çözüm önerilerinde bulunmak,
Lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim-öğretim yaparak, dini konularda uzman araştırmacıların yetişmesine katkıda bulunmak,
İlköğretim kurumlarına din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni yetiştirmek,
Ortaöğretim kurumlarında görev alabileceklere, alan bilgisi vermek,
Yaygın din eğitimi ve din hizmetlerini yürütmekle görevlendirilebilecek (Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatı, müftü, vaiz, imam, Kuran Kursu öğreticisi vb) elemanlar yetiştirmektir.
Yine her kurumun bir vizyonu olmalıdır. İlahiyat Fakültesi olarak bizim vizyonumuz da:
Sistematik, tutarlı ve eleştirel düşünebilen,
Bireysel ve toplumsal ilişkilerinde insanlara empati ve sempati ile yaklaşabilen,
Modern iletişim imkân ve araçlarını gerektiği gibi kullanabilen,
Disiplinler arası yaklaşıma sahip, çeşitli ilgi ve becerileri olan,
Küreselleşme bağlamında çok kültürlülüğü anlayıp kendi kültürünü özümsemiş olan,
Toplumdaki çeşitli kurumlarda (huzurevi, çocuk yuvası, hastane, cezaevi vb) bulunan kişilerin dini ihtiyaçlarını karşılayabilecek donanımda olan,
Dini asıl kaynaklarından yola çıkarak anlayıp yorumlayabilen,
Din olgusunu bilimsel bir yaklaşımla irdeleyebilen,
Kendini geliştirmeye ve çevresini güzelleştirmeye çaba gösteren,
Yeniliğe ve sürekli gelişmeye açık olan,
Ezberci değil, konuları çözümleyici ve yorumlayıcı bir yaklaşıma sahip olan,
Dinin birleştirici, huzur verici ve barışı sağlayıcı özelliğinin farkında olan,
Yaratıcı düşünebilen ve yaratıcı düşünceyi geliştirme çabası içinde olan,
Problem çözme becerisi gelişmiş olan,
Dinle ilgili çalışma ve değerlendirmelerinde bilimsel yaklaşıma sahip olan ilahiyatçılar yetiştirmektir.
Bu misyon ve vizyona sahip ilahiyatçılar yetiştirmek ana hedefimizdir. Bu hedefe ulaşmadaki yoğun gayret ve çabalarımız, devam etmekle birlikte, henüz istenilen düzeye ulaştığımız söylenemez. İlahiyat Fakültemizin tam anlamıyla hedeflediği vizyona ulaşabilmesi için senelerin geçmesi gerekecektir. Ama yine de biz, yarınlara karamsar değil, umutla bakıyoruz. Karanlığa küfrederek sürekli şikâyet eden, işini bir başkasına havale eden, bahane üreten veya işini zamanında yapmayarak geciktiren insanlar olma yerine, karanlığı aydınlatmak için bir mum yakan, sorumluluk bilinci içinde hareket ederek imkân ölçüsünde görevlerini zamanında ve yerinde yapan, görevlerini bir başkasına havale etmeyen, bahane üretmeyen ve işini geciktirmeyen, kendisiyle, ailesiyle, milletiyle, devletiyle Yüce Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’ imizin temel ilkeleriyle barışık ilahiyatlı olma çabası içindeyiz. Bunlarda da önemli başarılar elde ettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu söylediklerim, bir yargının ifadesi değil, bir olgunun ifadesidir; bir durum tespitidir.
Sevgili Mezunlarımız,
2002-2003 öğretim yılı mezunları olarak sizleri candan kutluyor, bundan sonraki hayatınızda sağlık, huzur ve başarı dolu bir ömür diliyorum.
Sevgili Mezunlarımız,
İlahiyatçı olmak da ilahiyatçı olma kimliğinizin gerektirdiği kişilik özelliklerine sahip olma da sizin iradenize bağlı olan bir iştir. Kimliğiniz öneminizi, kişiliğiniz ise değerinizi belirler. Sadece kimliğe sahip olanlar önemli olabilirler, ama değerli olamazlar. Önemli ve değerli olabilmek için hem bir kimliğe hem de iyi bir kişiliğe sahip olmak gerekir. Kişiliğini kimliğinin veya üst kimliğini alt kimliklerinin önünde tutabilenler, mesleğinin onurunu daha çok koruyanlardır. Acaba hangisi sizi daha çok mutlu eder? Kişiliği olmayan ama kimliği olan bir ilahiyatçı olmak mı, yoksa kişilik sahibi bir ilahiyatçı olmak mı? Kim ve ne olduğunuz şüphesiz önemlidir, ancak nasıl olduğunuz bundan çok daha önemlidir. Bu nedenle;
Allah ile kendisi ile ailesi ile içinde yaşadığı toplum ile devleti ile ve bütün insanlarla barışık olan; Kendisine güven duyulan, elinden ve dilinden emin olunan; Ne incinen, ne inciten;
İyilik yapan ve iyilikte yarışan;
İşinin adamı olan yaptığı işi doğru yapan, kısaca iş ahlakına sahip olan;
Okuyan, öğrenen, okuduklarını sorgulayan ve senteze gidebilen;
Düşünen, aklını kullanan, kurnazlık yapmayan ve üreten;
Duygularını helâl, temiz ve dengeli bir biçimde yaşayan;
Duyarlı olan, ama duygusal olmayan, sorumluluk bilincine sahip bulunan;
Ben yerine bizi, davranışlarının merkezine koyabilen;
Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakan, fakat yaktığı ilk mumun kendi karanlığını aydınlatacak bir mum olmasına özen gösteren;
Cehalete, tembelliğe, tefrikaya ve yeise karşı gönül kapılarını kapatabilen;
Bütün ibadetlerini bilinçli yapan, yaptığı her işi ibadet bilinci ile yapabilen;
Empati yapan, yani kendisi için istediğini karşıdaki birey için de isteyebilen;
Ailem, kurumum, devletim bana ne verdi demeden önce ben aileme, kurumuma ve devletime ne verdim diyebilen,
Çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir, ibadet yapmadan âbit olma arzusu içinde olma yerine, çalışarak zengin, okuyarak bilgin, ibadet yaparak abit olma arzusu ve iradesi içinde olan bir ilahiyatçı olmanız bizim en büyük arzumuzdur.
Bu nedenle bu ve benzeri olumlu kişilik özelliklerinizi çoğaltınız, olumsuz yönlerinizi düzeltmenin gayreti ve çabası içinde olunuz. Bunu elde etmek için de zihniyet değişikliğine gitmeniz ve iradenizi bu yönde kullanmanız gerekecektir.
Bunun için de önyargılarınızı veya kalıp yargılarınızı sorgulamalı, birey olarak eksilerinizi ve artılarınızı tespit etmeli, olumlu yanlarınızı ve yönlerinizi devam ettirici, olumsuz yanlarınızı ve yönlerinizi düzeltici davranışlarda bulunmalısınız.
Şunu unutmamalısınız ki kaderimizi, karakterimiz; karakterimizi, alışkanlıklarımız; alışkanlıklarımızı ise eylemlerimiz belirler. İlgi ve sevgi olmadan bilgi, bilgi olmadan bilinç, bilinç olmadan eylem meydana gelmemektedir.
Bu nedenle işinize ve mesleğinize ilgi duymalı ve onu sevmelisiniz. Sonra o konuda bilgilenmeli ve bu bilginizi, bilince dönüştürmelisiniz. İşte o zaman doğru işi doğru biçimde yapma iradeniz gelişir. Bu irade ise, sizi kişilik sahibi yapacak yegâne gücünüzdür. Bu güçten kendinizi niye mahrum edeceksiniz.
Sevgi, saygı ve sorumluluk; satın alınan meta değil, kazanılan ve elde edilen değerlerdir.
Sevmek ve sevilmek; saygı duymak veya saygı duyulmak ve sorumluluk bilinci içinde hareket etmek istiyorsanız, bu bilinci mutlaka kazanmak zorundasınız. Her birey, ancak kendinde var olan şeyleri verebilir, olmayanı veremez.
Sevgisi varsa sevgisini, parası varsa parasını, bilgisi varsa bilgisini verebilir. Şayet bunlar yokta, kini varsa kini, hasedi varsa hasedini, nefreti varsa nefretini verecek demektir.
Bir ilahiyatlıya yakışan da, insanlara nefret yerine sevgiyi, düşmanlık yerine saygıyı, cehalet yerine bilgiyi, tembellik yerine çalışkanlığı, bölücülük ve parçacılık yerine birlik ve bütünlüğü sağlayıcı düşünce ve tavırlar içinde olmaktır.
Zira sevgi bağlar, nefret ayırır. Bu nedenle sevgide yargı yoktur. Yargı varsa sevgi yoktur.
O halde önyargılı veya kalıp yargılı olmadan insanlarla diyalog içinde olmak, bir ilahiyatlı için asla vazgeçilmeyecek ana ilkelerden birisidir.
Sizleri bu duygularla uğurlarken yeni hayatınızda başarılar diliyorum.
Yolunuz ve bahtınız açık, yarınlarınız aydınlık olsun.
İlahiyat Fakültesi 2003-2004 Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni Konuşması*
Değerli Konuklar,
Teşriflerinizle bizleri onurlandırdığınız 2003-2004 Eğitim-Öğretim yılı mezuniyet törenimize hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
Tevhid-i Tedrisat ve YÖK kanunlarıyla hukukî ve kanunî meşruiyeti, Cumhuriyetimizin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün “Nasıl ki her hususta âli meslek ve ihtisas sahibi yetiştirmek lazım ise dinimizin hakikati fenniyesinin tetkik, tetebbu ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahüp edecek güzide ve hakiki ulemayı kiram dahi yetiştirecek müessesatı âliyeye malik olmalıyız” sözüyle de misyonu belirlenen İlahiyat Fakültelerinin, medrese anlayışı yerine sanayi ve bilgi toplumunun dinî ihtiyaçlarını karşılayacak ve problemlerine çözüm üretebilecek din adamları ile dinî entellektüeller yetiştirmek, sorgulanmış ve analizi yapılmış bilgi aktarımında bulunmak üzere kurulduğu hepimizin malumudur.
Bu misyonu gerçekleştirmek üzere kurulan 23 İlahiyat Fakültesi arasında E. Ü. İlahiyat Fakültesi’nin ayrı bir yeri ve önemi mevcuttur. Bu önem, Erciyes Üniversitesi’nden ve onun bir birimi olmasından kaynaklanmaktadır. Bir dünya üniversitesi sloganıyla yoluna devam eden Üniversitemizin Kayserili iş adamları ve hayırseverler nezdinde sahip olduğu itibar ve değerden Fakültemiz de nasibini almış ve Sn. İzzet Bayraktar tarafından yaptırılan 1 milyon 250 bin $ lık ek bir binaya sahip olmuştur.
Değerli Konuklar,
Fakültemiz, sorgulayıcı, eleştirici, çözümleyici bir anlayışla eğitim ve öğretim kalitesini artırma gayreti ve çabası içindedir ve bunda da önemli mesafeler kat etmiştir. Fakültemiz, bir yandan verimliliği ve üretimi artıracak her şeyi teşvik etmekte, cehalete, tembelliğe, ideolojik ayrışımcılığa, kamplaşmalara ve ümitsizliğe karşı ise kapılarını kapatmaya; diğer yandan bilimsel ve entellektüel gelişme düzeyini artırmaya çalışmaktadır.
Hepimiz biliyoruz ki bilim gelişiyor, bilgiler değişiyor. Bilgilerin değişmesi zihniyetleri ve düşünceleri de değiştiriyor. Bilim öğretiyor, öğrettikçe de sorular ve sorunlar çoğalıyor. Bilimin bu dinamik yapısı, eski düşünce sistemlerini altüst ediyor. Pek tabiidir ki ilahiyatçılar da bilimin ve bilginin bu dinamik yapısından etkilenerek yeni fikirler ve düşünceler üretmeye başlıyor. Bu dinamik yapıyla bilim adamlarımız, eskisinden farklı olarak sosyolojik, bilimsel, psikolojik, edebî, felsefî, çevreci, antropolojik, etik, estetik vb. yaklaşımlarla veya bunlara ilişkin yeni açılımlarla özellikle interdisipliner veya multidisipliner açılımlarla düşünce alanına veya dini düşünceye girmeye çalışıyorlar. Herhangi bir değer yargısına varmadan bu yeni yaklaşımların ve açılımların, ürettikleri yeni fikir ve düşüncelerin hiç bir şey üretmemekten daha iyi olduğu kanaatini taşıyorum. Zira üretilen fikir ve düşüncelerin eksiklikleri ve yanlışlıkları olsa da, üretimsizliğin hiçbir şeyi olmadığını düşünüyorum. Üretmekten değil, asıl üretmemekten korkmak gerekir. Üretim yanlış olabilir, ama onun her zaman düzeltilebilme şansı vardır, olmayan bir üretimin ise hiç bir şansı yoktur.
Bu açılardan bakıldığında Fakültemizin bazı alanlardaki eksikliklerine veya yetersizliklerine rağmen, bilime, düşünceye ve özellikle dinî düşünceye olan olumlu katkılarını, takdirle belirtmek gerekir. Yapılan katkıların eksikliği ve yetersizliği tartışılsa da, yokluğu asla tartışılamaz. Bu nedenle bu Cumhuriyet kurumunun düşünce alanındaki kalitesini ve yeterliliğini daha da artıracak çaba ve gayretlerin etkin ve aktif bir biçimde yapılması, sorumlu olan veya sorumluluğunun bilincinde olan herkese ait bir görevdir. Bu görevi, Fakültemiz akademik ve idari personelinin elinden geldiği ölçüde yaptığına inanıyorum.
Değerli Konuklar,
Huzurlu bir ortamda eğitim ve öğretimin devam etmesi yönündeki iradesi, yönetim anlayışı, olumlu ve verimli yaklaşımları ile Fakültemizin huzur içinde eğitim-öğretimini yapmasına vesile olan, Rektörümüz Sn. Prof. Dr. A. Zeki Yılmaz’a, daima olumlu ve yapıcı davranışlarını gördüğümüz değerli yardımcılarına, Üniversitemiz idari personeline Fakültem adına şükranlarımı arz ediyorum. Fakültemizin eğitim-öğretim kalitesinin her geçen gün biraz daha artmasına katkıda bulunan değerli öğretim üyelerimize, öğretim elemanlarımıza ve idari personelimize de teşekkürlerimi sunuyorum. Bu günleri bizlere yaşatan Allah’a hamd ediyorum.
Daha önce yaptıklarına ilaveten, bu sene Fakültemiz Hatice Bayraktar Kütüphanesi giriş kısmının yeniden tanzimi ve kitap alımı; çevre bakımındaki katkıları ve İlahiyat Bilimleri Araştırma Vakfı vasıtasıyla 25 öğrencimize 8 ay süreyle verdiği 50 milyon TL. lik bursu ile Fakültemize olan ilgi ve alakalarını devam ettiren Sn. İzzet Bayraktar’a en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. İlgi ve alakasını yardımlarıyla devam ettirmesinden Fakültemiz öğretim elemanlarının ve öğrencilerimizin ziyadesiyle memnun olduğunu ayrıca belirtmek istiyorum. Fakültemize olan maddi ve manevi katkıları nedeniyle de değerli İl Müftüsü Sn. Necmettin Nursaçan’a da teşekkür ediyorum. Geçen hafta Fakültemiz Hatice Bayraktar Kütüphanesine muhtelif dillerde 1300 civarında kitap ve dergi bağışlayan Devlet Eski Bakanı ve Diyanet İşleri Eski Başkanı Sn. Dr. Lütfi Doğan’a da huzurlarınızda şükran duygularımı ifade etmek istiyorum.
Bu sene İlahiyat programından 104, İlköğretim Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği programından 59 olmak üzere toplam 163 öğrencimizin mezun olma aşamasına gelmiş olmasından da ayrıca büyük bir mutluluk duyuyorum. İzninizle bu öğrencilerimize de hitap ederek kendilerine resmi anlamda son nasihatimi yapmak istiyorum.
Sevgili Mezunlarımız,
2003-2004 öğretim yılı mezunları olarak sizleri candan kutluyor, Yüce Allah’tan hepinize sağlık, huzur ve başarı dolu bir hayat geçirmenizi diliyorum.
Sevgili Mezunlarımız,
Yüce dinimizin karşı çıktığı ve kınadığı kötülüklerin başında cehalet gelmektedir. En büyük cehalet ise hakkında bir şey bilmediğin kişiyi veya düşünceyi araştırmadan, incelemeden veya hakkında bilgi sahibi olmadan reddetmektir. Kur’an “bilmediğin şeyin ardına düşme” der. Bu evrensel ilkeye bağlı kalarak herhangi bir kişi veya düşünce hakkında yargıda bulunmadan önce bilgi sahibi olmaya özen gösteriniz.
Çalışınız, yerinizde oturup kalmayınız. Yapacağınız işleri bir başkasına veya Allah’a havale etmeyiniz. Zira Allah insana cevizi vermiş ama cevizin kabuğunu kırmayı insana bırakmıştır. Çalışmadan, yorulmadan, alın teri dökmeden, sıkıntı ve acı çekmeden başarılı olmak mümkün değildir. Yaptığınız işi, bir başkası için değil, kendiniz için yaptığınızı düşününüz. Şayet işinizi bir başkası için yaptığınızı düşünürseniz, asla kaliteye ve mükemmelliye ulaşamazsınız.
Hayatta mutlu olmanız en büyük arzumdur. Ancak mutluluk, problemsiz olmak değildir, problemleri çözecek morale ve yeteneğe sahip olmaktır.
Problemler ve zorluklar karşısında yılmayınız ve cesaretinizi asla kaybetmeyiniz. Ancak cesaret, korkusuzluk değildir. Asıl cesaret, tehlikeler karşısında akıllı davranmaktır.
Bir özdeyişte “Bugünkü “sen” ile bundan beş yıl sonraki “sen” arasındaki tek fark, okuduğun kitaplar ve tanıdığın insanlar olacaktır” denilmektedir. Öyleyse sürekli okuyunuz ve okuduklarınızı sorgulayarak analiz ediniz. İmkânınız ölçüsünde bilgiye dayalı düşünceler üretiniz. Aklınıza gelen fikirleri mutlaka not ediniz. Sadece dinleyerek değil, okuyarak ve yazarak bilgilenmeye çalışınız. Olayları ve öğrendiklerinizi asla dar sınıra hapsetmeyiniz. Öz disiplinli olunuz ama baskıcı olmayınız. Baskı ile öz disiplini birbirinden ayırt edebilecek bilgi düzeyine ulaşmaya çalışınız.
Ne kadar çok kitap okur ve insan tanırsanız; o kadar bilginiz ve görgünüz artacak demektir. Bilgi ve görgü artırmanın ise bir sınırı yoktur. Sadece duyan değil, dinleyen; bakan değil, gören; hoşgörülü, diyaloga açık, prensip sahibi kişiler olunuz. Uyumsuz olmayınız, insanları kırma yerine, ikna ediniz.
Çevrenizle ilişki kurunuz. Değerlerinizi ve sorunlarınızı paylaşınız. Kuralsızlığın, dilediğini dilediği gibi yapmanın asla hürriyet olmadığını, tam aksine hürriyetin, kural ve ilkelere uygun hareket etme olduğunu asla unutmayınız.
Kendiniz olunuz, kendinizi seviniz ve kendinizi tanıyınız. Kalb-i selim, zevk-i selim ve akl-ı selim sahibi kişiler olarak meslekî nosyonunuzu daima koruyunuz ve geliştiriniz; misyonunuzu ve vizyonunuzu kısaca neyi temsil ettiğinizi ise asla unutmayınız.
Sizleri bu duygularla uğurlarken hepinize yolunuz ve bahtınız açık olsun diyor, teşriflerinden dolayı da konuklarımıza ve öğrenci ailelerine teşekkür ediyor, selam ve saygılarımı sunuyorum
İlahiyat Fakültesi 2004 – 2005 Mezunlarına *
Sevgili Mezunlarımız,
2004-2005 öğretim yılı mezunları olarak sizleri candan kutluyor, sağlık, huzur ve başarı dolu bir hayat geçirmenizi diliyorum.
Bundan sonraki hayatınıza etkisinin devamlı ve sürekli olacağına inandığım dört yıllık lisans eğitim ve öğretimini tamamlayarak Fakültemizden mezun olmanın hüzünle karışık mutluluğunu ve buruk sevincini yaşamaktasınız.
Mutlusunuz ve sevinçlisiniz, zira dört yıllık bir emeğin semeresini elde ettiniz. Hüzünlüsünüz, zira dört yıl beraber bulunduğunuz ve aidiyet duygularınızla bağlı olduğunuz bu ilim ve irfan yuvasından, onun huzur dolu atmosferinden, kütüphanesinden, kantininden, bahçesinden ve en önemlisi dört yıl beraber okuduğunuz sınıf ve okul arkadaşlarınızdan ayrılıyorsunuz.
Her beraberlik içinde potansiyel olarak ayrılığı, her ayrılık da potansiyel olarak yeni birliktelikleri, yeni arkadaşları ve yeni bir çevreyi de içinde barındırır. Eminim ki buradan sadece vücudunuz ayrılıyor, ama ruhunuz, aidiyetiniz, sevginiz, saygınız ve sorumluluk bilincinizle okuduğunuz yere bağlı kalarak gidiyorsunuz.
Geldiğinizdeki Fakültemize olan duygularınız, aynen devam mı ediyor yoksa değişti mi? Değişti ise olumlu yönde mi olumsuz yönde mi oldu bilemiyorum. Bildiğim tek şey, geldiğinizde duygularınız olumsuz da olsa bunun olumlu yönde değiştiği kanaatinin aranızda yaygın oluşudur.
Bütün akademik ve idari kadrosu ile Fakültemizin, sizlerin daha iyi yetişmesi, yarınlara daha iyi hazırlanması için üstün bir çaba ve gayret gösterdiğini bilmeniz ve bunu unutmamanız bizleri mutlu edecektir. Vefa duygusu, çağımızda unutulmaya yüz tutan nadir olumlu duygularımızdan biridir.
Bu duyguyu yüreklerinizin içinde hissederek yaşamanız, en içten temennimizdir. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” anlayışının temsilcileri olduğunuz bundan sonraki hayatınızda daha da belirginleşecektir.
Bizler daha önce mezun ettiğimiz hiçbir öğrencimizi unutmadığımız gibi sizleri de unutmayacağız, hem başarılarınız hem de başarılarınızın devamı için dua edeceğiz. İlk fiili duayı lisans eğitiminiz süresince zaten yapmış olduk. Bundan sonraki çalışmalarınız için sözlü duamız sizinle olacaktır.
Bir babanın evladı için hissettiği şeyleri bizler de sizler için hissediyor, başarılı olmanızı içtenlikle diliyoruz. Sizin başarınız bir anlamda bizlerin, okuduğunuz Fakültenin başarısı olacaktır. “Beşikten mezara kadar ilim” anlayışı ile “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” anlayışı rehberiniz olsun.
Gönlü ile hisseden ama aklı ile düşünen ve aklını daima kullanan, duygularını aklının önüne geçiren değil aklını duygularının önüne geçiren insanlar olunuz.
Hayatta ne olduğunuz o kadar önemli değildir, nasıl olduğunuz önemlidir. Bunun için değerli bir insan olarak önemli olmaya çalışınız. Niceliğinizden ziyade niteliğinize önem veriniz.
Hayat boyu mutluluk ve başarı dileklerimle gönlünüz, bahtınız ve yolunuz açık olsun. Güle güle gidiniz.
İlahiyat Fakültesi 2005 – 2006 Mezunlarına *
Sevgili Mezunlarımız,
2005-2006 öğretim yılı mezunları olarak sizleri candan kutluyor, sağlık, huzur ve başarı dolu bir hayat geçirmenizi diliyorum.
Kaderimizi, karakterimiz; karakterimizi, alışkanlıklarımız; alışkanlıklarımızı eylemlerimiz, belirler. Eylemlerimiz ise ilgi, bilgi ve bilinç aşamalarından geçerek oluşur.
Bir insanın işine ilgi/sevgi ile yaklaşmadıkça, o konuda bilgilenmedikçe ve elde ettiği bilgiyi bilinç haline dönüştürmedikçe iradi bir eylemde bulunması söz konusu olmamaktadır.
Zira insan bütün iradi eylemlerini kazandığı kavramlara borçludur. Fakat hem kavramların kendisi hem de elde etme yolları karmaşıktır. Bu sebeple bir çok insan, yeteri kadar kavrama sahip olmadığı için, kavramlarla değil de sloganlarla düşünmekte, dolayısıyla düşünceleri genellikle içerikten yoksun olmaktadır.
Bundan dolayı da insanlar birbirlerini yeteri ölçüde ve sağlıklı bir biçimde anlayamamaktadırlar. İnsanlar arası iletişimde diyalogun sağlıklı bir şekilde olamayışının nedenleri arasında bu olgunun, çok önemli bir etkiye sahip olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Bu nedenle okumak, öğrenmek ve hayat boyu bilgilenmek, bilgi koordinasyonu yapmak her insan için gerekli ama bir din adamı için ise mutlaka gerekli olan bir eylemdir.
Kur’an’ın okumamızı; Hz. Peygamber’in; beşikten mezara kadar sürekli bilgi edinmemizi istemesinin sebepleri arasında sanırım bu husus büyük bir önem arz etmektedir. Onun için Fakülte bitince okumanın ve bilgilenmenin biteceğini sanmayınız, tam aksine daha çok okuma ve bilgilenme ihtiyacı hissedeceksiniz.
Zira Fakültenizde elde ettiğiniz bilgilerin hayat boyu size yeterli olmadığını, yeni ve çok yönlü bilgilere ihtiyacınızın olduğunu görecek ve bunun için de ihtiyaç duyduğunuz bilgileri elde etme çabası içine gireceksiniz.
Şayet Fakülteniz size öğrenmeyi öğretmiş ise, karşılaşacağınız problemlerden çekinmeyecek ve kendinize güveniniz tam olacaktır.
Güvenmek ve güvenilir olmak herkes için önemlidir ama bir ilahiyat mezunu için çok daha önemlidir. Bu sebeple bir ilahiyat mezunu,
Allah ile kendisi ile ailesi ile içinde yaşadığı toplum ile devleti ile ve bütün insanlarla barışık olan;
Kendisine güven duyulan, elinden ve dilinden emin olunan;
Ne incinen, ne inciten;
İyilik yapan ve iyilikte yarışan;
İşinin adamı olan yaptığı işi doğru yapan, kısaca iş ahlakına sahip olan;
Okuyan, öğrenen, okuduklarını sorgulayan ve senteze gidebilen;
Düşünen, aklını kullanan, kurnazlık yapmayan ve üreten;
Duygularını helâl, temiz ve dengeli bir biçimde yaşayan;
Duyarlı olan, ama duygusal olmayan, sorumluluk bilincine sahip bulunan;
Ben yerine bizi, davranışlarının merkezine koyabilen;
Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakan, fakat yaktığı ilk mumun kendi karanlığını aydınlatacak bir mum olmasına özen gösteren;
Cehalete, tembelliğe, tefrikaya ve yeise karşı gönül kapılarını kapatabilen;
Bütün ibadetlerini bilinçli yapan, yaptığı her işi ibadet bilinci ile yapabilen;
Empati yapan, yani kendisi için istediğini karşıdaki birey için de isteyebilen;
Ailem, kurumum, devletim bana ne verdi demeden önce ben aileme, kurumuma ve devletime ne verdim diyebilen bir insan olmak zorundadır.
Kısaca iyi bir insan ve iyi bir vatandaş olma çabası içinde olmalıdır.
Bu niteliklere sahip bir ilahiyat mezunu için hayat; daha kolay, daha sevimli ve daha verimli olacaktır.
Mutluluğa ve huzura ulaşmanızda bu ilkelerin etkin bir rolü olduğunu, yaşayarak görecek ve öğreneceksiniz.
Hayatın bu ilkelerin yaşandığı bir eylem ve deneme alanı olduğunu; değerinizin ve öneminizin ise büyük ölçüde eylemlerinizle ilintili görüldüğünü; özellikle söz ve eylem uygunluğunda aradığını fark edeceksiniz.
Temennim bu fark edişin, uzun bir süreyi kapsamaması, kısa sürede gerçekleşmesidir. .
Yolunuz ve bahtınız açık olsun.
İlahiyat Fakültesi 2005 – 2006 Mezunlarına
Mezuniyet Gecesi Konuşması*
Sevgili mezunlarımız, değerli veliler ve davetliler,
Bu konuşmam, hem mezunlarımıza bir veda hem de kendim için bir veda konuşması olacaktır. Zira mezun olan öğrencilerimiz, artık dört yıl okudukları Fakültesinden ayrılacaklar Ben de bu yıl dekanlık görevimden ayrılacağım. Bu nedenle bu konuşmam, reel olarak da bir veda konuşması olacak Bu nedenle bu konuşmam, biraz öz eleştiri, biraz duygusal ve biraz da tavsiye niteliğinde olacak.
Sevgili mezunlarımız,
Bu konuşmamada önce bir nefis muhasebesi yapmak istiyorum. Bu muhasebe hem kendim için hem de yöneticisi olduğum kurumum için olacak.
Biz kendimizi nasıl görüyoruz? Başkaları bizi nasıl görüyor?
Biz kendimiz ile barışık mıyız? Başkaları ile barışık mıyız?
Neden genellikle saldırgan, agresif ve negatif bir kişiliğe sahibiz?
Neden hoşgörülü, özgüvenli, kendinden emin, pozitif düşünen ve bunu davranışlarına yansıtan bir kişiliğimiz yok? Veya yeterince yansıtan kişiliğimiz yok . Bunun olmayışı, bu değerlerin bizde olmayışı mıdır? Yoksa başka bir şeyden mİ?
Öyle sanıyorum ki, her kes kendinde olanı veriyor olmayanı vermiyor. Şayet bu kural doğru ise- ki doğru olduğuna yürekten inanıyorum- vereceğimiz cevaplar, hiç şüphesiz bizi mutlu etmeyecek ve belki de çoğumuzu rahatsız edecektir
Neden bize güven duyulmuyor? Veya biz neden güven vermiyoruz? Hani Hz. Muhammed, “el-Emin” idi, bis neden” emin” değiliz veya biz ne kadar “emin” iz? Zaman zaman itibarımızın olmadığından, saygı görmediğimizden şikayet eder dururuz. Biz ne kadar başkalarına saygı gösteriyor veya itibar ediyoruz.
Büyüklerimize, hocalarımıza, anne- babalarımıza veya insanlara ne kadar saygılıyız? Farklı düşüncelere ne kadar saygılıyız? İnsanlara ne kadar değer veriyor ve onlara ne kadar saygı gösteriyoruz? Kendimiz için istediğimiz itibarı ve saygıyı biz başkalarına gösteriyor muyuz? Veya ne kadar gösteriyoruz?
İnsanlar arasında bizden olan olmayan diye bir ayırım yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz? Bizden diye bazı insanlara daha farklı, bizden değil diye başkalarına daha farklı davranıyor muyuz? Davranmıyor muyuz?
Bu sorulara vereceğimiz samimi cevaplar, şayet bizi rahatsız edecek boyutta ve oranda ise, o takdirde bizde yani ailemizdeki eğitimimizden başlamak üzere bütün eğitim hayatımızda bir sorun var demektir. Bunu sorgulamamız gerekmez mi?
Sevgili mezunlarımız,
İtibar ve saygı satın alınan birer meta değildir. Bu nedenle onları satın alamayız. Sevgi de saygı da itibar da, kazanılan ve elde edilen değerlerdir.
O halde itibarımız ve saygınlığımız şayet yok ise, şikâyet etme yerine bunları kazanmaya ve elde etmeye çalışmalıyız. Kazanalım ki, itibarı da saygıyı da hak edelim.
Sevgili gençler,
İtibarın iki temel unsuru bulunmaktadır. Bunlardan biri gereklilik, diğeri ise yeterliliktir. Şu soruyu kendi kendimize soralım: Biz gerekli miyiz? Veya ne kadar gerekliyiz? Biz yeterli miyiz? Veya ne kadar yeterliyiz? Bu iki değeri belirlemedeki kriterimiz ne olacak? Kendi kendimizi gerekli ve yeterli görmek mi? Yoksa başkalarının bizi gerekli ve yeterli görmesi mi bu iki değeri belirleyen kriter olacak? Biz kendi kendimizi gerekli ve yeterli görsek bile bu doğru bir kriter olmayacaktır. ? Zira biz istihdam eden değil, istihdam edilen insanlarız.
Başkaları bizi istihdam ettiğine göre, onların bizi gerekli ve yeterli görmesi daha doğru ve realist bir ölçüttür. Bu takdirde şu soruyu kendi kendimize sorup cevabını da vermeliyiz: Biz, bizi istihdam edenler tarafından ne kadar gerekli ve yeterli görülüyoruz?
Sevgili gençler,
Hem bir idareciniz hem de bir hocanız olarak sizlere tavsiyem şunlar olacaktır:
1. Bütün şartlanmışlıklarınızdan, olumsuz duygularınızdan, ön yargılarınızdan mümkün olduğu ölçüde sıyrılarak öz eleştiri yapınız.
2. Başkalarını yargılamadan önce onları anlamaya çalışın. Hatalarınız var ise, hatanızı kabul ediniz. Ben nerede hata ettim veya biz nerede hata ediyoruz? diye kendi kendinize sorunuz ve bu sorulara samimi ve içten cevaplar arayınız.
Zira hastalığı teşhis etmeden, tedavisi asla yapılamaz. İşe kendimizi sorgulamaktan başlayalım, daha sonra başkalarını sorgulamaya veya yargılamaya geçelim.
O zaman göreceksiniz ki kendinizi tanımaktan, kendinizi düzeltmeye çalışmaktan, eksi yanlarınızı artıya geçirmek için çaba sarf etmekten; başkaları ile uğraşmaya, onlarda kusur aramaya ve olumsuz anlamda eleştirmeye zamanınız kalmayacaktır. Çünkü buna vaktiniz olmayacaktır. Şunu da unutmayın ki basit insanlar, ancak başkaları ile uğraşırlar. Olgun insanlar ise, her daim kendilerini yetiştirmeye ve geliştirmeye çalışırlar.
3. Hayatınız boyunca sürekli okuyun ve sürekli bilgilenin. Ama bunu kendiniz için yapın. Bu zamana kadar yaptığınız gibi değil. Yani not almak için, sınıf geçmek için veya diploma almak için değil.
4. Teşekkür etmeyi bir alışkanlık haline getirin ve size yapılan her şeye teşekkür edin. Her şeyden önce Allaha teşekkür edin. Allahın kullarına teşekkür edin. Allah bile kulundan yaptıkları için teşekkür bekliyor. İnsanlar da teşekkür bekliyorlar.
Bu nedenle her insan, kendisi için yapılanlara teşekkür etmelidir ve etmesini bilmelidir. Müstağni ve mütekebbir bir tavır takınmamalıdır.
Bugün geriye dönüp baktığımda 60 yıllık ömrümün ilk kırk yılında yaptığım hatalardan biri ve belki de en önde olanı, bana yapılanlara yeterince ve gereğince teşekkür etmediğimi düşünüyorum Bunun ezikliğini içimde hissediyor ve üzüntüsünü yaşıyorum.
O tarihe kadar bir çok insan gibi ben de teşekkür etmede çok cimri, yargılamada ve eleştirilerimde çok cömert davrandığımı görüyorum. Bunu bir öz eleştiri ve bir itiraf olarak da değerlendirebilirsiniz.
Bu nedenle önce anne- babanıza, hocalarınıza, büyüklerinize teşekkür edin. Teşekkür etmekle kalmayın bunu alışkanlık haline getirin.
Yeri gelmiş iken burada, ben de ailenize çok teşekkür ediyorum. Sizlere kol kanat gerdikleri için. Özverili oldukları için. Yavrum okusun adam olsun dedikleri için. Sizleri bu güzel yuvaya gönderdikleri için.
Göndermekle kalmayıp sizlere yardım ettikleri, yemeyip yedirdikleri giymeyip giydirdikleri için.
Sizlere teşekkür ediyorum. Bizi, yani Erciyes İlahiyat Fakültesini tercih edip geldiğiniz için. Problem çıkartıp bizleri boş şeylerle uğraştırmadığınız için.
Gayret gösterip mezun olduğunuz için. Yapılan tavsiyelere ve verilen öğütler mümkün olduğu ölçüde uyduğunuz için. Çimleri çiğnemediğiniz, fıskiyeleri kırmadığınız ve çiçekleri koparmadığınız için.
Kütüphaneye giderek kitap okuduğunuz, kitapları koruduğunuz için. Fakültenize sahip çıktığınız için.
Hocalarınızla her daim saygı gösterip onların onurlarıyla oynamadığınız için. Ayrıca bu seneki albümü daha kaliteli çıkarttığınız için.
Öğretim Üyesi ve öğretim elemanı bütün arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum. Ellerinden gelen azami gayreti gösterdikleri için. Hiçbir fedakârlıktan kaçınmadıkları için.
Öğrencilerine anne-baba şefkati gösterdikleri, onlara kimlik ve kişilik kazandırdıkları için. Ve yaptıkları her güzel ve olumlu şey için.
Kütüphane uzmanlarımız sn. Melek Deniz’e ve sn. Osman Gül’e, kantinci Yaşar’a, konumum gereği zaman zaman yaptığım ani çıkışlarıma karşı büyük bir sabır ve tahammül gösteren değerli Dekan yardımcılarım sn. Prof. Dr. Erdoğan Pazarbaşı ve sn. Prof Dr. Abdülvahap Taşatan’a Fakülte sekreterimiz sn. İzzet Aslan’a ve bütün idari personele teşekkür ediyorum.
Sevgili mezunlarımız,
Konuşmama son verir iken tekrar sizleri, ailelerinizi candan kutluyor, yolunuz ve bahtınız açık olsun diyorum. Hayatınız boyunca kalbi selim, zevki selim ve akli selim ile hareket etmenizi Cenabı Haktan niyaz ediyor; iş, aş ve eş bulmanız temennisiyle hepinize sevgilerimi sunuyorum. Güle güle gidiniz
BİLİMSEL TOPLANTI KONUŞMALARI
“YAYGIN DİN EĞİTİMİNİN SORUNLARI SEMPOZYUMU” AÇILIŞ KONUŞMASI*
Değerli bilim adamları,
Fakültemizce organize edilen “Yaygın Din Eğitiminin Problemleri” konulu sempozyuma hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum. Özellikle tebliğci ve müzakereci olarak bizleri onurlandıran değerli bilim adamlarımıza şükranlarımı arz ediyor katılımlarından dolayı büyük bir mutluluk ve onur duyduğumu belirtmek istiyorum.
Bu sempozyum daha önce düzenlediğimiz “Orta Dereceli Okullarda Yürütülen Din Eğitiminin-Öğretimin Problemleri” sempozyumunun bir devamı mahiyetindedir. Daha geniş kapsamlı bir akademik kadroyla bu sempozyumu düzenlemeyi arzu etmemize rağmen, ekonomik sıkıntıların buna engel olduğunu belirtmekte yarar görüyor, bunu sağlayamamanın üzüntüsünü yaşıyorum. Bu sebeple sizlerin ve davet edemediğimiz diğer bilim adamlarımızın bizi mazur göreceğini umuyorum.
Değerli bilim adamları,
Yaygın din eğitim-öğretiminin tartışılacağı bu sempozyumda inanıyorum ki çok değerli tebliğler sunulacak ve bilgiler aktarılacak, mevcut sorunlara teşhisler konacak ve önerilerde bulunulacaktır. Şüphesiz aktarılan bu bilgilerden herkes nasibine düşen payı da alacaktır. Bu sempozyum vesilesiyle bir sorunumuzu ülkemizin en seçkin eğitim bilimcilerinin dikkatine sunmak istiyorum. O da göz yoğun bilgilendirme yerine kulak yoğun bilgilendirme yöntemini tercih ettiğimiz ve bir türlü göz yoğun bilgilendirme yöntemine geçemediğimiz sorunudur.
Kısaca niye hep dinliyoruz da okumuyoruz veya niye okuyarak bilgilenmiyoruz? Hepimiz biliyoruz ki, okuyarak bilgilenmenin payı %75, dinleyerek bilgilenmenin payı ise %13’tür. Bütün çalışmalarımız gayretlerimiz %13’lük bir paya sahip olan bilgilenme için mi olmalıdır? Yoksa %75’lik etkinliğe sahip olan bir bilgilenme biçimi için mi? Veya her ikisi için mi?
Bu sempozyumda yaygın din eğitiminin sorunlarını tartışırken bu can alıcı noktanın gözden uzak tutulmamasını diliyorum. Zira başarının ölçütü kaliteden, eğitim- öğretimin kalitesinden geçmektedir. Kalite kavramı hepimizin bildiği gibi yükselen değerlerden birisidir.
Toplam kalite ise her kurumun arzuladığı özlediği fakat çok azının ulaştığı bir olgudur. Örgün Din Eğitim Öğretiminde olduğu gibi yaygın din eğitim öğretiminde de kaliteye özellikle de toplam kaliteye ulaşmak hepimizin hedefidir. Ancak bu hedefe ulaşmak için örgün eğitimde hocaların, eğitim sisteminin ve öğrencilerin; yaygın eğitimde ise vaizlerin, vaaz yöntemlerinin ve cemaatin kaliteli olması gerekmektedir.
Bu üç unsurun biri eksik olursa toplam kalite nasıl sağlanabilecektir? Okumayan bir toplumda cemaatin kalitesi nasıl mümkün olacaktır? Yeterince okumayan yazmayan bir geleneğe sahibiz.
Fahri Unan’ın Türkiye Günlüğü’ndeki bir makalesinde 16. Yüzyılda Fatih Medresesinde 290 profesör olduğu, yazılan eser sayısının 138 olduğunu, yani %40’ının kitap yazdığını, gerileme döneminde yazan ulema sayısının %9, 18. Yüzyılda %6 olduğunu belirtmektedir.
Bilim adamlarımızın yazma konusundaki kalitesi budur. Günümüzde ise ülkemizde uluslar arası standartlarda yılda beş bin civarında bilimsel çalışma yayınlanmaktadır. Bu sayı Amerika’da iki yüz bin, Avrupa’da yüz bin diğer İslam Ülkelerinde ise sadece yüz civarındadır. Bu sayı yazma daha doğrusu yazmama geleneğimizi ve yazma konusundaki yetersizliğimizi ortaya koymaktadır. Burada bir araştırmanın sonuçlarından söz etmek istiyorum.
Dünya milletlerinin okuma konusundaki durumunu gösteren bu araştırmaya göre en çok okuma fukarası olan Birezilyalılar’dır. 11. 500 kişiye bir kitap düşüyor. İkinci okuma fukarası Tayland’tır. 10. 500 kişiye bir kitap düşüyor. Üçüncüsü ise maalesef Türkiye’dir. 7250 kişiye bir kitap düşüyor. Dördüncüsü Venezüella’dır. 5200 kişiye bir kitap düşüyor.
Diğer ülkeleri sıralamaya gerek yok sanıyorum. Neden okumuyoruz, okutamıyoruz? Neden bilenle bilmeyen bir değil dediğimiz halde söylediğimizi yapmıyoruz? Neden çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir, ibadet yapmadan abid olma arzusu ve gayreti içinde oluyoruz? Bütün bu soruların cevaplarını, bilim adamları olarak bulmamız gerektiğine inanıyorum.
Zira bilgi aktarmanın yanında bizim bir diğer görevimizde, bilgi ve çare üretmek, problemlerimize çözüm önerilerinde bulunmaktır. Kısaca, halkımıza bir ışık yakmaktır. Kaliteyi başka türlü nasıl yakalayabiliriz? Öğrencilerimizi ve halkımızı okutmadan, okutarak bilgilendirmeden, onları eğitmemiz iş ve davranış kalitelerini yükseltmemiz, başka nasıl mümkün olabilir?
Sanıyorum sevgi ve ilgi olmadan, bilgi olmuyor veya elde edilemiyor, bilgi olmadan da bilinç oluşmuyor; bilinç olmayınca da iş ve davranış kalitesi meydana gelmiyor. Bilgilenmede %75’lik bir payı bırakıp da sadece %13’lük bir paya razı olmak ve onun üzerinde ısrar etmek ne ölçüde bilimsel ve akılcı bir davranış olmaktadır?
Kaliteli bir toplum ve kaliteli bir cemaat ise kaliteli bireylerden oluşur. Bireyler ne ölçüde bilgili, ahlaklı ve üretken ise toplum da o kadar bilgili, ahlaklı ve üretken olur. Bir başka ifade ile sütümüz ne kadar kaliteli ise kaymağımız da o kadar kaliteli demektir. Bunun için de öncelikle din görevlilerimizi yetiştiren İlahiyat Fakültelerimizin değişen yeni şartlara uygun olarak yapılanması, kalite artırıcı araç ve gereçlerle donatılması ve öğrencilerimize bilgilenme ve kendilerini yetiştirme imkân larını sunacak bir donanıma kavuşturulması gerekmektedir.
Bu vesile ile Fakültemizin bu alanlarda belli bir seviyeye ulaştığını; kalite artırıcı çalışmalarına devam ettiğini, ama gelinen seviyenin yeterli olmadığını, ulaşılması hedeflenen seviyeye erişebilmesi için daha çok çaba ve gayret gösterilmesi gerektiğini bilgilerinize sunmak; bu bağlamda kütüphanemizle ilgili bazı kısa bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.
İnternet ağına bağlı kütüphanemizde yaklaşık otuz beşbin kitap, bir internet salonu ve güvenlik sistemi bulunmakta ve açık raf sistemiyle çalışmaktadır. Kütüphanemizden her ay binbeşyüz kitap ödünç alınmakta ve ortalama on altıbin kişi yararlanmaktadır.
Bunu yeterince okumayan bir toplumda, çok önemli bir rakam olduğunu, düşünüyor ve bunu okuyan insan ve okuyan bir toplum olma yolunda atılmış çok önemli bir adım olarak kabul ediyorum.
Kitap sayısı ve okuma oranları farklı olsa da bir çok İlahiyat Fakültemizde aynı durumun var olduğunu görüyorum.
Bu da, bizim istikbale umutla bakmamızı teşvik ediyor. Karamsar olmamamız gerektiğini hatırlatıyor.
Değişik İlahiyat Fakültelerinden gelerek Fakültemizi, Üniversitemizi, şehrimizi onurlandırdığınız için hepinize teşekkür ediyor, yaygın din eğitimi sorunlarının çeşitli yönleriyle tartışılacağı, değişik fikir ve görüşlerin sunulup müzakere edileceği bu sempozyumun başarılı geçmesini diliyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
ARAFAT KONUŞMASI*
Muhterem Müslümanlar,
Müslüman kimliğimizin temellerinden birini oluşturan ibadetler içinde önemli bir yeri olan Hac ibadetini, ifa etmenin hazzı ve huzurunu yaşadığımız şu günde, Yüce Allah’a hamd ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Yüce Allah Kuran-ı Kerimde bütün ibadetlerin temel amacını “ takva” olarak açıklamaktadır. Bu nedenle “takva”, oruç, kurban, namaz ve hac başta olmak üzere ibadetlerdeki ortak amaçtır.
Takva ise, şekle ve sayıya bağlı bir davranış biçimi değil, tam aksine sevgi, saygı ve sorumluluk bilincine dayalı korunma ve sakınma tavrı demektir.
Bu tanımlamada yer alan sevgi, saygı ve sorumluluk bilinci, aynı zamanda insanlar arası ilişkilerde de temel kurallar arasında yer alır.
Onun içindir ki, genel anlamada bütün hayatımızda, özellikle hac ibadete sırasında sevgi, saygı ve sorumluluk bilincine dayalı hoşgörü, bağışlama, affetme, aldırmama, sabretme v. s. gibi olumlu davranışlar,
İslam tarafından teşvik edilirken, insanlara eziyet verme, incitme, gönül kırma, azarlama, münakaşa etme, çevreyi kirletme, v. s. gibi olumsuz davranışlar, kınanmakta ve yasaklanmaktadır.
Müslüman olmak da Müslüman kimliğimizin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine sahip olmak da irademize bağlı bir iştir. Ancak Müslüman kimliğimizle Müslüman kişiliğimiz arasında önemli bir fark bulunmaktadır. O fark da, kimliğin değil de kişiliğin insanı suç işlemekten daha çok alıkoymasıdır.
Zira inansı suç işlemekten alıkoyan kimlikten ziyade kişiliktir. Kim ve ne sorusu kimliğimizi, nasıl sorusu da kişiliğimizi tanımlar.
Müslüman kavramı inanç kimliğimizi tanımlarken, nasıl bir Müslüman? sorusu da kişiliğimizi tanımlamaktadır.
O halde soralım nasıl bir Müslüman?
Allah ile, kendisi ile, ailesi ile, içinde yaşadığı toplum ile ve bütün insanlarla barışık olan,
Ne incinen ne inciten,
İyilik yapan ve iyilikte yarışan,
İşinin adamı olan, yaptığı işi doğru yapan, kısaca iş ahlakına sahip olan,
Okuyan, öğrenen, okuduklarını sorgulayan ve senteze gidebilen,
Düşünen, aklını kullanan, kurnazlık yapmayan, ve üretebilen,
Duygularını, helal, temiz, doğru, güzel ve dengeli bir biçimde yaşayabilen,
Duyarlı olan, ama duygusal olmayan, sorumluluk bilincine sahip olan,
Ben yerine bizi davranışlarının merkezine koyabilen,
Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakma yakan fakat yaktığı ilk mumun kendi karanlığını aydınlatacak bir mum olmasına özen gösteren,
Cehalete, tembelliğe, tefrikaya ve ümitsizliğe karşı gönül kapılarını kapatabilen,
Bütün ibadetlerini bilinçli yapan, yaptığı ve yaptığı her işi ibadet bilinci ile yapabilen,
Empati yapan, yani kendisi için istediğini, karşısındaki kişi içinde isteyen ve kendisini karşısındakinin yerine koyabilen,
Ailem, kurumum, devletim bana ne verdi demeden önce, ben aileme, kurumuma ve devletime ne verdim diyebilen bir Müslüman.
Bunlar, bir müslümanın kişiliğinde bulunması gereken özelliklerden bazılarıdır. Şayet bu kişilik özellikleri, toplumu teşkil eden Müslüman bireylerde mevcut değilse, o toplumda sorunlar var demektir. Ne demek istediğimi şu örnekle açıklamak istiyorum.
İslam âlemini ve müslümanları geri bırakan İslam kimliğimiz değil, Müslüman kimliğinin gerektirdiği kişilik özelliklerine yeterince sahip olamayışımız veya yeterince sahip olamayışımızdır.
Nitekim çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir ve ibadet etmeden abit olma arzumuz ve irademiz, İslamın değil, Müslümanların bir kusurudur. Bu ise kimlik sorunu değil, kişilik sorunudur.
Olumsuz kişilik sorunlarımızı düzeltmek için bir zihniyet değişikliğine gidilmedikçe, medeni dünya ile rekabet edecek bir seviyeye ve kalityeye ulaşabilmemiz çok zor görünmektedir. Zira değişimin birinci kuralı, bizzat insanın değişmesidir. Nitekim Yüce Allah:
“Bir toplum kendi olumsuz yönlerini, olumlu yönde değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez” buyurmaktadır. Kalkınmanın ve ilerlemenin temel kuralı ise çalışmadır. “İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur “ ayeti, bu hususu açıklamaktadır.
Öyleyse zihniyetimiz, kalıp yargılarımız ve ön yargılarımız sorgulanmalı, kişi ve toplum olarak artılarımız ve eksilerimiz tespit edilmeli, bu bağlamda hastalığımız teşhis edilmeli, tedavi yöntemleri ve çareleri aranmalıdır.
Hacda kazandığımız takvayı, yani sevgi, saygı ve sorumluluk bilinci ile korunma tavrımızı, hac sonrasındaki hayatımızda da sürdürmeliyiz.
İslam kimliğimizin arkasına sığınarak, olumsuz kişilik özelliklerimizin ve kusurlarımızın savunmasını yapmamalıyız. “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü” anlayışını hayat felsefemiz yapmalı, şu fani dünyada bir iz bırakmaya çalışmalı, kalan sayılı ömrümüzü, hayırla yad edilecek şekilde yaşamalıyız.
Yaptıklarımız her ne olursa olmalıdır. Sonuç olarak yaşadığımız sürece, şu altı S formülünü asla unutmamalıyız. Sevgi, saygı, sorumluluk sabır, sadakat ve sebat.
Allaha emanet olunuz, haccınız mebrur, ibadetleriniz makbul olsun.
İLAHİYAT BİLİMLERİNDE YÖNTEM SORUNU SEMPOZYUMU AÇILIŞ KONUŞMASI*
Değerli bilim adamları,
Fakültemizce organize edilen “İlahiyat Bilimlerinde Yöntem Sorunu” konulu sempozyuma hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum. Bizleri onurlandıran değerli bilim adamlarımıza şükranlarımı arz ediyor, katılımlarından dolayı büyük bir mutluluk ve onur duyduğumu özellikle belirtmek istiyorum.
Değerli bilim adamları,
Geçen sene Fakültemiz tarafından düzenlenen “Yaygın Din Eğitiminin Problemleri” konulu sempozyumun ardından bu yıl düzenlediğimiz “İlahiyat Bilimlerinde Yöntem Sorunu” konulu sempozyumun, temel amacı, bu alandaki soruna dikkat çekmek ve bu konuda görüş ve önerilerin serbestçe sunulup tartışılabileceği ortak bir zeminde bilim adamlarımızı buluşturmak ve mümkün olduğu ölçüde sorunla ilgili konuya katkıda bulunmaktır.
Öyle umut ediyorum ki bu sempozyumda İlahiyat Bilimlerindeki sorunlara özellikle yöntem sorununa dikkat çekilecek, problemlerin teşhisi yapılmaya çalışılacak, kısmen de olsa problemlerin çözümü ile ilgili olarak önerilerde bulunulacaktır. Bunun bir başlangıç olmasını ve devamının getirilmesini diliyorum.
Değerli bilim adamları,
Bir ünlü düşünür,
Kurbağa kendi bataklığından çıkmamışken, ben ona nasıl denizden söz edebilirim?
Kendi yöresinde kalan yaz kuşuna, buzdan nasıl söz edebilirim?
Bilgin kendi öğretisinin tutsağı ise eğer, ona nasıl yaşamdan söz edebilirim? der.
Gandi ise, “kişi anlamadığı şeyi öğrenemez. İncelemediği şeyi bilemez. Tanımadığı şeyi değerlendiremez. Kabul etmediği şeyi benimsemez. Kendisini adamadığı şey için yaşamaz, isteğin olmadığı yerde sevgi olmaz” der.
Eskiden “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” denirdi. Hala da demeye devam ediyoruz. Ama yeterince başarılı olamıyoruz. Bunun nedenleri arasında sanırım doğru hedefe doğru araçla varılacağını, yanlış araçla doğru amaca ulaşılamayacağını, en kötü yöntemin bile yöntemsizlikten daha iyi olduğunu, kötü yöntemde bile bir sistemin olduğunu ama yöntemsizliğin hiçbir sistemi olmadığını yeterince farkına varamayışımız yer alıyor. Aynı durum, dini bilimleri algılama, anlama ve açıklama ile ilgili konularda da söz konusu.
Doğru bir yöntem olmaksızın ön yargıya veya kalıp yargıya bağlı algılama ile, ne ölçüde doğru ve sağlıklı bir Tanrı ve Din anlayışına sahip olabiliriz? Tanrı’yı, yapılan eylemlerin karşılığını veren ve gözetleyen bir Rab olarak algılama yerine sadece sevdiklerini kayıran veya sadece sevdiklerinin arzusunu ve dileklerini yerine getiren bir Rab olarak algılama, ne kadar doğru bir algılamadır? Bu algılamaya dayalı anlama ve bu anlamaya dayalı açıklama ne ölçüde sağlıklı olacaktır?
Yeterince başarılı olamayışımızın elbette pek çok sebebi bulunabilir. Kanaatimce yeterli ölçüde başarılı olamayışımızın temelinde yatan iki önemli hatamız ve bu iki önemli hatanın birinden kaynaklanan olumsuz davranış biçimlerimiz bulunmaktadır. Bu iki önemli hatamızdan biri sorumluluk bilincine sahip olamayışımız diğeri de yöntemsizliğimizdir.
Sorumluluk bilince sahip olamamanın sonucu olarak da bireyin, havale etme, mazeret üretme ya da tehir etme şeklinde bir davranış biçimi sergilediği görülmektedir.
Ortada çözülmesi gereken bir problem varsa, birey onun çözümünü, bir başkasından bekliyor veya bir başkasına havale ediyor. Anneye havale ediyor, babaya havale ediyor, zengine havale ediyor, kurumlara, birimlere veya devlete havale ediyor.
Bundan daha da kötüsü, kendi yapacağı işleri Allah’a havale ediyor, onun kendisi adına arzularını gerçekleştirmesini istiyor. Sanıyor ki kendisi talep edecek, Allah da onun her istediğini yapacak. Allah bizim ecr-i hâsımız mı ki bizim her istediğimizi yerine getirsin? Bireyin sorumluluğu nerede kalıyor?
Konya’lı bir vatandaşın araçlara monte edilebilen bir “besmelematik” icat ettiği ve aracın kontağı açıldığında besmele çektiği haberinin gazetelerde yer aldığını sanıyorum hepiniz hatırlıyorsunuz.
Bu olay dini algılamamızdaki zihniyet problemine, çarpıcı bir örnektir. Bu ise, din insan için midir? İnsan din için midir? Yoksa her biri diğeri için midir? sorularına doğru ve sağlıklı bir cevap bulunulamayışın neticesinde yapılan bir havale işidir.
Oysa din insan içindir. Dinin kuralları insanın Tanrı’yı içselleştirmesi için var olan kurallardır ve Tanrı’yı içselleştiren de makine değil, bizzat insanın kendisidir. Yoksa sorumluluklarımızı ve görevlerimizi Tanrı’ya veya besmelematiğe havale etmek dindarlık değildir. Tanrıya dua edilir, edilmelidir. Ancak Tanrı’ya edilecek dua çok özel ve kişisel bir şey olmalıdır. Tıpkı eşinize ve dostunuza söylediğiniz çok özel bir söz gibi.
Bunu otomatiğe bağlayarak elektronik bir cihazın beynine havale etmek, dinî anlayışımızdaki zihniyet probleminin nerelere kadar ulaştığını gösteriyor. İnsan ruhunun ihtiyaçlarına cevap vermek ve ona yol göstermek, barışı ve kalp huzurunu sağlamak amacını taşıyan Din’in bazı bürokratik formalitelerin yerine getirildiği içi boş kurallar yığınına dönüştürülmesi kadar dine zarar veren bir başka düşünüş ve davranış biçimi var mıdır? Bilemiyorum. Ne var ki Müslümanlar, bunu yapıyorlar. Tanrı’ya dua etmenin veya işlerini ona havale etmenin ötesinde onunla pek ilgilenmiyorlar. Onunla başka alanlarda da ilişki kuramadılar.
Evrenin düzenini sağlayan yasalar birer Tanrı buyruğu, ışığın kırılma ve yansıma açılarındaki belirginlik, atomun içindeki dengeler, çevre ve termodinamik yasaları maddenin bir anda iki yerde bulunması hepsi birer Tanrı buyruğu olduğu halde, bunlarla ilgilenme, araştırma yapma ve üretimde bulunma yerine geleneğe sığınarak onda yaşamayı tercih ettiler. Oysa bugün de yaşayarak geleneği yaşatma yolunu tercih etmeliydiler. Zira geleneği yaşatmak başka, gelenekte yaşamak başkadır.
Geleneksel ve çağdaş dünya görüşü ve buna bağlı yaşam anlayışlarında, sadece bakış açısı ve dogma farklılıkları değil, aynı zamanda mizaç ve zevk farklılıkları da görülüyor.
Tarihe gidenler, efsane yaratıyorlar, geleceğe yönelenler ise proje üretiyorlar. Bu nedenle çağdaş toplumlar, problemlerine proje üreterek çözüm arıyorlar.
Yöntem sorunu ise sözlü kültürden yazılı kültüre bir türlü geçememiş veya en azından yeterince geçememiş, bilgilenme yöntemi olarak gözden çok kulağa önem ve değer vermiş, toplumlara özgü sorunlar arasında yer alıyor. Nitekim İlahiyat Bilimlerine ilişkin yöntem sorunlarını gündeme getirerek tartışmaya açmak bile bu sorunun varlığını gösteren bir olgu niteliğini taşıyor.
Dinî metinleri anlamada temel problemler arasında yer alan sorunlardan biri de mantıkla ilgili olanıdır. Bütünü kavramadan parçasına bakarak bütün hakkında yargıya varma şeklinde tanımlayacağım parcacı/atomik yani parçayı bütün yerine koyma ve indirgeme yöntemini dini metinleri anlamada temel yöntem olarak kullanma alışkanlığımızdır. Ormanı tanımadan ağaçları tanımaya çalışmak dolayısıyle ağaçlarda takılı kalmak, İlahiyat Bilimlerindeki en önemli yöntem sorunlarından biri haline gelmiştir.
Hepinizin bildiği gibi mantık, doğru düşünme yolu ve yöntemi demektir veya doğru düşünme yolunu ve yöntemini ortaya koyan bilim dalının adıdır. Kısaca mantık bir düşünme sanatıdır. Şayet doğru mantığa sahip olursanız, doğru düşünceye de sahip olursunuz.
Mantığınız yanlış ise düşüncenizin doğru olması mümkün değildir. Yanlış araçla doğru amaca ulaşamazsınız. Bugün mantık anlayışının değiştiğini, olguları ve evreni siyah ve beyazdan ibaret gören Aristo mantığı yerine siyah ve beyazdan başka renklerin de olduğu bir mantık anlayışına, geçildiğini biliyor, rolatif veya Kuantum mantığından söz edildiği bir dünyada yaşıyoruz artık.
Dini alanda mantık konusuna ilk defa dikkatimizi çeken bilim adamı İbn Teymiyye olmuştur. Onu M. Abduh, İkbal ve Musa Carullah’ın takib ettiğini görmekteyiz. Özellikle İkbal ve Musa Carullah’ın klasik mantık anlayışına ciddi eleştirileri olmuştur.
Bu eleştiriler Din anlayışı açısından hayati bir önemi haizdir. Bu mantıkla düşünüldüğünde Din ile dini olan aynileştirilmekte, dine uygun olan dinden olan şeklinde anlaşılmaktadır. Dolayısıyle bireye ait yorumla Allah’a ait din aynileştirilmek suretiyle dini olanlar yani dine uygun olarak görülenler, dindenmiş gibi algılanmaktadır. Bundan daha vahim bir hata olur mu?
Öyleyse, İlahiyat Bilimlerinde algılamada, anlamada, açıklamada ne gibi yöntem problemlerinin bulunduğunu önce tesbit etmemiz, sonra da tesbit edilen bu problemlere çözüm yolları bulmalıyız. Tefsir’den anlama ile ilgili olarak bir örnek vermek istiyorum. Hz. İbrahim ile ilgili olarak Bakara suresinde anlatılan kıssada geçen dört kuşla ilgili olarak Alusî şu yorumu yapmaktadır. Ayette dört kuş akıl, kalb, nefis ve ruhtan oluşan dört gayb kuşudur. Akıl kuşunu sevgi bıçağı ile, kalb kuşunu şevk bıçağı ile, nefis kuşunu aşk bıçağı ile ruh kuşunu ise acizlik bıçağı ile kes.
Kâşânî’ye göre ise bu dört kuş; tavus, horoz, karga ve güvercindir.
Tavus, kendini beğenmeyi,
Horoz, şehveti,
Karga, hırsı,
Güvercin dünyaya muhabbeti temsil eder. Bu anlama ve açıklama biçimi ne kadar doğru anlama yöntemine sahiptir?
Kalıp yargısına göre bir harici, günah işleyeni kâfir, bir sünnî ise dinin esaslarından birini yapmayan kişi olarak anlayacak ve tanıyacaktır. “Hüküm Allah’ındır (16/87)” ayetini haricilerin “insanların hüküm vermesi haramdır” şeklinde anladığı da bilinen bir gerçektir. “İslam, hayata ilişkin belirli bir programla geldi” kalıp yargısı ile, “İslam hayata ilişkin belirli bir programla gelmedi hayata ilişkin programı insan İslamî kavramlarla hayat arasında ilişki kurarak formüle eder, bu görev de insana aittir” kalıp yargısı arasındaki anlayış ve yorum farklılığı, algılama, anlama ve açıklamadaki yöntemin önemini göstermektedir. Anlamada bir yöntem yoksa böyle yorumların varlığı her zaman olacak demektir.
Ayrıca din adamı, dine ideolojik anlayışla yaklaşmamalıdır. Ama ideolojik yaklaşımlar da görülebilmektedir. Sözgelimi bir din adamı entegrist bir anlayışa sahip ise, geleneğin tesirini ve yorum biçiminin mutlaklığını savunacaktır.
Şayet fundemantalist bir anlayışa sahip ise, geleneği ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştıracaktır.
Şayet radikal bir anlayışa sahip ise, bilgi-iman özdeşliğine inanacak, dini bir ideoloji olarak algılayacaktır.
Şayet modern ve hermeneutikci bir anlayışa sahip ise anlayış biçimini ve anlayış ilkelerini buna göre şekillendirecektir.
Mevlana, “anlattığım, karşımdakinin anladığı kadardır” der.
Bu anlayış dinî söylemler ve metinler için de geçerli midir? değil midir? Yüce Yaratıcı insana hitabederken kendi konumu ve kendi düzeyini esas alarak mı, yoksa insanın evrendeki konumunu, yeteneğini, algılayış ve anlayış düzeyini, hitap ettiği toplumun dil özelliklerini dikkate alarak mı hitab etmiş ve onunla iletişim kurmuştur?
Burada anlama ile ilgili olarak durulması gereken zihinsel bir durum söz konusu değil midir? Her şeyin bir yöntemi olduğu gibi bir metni, bir sözü veya bir kitabı anlamamızda bir yöntem yok mudur? Mesela bu yöntemi; 2 K 5 N şeklinde formüle edebilir miyiz? Kim, kime, ne, ne zaman, nerede, nasıl ve niçin sorularını sorarak bir sözü daha iyi anlama imkân ımız olmaz mı?
Yorumda uygulanan yöntem, metin merkezli tarihsel bağlam mıdır? Yoksa tarihsel bağlam merkezli bir metin midir? Bunun anlamı nedir? Metnin esas alındığı fakat metni anlamak için tarihsel bağlamın göz ardı edilmediği bir tavır mıdır? Yoksa tarihsel bağlamın esas alınıp metni bu bağlama hapsetme tavrı mıdır? Algılamamız nasıl olmaktadır? Mesela Kur’an’ı, çevremizi bize gösteren bir kitap olarak mı? Yoksa çevremizin bize gösterdiği bir kitap olarak mı algılıyoruz. Kur’an bizi mi değiştiriyor? Yoksa biz Kur’an vasıtasıyla mı değişiyoruz? Nüzul sebepleri, ayetlerde ifade edilen hükümlerin genel geçerliliği açısından mı? Yoksa geçerliliğin niteliği açısından mı önem arzetmektedir?
Dinde inanç objesi olan nedir? Bilgi objesi olan nedir? Hem inanç hem de bilgi objesi olan nedir? Kur’an mı, sünnet mi, her ikisi mi, vahiy mi, gelenek mi? Hem inanç objesi hem de bilgi objesi olan metinlerde bilgi objesi ayrımı ile inanç objesi ayırımı nasıl yapılacaktır veya nasıl yapılmaktadır? Dinî bilgiler hiyerarşik bir düzene tabi midir? değil midir? Böyle bir düzen olmalı mıdır? olmamalı mıdır? Değer açısından dinî bilgilerdeki hiyerarşik düzenin bir önemi var mıdır? yok mudur?
Vahiyin şekillenmesinde insanın rolü nedir? var mıdır? yok mudur? İnsanların problemlerini çözmek üzere mi vahiy şekillenmektedir? Şekillenmiş vahye insan uymak zorunda mı bırakılmaktadır? Yoksa her ikisi birlikte mi olmaktadır?
Bu soruların cevapları Kur’an’ın veya İlahiyat bilimlerinin anlaşılmasında kilit cevap niteliğini taşımaktadır. Bu soruların cevabı, ayrıca, merkezde ve önde olanın insan mı, metin mi olduğu problemini de çözecek mahiyete sahiptir.
Netice olarak din adamları, ne zaman kategorik düşünce yerine analitik düşünceyi; sloganlarla değil kavramlarla düşünmeyi; doğrunun ölçütünü zaman, mekân ve şahıslar da arama yerine ilke ve prensiplerde aramayı; cemaatçi bir toplum modeli yerine cemiyetçi bir toplum modeline ulaşmayı; yani dinin toplumsallaşmasından öte bireyselleşmesine de yönelmeyi; anlayışlarında ve yorumlarında cemaat merkezci veya benmerkezci olma yerine ilke merkezci olmayı; bilgilenmede kulak yerine daha çok gözü kullanmayı; yani sözlü kültürden yazılı kültüre ulaşmayı tercih ederek zihinsel ve yöntemsel değişimlerini sağladıklarında, İlahiyat bilimleri ile ilgili yöntem problemlerini de, daha doğru, daha sağlıklı ve daha rasyonel çözme imkânlarına kavuşmuş olacaklardır.
Bu sempozyumu, bu konularda çözüm arama gayreti içinde olma yolunda atılmış bir adım olarak görüyor ve bu sempozyumda sunulacak tebliğlerin İlahiyat bilimleri ile ilgili yöntem sorunlarına cevap bulma yönünde önemli katkılar yapacağını umuyorum.
Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, sempozyumun başarılı geçmesini diliyorum.
TEFSİR İLMİNDE METODOLOJİ PROBLEMİ KONULU TOPLANTISINDA YAPILAN KONUŞMA*
Değerli Meslektaşlarım,
Öncelikle, sunum yapan arkadaşıma teşekkür ederim. Bize konuyla ilgili derli-toplu bilgi sundu. Burada şunu belirtmek istiyorum: Benim bu konuşmamdaki amacım üzüm yemektir. Zaten hepimizin amacı da üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil. Bu nedenle kategorik düşünmek, yani övücü ya da yerici bir yaklaşım tercih etmek yerine, bu tebliğin bir röntgenini çekerek artılarını ve eksilerini ortaya koymak istiyorum. Bence tebliğin asıl amacı konulu tefsirin yöntemi/yöntemleri olmalıydı. Zira yöntem konusunu tartışmamız gerekiyordu. Ama, bu tebliğde gördüğüm şey daha çok konulu tefsirin tanımı, önemi, değeri… bunlar üzerinde durulmuş. Az da olsa yöntem konusuna da temas edilmiş. Oysa bizim temel problemimiz, gerçekten, yöntem olmalıdır. Yani konulu tefsirin yöntemi nedir? Genel tefsir yöntemi içinde özel bir yöntemi/yöntemleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Bunların artıları ve eksileri nelerdir? Konulu tefsir yapmak isteyen kişi hangi yöntemleri kullanmalıdır? Konulu tefsir, Tefsirin genel yöntemlerinden farklı bir yönteme mi sahip yoksa konulu tefsirin kendine özgü özel yöntemleri mi var? Sn. Aydüz bunları tartışmaya açıp en azından problemlerini ortaya koyabilmeliydi. Henüz konunun teşhisini yapıp tedavi aşamasına gelmese bile, tespitler yapabilmeliydi.
Bizler şöyle veya böyle konulu tefsir çalışmaları yaptık, onların da artıları eksileri, eleştirilen yönleri var. Kur’an’ın fikrî bütünlüğü içerisinde konulu tefsirin artıları ve eksileri nelerdir, nasıl bir yöntem uygulanmalıdır? Sûre çerçeveli konulu tefsir çalışmalarındaki artılar eksiler nelerdir? veya nasıl bir yöntem uygulanmalıdır? Böyle bir yöntemi kabul ettiğimizde ortaya çıkacak diğer problemler nelerdir? Bu sorulara ilaveten aklıma gelen sorulardan biri de şudur: Konulu tefsirin eğer Kur’an’ın fikrî bütünlüğü içindeki yeri amaçlanıyorsa bu güzel. Ama sûre çerçeveli konulu tefsirlere gelince bu nasıl olacak? Sûre bütünlüğü dediğimiz zaman, bildiğimiz; nüzul sebeplerinin varlığı,
Mekki-Medeni ayrımı, ayetlerin bütünlük içinde gelmeyişi gibi durumlardaki problemler ne olacak? Haşa, Allah toplum gerçeklerinden uzak bir şekilde, masa başında sûreleri önceden yazmış, sonra insanlara göndermiş de biz bunun tespitini mi yapıyoruz? Yoksa sureleri oluşturan ayetler farklı zamanlarda farklı durumlar için gelmiş de daha sonra bir bütünlük mü arz etmiş? Dolayısıyla farklı zamanlarda farklı olgular için ve farklı problemlere çözüm için gelmiş ayetlerin sûre bütünlüğü içindeki konumu nasıl olacak, buradaki yöntemimiz ne olacak? Sözgelimi, Bakara Sûresi’ni sûre bütünlüğü içerisinde ele aldığımızda, bir tane konu olmadığını, onlarca konu olduğunu biliyoruz. Şimdi, Allah bu konuların hepsini bir bütünlük içersinde mi vermiş? biz nasıl tespit edeceğiz?
Dolayısıyla, konulu tefsirin hem yöntem hem de zihniyet açısından, yani Kur’an’a bakışımız, Kuran’ı algılayışımız açısından bir takım problemleri var. Ben bu problemlerin burada açık yüreklilikle ve samimiyetle tartışılmasını istiyorum. Çünkü zaman zaman diğer bilim dallarındaki arkadaşlarımızdan bize yöntemle ilgili eleştiriler yöneltiliyor. Sadece az önce belirttiğim fıkıh ve hadis alanlarında değil; sosyal bilimler, fen bilimleri, hatta sağlık bilimleri alanındaki arkadaşlarımızdan eleştiriler geliyor. Alanımız dışından bize yöneltilen eleştirileri şöyle özetleyebiliriz: Biliyorsunuz, bizim geçmişten bugüne gelen klasik tefsir yöntemimiz ya da anlayışımız var. Ancak fen bilimleri ve sağlık bilimleri, pozitif bilimler, modern bilimler gelişip ele aldıkları konuları bilimsel nitelikli bilgiler haline dönüştürdükten yöntemlerini daha çok bulma, keşfetme ve açıklamaya dayandırdıktan sonra tefsir ilmi yönteminin kenarda kaldığını görüyoruz. Nitekim tefsirle ilgili olarak, ayetlerin anlamını açıklamak, keşfetmek gibi bir tanımımız vardı.
Oysa şimdi açıklama tanımı fen bilimlerine ait bir tanım oluyor. Açıklama, insanla nesne arasındaki veya olguyla bizim aramızdaki belli sebep sonuç ilişkilerini, bir anlamda, determine eden ve sabit değerlere bağlayan bir yöntem. Tefsir ise, Kur’an ayetlerini, metinlerini ele alan bir ilim. Şimdi biz ayetlerde veya Kur’an metninde keşif mi yapacağız yoksa bunları anlamaya mı çalışacağız? Tefsir ilmi, anlama ilmi mi yoksa açıklama ilmi mi? Tanımlarda netleşmemiz gerekiyor. Oysa netleşmiş değiliz. Probleme eski tanımlarla bakıyoruz. Ben ayrı bir tanım ortaya koyuyorum, başka bir arkadaşım bir başka tanım ortaya koyuyor.
Öncelikle tanımda netleşmemiz gerekiyor; tefsir, açıklama bilimi mi, anlama bilimi mi, yoksa anlama ve yorumlama bilimi mi? burada durulmamız gerekiyor. Tefsir anlama ise anlama yöntemimiz nasıl olacak? Anlama dilbilimsel bir olgu, öyleyse önce dili anlamamız gerekiyor. Ama Kur’an metni salt dilsel bir metin değil, bağlamla da irtibatlı; Mekki-Medeni ayetler ayrımı var, esbab-ı nüzûl var, ayetlerin indiği sosyal, kültürel ve ekonomik ortam var. Ayetleri bunlardan, yani bağlamından kopararak anlamamız mümkün değil. Ben bu nedenle ilk önce Mehmet Bey’in tebliğinin müzakeresini düşünelim, demiştim. Çünkü o, tebliğinde bu konulara değiniyor.
Gerçekten faydalı bilgiler de sunuyor. Bu nedenle kendisine teşekkür ediyorum. Bunun önceden tartışılması gerekir, diye düşünmüştüm. Bunlar vuzuha kavuşup netleşmeyince hem şu an tartıştığımız konulu tefsir hem de öğleden sonra tartışacağımız bilimsel tefsir hem de diğer ekoller belli bir zemine oturmuyor, kaygan bir zeminde kalıyor. Binayı temelden yapma yerine çatıdan yapma gibi bir yöntem uyguladığımız görülüyor. Onun için, önce tefsirin genel bir tanımı yapıp, tefsir nedir ne değildir? bunda netleşmemiz ondan sonra da, anlama bir bilimse ve tefsir bir anlama bilimiyse tefsirin anlama bilimi olarak metodolojisini kurmamız gerekiyor. Çünkü anlama bilimi sadece bugün değil geçmişte de kullanılan bir yöntemdir. Zira usûlü fıkıh (-terim anlamında söylemiyorum, kavram anlamında söylüyorum) ‘anlama usûlü’ olarak, hem tefsir ilminin hem kelam ilminin hem hadis ilminin, kısaca bütün İslami bilimlerin yöntemi demektir. Ama biz fıkıh usulü dediğimizde kavram anlamında değil de, terim anlamında kullandığımızda sadece fıkhın yöntemi olacaktır. Zaten problemlerimizden biri de yeterli kavrama sahip olmayışımız ve kavramlarla düşünemeyişimizdir.
Kullandığımız kelimelerin kavram anlamını mı terim anlamını kastediyoruz? terimle mi kavramlarla mı konuşuyoruz? kavramın içerisini neyle dolduruyoruz? hangi anlamları var? gibi konularda sıkıntılarımızın olduğunu düşünüyorum. Ben bu konularda netleşmiş ve durulmuş değilim. Dilcilerle, bilim felsefecileriyle, dil felsefecileriyle konuştuğumda çok eksik ve yavan olduğumuzu hissediyor ve anlıyorum. Dolayısıyla bizim bu konularda yeniden düşünüp bir karara varmamız gerektiği kanaatindeyim. Arkadaşımızın, metodoloji konusunu ele almasını memnuniyetle karşıladım. Bu konudaki düşüncelerimi değerli hocalarımla, arkadaşlarımla ve meslektaşlarımla paylaşmak ve bir röntgenimizi çekmek istedim. Yani eksilerimiz ve artılarımız nedir? bunun üzerinde durmak istedim.
Bir yazarın ifadesiyle, Türk’ün Türk’e yaz köşesinden ya da Türk’ün Türk’e kış köşesinden propagandasını yapmak, kendimizi karalamak veya övmek değil de, sağlam ve eksik yanlarımızı tespit ederek tedaviye yönelik bir gayret içinde olmamızı hedefledim. Bu toplantının bu hususta bir başlangıç olmasını diliyorum. Şu tefsir yöntemi iyidir şu iyi değildir yerine, tefsirin yöntemi nasıldır? hangi yöntemi kullanacağız? bunların eksileri ve artıları nelerdir? diğerleriyle farkı nedir? bize özgü, yani Kur’an’ı anlamaya özgü bir tefsir yöntemi var mı dır? yoksa genel bir yöntem mi söz konusudur? bunları tespit edip hiç değilse bizden sonra geleceklere yardımcı olmayı diledim. Daha sonra fikir ve düşüncelerimi arz etmek üzere şimdilik bu görüşlerimi belirtiyor ve teşekkür ediyorum.
Değerli Meslaktaşlarım,
Burada Said Bey’in anlamın o kadar ilkesi var mı? kurallaştırmaya gerek var mıdır? sorusuna cevap vermek istiyorum. Anlama nedir? Nasıl anlarız bunun yöntemi olmamalı mıdır? Kur’an’ı yorumlarken ayet merkezli veya konulu çalışmalarda ya da kavramsal çalışmalarda bu sorular önem arz ediyor. Anlamanın yöntemini bilmez isek insanlar değişik şekillerde anlayabiliyorlar, tabiî buna bir şey diyemeyiz; anlayabilirler. Ama her şeyin bir usulü olduğu gibi anlamanın da bir usulü olmalıdır Yöntemler değişebilir, ama yöntemsiz düşünerek bir sonuca varmakla; yöntemli düşünerek bir sonuca varmak arasındaki farkı, zannediyorum, hepimiz takdir ederiz.
Anlama nasıl olur sorusunu sorduğumuz zaman, ben “5 N 2 K” yani; kim, kime, nerede, ne zaman, niçin, neden, neyi söyledi? sorularını sormamız gerektiğini düşünüyorum. Tabi bu soruları sorduğumuz zaman bağlamlarla irtibat kurmuş oluyoruz Mesela ben, Demirtaş Ceyhun’un “Kod adı Uluhakan” adlı kitabını okuyana kadar, kültür tarihimizdeki bir Osmanlı nazırının “mektepler olmasa milli eğitimi ne güzel idare ederdim” sözünü tam olarak anlayamamıştım. Sorduğum kişiler de değişik cevap verdiler. Bu kitabı okuyunca konunun bağlamını öğrendiğim için sözü de anlamış oldum. Kitapta olay şöyle anlatılmaktadır:
Biliyorsunuz Osmanlı eğitim sisteminde medrese geleneği vardı. Ama Tanzimat’a birlikte mektep adında modern okullar kuruldu ve okullarda yeni programlar uygulanmaya başlandı. Bunun üzerine bir takım problemler ortaya çıkmaya başladı, bu problemler ailelere iletildi, problemleri aileler de hükümete götürdü. Yine bir gün bakan, “bu gün ne var ne yok?” diye danışmanına sorunca, şu okulda şöyle bir problem çıktı cevabını aldı. Bunun üzerine, bakan “bıktım şu mekteplerden, mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” dedi.
Bu bağlam bana daha önce o sözden anlamış olduğum anlamın yanlış olduğunu gösterdi. . Çünkü ben böyle bir anlam çıkarmamıştım, fakat bu bağlamdan bu anlam çıkıyor. Aynı şeyi ayetlerin nüzul sebepleri ve ayetlerin tarihi ve sosyal bağlamı için de geçerli olduğunu söylüyorum. Yine bundan birkaç yıl önce Cengiz Kallek arkadaşımızın bir kitabını okumuştum. Bu, Arap toplumundaki ekonomik durumu anlatan bir kitaptı. Orada anlatılan bir olayla Kureys Sûresi arasında bağlantı kurduğumuzda bu sure daha iyi anlaşılıyor. Olay özetle şu şekilde: Arap toplumunda Mekke’de iflas eden tüccarları akrabaları bakıp gözetiyor, ama bunun manevi baskısını kaldıramayan bazıları ailesini alıp çöle gidiyor, yani bir türlü manevi intihar etmiş oluyor.
Bunun üzerine Peygamberin dedelerinden Haşim, akrabalarını toplayarak sevgiye ve birlik beraberliğe dayanan bir tür şirket kurarak bu sorunu çözmeye çalışıyor. Buna “îlaf” deniyor. Sûreyi bu bağlamla ilişki kurarak anlamak bana daha mantıklı geldi. Demek istediğim şu: Ayetleri anlamada iç bağlam ve dış bağlam üzerinde durulması gerekiyor. Metot olarak bir sonuca ulaşmaktansa metotla bir sonuca ulaşmak, (metot yanlış da olsa) daha iyidir. En kötü kural, kuralsızlıktan daha iyidir. Çünkü kural kötü de olsa bir gün onu değiştirme imkân ı olabilir. Mesela hocamın bahsettiği Çelakıl’ın kitabı böyledir. Orada hangi metot var? hangi sistem var? Belli değil. Bir ayetle ilgili olarak şöyle diyor, başka bir ayetle ilgili olarak çelişkili başka bir şey söylüyor. Bir yerde sayıyı dikkate alıyor, başka bir yerde almıyor. Ortada bir yöntemsizlik var. Bizim anlamayla ilgili sıkıntılarımız bu tür sıkıntılar. Bunu belirtmek istedim, teşekkür ederim.
Değerli Meslektaşlarım,
Müsaade ederseniz ben de bir iki cümle söylemek istiyorum. Tefsirin konusu, yani, ele aldığı malzeme Kur’an, kelamcılarınki de Kur’an, fıkıhçılarınki de. . . Aradaki ilişki, nasıl? Kelam nerden başlıyor? fıkıh nerden başlıyor? nerde bitiyor? aradaki sınırı belirleyecek olan şey ne? Sahalar ayrımını, metodoloji mi belirleyecek konular mı belirleyecek? Tefsirin konularıyla, kelamcıların, fıkıhçıların konuları arasında ne fark var? Fıkıhçılar çıkıyor “Ahkamu’l-Kur’an” diye Kur’an’daki ayetleri alıp tefsirler yazıyor, Kelamcılar tefsirle ilgili kelami kitaplar yazıyor tasavvufçular da böyle. Ama tefsir bunun neresinde? Ya da bunlar tefsirin neresinde? İşte bu konularda sıkıntılar var ve ben bu hususda durulmuş değilim burada arkadaşlardan çözüm önerileri sunmalarını istiyorum.
Değerli Meslektaşlarım,
Müsaadenizle bir konu hakkındaki düşüncelerimi belirtmek istiyorum. Gerçekten akıl konusunda durulduk mu? durulmadık mı? tereddüt ediyorum. Zira aklın işlevinin başka bir yere çekildiğini düşünür hale geldim. Bana göre akıl, bir bilgi kaynağı değil, bir yetidir bir kabiliyettir. Siz ona neyi verirseniz akıl onu işler. Biz bilgilerimizi beş duyu organlarımızla elde ederiz. Duyu organlarıyla bilgiler beyne gider ve beynin fonksiyonu olan akıl da bunu işler; tabiat bilimlerinin bilgisini verirseniz akıl onu işler; dini bilgileri verirseniz akıl onu işler.
Akıl ile zeka farklı şeylerdir. Zeki olmak akıllı olmak da farklı şeylerdir. Mesela gecenin saat ikisinde kırmızı ışıkta geçmek zeka işi olabilir ama aklılık işi değildir. Çünkü akıllı olmak farklı bir kavramdır. Dolayısıyla aklın tanımını da sağlam bir zemine oturtmak gerekir Akıl, bir işlev görüyor, ne verirseniz onu işliyor. Dolayısıyla pozitif verileri, dini bilgileri, hadisi, Kur’an’ı anlayan ve yorumlayan bir şey varsa, onun akıl olduğunu düşünüyorum. Burada yeri gelmişken söylemek istiyorum: Kur’anın tanımı ve konumunda eksik bilgilerimiz var. Kur’an deyince ne algılıyoruz? sonra bu algıladığımızdan ne anlıyoruz? İkincisi Kur’an bireyin karşısında nerede duruyor? bizim neremizde duruyor? ne anlam ifade ediyor? burada da netleşmemiz gerekiyor.
Bu bağlamda Hilmi Yavuz’dan alıntı yaprak şunu ifade edeyim: Kur’an bir birey için iki şey ifade ediyor, birey karşısında iki konumda bulunuyor: O, bir inanç objesidir, vahiy mahsulüdür, Allah’ın kelamıdır; Ona inanırız ya da inanmayız. İkinci olarak O, bilgi objesidir. Bilgi objesidir diyince onun içini de doldurmamız gerekiyor. O, bir bilgi kitabı mıdır? din kitabı mıdır? şeriat kitabı mıdır? hukuk kitabı mıdır? tasavvuf kitabı mıdır? ahlak kitabı mıdır?
Oysa Kur’an, herkese göre ayrı bir konumda bulunuyor. Burada Aristo mantığının, yani tümevarımcı indirgemeci, parçayı bütün yerine koyma mantığının kullanıldığını görüyoruz. Yani ormanı tanımadan ağaçları tanımaya çalıştığımız zaman ağaçları orman sanıyoruz. Bu durum bilimsel tefsir, fıkhî tefsir için de geçerli, kelami tefsir için de ve diğerleri de içinde geçerli. Parçalardan Kur’an’a gitmeye çalışıyoruz. Ama önce bir Kuranın bilgi bütünlüğünü tanımamız, oranlarını tespit etmemiz gerekiyor Kur’an da Allah var mı, insan var mı, evren var mı? Kur’an’da, Allah da, evren de, insan da var.
Kur’an’daki evrenle ilgili ayetleri görmezlikten gelmek doğru değil. Ama everenle ilgili ayetlerin amacı, maksadı niteliği nedir? bu konuda sorunlarımız var. Bilimsel Tefsir bu sorunu çözememiş, çözemediği için de bu eleştirilere maruz kalmış. Ama bir kısmımız, var olan bir şeyi de görmezlikten gelmeye çalışıyor. Hastalığın varlığını görmemek, hastalığın yok olduğu anlamına gelmiyor. Ben hastalığın teşhis edilip tedavi edilmesini arzu ediyorum. Bunu ortaya koymaya çalışıyorum.
Değerli Meslektaşlarım,
Müsaadenizle bir konuya değinmekte yarar görüyorum. Bir ayet var bir de ayetin yorumu var, bir din var bir de dinî olan var. Din ile dinî olanı özdeşleştirdiğimiz zaman problemler ortaya çıkıyor. Ayet değişmez ama ayetin yorumu değişir, tıpkı din değişmeyip dinin yorumu değiştiği gibi. Yani dine uygun olan anlamında veya dine uygun olmayan anlamında söylüyorum. Dolayısıyla dinden olanla dine uygun olan arasındaki ayrımı yapmak gerekiyor. Bu sırf bilimsel tefsirle ilgili değil, sözgelimi bunu fıkhi tefsirde, tasavvufî tefsirde de yapmak gerekiyor. “Kadınlara dokunduğunuzda abdest alınız” diyen ayet, dinden olan bir pasajdır. Ama bu ayetle ilgili olarak İmam Azam’ın yaptığı cinsi münasebet yorumu, din değildir. İmam Şafiinin getirdiği yorum da din değildir. Dinîdir, çünkü dine uygundur, birisini din kabul ettiğimizde diğeri din dışı kalacak demektir. Bir taraftan dört hak mezhep vardır, her birinin görüşü kendisine göre doğrudur deyip, öbür taraftan birini din kabul edip diğerini yanlışlarsak çelişkiye düşeriz.
u bakımdan, sayısı az da olsa fıkıhta ve diğer ekollerde de benzeri durumlar görülüyor. Dolayısıyla bilimsel tefsirin de yaptığı bir yorumdur. Yorum olduğu için de yorumun doğrusu olur, yanlışı olur. Ama, bilimsel yorumların imana zarar vermesini ve benzeri eleştirilerin ne kadar gerçekçi olduğunu pek anlamış değilim.
Değerli Meslektaşlarım,
Bir şeyi daha hatırlatmak istiyorum. Halis Bey’in söylediğinin belli oranda haklılık payı var; ben de bu konuda kendisine iştirak ediyorum. Bir örnek vereyim: 1906 ya da 1907 yılındaki “Beyanülhak” Mecmuasında Şeyhulislam Musa Kazım Efendi’ye bir fetva soruluyor. Biz coğrafya ve tarihi, Arapça ve Farsça ile öğrenebilir miyiz diye. O da öğrenilebilir, diyor. Onun üzerine derginin bilim heyeti tarafından 25-30 sayfaya varan bir yazı yayımlanıyor. Said Halim Paşa ve Ziya Paşa’yı da bu kategoride değerlendirebiliriz. Bunlar Müslümanlara gerici diyen anlayışın yanlışlığını ortaya koyarak savunma yapmaya çalışıyorlar.
Bazı yayınlarda bir savunmacılık ve bir sığınmacılık olabilir. Ama bu sığınmacılık, bilimsel tefsire yönelmeyi de hızlandıran bir etken olmuştur. Ama bunlar bilimsel tefsirin ne’liğini ve nasıllığını ortaya koyan bir şey değil. Oysa bilimsel tefsirin ne’liği ayrı bir şey nasıllığı ayrı bir şey. Dolayısıyla şunu iyi bilmemiz gerekiyor: Ne bilimsel tefsire karşı çıkmak problemi çözüyor ne de O’nu her şeyiyle sahiplenmek. Dolayısıyla bilimsel tefsirin doğruları da var yanlışları da, artıları da eksileri de var, bunları tespit etmek gerekiyor. Az önce fıkhi, kelami tefsirler için söylediklerimizi bilimsel tefsir için de söyleyebiliriz: Bilimsel tefsirin de bir sahası var, bilimsel tefsir nerede başlıyor nerede bitiyor? Diğerleriyle ilişkileri nedir? Dolayısıyla kategorik düşünce yerine analitik düşünceye sahip olursak daha faydalı oluruz diye düşünüyorum.
Halis Bey’in, Kur’an’ın insanların bildiği noktalardan hareket ettiği anlayışına da kısmen katılıyorum. Doğrusu böyle diyenler var. Ama kurandaki kevni ayetlere baktığımızda bunun tamamen böyle olmadığını da görüyoruz. Mesela “mereca’l-bahreyn”, “le musiûn”, yani iki denizin birleşmesi ve evrenin, semaların genişletilmesi konusu. Ben o günkü Arap toplumunun bilgi birikimiyle bunları bildiğine inanmıyorum. Buna benzer daha pek çok ayet olabilir. Mesela her bir yıldızın bir felekte yüzmesi ve kainatın bitişik olup ayrılması ile ilgili ayetlerin verdikleri bilgilerin ne kadarını Araplar biliyordu? Bildikleri var bilmedikleri de var. Kur’an’ın, bilmedikleri konularda da bilgi verdiği görülüyor. Bu konular zaman içinde anlaşılmaya çalışıyor. Bizde anlamaya çalışıyoruz; Bildiklerimiz var bilmediklerimiz de.
Sözgelimi ben yedi kat semayı ve altı günde yaratılmayı tam olarak anlamış değilim. Altı günü tercüme ediyoruz ama nasıllığı konusunda ne bilimin ne de yorumcunun kesin bir şey söylemesi mümkün? Ama bunlar Kur’an’da var; yok diyemeyiz. Ne kadar var? Bunları nasıl anlayacağız, işte yöntem burada ortaya çıkıyor. Bilimsel tefsirin yöntemi nedir? o konuda net bir tanım yok. Herkes kendi kafasına göre yöntem izliyor. Az önce Said bey bir örnek verdi ben de katılıyorum. Tantavi Cevheri’nin tefsirini Ahmet Mithat efendini romancılığına benzetiyorum. Biliyorsunuz Ahmet Mithat Efendi, kahramanı Sirkeci’de trene bindiriyor. Tren deyip de geçmeyin, diyerek demirin cevherinden başlıyor, elli sayfa anlatıyor, ama kahramanı hala Sirkeci’de Edirne’ye gitmemiştir.
Aynı şekilde Tantavi, arı diyor, hangi ansiklopediden almış bilmiyorum, ama arıyla ilgili bütün bilgileri almış tefsirine koymuş. Yine volkan konularıyla ilgili ansiklopedik bilgileri almış ve tefsirine koymuş, ayetlerle ilişkisini ise ortaya koymamış. Bizim sıkıntımız burada: Din-bilim ilişkisi üzerine bir çok tartışmalar, kavgalar yapılmış. Din ayrı bilim ayrı deniyor. Bu doğru ama, din ile bilim arasında bir ilişki de var. İlişki yok deseniz de bir ilişki var. Ben Draper’in Ahmet Mithat Efendi tarafından tercüme edilen eserini okudum. Dört ciltlik bu kitapta, batıdaki din ile bilim kavgası konu ediliyor, ve sonuçta bir noktaya kadar da geliniyor. Bu kavga hala devam ediyor mu? ediyor. Bilim adamları da durulmuş değil, din adamları da… Bu kavga ne zaman sona erer onu da bilmiyorum. İnşallah duruluruz diyorum ve teşekkür ediyorum.
Değerli Meslektaşlarım,
Kuranın konumu üzerinde anlaşabilmemiz için
birinci oturumdaki konuya tekrar dönmem gerekiyor. Tefsirin tanımında anlaşmamız gerekiyor: Tefsir nedir, anlama mıdır, açıklama mıdır, yoksa yorumlama mıdır? Açıklama olarak kabul ettiğimizde üslûp devreye giriyor. Anlama olunca da yöntem devreye giriyor. Kur’anı nasıl anlayacağız? Şatıbi şöyle diyor, ama Tahir b. Aşur tam tersine farklı bir argümanla Şatıbi’yi eleştiriyor. Samimi kanaatimi söyleyeyim; din ile bilim arasında gerçekte kavga yok, özellikle İslamla bilim arasında, belki din adamlarıyla bilim adamları arasında kavga var. Biliyorsunuz bu kavga, kilisenin otoritesine karşı bilim adamlarının tepkisiyle başlamış, bize de ithal olarak girmiş. Bilim adamlarından din adamlarına karşı tepkiler olmuş.
Biliyoruz ki fıkıhcılar; halk, devlet ve yönetim üzerinde etken olmuş. Bu konuda onların etkisini azaltıp bilimin otoritesini yerleştirmek için mücadeleler yapılmış ve bugün de yapılmaktadır. Yalnız önyargılardan ve duygularımızdan biraz sıyrılıp problemin bir röntgenini çekerek değerlendirirsek ve Davut Bey’in de söylediği gibi ifrat ve tefrit noktalarından uzaklaşırsak daha sağlıklı sonuçlara ulaşacağımız kanaatindeyim.
Değerli Meslektaşlarım,
Bir konuyu daha izah etmek istiyorum, yarın yine konuşacağız, Mehmet Beyin tebliğine atıfta bulunayım: O tefsir yöntemi olarak iki konuya dikkat çekiyor. Ben de onun bu görüşünü paylaşıyorum. Biri tarihsel bağlam, diğeri ise dilbilimsel bağlam. Yöntemsel olarak baktığımızda bilimsel tefsirin ayaklardan birinin eksik olduğu görülüyor. Tahir b. Aşur da bilimsel tefsirin sadece tarihsel bağlamla ilgisi olmadığının vurgusunu yapıyor. Ama dilbilimsel bağlam açısından baktığımızda hiç de yabana atılmayacak bazı çıkarımlar, istinbatlar veya bilgiler elde edilebileceğini görüyoruz. Çünkü Kur’anın bir dili var. Kur’an dili, bilim dili demek değildir. Nitekim bunu Elmalılı enfes bir şekilde eserine ad olarak koyuyor. Bir felsefeci arkadaşımız doçentlik tezi olarak Din Dili diye bir eser yazdı; O kitapta bu konulara temas ediliyor.
Dolayısıyla dinin kendine özgü bir dili var, bir ifade ediliş tarzı ve üslûbu var. . Bu dil; ne kelamın, ne fıkhın, ne tasavvufun, ne de tefsirin diline benziyor. Fakat biz Kur’an’dan aldığımız bilgileri, kendi dilimizle, kavramlarımızla, terimlerimizle ifade ediyoruz. Hasan Basri Çantay’dan bir örnek vermek istiyorum. Belki ondan önce hiçbir mealde olmayan bir örnek. O, “ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ” ayetini, Afyonkarahisarlı meşhur Ahteri Kebir sahibinden de esinlenerek dipnotta geniş bir biçimde açıklıyor. Sonuçta bu ayetten dünyanın elips şeklinde olabileceği yorumunu yapıyor. Yani, döşedi anlamında değil de elips şeklinde olduğunu söylüyor.
Halbuki diğer meallerde böyle bir izah yoktur. Ayrıca, “le mûsiûn” kelimesini örnek olarak verebiliriz. Mesela, Mûsi kelimesini Firuzabadi, “zü’l kudreti’l vasia” şeklinde tercüme etmiştir. Oysa mûsi kelimesi ifal babından genişletme anlamına gelmektedir. Ama belki o dönemde, bu konuda bir bilgi olmadığı için, evrenin nasıl genişlediği bilinmemektedir. Bunun için de öyle anlaşılmıştır. Şimdi bu bugün için bu doğru mu? Kendi dönemi için doğru olan bugün için olmayabiliyor.
Bilimsel tefsirin yönteminde tarihsel bağlamdan, yani dış bağlamdan kopuk, sadece iç bağlamıyla konuyu ele alıp dilbilimsel bir açıdan anlamak doğru mudur? yanlış mıdır? Bu dil bağlamının kuralları ve ölçüleri içinde olursa meşruluk kazanacak mıdır? Eğer meşruluk tarihsel bağlamda aranacaksa o zaman bilimsel tefsirin meşruluğu bu manada olmayacaktır.
Değerli Meslektaşlarım,
Zaman zaman, “biz tefsirciler olarak, neden bu durumdayız”, diye karamsarlığa düştüğüm anlar olmuştur. Ama bugün bu karamsarlığımın büyük ölçüde izale olduğunu, belli mesafeler kat ettiğimizi müşahede etmenin mutluluğunu yaşadığımı belirtmek isterim.
Hatalar ve kusurlar sadece bilimsel tefsirle alakalı bir şey değildir. Fahreddin Razi, Asr suresinin tefsirinde Peygamberimize izafe ettiği bir olay vardır. Bir kadın çocuğunu gayri meşru yoldan doğurur, şarap küpünde boğar, ondan sonra şarabı da satar. O kadın Peygamberimize gelir durumunu ona anlatır. Bununla ilgili olarak “ben de zannettim ki, ikindi namazını geçidin” der. Peygamberimize izafe edilmeyecek bu olay, Fahreddin Razi’nin tefsirinde yer alabiliyor, öbürlerinde de alabilir. Yani bunları din olarak değil birer yorum olarak görmek gerekir. Dolayısıyla bunların doğruları da olabilir, yanlışları da.
Lokman suresinin son 34. ayeti ile ilgili olarak bundan 15 yıl önce çok sıkıntılar çektiğimi hatırlıyorum. Erciyes Üniversitesi hastanesine ultrason aygıtı yeni gelmişti. Kadınlar çocuklarının cinsiyetini tespit etmek için sözkonusu aygıttan yararlanmaya başladılar. O zaman da biz herhangi bir klasik bir tefsirden Lokman suresinin tefsirini okutuyoruz. O surede rahimlerde bulunanın Allah tarafından bilineceği, dolayısıyla bunun “mugayyabatı hamse”den olduğundan sözediliyor. Tabi öğrenciler derslerde “hocam, Allah Kur'an’da kimse bilemez diyor, ama doktorlar biliyor, bu nasıl oluyor?” şeklinde sorular soruyorlardı.
Kur'an mı yanlıştı, yoksa o doktorların söyledikleri mi yanlıştı? Bilgi birikimimiz bugünkü gibi olmadığı için zorlandığımız anlar oluyordu. Elimizden geldiği kadar anlatmaya çalışıyorduk. Ancak sonradan anladık ki, o, bir müfessirin bir yorumudur. Bu yorum o günkü şartlar içinde öyle yapılmıştır. Ama 20. yüzyıla gelince bunun hiçbir anlamı olmadığı ortaya çıkmıştır.
Kayseri’de Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü var. Orada yaptığımız bir araştırmadan sözetmek istiyorum. İslam ve Tıp ilişkisini ortaya koymak üzere Kur'anı ve hadisleri taradık, daha sonra doktorlarla görüşerek konuyu değerlendirdik, neticede konu ile ilgili olan ayetleri tespit ederek bunların Türkçe ve İngilizce karşılıklarını yazarak bazı açıklamalarda bulunduk.
Oradaki ayetlerden bir tanesi de hepinizin bildiği “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” mealindeki ayeti bu şekilde değil de “fakat yemenizde içmenizde dengeli, olunuz ve aşırı gitmeyiniz” diyerek tercüme ettik. Kayseri’li ünlü bir diyabet uzmanı sözkonusu ifadeye bakarak, bunun ne olduğunu sordu. Ben de bunun bir ayet, yani Kur'anın bir cümlesi olduğunu söyledim. Bunun çok enteresan olduğunu ve hemen bunun slaytını alarak gitmek üzere olduğu Fransa’da bunu takdim edeceğini belirti. Ona göre bu çok dehşet verici bir şey dedi.
Tabi bunlar insana bir bakış açısı ve ufuk kazandırıyor. Ayetlere farklı açılardan bakılarak istifade edilmiş oluyor. Ama, ifrata ve tefrite kaçmadan, makul ölçüler içerisinde, dinin mantığına göre bir takım açıklamalar yapılırsa, bunlara çok fazla karşı çıkılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu tür hatalar sadece bilimsel tefsirde olmuyor. Diğer tefsir çeşitlerinde de olabiliyor. Tasavvufi tefsirlerde de olabiliyor. Kâşâni’nin tefsirini örnek olarak gösterebiliriz: Orada Hz. İbrahim tarafından parçalaması istenilen dört kuşla ilgili olarak, bunların karga, tavus, güvercin ve horoz olduklarını; burada tavustan kastın kibir, horozdan kastın şehvet olduğu söylenerek hayvanlar sembolize ediliyor. Bunlar bu şekilde izah edilmiş oluyor. Alusi’nin tefsirinde de buna benzer bir şekilde, bu dört kuştan kastın akıl, nefis, ruh ve kalb olduğu belirtiliyor, aklın aşk bıçağıyla kesilmesi isteniyor. Bunlar da birer yorumdur. Acaba bu dört kuş reel mi? sembolik midir? sembolik olarak algılanmaya çalışılıyor. Ama biz bu dört kuşu okuduğumuz zaman bunu hep reel olarak, gerçek olarak algılıyoruz. Dolayısıyla bu tür yorumlar yanlış görülebilir, hatalı görülebilir, birilerine göre de doğru görülebilir. Bu konularda önemli olan kendi yorumunun mutlak doğru, diğerlerinin ise yanlış olarak görülmemesidir. Yoksa bu bir kategorik düşünce olur.
Kategorik düşünceden uzak olarak “ben böyle görüyorum”, denilmesi gerekir. Mesela elimizdeki bir kağıda altı rakamını yazarak karşı tarafta bulunan birisinden bunu okumasını söyleyecek olursak, o bunu dokuz olarak okuyacaktır. Halbuki bize göre o altıdır. Acaba hangisi doğru, altı mı dokuz mu? Mutlak doğru bunlardan hangisi? Dolayısıyla şunu dememiz gerekiyor. Herkesin kendi bulunduğu duruma, seviyeye, makama, bakış açısına, zaviyeye göre bir görüşü var o açıdan öyle görünüyor, buradan da böyle görünüyor. Ama bu yorum metotlu olmalı.
Tefsire, yoruma böyle bakarsak, o zaman tefsirin yorumunu mutlak olarak görmeyiz, bunları, izafi yorumlar olarak kabul etmiş oluruz. Mesela ışığın tanımında da tam bir netlik yok: birisi ışığın parçacık olduğunu, diğeri ise dalga olduğunu söylüyor. Acaba ışık dalga mı parçacık mı? Yoksa aynı anda ikisi birden mi oluyor? Birisi oradan dalga görüyor, diğeri de buradan parçacık olarak mı görüyor. Bu bile bugün kuantum fiziğinde tartışılı hale gelmiştir. Yani maddenin bile tartışıldığı bir ortamda zihinsel ve düşünsel bir takım çıkarımlarımızı, yorumlarımızı mutlak doğruymuş gibi dayatmanın da bir anlamının olmadığını düşünüyorum.
Değerli Meslektaşlarım,
Yunan kültürü ve Aristo’nun veya onun Organonun Ebheri tarafından tercüme edilip İslam alemine girmesinden sonra bizim düşünce yapımızın, mantık yapımızın temelini Aristo mantığı oluşturmuştur. Yani biz hep o mantıkla düşünmüşüz, dinî ve düşünce yapılarımız buna göre şekillenmiştir. Bunu sadece ben söylemiyorum, İbni Teymiyye de bunu söylüyor. Aynı şekilde Abduh, İkbal ve Musa Carullah da şiddetli bir şekilde bu mantığı eleştiriyor. Ben de sorumu şu şekilde soruyorum: Aristo mantığı ile fıkhı, kelamı ve düşünce sistemimizi oluşturuyoruz, bu yabancılaşma olmuyor da; 20. yüzyılda batının ortaya koyduğu düşçünce tarzlarını alınca mı yabancılaşma oluyor?
Değerli Meslektaşlarım,
Bir olayı analiz ederken sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymak gerekir. Bu sebep-sonuç ilişkisinden hareketle olayı ortaya koyup sonuçlarını tespit etmek; ya da, sebepler bilinmiyorsa sonuçların tespit edilip, o sonuçlardan sebep çıkarımlarının yapılması gerekiyor. Burada sonuçlardan sebeplere doğru bir gidiş var gibi görünüyor. Aslında arkadaşımızın bu tezi, sosyolojik temellere dayandırılsaydı çok daha güçlü olurdu diye düşünüyorum.
Ben konuya şu noktada katkıda bulunmak istiyorum: İnsanlık, tarih boyunca üç evreden geçerek medeniyetler kurmuştur. Bu evreler, 1. Tarım, 2. Sanayi bilişim evreleridir ve bu evreler kendi toplum modellerini meydana getirmiştir. İslamın yaşadığı, geliştiği medeniyet kurduğu toplumların büyük bir bölümü 18. yüzyıla gelinceye kadar, hatta 20. yüzyıla gelinceye kadar, tarım toplum modeliyle yaşamıştır. Tarım toplumunun ihtiyaçlarıyla, sanayi toplumunun ihtiyaçları aynı düzeyde değil, birbirinden faklıdır.
Geleneğimiz tarım toplumunun ihtiyaçlarına göre oluşmuş, dini anlayışımız da ona göre şekillenmiş ve yapılanmıştır. Literatürümüz, dikkat ederseniz hep bunlara yönelik olmuştur. Batı sanayi devrimini yapıp, sanayi toplumuna geçince, tarım toplumunun oluşturduğu dini anlayışımız/geleneğimiz, sanayi toplumunun problemlerini çözemez hale gelmiştir veya kısmen çözer hale gelmiş ve tıkanmıştır. İşte bu tıkanıklığı çözebilmek için az önce zikri geçen şahıslar, sanayi toplumunun problemlerini nasıl çözeriz? Ve nasıl ederiz de dini, sanayi toplumunun dini haline getirebiliriz gibi konular üzerinde fikir yürütmüşlerdir. Bugün sosyologların söylediği şudur (ben de aynı kanaati paylaşıyorum): İslamiyet şehirde doğmuş, ve şehirli bir din olmasına rağmen, bugün köylü dini haline gelmiştir. Dolayısıyla İslamiyeti şehirli dini haline getirebilmek için de şehirlilerin de yaşayabileceği, ve kabullenebileceği bir yorum tarzına geçilmesi gerekir demişlerdir.
Onun için geleneksel anlayışı ve az önce belirttiğimiz mantık yapısını ayak bağı olarak görmüşlerdir. Farklı amaçla da olsa İbni Teymiye buna dikkat çekmiş, Abduh bunun üzerinde durmuştur. Bunlar, gelenekteki o katı paradigmaların o kalıp yargıların, o ideolojik tavrın terk edilmesi gerektiğimi belitmişler ve dinin bir ideoloji değil farklı bir şey olduğunu, ideolojik olarak anlaşıldığında tek doğru anlayışının hakim olacağı düşüncesini hep savunmuşlardır.
Bu nedenle sanayi toplumunun verilerini de dikkate alarak Batı’dan sanayi toplumunun değer yargılarını, alarak uzlaştırma noktasına gelmişlerdir. Geçmişte Fahreddin Razi’nin yaptığını, bugün diğer bilim adamları ve düşünürler yapmaya çalışmışlardır. Ben şunu söylüyorum: Fahreddin Razi’nin yaptığı makul ve meşru bir zemine oturuyor da, niye çağımızda Abduh’un İkbal’in Mehmet Akif’in yaptığı, veya Fazlurrahman’ın ileri sürdüğü şeyler veya Süleyman Ateş’in yorumları makul ve meşru zemine oturmuyor? Yorumların doğruluğunu veya yanlışlığını söylemek ayrı bir şey, ama tavır olarak onlara karşı çıkıp çıkmamak ayrı bir şey.
Şahsen ben İslam toplumunun bugün içine düştüğü bunalımın temel nedenlerinden birisinin, kimlik öncelikli bir anlayışa sahip oluşumuzu görüyorum. Zira kimlik çok şey ifade etmiyor. Kimlik bizim suç işlememizi veya başarılı olmamızı sağlamıyor. Asıl bizi başarıya götüren veya daha dorusu ileri boyutlara götüren, suç işlemekten alıkoyan şey kimliğimiz değil kişiliğimizdir. Yani ne olduğumuz çok önemli değildir, nasıl olduğumuz önemlidir. Nasıl bir erkek, nasıl bir kadın, nasıl bir hoca, nasıl bir idareci, nasıl bir insan olduğumuz daha çok önemlidir. Kur'anın vurgusu da daha çok kimlikten öte kişiliğe yöneliktir. Türk ve Müslüman insanımızın temel problemlerinin çözümünde de bu kişilik problemlerinin yattığını düşünüyorum.
Burada ayrıca bazı sorular sormak istiyorum. Bilindiği gibi rivayet ve dirayet tanımlanan tefsirlerimiz var. İlk defa rivayet dirayet ayrımı ne zaman yapılmış, kimler ortaya atmış, hangi eserlerde var, tarihin neresine kadar gidiyor bu ayrım ve niye böyle bir ayırım olmuş?
Sûfî tefsir ile bilimsel tefsirin meşruluğu meselesi de önemli konular arasında yer almaktadır. Kur'anın birincil ve ikincil anlamlarından söz edilmektedir. Diyelim ki lafızlarda birincil anlam varsa, bunların ikincil ve üçüncül anlamları da olacaktır. Şayet bir müfessir, farzedelim ki sufi bir müfessir veya bilimsel bir tefsirci, Kur'anın birincil anlamını değil de ikincil anlamını ortaya koyuyor ve bu anlam vardır diyorsa, birincil anlam meşru oluyor da, ikincil anlam niye meşru olmuyor?
Tefsirciler olarak, yeni bir anlayış benimsemiş olabiliriz. Sadece Kur'ana gidilmesi anlayışına sahip olmuş olabiliriz. Ancak önemli olan bunun davranışlarımıza yansımasıdır. Ne yazık ki bunun davranışlarımıza yansıdığını söyleyemiyoruz. . Bunun için Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkarmış olduğu İslam Ansiklopedisine bir göz atmamız yeterli olacaktır.
Oradaki maddelere bakıldığında, Kur'anda geçen kavramların büyük ölçüde ya Tasavvuf, ya Fıkıh, ya da Kelama, paylaştırıldığını, tefsircilere ise yalnız sure adlarının kaldığını görüyoruz. Kur'an’da geçen herhangi bir kavramının ya Fıkıhçı, ya Kelamcı, ya da Tasavvufçu tarafından yazıldığı müşahede edilmektedir. Bunu şunun için söylüyorum. Tefsirin günümüzde, fıkhın ve kelamın yükünü yüklendiğini dile getiriyor, buna vurgu yapıyor. Ancak ansiklopedideki bu örnek pratikte bunun pek böyle olmadığını ortaya koyuyor.
Bir de şu konunun dikkate alınmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Bizim bir inanç sistemimiz var; inandığımız gerçekler var. Bir de yaşanılan gerçekler var. İnanılan gerçekle yaşanılan gerçek eğer uyum içerisindeyse bir problem yok. Din için de yok yaşadığımız toplum için de yok. Ama inanılan gerçeklikle yaşanılan gerçeklik çatışma halindeyse, o zaman ne yapılacak? İşte o zaman bilim adamları ile din adamları iki türlü tutum içerisine giriyorlar. Bir kısmı için önemli olan inanılan gerçekliktir, yaşanılan gerçeklik yok farz ediliyor.
Onlara göre inanılan gerçeklik yaşanılan gerçekliğe aykırı da olsa, muhalif de olsa, yaşanmaya devam edilmelidir. Böyle diyenler var. Bir kısmı da, madem ki inanılan gerçeklik, bir de yaşanılan gerçek var. Yaşanılan gerçeklik inkar edilemeyeceğine yani yok farz edilemeyeceğine göre, inanılan gerçeklik yaşanılan gerçeklikle uzlaştırılması gerekir denilmekte ve bir çözüm aranmaktadır. Bir üçüncü görüşe göre ise, esas olan yaşanılan gerçektir, inanılan gerçeklik reddedilmelidir. Acaba tefsirciler; bilim adamları bu üç tutumdan hangisini benimseyecektir? Bu noktada da bizim bir problemimizin olduğu görülüyor. Aslında modern dünyada, İslamın temel problemlerinden birisi de budur. Eğer bu konular bu şekilde ele alınmaz, düşünülmezse; inanılan gerçeklerle yaşanılan gerçekler arasındaki uyum veya uyumsuzlukları ortaya konulup çözüme ulaştırılmazsa, daha çok sıkıntı çekeceğiz demektir.
Değerli Meslektaşlarım
Bir şeyi yargılarken veya değerlendirirken ölçütümüz ne olmalıdır. Batıdan gelen yanlış, doğudan gelen doğru. Doğudan gelen yanlış batıdan gelen doğru gibi, yani mekana ait bir kriter mi, zamana ait bir kriter mi, yoksa şahıslara ait bir kriter mi? Bizim için doğruluğun ölçütü ne olmalıdır? Zaman mı, mekan mı, şahıs mı? Kanaatime göre, ne zaman, ne mekan, ne de şahıs olmalıdır. Farklı bir kriter olması gerekir. Mekanı esas aldığımızda batıdan çıkanlar kötü, doğudan çıkanlar iyi olacak veya tersi olacak. Zamanı esas aldığımızda şu tarihten öncekiler doğru, şu tarihten sonrakiler yanlış olacak. Veya ölçütümüz şahıs olursa, filan şahsın söylediği doğru filan şahsın söylediği yanlış olacak. Bu nedenle zaman, mekan, şahıs ayrımından daha farklı bir ayrım olması gerektiğini düşünüyorum.
Kur'an-ı anlamakta metin esastır, deniliyor. Ben de aynen katılıyorum. Ancak Kur'an metnini biz nasıl anlayacağız? Nasıl anlatacağız sorusunu bir hatıramla açmak istiyorum. Bir defasında bir tanıdığım bana hocam, kafama takılan bazı sorular var, onları sana sormak istiyorum, dedi. Buyurun dedim. Nisa suresi 34. ayeti ile ilgili olarak şu soruyu sordu. “Hocam bu ayette kadınlar için erkeklere deniyor ki, “kadınlarınız ‘nüsûz’ yaptıklarında onlara şu yaptırımları uygulayın. Nisa 128. ayetinde ise erkek aynı suçu işlerse, bu sefer onlara hiçbir yaptırım önerilmiyor, sulh yapın, barış yapın deniliyor. Hukukta eşitlik esası vardır, adalet esası vardır. Adalet bunun neresinde, eşitlik bunun neresinde? Allah burada ayrımcılık yapıyor, ben de bunu hazmedemiyorum. Bana bunu izah eder misiniz?”
Sadece Kur’an metnini, metni esas aldığımızda, sağlıklı çözüm bulamıyoruz. Burada önemli bir ipucu var; o da ayetin tarihsel bağlamı. Ayeti tarihsel bağlamından kopararak, o hükmün nasıl meydana geldiğini, nasıl oluştuğunu, o günkü kadınların durumunu, sosyal ve ekonomik yapıyı hesaba katmadan, salt metinsel olarak anladığımızda, yukarıda söylendiği gibi bir sonuca da ulaşılabiliyor.
Belki bundan yüz, iki yüz, üçyüz yıl önce bayanlar böyle bir şey söylemiyorlardı ama bugün bayanlarımız bunu problem ediyor. Peki bu ve benzeri problemleri nasıl çözeceğiz? Bunları klasik usul ve yöntemlerle çözmeye çalıştığımız zaman, pek ilerleme kaydedemiyoruz. Yeni çözüm arayışları gerekiyor. Yeni çözümler nelerdir? nasıl olacaktır? O da bizim temel sorunumuz değil mi? Söz konusu ayette bu durum “Nüşûz” kavramı ile ifade edilmektedir. Ancak ne meal yazanlar, ne de tefsir yapanlar arasında nüşûz kavramının ne olduğunu net olarak ortaya koyan birisi yok. Bazıları ‘serkeşlik’ bazıları ‘baş kaldırma’ derken bir kısmı da “zinaya varacak şekilde bir tavır sergileme veya isyan” gibi anlamlar veriyorlar.
Ayetteki cezaya gelince, önce nasihat edin, sonra yatağı ayırın, sonra darp edin. Ama aynı şey 128. ayet de zikredilmiyor. Sadece en sonunda tavsiye niteliğinde “es-sulhu hayrun” deniliyor. Şimdi bunun anlamı nedir? Göz yumun, çok fazla ileriye gitmeyin, affedin, bağışlayın, hoş görün gibi bir anlam mı çıkmış oluyor?
Her ne kadar biz evrensellik anlayışına, paradigmasına bağlı kalarak, tarihsel anlayışı dışlıyor görünsek de, buradaki çözüm, o günkü şartların, kültürel ve sosyal şartların şekline göre tespit edilmiş bir ayet olgusunu ortaya koyuyor.
Bunu toplumun düşüncesinden anlayışından, toplumsal gerçeklerden kopuk değil de, toplumsal gerçeklere uygun bir çözüm veya bir uygulama olarak düşünmeniz gerekiyor. Ama o zaman da şu problem ortaya çıkıyor: madem ki durum gün öyle olmuşsa bu gün veya yarın nasıl olacak? Birisini çözeyim derken başka bir problemin içine girmiş oluyoruz. Problem ortaya çıkınca da çözemiyor, yani bir çözümsüzlük içinde bocalayıp duruyoruz.
Değerli Meslektaşlarım,
Fen bilimleri, sosyal bilimler, sağlık bilimlerinin tanımı, yatığı işlev ve bu konudaki yöntemlerle alakalı olarak, tefsir ilmin bugün geldiği noktaya değinmek istiyorum.
Daha önce yapılmış olan tanımlarda tefsir, açıklama, izah etme, ortaya koyma anlamlarına gelmektedir. Ancak 18. yüzyıldan sonra bildiğimiz fen bilimleri gelişip de kendine özgü yöntemleri ortaya koyunca, fen bilimleri keşfetme ve açıklama anlayışını kendi bilimsel anlayışı olarak ortaya koydu.
Dolayısıyla fen bilimleri ile sosyal bilimler arasında metot bakımından veya yöntemlerinin farklılığı bakımından bir karışıklık meydana gelmiş oldu. Bunun için de sosyal bilimler kendilerine yeni bir tanım yapma ihtiyacı hissetti. Özellikle Soysal bilimlerin tanımı konusunda ciddi adımlar atıldı. Fen bilimlerinin açıklayıcı, sosyal bilimlerin ise anlamacı olduğunu ortaya konuldu. Bunlardan Dinî bilimlerin, buna bağlı olarak tefsirin sosyal bilimler kategorisine dâhil edilebileceğini anlıyoruz. Doğrusu da bu.
Bu durumda tefsiri, anlama ve açıklama veya yorumlama şeklinde izah edebiliriz. Şayet tefsiri biz anlama ve yorumlama, olarak anladığımızda veya öyle tanımladığımızda, anlamanın yöntemlerini ortaya koymamız gerekir. Yani, Tefsir yöntemi dediğimizde anlama yöntemlerini ortaya koymamız gerekir; Anlamanın yöntemleri nelerdir? Anlama yöntemlerini iki K, beş N formülü ile izah edebiliriz sanırım. İki K’dan kasıt kim, kime? Beş N’den kasıt, Ne, Nerede, Ne zaman, Nasıl, Neden demektir.
Bu formülü ilahi kelama da uyguladığımız zaman, Allah Peygamberine şu ayeti Mekke’de veya Medine’de şunun için şundan dolayı, şu şekilde söyledi gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Tabi “nüşuz” ile alakalı olarak verdiğim bu günkü örnekte olduğu gibi her zaman bu yöntem yetmiyor olabilir.
Tarihsel, kültürel, sosyal, ekonomik, durumsal bağlamından kopartarak, bir sözü salt metin olarak anlamaya çalıştığınızda ayet, yanlış ve eksik anlamalarla sonuçlanabilir. Dolayısıyla ayetlerin tarihsel, ekonomik, bağlamları derken bununla sadece esbabı nüzulü kastetmiyoruz.
Esbabı nüzuller daha çok lokal ve mevzii, bireysel ve somut olabiliyor. Ancak bir de ayetlerin kültürel bağlamı var. Tefsir kitaplarında veya esbabı nüzul kitaplarında her ayete özgü bir nüzul sebebi de bulamıyoruz. Ama kültürel bağlamından çoğu zaman onun bir reddiye, bir cevap olduğunu anlıyoruz. Mesela Kur'ana cin sözü, şeytan sözü diyenler var, ithamlar var. Kur'an buna karşı da bir cevap veriyor. Veya “Kur'an şiir değildir, Hz. Peygamber şair değildir ona yakışmaz” mealindeki ayetler de buna benzeyen örneklerdendir. Bu ayetlerin arkasında kültürel bağlam söz konusudur.
Neticede tefsir usulü ile alakalı olarak bizim bugün ciddi problemlerimiz var. Nasıl fıkıh usulünün veya diğer ilimlerin bir yöntemi varsa, geçmişten farklı olarak bugünkü insanlara hitap eden bir Tefsir usulün olması gerektiğine inanıyorum. Bugün ulaşılan bilimsel seviyedeki metodik düzeye baktığımızda bunun yapılması gerektiği de ortadadır. Buna da şiddetle ihtiyaç vardır.
İLAHİYAT FAKÜLTELERİNİN DÜŞÜNCE ALANINA KATKILARI VE YENİ AÇILIMLAR*
Sayın Dekanlarım,
Sözlerime başlarken hepinize selam ve saygılarımı sunuyor, İlahiyat Fakültelerinin Düşünce Alanına Katkıları ve Yeni Açılımlar konusundaki görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyduğumu özellikle belirtmek istiyorum.
İlahiyat Fakülteleri X. Dekanlar Toplantısının ev sahipliğini yapan ve sizlere hitabetme imkân ını veren Sn. Prof. Dr. Mualla Selçuk Hanımefendiye teşekkür ediyorum.
Sayın Dekanlarım,
İlahiyat Fakültelerinin hukuki ve kanunî meşruiyetinin Tevhid-i Tedrisat ve YÖK kanunlarıyla sağlandığı ve Cumhuriyetimizin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün “Nasıl ki her hususta âli meslek ve ihtisas sahibi yetiştirmek lazım ise dinimizin hakikati fenniyesinin tetkik, tetebbu ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahüp edecek güzide ve hakiki ûlemayı kiram dahi yetiştirecek müesesatı âliyeye malik olmalıyız” sözüyle de misyonunun belirlendiği hepimizin malûmudur.
Geçmişte tarım toplumunun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısına göre şekillenen ve daha çok rivayet merkezli eğitim ve öğretim yapan medrese anlayışı yerine; sorgulanmış, eleştirilmiş ve analizi yapılmış bilgilerin aktarımını yapmak, sanayi toplumunun ihtiyaçlarına ve dinî problemlere çözüm getirici düşünceler üretebilen bilim adamları ve dini entelektüeller ile kaliteli ve düzeyli meslek adamları yetiştirmek amacıyla kurulan İlahiyat Fakültelerinin düşünce alanına olan katkılarını ve bu alanda ortaya koyduğu veya koymaya çalıştığı yeni yaklaşımları, mümkün olduğu ölçüde bilimsel bir yaklaşımla sizlere sunmaya çalışacağım.
Daru’l-Fünun İlahiyat Fakültesi hariç en eski İlahiyat Fakültesinin yaşı 55, diğerlerininki ise 22 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Muhtelif tarihlerde kurulan ve YÖK kanunu ile İlahiyat Fakültelerine dönüştürülen Yüksek İslam Enstitüleri ise, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden sonra eğitim ve öğretime başlamışlardır. Bu süre, bireyler için çok uzun olsa da, kurumların tarihi geçmişleri için oldukça kısadır. Bu kısa süre içinde İlahiyat Fakülteleri ne yaptı? Topluma ne verdi?
Düşünce alanına neler kazandırdı? İçi yarıya kadar su dolu bardak örneğinde olduğu gibi, kötümser veya iyimser bir yaklaşımla bardak boş veya dolu deme yerine, objektif bir bakış açısıyla konuya yaklaşmaya çalışacağım. Bu konuşmamda yer alan tespitler ve değerlendirmeler ise geleneksel düşünce yapısıyla, İlahiyat Fakültelerinde ulaşılan düşünce düzeyi arasındaki kıyaslamaya göre olacaktır.
Sayın Dekanlarım,
İlahiyat Fakültelerinde mevcut anabilim dallarında okutulan dersler, bu anabilim dallarına mensup bilim adamlarının akademik çalışmaları ile ürettikleri bilgiler ve yaptıkları bilimsel ve düşünsel faaliyetler dikkate alınıp incelendiğinde, yapılamayanların yanında pek çok olumlu şeylerin de yapılmış ve gerçekleştirilmiş olduğu, her bir anabilim dalının kendi konularıyla ilgili düşünce alanlarına önemli katkılarının bulunduğu açıkça görülecektir. Anlama, yorumlama, anlam bilim, epistemoloji, yöntem, değer, vs. gibi hemen hemen her bilim dalını ilgilendiren alanlarda İlahiyat Fakültelerinin söyleyebileceği veya katkıda bulunacağı şeyler her zaman var olmuştur.
Nereden nereye gelindiğini veya düşünce ve fikir alanına İlahiyat Fakültelerimizin ne getirdiğini daha iyi anlamak için şu mukayeseyi yapmakta yarar görüyorum.
Fahri Unan’ın Türkiye Günlüğü’nde verdiği bilgiye göre, XVI. yüzyılda Fatih medresesinde 290 müderris (profesör) görev yapmıştır. Bu dönemde yazılan eserlerin sayısı 118’dir yani bu profesörlerden sadece % 40’ı kitap yazmıştır. Gerileme döneminde kitap yazan ulema oranı % 9, XVIII. yüzyılda ise % 6’dır. Şu anda mevcut 23 İlahiyat Fakültesinde görev yapan öğretim üyelerinin her birinin en az bir eseri bulunmaktadır. Niteliğini bir kenara bıraksak dahi nicelik açısından İlahiyat Fakültelerinin bu başarısı, YÖK sisteminin temelde etkinliğini ve sağladığı katkıları göstermektedir.
Bilim adamlarımızın bir kısmı, her ne kadar ipek böceği gibi bilinen kaynaklardan beslenip kendilerini belli kalıplar içine hapsetse de, bir kısmı da arı gibi her türlü kaynaktan istifade edip kendilerine özgü bilgi ve düşünce üretebilmektedirler.
Bu gün İlahiyat Fakülteleri, verilen bilgilerin niteliğine ilişkin kalite sorunu ile birlikte zihniyete bağlı bilimsel ve düşünsel alanlarda görülen olumsuzlukları, önemli ölçüde aşmış görünmektedir. Sözgelimi İlahiyat Fakültelerinde belli dönemlere ait yorumu ve yorum biçimini mutlaklaştırıp dogmatikleştiren ve doğruluğun ölçütünü zaman, mekân ve şahıslara tahsis eden entegrist; geleneği ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştıran fundamantalist; bilgi-iman özdeşliğini savunan ve dini bir ideoloji olarak algılayan radikal tavırların azaldığı gözlemlenmektedir. Bu tür düşüncelerin İslam’a zarar verdiği, dinin veya dini yorumların bir ideoloji olmadığı, yapılan yorumların dinle özdeşleştirilmemesi gerektiği, seçmeci ve tekelci bir anlayışı, dinin yorumuna hâkim kılmanın ve politik obligasyon (mecburiyet) içinde yaşamanın yanlış olduğu düşüncesinde olanların sayısı hiç de azımsanacak ölçüde değildir.
Dinî düşünce alanında yüzyıllardır devam edip gelen ak-kara veya siyah-beyaz gibi kategorik, indirgemeci, tümevarımcı, parçacı/atomik düşünce yöntemlerinin ve mutlakçı anlayışların gitgide azalarak bunların yerine analitik, sorgulayıcı ve eleştirel düşünce yöntemlerinin geliştiği ve kullanım alanlarının genişlediği, rölâtif anlayışların daha çok tercih edildiği bir düzeye gelindiği izlenmektedir. Geleneksel anlayışta daha çok rivayet merkezli bilgi aktarımlarının ve bilgi depolamanın yapıldığı düşünüldüğünde, ulaşılan noktayı küçümsememek gerekir. Bilgi parçacıkları, fikir üretmede zenginleştirici bir unsur olarak gerekli olsalar da asla yeterli değildir.
Bilgileri üst üste yığmak kendiliğinden fikir üretmiyor. Bu bilgileri bir araya getirme şekli bile bilgiden bağımsız bazı ön fikirlere ve yöntemlere muhtaçtır. Düşünce süreci, bilgiyi malzeme olarak kullansa bile ancak fikirlerle ilerleyebiliyor. Düşünmeyi bilmeyenler, ideolojik kalıplar arasında istedikleri kadar gezinseler, bilgi depolasalar da fikir üretemiyorlar. Buna rağmen İlahiyat Fakültelerinde entelektüel düzeyin ve kalitenin yükseldiği, ön yargı veya kalıp yargı yerine, fikir ve düşüncelerin eleştirildiği, sorgulandığı, fikirlere fikirle karşılık verildiği bir zeminin oluşmaya ve daha bilimsel bir üslubun kullanılmaya başlandığı memnuniyetle gözlemlenmektedir.
İlahiyat Fakülteleri, bağnazlığın ve dini referans olarak gösteren düşmanlıkların, tek yorum tarzının dayatıldığı toplumlardan çıktığının, böyle toplumlarda dinin sevgi, hoşgörü ve barış unsuru olarak değil de bir düşmanlık unsuru olarak görüldüğünün ve İslam’ın bir ideoloji olarak değil de bir din olarak algılanması gerektiğinin bilinci içindedir. Çünkü dinden kaynaklandığı öne sürülen fikrî kavgalar ve dışlamalar çoğu kez dinler arasında değil, aynı dinin farklı yorumlarından çıkmaktadır.
Özü itibariyle devletin dinler karşısında olduğu kadar dinin yorumları karşısında da tarafsız olması demek olan laikliğin gelişen süreçte daha çok benimsendiğini söylemek bir abartı olarak görülmemelidir. Bir birey İslam’ı ideoloji olarak algılamıyorsa, laiklik onun için din özgürlüğünün garantisi olmaktadır. Buna karşılık İslam’ı ideolojik olarak algılayan bir birey için ise laiklik, din dışı bir referans çerçevesini esas alan bir olgu olarak görülmektedir.
Sayın Dekanlarım,
İlahiyat Fakültelerinin, Emevi ve Abbasi döneminde ki tercüme faaliyetlerinin bir benzerini günümüzde gerçekleştirme gayreti içinde olduklarını görüyoruz. Akademik çevre dışında kalan kişilerce de beslenen tercüme faaliyetlerinin dini sahada önceleri Mısır ve Pakistan kaynaklı ve ağırlıklı iken daha sonraları Batı kaynaklı ve ağırlıklı hale geldiğini, özellikle doğu kaynaklı tercümelerin dini düşünce alanında meydana getirdiği bazı olumsuzlukların ufuk açıcı açılımlar yapan batı kaynaklı tercümelerin yapılmasıyla dengelendiğini, bu aşamadan sonra tabii sürecin işleyerek git gide tercüme eserlerden te’lif eserlere geçildiğini ve diğer İslam ülkelerinde göremiyeceğimiz oranda fikri derinliği olan te’lif eserlerin ortaya çıktığını ve bunların önemli bölümünün İlahiyat kökenli bilim adamlarına ait olduğunu biliyoruz. Düşünce yapısı ile de yakından ilgili olan bu etkinliğin, bilim adamlarımızın Tanrı tasavvuru ve buna bağlı vahiy, din ve peygamber anlayışlarına ve düşüncelerine de önemli katkılar yaptığına şahit oluyoruz.
Nitekim, evreni yaratıp düzenini kurduktan sonra bir işe karışmayan veya her işe müdahale eden veya ettirilen, her işin kendisine havale edildiği bir tanrı tasavvurundan; denetleyen, gözetleyen, cevizi yaratan ama kırılmasını insana bırakan bir Tanrı tasavvuruna doğru dini düşüncenin geliştiğini görüyor ve bu gelişmede İlahiyat Fakültelerinde yapılan bu tür akademik ve bilimsel faaliyetlere bağlı düşünce değişimi ve gelişiminin etkin rol oynadığını düşünüyorum.
Her toplum, düşünce mirasını ve tasavvurunu özümseyen ve onları gelecek kuşaklara aktarmaya çalışan bir gruba sahip olmak zorundadır. Bu grup, o toplumun entellektüelleridir. Ülkemizde dini entelektüellerin büyük bir bölümünün varlığı, İlahiyat Fakültelerinin kuruluşuna ve gelişmesine borçludur. Bu nedenle İlahiyat Fakülteleri ülkemiz için, düşünce dünyamız için çok önemli bir kazanım olmuştur. Montgomery Watt, “Dinlerde Hakikat” adlı eserinde dini entelektüellerin ileri gelenlerini bilim adamları ve sistem koyanlar olarak tanımlar. Zira bu entelektüellerin yaratıcı olmak ve toplumun çağdaş ihtiyaçlarına karşılık vermek için yeni fikirler üretmek zorunda olduklarını söyler. Yeterli olmasa da ilahiyatlı bilim adamlarının bu ihtiyacı, önemli ölçüde karşıladığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
İlahiyat Fakültelerindeki entelektüel düşünce düzeyi, her geçen gün gelişime ve değişime açık bir seyir içinde yükselmektedir. Şayet entelektüel düzey, problemlerin hangi vadede görülebildiği, sebeb-sonuç ilişkilerinin doğru kurulması, bugüne tarih bilgisi ve bilinci ile bakılması, kısa vadedeki çıkarlara göre değil de (zeka), uzun vadedeki çıkarlara göre davranılması, (akıl) çözülen problemlerden çok, daha derin problemler üretilmemesi demek ise; bir çok ilahiyatlı bilim adamının buna ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ayrıca aklı, kişilikle, toplumsal değerleri özümsemekle, felsefî ve ahlakî ölçütlerle ilişkili bir duruş olarak tanımlarsak, İlahiyat Fakültelerinin bu aklı, fonksiyonel kılmak için büyük bir çaba içinde olduklarını; ayrıca erdemliliği, feraseti, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, birlik ve bütünlüğü ve bireysel sorumluluğu öğreten ve bu alanlarda açılımlar yapan kurumlar haline gelmeye çalıştıklarını da görmekteyiz.
Sayın Dekanlarım,
Doğu toplumlarının genellikle proaktif değil reaktif, rasyonel değil irrasyonel, normatif değil formatif, demokratik değil despotik bir anlayış içinde oldukları bu nedenle de bağımlı değişkenliğin daha etkin olduğu bir sosyal yapı içinde oldukları sosyolojik bir tesbittir. Reaktif, irrasyonel, formatif, despotik bir sosyal yapıdan ve düşünceden gelen bireylerin, proaktif, rasyonel, normatif ve demokratik düşünce yapısına birden geçmesini beklemek de sosyolojik verilere uygun düşmeyen bir davranış biçimi olur. Osmanlı İmparatorluğunun gerileme döneminde yaşadığı acı tecrübeler, göstermiştir ki hayatta kalabilmek ve devletin varlığını devam ettirebilmek için Türk toplumunun sanayileşmekten başka çaresi yoktur. Bunun için de tarım toplumundan ve ona bağlı sosyal, kültürel ve ekonomik yapıdan bir an önce kurtularak sanayi toplumuna ve ona bağlı sosyal, kültürel ve ekonomik yapıya geçme gerekliliği, Tanzimatla başlayan ve Cumhuriyetle devam eden yenileşme, gelişme ve değişim hamlelerinin en önemli etkenleri arasında yer alır.
Neticede tarihi süreç içinde tarım toplumunun problemlerini çözmek için öngörülen dinî fikirler ve düşünceler yani geleneksel dini düşünce, sanayi ve bilgi toplumunun problemlerini yeterince çözemez hale gelince, yeni anlayışların ve yöntemlerin arandığı bir ortama gelinmiştir. Bu ortam, dini düşünceye yeni yaklaşımları da beraberinde getirmiş ve bu yeni yaklaşımlar da genellikle zihniyette, düşüncelerde ve yöntemlerde olmuştur.
Dini metinleri anlama, yorumlama ve düşünce üretmede ortaya çıkan yeni yaklaşımlar arasında semantik, hermeneutik, tarihsellik ve durumsallık, hiç şüphesiz en belirgin olanları olarak gözükmektedir. Bu yeni yaklaşımların tabiî bir sonucu olarak da İlahiyat Fakültelerinde bir taraftan geleneksel kültürel değerlerin aktarılması yapılırken diğer yandan bu geleneksel kültürel değerlerin sorgulanması analizi ve değerlendirilmesi yapılmakta, yeni ve çağdaş değerlerle uyumu sağlanmaya çalışılmaktadır.
Meselâ medreselerde asırlarca Nesefi Akaid’inde yer alıyor diye “İmamlar Kureyşten’dir” sözü okutulmuştur. Eğer bu bir din kuralı ise, Osmanlı hakimiyeti neden dine aykırı değil? Bu bir din kuralı değil ise neden bu söz doğru kabul ediliyor? diyen olmamışken, artık bugün bu anlayışın sorgulandığı bir duruma gelinmiştir. Nitekim geleneksel kültürünün yoğun etkisi altında olmasına rağmen İlahiyat Fakültelerindeki bilim adamlarının, (her ne kadar farklı düşünenler bulunsa da) imkân ları ölçüsünde sanayi ve bilgi toplumuna ait değerlerin bir başka deyişle eşitlik, hürriyet, hukukun üstünlüğü gibi yükselen çağdaş değerlerin toplum tarafından kabul görmesindeki rolünü, özellikle din-bilim, din-devlet, din-cumhuriyet, din-demokrasi, din ve laiklik konularındaki te’lifci ve uzlaştırıcı yaklaşımlarını, kadının durumu ve dinler arası diyalog gibi çeşitli alanlarda getirdikleri yeni ve çağdaş açılımları da önemle zikretmek gerekir.
İslam, kavramsal anlamıyla “barış, güven ve huzur” demek iken bugün bir çok yerde bunun tersi davranışlar görülmektedir. Diğer yanda ise görüş, düşünce, tutum ve davranışlarıyla etrafındakileri etkileyen, çevresine pozitif enerji yayan, sözü dinlenen, kimliğine, kişiliğine, temsil ettiği inanca saygı uyandıran, güvenilen, kimseyi korkutmayan, hem sosyal hem de fiziki çevresine olumlu katkıları olan, sevgi, saygı ve sorumluluk bilinciyle hareket eden müslümanların varlığı da bilinen bir gerçektir. Bunu sağlamada ve İslam’ın bu olumlu ve güzel yüzünü göstermede, ülkemizdeki fikri atmosferin ve İlahiyat Fakültelerinin rolünü inkar etmek mümkün değildir.
Ürettiği ve etkinleştirdiği fikir ve düşüncelerle İlahiyat Fakülteleri adeta Türk toplumunun çimentosu olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Kanaatimce bunun ana sebebi Cumhuriyetle birlikte değişen bazı temel paradigmalardır. 600 yıl boyunca her dört yılda bir savaş yapmış bir devletten Cumhuriyetle birlikte barışın ilke olarak öngörüldüğü bir devlet anlayışına geçilmiş olması da değişen bu paradigmanın bir göstergesidir. Mesela Osmanlı uleması nezdinde fıkhî terimle ifade edecek olursak “savaşın azimet, barışın ise ruhsat” olarak algılandığı, buna karşılık Cumhuriyet döneminde özellikle İlahiyat Fakültelerine mensup bilim adamlarınca “savaşın ruhsat, barışın ise azimet” olarak tanımlandığı dikkat çekmektedir.
Çok uç bir örnek olsa da National Geogrophi’de yayımlanan bir makalede, Abdülaziz’in Fransa’yı ziyaret arzusunun medreselileri telaşlandırdığı ve darulharbe gidecek bir darulislam padişahının durumunun tartışıldığı, neticede ayakkabısına darulislam toprağı yerleştirilmesi halinde barış için giden padişahın, savaş durumunda kalmayacağı sonucuna varıldığı yazılmıştır. Şayet bu gerçek ise, o günkü düşünce yapısıyla bugün gelinen düşünce yapısı arasındaki fark, açıkca ortada demektir. Hiç şüphesiz bu değişim, yeni anlayış ve yaklaşımların ürünüdür.
Bu yeni yaklaşıma göre, yorum ve değerlendirme-lerinde din adamı da, bilim adamı da yanılabilir. Yanılan din ya da bilim değildir, kişilerdir. Yanılma, kişinin verdiği cevaptan, cevabın yetersizliğinden ve bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Din, dil ve para kısaca hayatın bütün unsurları insan içindir. Dinin, inanç, bilgi, kural gibi teorik boyutunun yanında; formel ve pratik olan boyutu da mevcuttur. Dinin bilgi ve kural boyutu vahye dayanır. Pratikliğe ait yönü ise kısmen vahye daha çok sünnete aittir. Ancak sünnetle, kültürel ögelerin karıştırılmaması da gerekir. Hz. Muhammed’in peygamberlik kimliği ile yaptıkları; kişisel tavırları ve içinde yaşadığı toplumun kültürel yapısı ile de karıştırılmamalıdır.
Tanrısal bilgi, küllî iradenin bilgisidir. Bu sebeble Tanrısal bilgi, tek yanlı değil, çift yanlıdır. Burada bir tarafda Allah’ın, diğer tarafda insanın bulunduğu bir bilgi söz konusudur. Çünkü Tanrısal bilgiyi de, dünyevi bilgiyi de algılayan, anlayan ve açıklayan yine insandır. Bu nedenle Kur’an, bir müslüman için hem iman objesi hem de bilgi objesi konumundadır.
Durum böyle olmasına rağmen bu toplumda “Bir kimse bir ayet-i kerimeyi tefsir ederken, açıklarken, daha önceki müfessirlerden işitilmeden yalnız kendi görüşüne, kendi aklına göre açıklama yaparsa kâfir olur” diyenler de olabilmiştir. Böyle bir anlayışta, gerçeklerle, metnin delaleti arasındaki uyumu araştırma yerine, metnin delaletini mevcut akla (kategorik ve indirgemeci) hitap ettirmek suretiyle doğrunun tek olduğu mesajı, verilmek istenmektedir. Bu ise entegrist bir tavır olup, bu tür bir yaklaşımla doğru bir din yorumuna ulaşmak mümkün değildir.
Yorumda tek doğru yoktur. Tek doğru anlayışı Aristo ile başlayan Kopernik, Kepler ve Newton’la devam eden klasik fiziğin bir uzantısıdır. Bu anlayış, izafiyet teorisiyle başlayan ve kuantum fiziği ile devam eden yeni fizikle ve buna paralel gelişen postmodern anlayışla değişmeye başlamış ve buradan bakış açısına ve bulunulan konuma göre algılamanın, anlamanın ve yorumun değişebileceği anlayışına gelinmiştir.
Bir başka ifade ile bilim gelişiyor, bilgiler değişiyor. Bilgilerin değişmesi zihniyetleri ve düşünceleri de değiştiriyor. Bilim öğretiyor, öğrettikçe de sorular ve sorunlar çoğalıyor. Bilimin bu dinamik yapısı, eski düşünce sistemlerini altüst ediyor. Pek tabiidir ki ilahiyatçılar da bilimin ve bilginin bu dinamik yapısından etkilenerek yeni fikirler ve düşünceler üretmeye başlıyor.
Bu dinamik yapıyla bilim adamları; eskisinden farklı olarak sosyolojik, bilimsel, psikolojik, edebî, felsefî, çevreci, antropolojik, etik, estetik vb. yaklaşımlarla veya bunlara ilişkin yeni açılımlarla özellikle interdisipliner veya multidisipliner açılımlarla düşünce alanına veya dini düşünceye girmeye çalışıyorlar. Herhangi bir değer yargısına varmadan bu yeni yaklaşımların ve açılımların, ürettikleri yeni fikir ve düşüncelerin hiç bir şey üretmemekten daha iyi olduğu kanaatini taşıyorum. Zira üretilen fikir ve düşüncelerin eksiklikleri ve yanlışlıkları olsa da, üretimsizliğin hiçbir şeyi yoktur. Üretmekten değil, asıl üretmemekten korkmak gerekir. Üretim yanlış olabilir, ama onun her zaman düzeltilebilme şansı vardır, olmayan bir üretimin ise hiç bir şansı yoktur.
Din ile dinî olanın veya dinden olanla dine uygun olanın ayrılarak anlama ve yorumların din olmadığını ve yorumların değişebileceği anlayışını daha doğru; dini metinlerin geleneksel akla (kategorik, indirgemeci akıl) hitap ettirilmesi yerine, bilimsel veriler ve sosyal gerçekliklerle metnin delaleti arasındaki uyumun araştırılmasına öncelik verilmesini, bilimsel ve düşünsel faaliyetlerde şerhçilik, haşiyecilik ve vaizlik yerine, sosyo-kültürel problemlere ilişkin çözümler üretilmesini daha rasyonel buluyorum. Tanrı’nın sadece sevdiklerini kayıran ve onların arzularını yerine getiren veya sevmediklerini kahreden bir Rab olarak algılanması yerine, yapılan eylemlerin karşılığını veren ve onları gözetleyen bir Rab olarak algılanması gerektiğini düşünenlere de; müslümanların belli bir dönemden sonra Tanrı’ya dua etmenin ve işlerini O’na havale etmenin ötesinde bir şey yapmadıklarını; evrenin düzenini, ışık, ısı ve atom içi dengeleri sağlayan yasaların da Tanrı buyruğu olduğunu; müslümanların ise bunlarla ilgilenmeyerek geleneğe sığındıklarını ve geleneği yaşatma yerine gelenekte yaşamayı tercih ettiklerini söyleyenlere de katıldığımı bu arada belirtmek istiyorum.
Bu açılardan bakıldığında İlahiyat Fakültelerinin bazı alanlardaki eksikliklerine veya yetersizliklerine rağmen, düşünce alanına ve özellikle dinî düşünceye olan olumlu katkılarını, takdirle belirtmek gerekir. Yapılan katkıların eksikliği ve yetersizliği tartışılsa da, yokluğu asla tartışılamaz. Bu nedenle bu Cumhuriyet kurumunun düşünce alanındaki kalitesini ve yeterliliğini daha da artıracak çaba ve gayretlerin etkin ve aktif bir biçimde yapılması, sorumlu olan veya sorumluluğunun bilincinde olan herkese ait bir görevdir.
Amerikan Cumhurbaşkanlarından Kenedey’in “Amerikalılar! siz Amerika bana/bize ne verdi diyorsunuz? Ben de size siz Amerika’ya ne verdiniz? diyorum” sözünü, kendi kurumumuza veya ülkemize, düşünce üreterek veya düşünce alanında yeni açılımlar yaparak uyarladığımız takdirde, kalitemizin ve itibarımızın daha da artacağından emin olarak sözlerime “görüşlerini hiç değiştirmeyenin ve yanlışlarını hiç düzeltmeyenin yarını, bugünden daha bilge olacak değildir” özdeyişiyle son veriyor, hepinize en derin sevgi ve selamlarımı sunuyorum.
İLAHİYAT FAKÜLTELERİ II. İSLAM HUKUKU ANABİLİM DALI EĞİTİM-ÖĞRETİM MESELELERİ KOORDİNASYON TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI*
Sayın Diyanet İşleri Başkanım,
Değerli bilim adamları,
Fakültemiz İslam Hukuku Anabilim Dalı tarafından organize edilen “İlahiyat Fakülteleri II. İslam Hukuku Anabilim Dalı Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı”na hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum. Bizleri onurlandıran Diyanet İşleri Başkanımıza ve değerli bilim adamlarımıza şükranlarımı arz ediyor, katılımlarından dolayı büyük bir mutluluk ve onur duyduğumu özellikle belirtmek istiyorum.
Daha önceki yıllarda Fakültemiz tarafından düzenlenen “Yaygın Din Eğitiminin Problemleri” ile “İlahiyat Bilimlerinde Yöntem Sorunu” konulu sempozyumlardan ve “Din Adamlarının Yeterlilikleri” konulu bilimsel toplantıdan sonra bu sene de Fakültemiz, “II. İslam Hukuku Anabilim Dalı Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı”na ev sahipliği yapmaktadır.
Sanıyorum bu ve benzeri toplantıların temel amacı, ilgili alandaki sorunlara dikkat çekmek, görüş alışverişinde ve çözüm önerilerinde bulunmaktır. Öyle umuyorum ki bu toplantıda, İslam Hukuku Anabilim Dalına ilişkin sorunlara özellikle eğitim ve öğretimdeki yöntem sorunlarına ve ders içeriklerinin güncelleştirilmesi konularına temas edilecek ve çözüm yolları aranacaktır.
Eskiden “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” denirdi. Hala da demeye devam ediyor ve eğitim-öğretim alanındaki başarı durumumuzu sürekli tartışıyor ve bunun sebeplerini arıyoruz. Bunun nedenleri arasında sanırım doğru hedefe doğru araçla varılacağını, yanlış araçla doğru amaca ulaşılamayacağını, en kötü yöntemin bile yöntemsizlikten daha iyi olduğunu, kötü yöntemde bile bir sistemin olduğunu ama yöntemsizliğin hiçbir sistemi olmadığını yeterince farkına varamayışımız yer alıyor.
Aynı durum, dini bilimleri algılama, anlama ve açıklama ile ilgili konularda da söz konusu. Doğru bir yöntem olmaksızın ön yargıya veya kalıp yargıya bağlı algılama ile, ne ölçüde doğru ve sağlıklı bir Allah ve Din anlayışına sahip olabiliriz? Allah’ı, yapılan eylemlerin karşılığını veren ve gözetleyen bir Rab olarak algılama yerine sadece sevdiklerini kayıran veya sadece sevdiklerinin arzusunu ve dileklerini yerine getiren bir Rab olarak algılama, ne kadar doğru bir algılamadır? Bu algılamaya dayalı anlama ve bu anlamaya dayalı açıklama ne ölçüde sağlıklı olacaktır?
Eğitim ve öğretimde yeterince başarılı olamayışımızın elbette pek çok sebebi bulunabilir. Kanaatimce bunun iki önemli sebebi var. Bu iki önemli sebepten biri yeterince sorumluluk bilincine sahip olamayışımız diğeri de yöntemsizliğimizdir.
Sorumluluk bilince sahip olamamanın sonucu olarak da bireyin, havale etme, mazeret üretme ya da tehir etme şeklinde bir davranış biçimi sergilediği ve geleneği yaşatma yerine gelenekte yaşamayı tercih ettiği görülmektedir. Oysa bugün de yaşayarak geleneği yaşatma yolunu tercih etmeliydiler. Zira geleneği yaşatmak başka, gelenekte yaşamak başkadır.
Geleneksel veya çağdaş dünya görüşü ve buna bağlı yaşam anlayışlarında, sadece bakış açısı ve dogma farklılıkları değil, aynı zamanda mizaç ve zevk farklılıkları da görülüyor.
Tarihe gidenler, efsane yaratıyorlar, geleceğe yönelenler ise proje üretiyorlar. Bu nedenle çağdaş toplumlar, problemlerine proje üreterek çözüm arıyorlar.
Yöntem sorunu ise sözlü kültürden yazılı kültüre bir türlü geçememiş veya en azından yeterince geçememiş, bilgilenme yöntemi olarak gözden çok kulağa önem ve değer vermiş, toplumlara özgü sorunlar arasında yer alıyor.
Dinî metinleri anlamada temel problemler arasında yer alan sorunlardan biri de mantıkla ilgili olanıdır. Bütünü kavramadan parçasına bakarak bütün hakkında yargıya varma şeklinde tanımlayacağım parcacı/atomik yani parçayı bütün yerine koyma ve indirgeme yöntemini dini metinleri anlamada temel yöntem olarak kullanma alışkanlığımızdır.
Ormanı tanımadan ağaçları tanımaya çalışmak dolayısıyla ağaçlarda takılı kalmak, İlahiyat Bilimlerindeki en önemli yöntem sorunlarından biri haline gelmiştir.
Hepinizin bildiği gibi mantık, doğru düşünme yolu ve yöntemi demektir veya doğru düşünme yolunu ve yöntemini ortaya koyan bilim dalının adıdır. Kısaca mantık bir düşünme sanatıdır. Şayet doğru mantığa sahip olursanız, doğru düşünceye de sahip olursunuz.
Mantığınız yanlış ise düşüncenizin doğru olması mümkün değildir. Yanlış araçla doğru amaca ulaşamazsınız. Bugün mantık anlayışının değiştiğini, olguları ve evreni siyah ve beyazdan ibaret gören Aristo mantığı yerine siyah ve beyazdan başka renklerin de olduğu bir mantık anlayışına, geçildiğini biliyor, rolatif veya Kuantum mantığından söz edildiği bir dünyada yaşıyoruz artık.
Dini alanda mantık konusuna ilk defa dikkatimizi çeken bilim adamı İbn Teymiyye olmuştur. Onu M. Abduh, İkbal ve Musa Carullah’ın takip ettiğini görmekteyiz. Özellikle İkbal ve Musa Carullah’ın klasik mantık anlayışına ciddi eleştirileri olmuştur.
Bu eleştiriler Din anlayışı açısından hayati bir önemi haizdir. Bu mantıkla düşünüldüğünde Din ile dini olan aynileştirilmekte, dine uygun olan dinden olan şeklinde anlaşılmaktadır. Dolayısıyle bireye ait yorumla Allah’a ait din aynileştirilmek suretiyle dini olanlar yani dine uygun olarak görülenler, dindenmiş gibi algılanmaktadır.
Nitekim kalıp yargısına göre bir harici, günah işleyeni kâfir, bir sünnî ise dinin esaslarından birini yapmayan kişi olarak anlayacak ve tanıyacaktır. “Hüküm Allah’ındır (16/87)” ayetini haricilerin “insanların hüküm vermesi haramdır” şeklinde anladığı da bilinen bir gerçektir. “İslam, hayata ilişkin belirli bir programla geldi” kalıp yargısı ile “İslam hayata ilişkin belirli bir programla gelmedi hayata ilişkin programı insan İslamî kavramlarla hayat arasında ilişki kurarak formüle eder, bu görev de insana aittir” kalıp yargısı arasındaki anlayış ve yorum farklılığı, algılama, anlama ve açıklamadaki yöntemin önemini göstermektedir. Anlamada bir yöntem yoksa böyle yorumların varlığı her zaman olacak demektir.
Ayrıca din adamı, dine bir ideolojik anlayışla da yaklaşmamalıdır. Ama ideolojik yaklaşımlar da görülebilmektedir. Sözgelimi bir din adamı entegrist bir anlayışa sahip ise, geleneğin tesirini ve yorum biçiminin mutlaklığını savunacaktır.
Şayet fundemantalis bir anlayışa sahip ise, geleneği ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştıracaktır.
Şayet radikal bir anlayışa sahip ise, bilgi-iman özdeşliğine inanacak, dini bir ideoloji olarak algılayacaktır.
Şayet modern ve hermeneutikci bir anlayışa sahip ise anlayış biçimini ve anlayış ilkelerini buna göre şekillendirecektir.
Mevlana, “anlattıklarınız, karşınızdakilerin anladığı kadardır” der.
Bu anlayış dinî söylemler ve metinler için de geçerli midir? değil midir? Yüce Yaratıcı insana hitab ederken kendi konumu ve kendi düzeyini esas alarak mı, yoksa insanın evrendeki konumunu, yeteneğini, algılayış ve anlayış düzeyini, hitap ettiği toplumun dil özelliklerini dikkate alarak mı hitabetmiş ve onunla iletişim kurmuştur?
Burada anlama ile ilgili olarak durulması gereken zihinsel bir durum söz konusu değil midir? Her şeyin bir yöntemi olduğu gibi bir metni, bir sözü veya bir kitabı anlamamızda bir yöntem yok mudur?
Mesela bu yöntemi; 2 K 5 N şeklinde formüle edebilir miyiz? Kim, kime, ne, ne zaman, nerede, nasıl ve niçin sorularını sorarak bir sözü daha iyi anlama imkânımız olmaz mı?
Yorumda uygulanan yöntem, metin merkezli tarihsel bağlam mıdır? Yoksa tarihsel bağlam merkezli bir metin midir? Bunun anlamı nedir?
Metnin esas alındığı fakat metni anlamak için tarihsel bağlamın göz ardı edilmediği bir tavır mıdır? Yoksa tarihsel bağlamın esas alınıp metni bu bağlama hapsetme tavrı mıdır? Algılamamız nasıl olmaktadır? Mesela
Kur’an’ı, çevremizi bize gösteren bir kitap olarak mı? Yoksa çevremizin bize gösterdiği bir kitap olarak mı algılıyoruz. Kur’an bizi mi değiştiriyor? Yoksa biz Kur’an vasıtasıyla mı değişiyoruz?
Nüzul sebebleri, ayetlerde ifade edilen hükümlerin genel geçerliliği açısından mı? Yoksa geçerliliğin niteliği açısından mı önem arz etmektedir?
Dinde inanç objesi olan nedir? Bilgi objesi olan nedir? Hem inanc hem de bilgi objesi olan nedir? Kur’an mı, sünnet mi, her ikisi mi, vahiy mi, gelenek mi?
Hem inanç objesi hem de bilgi objesi olan metinlerde bilgi objesi ayrımı ile inanç objesi ayırımı nasıl yapılacaktır veya nasıl yapılmaktadır?
Dinî bilgiler hiyerarşik bir düzene tabi midir? değil midir? Böyle bir düzen olmalı mıdır? olmamalı mıdır? Değer açısından dinî bilgilerdeki hiyerarşik düzenin bir önemi var mıdır? yok mudur?
Vahiyin şekillenmesinde insanın rolü olmuş mudur, olmamış mıdır? İnsanların problemlerini çözmek üzere mi vahiy şekillenmektedir? Şekillenmiş vahye insan uymak zorunda mı bırakılmaktadır? Yoksa her ikisi birlikte mi olmaktadır?
Bu soruların cevabları Kur’an’ın veya İlahiyat bilimlerinin anlaşılmasında kilit cevap niteliğini taşımaktadır. Bu soruların cevabı, ayrıca, merkezde ve önde olanın insan mı, metin mi olduğu problemini de çözecek mahiyete sahiptir.
Netice olarak din adamları, ne zaman kategorik düşünce yerine analitik düşünceyi; sloganlarla değil kavramlarla düşünmeyi; doğrunun ölçütünü zaman, mekân ve şahıslar da arama yerine ilke ve prensiplerde aramayı; cemaatci bir toplum modeli yerine cemiyetci bir toplum modeline ulaşmayı; yani dinin toplumsallaşmasından öte bireyselleşmesine de yönelmeyi; anlayışlarında ve yorumlarında cemaat merkezci veya benmerkezci olma yerine ilke merkezci olmayı; bilgilenmede kulak yerine daha çok gözü kullanmayı; yani sözlü kültürden yazılı kültüre ulaşmayı tercih ederek zihinsel ve yöntemsel değişimlerini sağladıklarında, İlahiyat Bilimleri ve bunun arasında İslam Hukuku ile ilgili yöntem problemlerini de, daha doğru, daha sağlıklı ve daha rasyonel çözme imkân larına kavuşmuş olacaklardır.
Bu toplantıyı, bu konularda çözüm arama gayreti içinde olma yolunda atılmış bir adım olarak görüyor ve bu toplantıda yapılacak tartışmaların ve alınacak kararların İslam Hukuku Anabilim Dalı Eğitim ve Öğretim Meselelerine önemli katkılar sağlayacağını umuyorum.
Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, toplantının başarılı geçmesini diliyorum.
FAKÜLTELERİ II. TEFSİR ANABİLİM DALI KOORDİNASYON TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI
Değerli Bilim Adamları,
Fakültemiz Tefsir Anabilim Dalı tarafından organize edilen “İlahiyat Fakülteleri II. Tefsir Anabilim Dalı Koordinasyon Toplantısı”na hoş geldiniz diyor, hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
Mevlana, “anlattıklarınız, karşınızdakilerin anladığı kadardır” der.
Bu anlayış dinî söylemler ve metinler için de geçerli midir? değil midir? Yüce Yaratıcı insana hitab ederken kendi konumu ve kendi düzeyini esas alarak mı, yoksa insanın evrendeki konumunu, yeteneğini, algılayış ve anlayış düzeyini, hitap ettiği toplumun dil özelliklerini dikkate alarak mı hitab etmiş ve onunla iletişim kurmuştur?
Dinde inanç objesi olan nedir? Bilgi objesi olan nedir? Hem inanc hem de bilgi objesi olan nedir? Kur’ân mı, sünnet mi, her ikisi mi, gelenek mi?
Hem inanç objesi hem de bilgi objesi olan metinlerde bilgi objesi ayrımı ile inanç objesi ayırımı nasıl yapılacaktır veya nasıl yapılmaktadır? Dinî bilgiler hiyerarşik bir düzene tabi midir? değil midir? Böyle bir düzen olmalı mıdır? olmamalı mıdır?
Değer açısından dinî bilgilerdeki hiyerarşik düzenin bir önemi var mıdır? yok mudur?
Vahyin şekillenmesinde insanın rolü olmuş mudur, olmamış mıdır? İnsanların problemlerini çözmek üzere mi vahiy şekillenmektedir? Şekillenmiş vahye insan uymak zorunda mı bırakılmaktadır? Yoksa her ikisi birlikte mi olmaktadır?
Bu ve benzeri soruların cevapları Kur’ân’ın anlaşılması ve İlahiyat bilimlerinin temel paradigmaları açısından kilit görevi görmektedir. Bu soruların cevabı, ayrıca, anlama ve amaç açısından, merkezde ve önde olanın insan mı, metin mi olduğu problemini de çözecek mahiyete sahiptir.
Bu açıdan Tefsir Anabilim Dalı Koordinasyon Toplantısının bu seneki bilimsel tartışma konusunun “Kur’ân Tasavvuru Problemi” olarak tespit edilmesi, bu sorularla birlikte toplantımız sırasında zikredilecek diğer soruların cevaplarını arama açısından isabetli bir tercih olmuştur. Kur’ân denince ne anlıyoruz? Zihnimizde ne canlanıyor?
Zihnimizde canlanan anlam haritalarının Tanrı tasavvuru ile doğrudan bir ilişkisi var mıdır? varsa bu ilişkinin niteliği nedir? Bu sorulara tarihi süreç içinde verilen veya verilemeyen cevaplara bakıldığında Kur’ân tasavvurunun bir problem olduğu açıkça görülecektir. Nitekim böyle bir problemin var olduğuna inanmış olacaktır ki, bir Kelamcı olarak İlhami Güler, bir kitabında “Üç Kur’ân Tasavvuru”ndan söz etmekte, bu tasavvurları ise:
1. Sünnî Düşünce Sisteminin Kur’ân Tasavvuru,
2. Laik Müslüman Aydının Kur’ân Tasavvuru,
3. İkbal, Fazlurrahman, H. Hanefi Cabirî, Garaudy, Ali Şeriatî, A. Savaş, Mehmet S. Aydın, Mehmet Hatipoğlu gibi müslüman entelektüellerin Kur’ân Tasavvuru olarak tasnif etmektedir.
Kanaatimizce, mevcut olguyu kısmen yansıtmış olsa da, bu tasnifin realiteyi yeterince yansıttığı söylenemez. Buna karşılık şöyle bir tasnifin daha uygun olacağını düşünüyorum.
1. Kur’ân Verilerine Göre Kur’ân Tasavvuru (Tenzil Döneminde Kur’ân Tasavvuru),
2. Geleneksel İslam Kültüründe Kur’ân Tasavvuru,
3. İslam'ın Çağdaş Yorumunda Kur’ân Tasavvuru,
4. Oryantalist Anlayışta Kur’ân Tasavvuru,
5. İslam'ın Popüler Anlayışında Kur’ân Tasavvuru.
Bu Kur’an Tasavvurlarının neticede;
1. Kur’an’ı bir nesne olarak algılama (Biçimcilik),
2. Kur’an’ı bir araç olarak görme,
3. Kur’an metnini bir şifre olarak görme,
4. Kur’an metnini tarihsel bir konu olarak görme,
5. Kur’an’ı filolojik bir eser olarak görme,
6. Kur’an metnini praspektüs (tarife) olarak görme,
7. Kur’an’ı ideolojik bir kitap olarak görme v. s.
şeklinde bir algılama-anlama ve anlamlandırmaya yöneldiğini görüyoruz.
Bu nedenledir ki, bir din adamı entegrist bir anlayışa sahip ise, geleneğin tesirini ve yorum biçiminin mutlaklığını savunuyor, şayet fundemantalist bir anlayışa sahip ise, geleneği ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştırıyor, şayet radikal bir anlayışa sahip ise, bilgi-iman özdeşliğine inanıyor ve dini bir ideoloji olarak algılıyor, şayet modern ve hermenötikci bir anlayışa sahip ise anlayış biçimini ve anlayış ilkelerini buna göre şekillendiriyor.
Değerli Bilim Adamları,
Tenzil Döneminde iki farklı Kur’ân Tasavvurundan söz edilebilir. Birincisi, Kur’ân’ın kendisi hakkında oluşturmaya çalıştığı yani ne olduğuna ilişkin vermek istediği tasavvur; ikincisi ise inanmayanların Kur’ân tasavvurlarına karşı, Kur'an'ın ne olmadığına ilişkin verilen bilgilerin tasavvuru. Bir başka deyişle, birincisi, neliğini ve niteliğini bugün dahi tam olarak algılayamadığınız ve bir problem olarak gördüğünüz Kur’ân’a göre Kur’ân tasavvuru; ikincisi ise inanmayanların Kur’ân hakkında söylediklerine karşı Kur’ân’ın ne olmadığı bilgisine bağlı tasavvur.
Kur’ân, kendisinin ne olduğuna veya ne olmadığına ilişkin bilgi verirken, konumu ile alakalı da bilgi vermektedir. Kur’ân tasavvurumuzu oluşturacak olan da bu alanla ilgili Kur’ânî bilgilerdir. Kur’ân’ın ne olduğu ve ne olmadığına ilişkin Kur’ânî bilgiler ve konumunu belirleyen kavram ve terimlere dayalı bir Kur’ân tasavvuru ile Tanrı tasavvurumuza dayalı bir Kur’ân tasavvuru arasında önemli farkların bulunduğu gerçeğini de dikkate almak zorundayız.
Kur’ân teorik olarak bir birey için ya iman objesi ya bilgi objesi ya da hem iman hem bilgi objesi konumundadır. Kur’ân, iman objesi olarak bireyden tenzil’e inanmasını istemesine ve vurgusunu bu kavrama yapmasına rağmen, pratikte daha ziyade vahiy kavramının öne çıktığı görülmektedir.
Oysa imanımızın nesnesi olarak Kur’ân’da “vahiy” olgusu değil “tenzil” olgusu yer almaktadır. Kur’ân, Peygamber ve müminlerin tenzile inandığı, Kur’ân’ın alemlerin Rabbi tarafından indirildiği açıkça belirtilmekte ve imanın nesnesi olarak “tenzil” gösterilmektedir. Acaba bunda ince ve derin bir mesaj yok mudur? Varsa bu mesaj nedir? Yoksa imanın nesnesiyle ilgili vurgu, neden vahye değil de tenzile yapılmıştır?
Şayet kavram ve tenzillere dayalı bir bilgilenme ve bu bilgilenmeye dayalı bir Kur’ân tasavvuru oluşturulma-yacaksa, Kur’ân’a göre bir Kur’ân tasavvurundan nasıl söz edebiliriz?
Kur’ân’ın ne'liğine ilişkin tasavvurlarımızın ya Kur’ân verilerine ve bu verileri algılama biçimimize, ya da Tanrı tasavvurumuza bağlı Kur’ân anlayışımıza dayandığı görülmektedir. Kur’ân, kendisini, kitap, furkan, zikir, meviza, hak, hikmet, şifa, hüda, tenzil, rahmet, ruh, beyan, burhan, kerim, müheymin, nur, hablullah, hakim, mükerrem, mübarek, musaddık olarak tanımladığı halde, biz bu verilere dayalı olarak onu nasıl anlıyoruz ve onu nasıl tasavvur ediyoruz?
Tanrı tasavvuruna bağlı olarak Kur’ân tasavvuru-muzu nasıl şekillendiriyoruz?
Allah’ın zamandan ve mekândan münezzeh ve Kur’ân’ın Kelam-ı Kadim oluşu ile Kur’ân’ın 612-632 yılları arasında indirilişini nasıl anlıyor ve açıklıyoruz? Yapılan açıklamaların zihinlerimizde oluşan Kur’ân tasavvuruna olan etkisini nasıl değerlendiriyoruz? Allah’ın sıfatlarının işlevsel olduğu nesneler arasında bir ayırım yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz?
Mesela Allah’ın Kelam sıfatının bir tecellisi olarak Kur’ân’la halk sıfatının bir tecellisi olan mahlûk arasında değer açısından bir ayırım yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz?
Sünnî Kur’ân tasavvurunda, Kur’ân, Kelam-ı Kadimdir. Mu’tezili tasavvurda ise Kur’ân mahlûktur. Bu farklılık nereden kaynaklanıyor? Bu soruya verebileceği-miz en kısa cevap, Allah tasavvurunun farklılığı olacaktır. Kuran tasavvurumuz, ilişkilerden uzak bağımsız bir oluşum mu? Tanrı tasavvuru ile doğrudan bağlantılı bir oluşum mudur?
Nasıl bir Tanrıya inanıyoruz veya inandığımız Tanrının hangi niteliklerini nasıl sıralıyor ve algılıyoruz? sorusuna verilecek cevap, aynı zamanda Kur’ân tasavvurumuzu da şekillendirmekte ve anlamlandırmaktadır.
Şayet Allah’ın ilim, kudret ve tekvin sıfatları öne çıkartılıp düşünce sistemi buna göre kurulacak olursa farklı bir Kur’ân tasavvuru; kelam sıfatı öne çıkartılarak düşünce sistemi buna göre kurulacak olursa daha farklı bir Kur’ân tasavvuru oluştuğuna şahit olacağız.
Zira Kelamullah kavramı, Allah-Kelam ilişkisinde kelamın; Halkul Kur’ân kavramı ise, Allah-varlık ilişkisinde varlığın öne çıkartılmasına yönelik bir algılamanın sonucudur. Kur’ân değerlidir ama insanın ontolojik bir değeri yok mudur? Yaratmada Allah ile varlık özdeşleştirilmez iken, Kelamda, Allah ile Kur’ân’ın adeta özdeşleştirilmektedir. Nitekim İmam Âzam’ın “el-Fıkhu’l Ekber” de şöyle dediğini görüyoruz.
“Kur’ân-ı Kerim, Allah kelamı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Bizim Kur’ân-ı Kerim’i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur’ân mahlûk değildir. Allah’ın Kur’ân’da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, Firavun ve İblis’ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelamıdır, onlardan haber vermektedir. Allah’ın kelamı mahlûk değildir, fakat Musa’nın ve diğer yaratılmışların kelamı mahlûktur. Kur’ân ise Allah’ın kelamı olup, kadim ve ezelidir. ”
Bu ifade, bireyin içinde bulunduğu sosyo-kültürel ortamda, Kur’ân’a nasıl baktığını ve onu nasıl algıladığını belirleyen bir örnektir. Nitekim Yahya b. Ebi Kesir’e ait “Sünnet Kur’ân’a kadidir, kitap ise sünnete kadi değildir” sözünü bunun bir başka örneği olarak da değerlendirmek mümkündür.
Değerli Bilim Adamları,
Geleneksel İslam kültüründeki Kur’ân tasavvurunu, Cebriyye, Mutezile, Şia ve Ehl-i sünnetin bakış açılarında aramamız gerekecektir. Çağdaş İslam yorumundaki Kur’ân tasavvurunu ise ancak laik Müslüman aydınlar ile entelektüel Müslüman aydınların Kur’ân tasavvurlarında görmek mümkün olacaktır.
Oryantalist Kur’ân tasavvuru ile İslam'ın popüler yorumuna ilişkin Kur’ân tasavvuruna gelince bunları yazılanlardan ve olgulardan hareketle tespit etmek doğru bir yöntem olacaktır.
"Kur'an Tasavvuru" probleminde karşımıza çıkan diğer bir soru, "Kur’ân bir nesne midir, değil midir?" sorusudur. Şayet Kur’ân bir nesne ise onun, var oluş özelliği nedir? İnsanın ise bu özellik karşısındaki konumu nedir?
Şüphesiz Kur’ân’ın inşa edici bir misyonu vardır. Amaçları arasında bu da vardır. Ancak asıl sorun Kur’ân’ın işlevselliğinin ne olduğu değil, Kur’ân’ın ne olduğu ve nasıl algılandığıdır. Gerçekten Kur’ân nedir? Nasıl algılanmıştır? Bugün nasıl algılanmaktadır?
Basit gibi görünen bu sorunun cevabının sanıldığının aksine çok da karmaşık olduğu görülmektedir. Her şeyin Kur’ân’da var olduğunu mu yoksa Kur’ân’da her şeyin olmadığını ancak belli oranda belli şeylerin olduğunu mu veya Kur’ân’da var olan bilgiler ile Kur’ân’dan istinbat edilen bilgilerin özdeş olmadığını mı anlıyoruz?
Kur’ân’ın indirilişine ilişkin üç aşamalı Kur’ân anlayışına bağlı tarih üstü bir Kur’ân tasavvuru mu, yoksa hayatın içinden hayatla birlikte olgu-nas ilişkisine bağlı bir Kur’ân tasavvuruna mı sahibiz?
Kur’ân, içinde yerel kültüre ait bazı bilgilerin de yer aldığı evrensel bir kitap mı, yoksa içinde yer alan bütün bilgilerin evrensel nitelikte olduğu bir kitap mıdır?
Kur’ân, içinde yer alan bütün bilgilerin din olduğu bir kitap mı yoksa içinde dinden olan bilgilerin de yer aldığı, fakat onda yer alan her bilginin din olmadığı bir kitap mıdır?
Allah Kur’an’da Arapça’yı bir enstrüman olarak mı kullanmıştır yoksa hayatın bir parçası olarak mı?
Kur’an, monolog mu, diyalog mu? Metin mi Kelam mı? Bazılarınca iddia edildiği gibi içinde akıl ve bilim dışılıkların bulunduğu bir kitap mı, kolektif bilinçaltının bir eseri mi? Tabiî bilimlerle ilgili olarak bilimsel ve bilgisel katkı amaçlı atıfların olmadığı bir kitap mı? olduğu bir kitap mıdır?
Kur’ân, insanların bütün sorunlarını, bütün zamanlar için bir defada çözmüş olan bir kitap mı, yoksa insanların zamana ve zemine göre oluşan sorunlarını çözecek ilkeleri getiren dinî ve ahlakî bir çağrı kitabı mıdır?
Kur’ân, vahyin oluşumunda tarihî gerçekliğin dikkate alınmadığı, evrensel fikrî gerçekliğin esas alındığı ideolojik bir kitap mı, yoksa hem tarihi hem de fikri gerçekliğin dikkate alındığı, ideoloji üstü bir kitap mı?
Kur’ân’da yer alan bilgiler; onaylama, değiştirme, kolaylaştırma, tashih etme, iyileştirme, tasvir etme, yönlendirme ve yeni kural koyma şeklinde mi işlevsel olmuştur? Yoksa Kur'an'ın içeriği bunlardan biri veya bir kaçının işlevsel olduğu bilgilerden mi ibarettir?
Kur’ân üslubundaki mantık, koruyucu mu yoksa beyan edici mi veya hem koruyucu hem de beyan edici bir mantık mıdır?
Tanrı Kur’ân’da dinî ritüelleri ve kuralları olgulardan bağımsız mı koymuştur? olgulara bağımlı mı koymuştur
Kur’ân nedir?
Bir din kitabı mı? Bilgi kitabı mı? Bilgi kaynağı mı? Bir hidayet kitabı mı? Bir ansiklopedi mi? Çağının ve önceki çağların bazı bilgilerini içeren hatta Bâtınilerin ve Haşeviyyenin iddialarını içeren bir kitap mı? Bir bilim kitabı mı? Biri mi, bir kaçı mı veya hepsi mi?
Kur’ân bir fıkıh kitabı mıdır, bir kelam kitabı mıdır, bir ahlak kitabı mıdır, bir tarih kitabı mıdır, bir dinler tarihi kitabı mıdır, bir tasavvuf kitabı mıdır, bir astronomi, bir sağlık kitabı mıdır, bir iktisat, bir edebiyat, bir dil kitabı mıdır? Yoksa bu ve benzeri bilim dallarına ilişkin bazı bilgilerin kendisinde yer aldığı bir hidayet ve beyyine kitabı mıdır?
Yoksa Kur’ân tenzil döneminde kullanılan bir dil ile insan hayatının bütünlüğü içindeki yeri ve konumuna göre tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, astronomi, sağlık, iktisat, psikoloji ve sosyoloji vs. gibi bir bilim dalına ait az veya çok bir bilgiyi insanlara sunan bir bilgi objesi midir?
Burada algılama ve anlama ile ilgili olarak durulması gereken zihinsel bir durum söz konusu değil midir? Her şeyin bir yöntemi olduğu gibi bir metni, bir sözü veya bir kitabı anlamamızda bir yöntem yok mudur? Mesela bu yöntemi; 2 K 5 N şeklinde formüle edebilir miyiz? Kim, kime, ne, ne zaman, nerede, nasıl ve niçin sorularını sorarak bir sözü daha iyi anlama imkân ımız olmaz mı?
Yorumda uygulanan yöntem, metin merkezli tarihsel bağlam mıdır? Yoksa tarihsel bağlam merkezli bir metin midir? Bunun anlamı nedir? Metnin esas alındığı fakat metni anlamak için tarihsel bağlamın göz ardı edilmediği bir tavır mıdır? Yoksa tarihsel bağlamın esas alınıp metni bu bağlama hapsetme tavrı mıdır?
Algılamamız nasıl olmaktadır? Mesela Kur’ân’ı, çevremizi bize gösteren bir kitap olarak mı? Yoksa çevremizin bize gösterdiği bir kitap olarak mı algılıyoruz. Kur’ân bizi mi değiştiriyor?
Yoksa biz Kur’ân vasıtasıyla mı değişiyoruz? Nüzul sebepleri, ayetlerde ifade edilen hükümlerin genel geçerliliği açısından mı? Yoksa geçerliliğin niteliği açısından mı önem arz etmektedir?
Bu ve benzeri sorular, Kur’an Tasavvuru probleminin sanıldığının aksine hiç de kolay çözülebilecek bir mahiyet arz etmediğini göstermektedir.
Zira vereceğimiz her cevabın, mutlaka alternatifinin bulunduğunu da var saymamız gerekir. Kur’ân tasavvuru hakkında genel anlamda ortak bir kanaate varmanın yolu, sorgulayıcı, analiz edici, bütüncül bir bilgilenme ile sentezci bir bilgi organizasyonu yapmaktan geçmektedir.
O nedenle bu toplantıda Kur’an tasavvurunun bir problem olarak ele alınmasını en azından problemin niteliği ve boyutları hakkında bilgi edinme imkân ı vereceği için yararlı olacaktır.
Sunulacak tebliğlerin ve yapılacak müzakerelerin verimli ve seviyeli geçmesi temennisiyle hepinize selam ve saygılarımı sunuyorum.
GÜNCEL DİNİ MESELELER İSTİŞARE
TOPLANTISINDA YAPILAN KONUŞMA*
Sayın Başkan, değerli bilim adamları; hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Sözlerime bir fıkra ile başlamak istiyorum. Bir Hıristiyan, Papa’ya varmış, “Papa hazretleri”, demiş; “Ben İncil okuyorum. İncil okurken canım sigara içmek istiyor, sigara içebilir miyim?” Papa, “hayır” demiş; kutsal kitap okunurken sigara içilmez. Bir başka Hıristiyan bir başka zamanda Papa’ya varmış, “Papa hazretleri”, demiş; “ben sigara içiyorum. Sigara içerken de kutsal kitabımız İncil’den bazı şeyler okumak istiyorum; okuyabilir miyim?” Papa, “evet evlâdım okuyabilirsin; çünkü kutsal kitabı okumanın zamanı ve zemini yoktur. ” diye cevap vermiş.
Şimdi bu fıkradan hareketle şunu söylemek istiyorum. Ele alınan ve burada müzakeresi yapılan konuların herbiri için hangi cevabı almak istiyorsak, soruyu da ona göre sorup müzakeresini ona göre yaparak ulaşılan sonuç ile; konulardan her birini anlamaya çalışılarak varılan sonuç arasındaki farka dikkatinizi çekmek istiyorum.
Görüştüğümüz konular, önemli güncel dini sorunlarımızdan sadece birkaçı. İstişaresi yapılacak konularla ile ilgili yazıyı elime alıp okuduğumda, “bu konularla ilgili olarak ben ne biliyorum?” diye zihnimi yokladım. Reenkarnasyon ile ilgili 20 yıl önce bir makale yazmıştım. Bu konuda bir bilgiye sahiptim.
Diğer konularla ilgili de az çok bir bilgim vardı, ama yererli değildi. Bu nedenle zikredilen konularla ilgili bazı kitapları karıştırdım, makaleler okudum. Fakat en sonunda konuları internetten araştırınca gördüm ki, gerçekten iş sanıldığının da ötesinde vahim boyutlara ulaşmış.
Burada ele alınan konuları genel anlamda sebep-sonuç ilişkilerine göre değerlendirecek olursak, bu tür çalışmaların temelinde daha çok ruhçulukla alakalı çalışmaların mevcut olduğu görülüyor Özellikle materyalizmin etkin olduğu yıllarda Rusya’da ruhçulukla ilgili çalışmaların daha yoğunluklu bir şekilde yapıldığı biliniyor. Ruhçulukla ilgili yapılan her çalışma, reenkarnasyonu ve diğer akımları da bir ölçüde besliyor. Yoga ve reiki ise daha ziyade doğu dinleri ile alakalı olan yerlerde görülüyor.
Nedenleri üzerinde burada bulunan değerli bilim adamlarımızın elbette ki farklı görüşleri olacaktır. Ancak materyalizme karşı reaksiyoner bir tavır olarak ruhçuluğun ve ruhçulukla ilgili çalışmaların daha çok yaygınlaştığını söylemek, abartılı bir söylem olmayacaktır, sanırım.
Bu konularla ilgili genel değerlendirmem şudur:(Şayet yanlış ifade edersem felsefeci arkadaşlarım hatamı düzeltsinler. ) Felsefe kültürünün ülkemize felsefî ekollerle doğrudan veya yeterince doğrudan girmediğini, bunun yerine daha çok edebiyat yoluyla girdiğini ve gençlerimizin ve insanlarımızın daha ziyade bu yolla etkilediğini düşünüyorum. Özellikle ülkemizde pozitivist ve spiritualist düşünceler etkinliğini, daha çok edebi eserlere borçludur.
Bunun bir kanıtı olarak size takdim edeceğim bir eser var: Enis Behiç Koryürek’in, Varidatı Süleyman adlı kitabı. 1949 yılında basılan bu eser, hicri 1112 yılında ölmüş Trabzonlu Çedikçi Süleyman Çelebi adında bir şeyhin dilinden aktarıldığı iddia edilen bir şiir kitabıdır. Ben bir zamanlar bu kitapta ki şiirleri okuduğumda düşünce ve inanç dünyam allak bullak olmuştu.
Bu ve benzer kitapları okuduktan sonra reenkarnasyonla; yani ruh göçü ile ilgilenmeye başladım. Bu konuda bir de makale yazdım. Bu makalemde vardığım sonuç, reenkarnasyonun İslam’ın inanç sistemi ve ahiret inancı ile ters düştüğüdür.
Yoga, meditasyon, reiki ve benzeri şeylere genel bir bakış açısıyla baktığımızda, bunların bir kısmının veya belli yönlerinin ya doğrudan inançla ilgili konular olduğunu, tevhit ve âhiret inancını reddeden bir temele dayandığını, ya da bunlardan bir kısmının veya belli yönlerinin bugün alternatif tıp veya destekleyici tıp diye ortaya konulmaya çalışılan düşünce sistemleri olduğunu görüyoruz.
Meselâ bunların içerisinde yer alan reikinin, Türkiye’de bir kısım tıpprofesörlerinin de hastalarına tavsiye ettikleri bir uygulama olduğunu biliyoruz. Sözgelimi, “Siz” diye bir kitap yazan Dr. Mehmet Öz, bu kitabında ameliyatlarında hastasına musiki dinlettiğini ve tedavide belli oranda bir doğu kültürü olan yoga veya meditasyondan yararlandığını ifade etmiştir. Şunu öncelikle belirtmekte yarar görüyorum. Yoga nedir? Meditasyon nedir? Reiki nedir? Bunların iyi bir tanımının ve açıklamasının yapılması lazım.
Tanımı ve ne olduğu açık ve net bir biçimde yapılmamış olan bir şey hakkında kesin bir şey söylenemeyeceğini hepiniz takdir edersiniz. Yani burada zikredilenler, birer alternatif tıp yöntemleri midir? Yoksa bunlar, dinî birer cereyan mıdır? Daha açık bir ifade ile bunlar inkârcı birer cereyan mıdır? Yoksa bazı kısımlarının destekleyici tıpla; bazı kısımlarının ise doğrudan ya da dolaylı olarak dinle bir ilişkisi bulunan akımlar mıdır? Ya da bu olgular dini bir renk, yön içeriyorsa bu dini yön soyutlanmak suretiyle alternatif veya destekleyici tıp amacıyla uygulanabilir mi?
Öncelikle bunun açıklığa kavuşturulması gerekir. Bunun için de bu konuların uzmanlarından da yararlanılarak bu akımların ne olduklarının tespit edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoga, meditasyon, reiki ve benzeri şeyler arasında ne fark var? Aralarındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir? Amaçları nedir? Yöntemleri nedir? Bu konuların uzmanı olmadığım için bunlarla ilgili net bir şey söyleyemiyorum. Aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları, okuduklarımdan yola çıkarak tespit edecek ve değerlendirecek bir bilgiye de sahip değilim.
Bunlara ilave edilebilecek biyoenerji denilen bir şey var: Aura dediğimiz bir kavram var, Kirliyan fotoğrafçılığı var. Bu daha çok Rusya’da etkinliği olan bir uygulama. İnsanın duygusal enerjisinin bulunduğu varsayımına dayanan anlayışa yönelik pek çok çalışma mevcut.
Kirliyan fotoğrafçılığı bunlardan en önemlisi. Auranın fotoğrafını çekiyorlar. Bir zamanlar Yankı Dergisinde bu konuda pek çok yayına yer verilmiş, yapılan çalışmaların fotoğrafları yayınlanmıştı.
Reenkarnasyon ile ilgili yapılan çalışmalar arasıda onu ispatlamaya yaradığı düşünülen bir de hipnoz olgusu var. Hipnoz esnasında uygulanan ekminezi seansları var. Bu seansların bazılarında denek, doğum yıllarına, hatta doğum öncesi yıllara kadar götürülüyor.
Kayseri Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesinde okumuş, ama ilahiyat tahsili de yapmış bir doktor arkadaşımın yaptığı bazı hipnoz seanslarında bir zamanlar ben de hazır bulunmuştum. O seanslardan birinde denek, 150 yıl geriye götürüldü,
Hipnoz esnasında kendisinin 150 yıl önce kanserden ölmüş olan bir kişi olduğunu söylemişti. Bu ve benzeri şeyler, reenkarnasyonun ispatı için kullanılıyor. Gerçekten durum, deneğin söylediği gibi midir? Değimlidir? Bunu anlamadan ve doğruluğunu test etmeden, dinle ilişkisini nasıl kuracağız ve dinin bunu onaylayıp onaylamadığına nasıl karar vereceğiz?
Günlük hayatımızda, bilinen bilimsel metotlarla açıklanması henüz yapılamayan bu tür olgulardan ve yaşanan olaylardan söz edildiğini hepimiz biliyoruz. Bunların bir kısmına bazılarımız şahit oluyor, bazılarımız da bunları yazılı ya da görsel medyadan öğreniyoruz. Bunun yanında bir de dinin genel ilkeleri ve kurallarının mevcut olduğunu biliyoruz. Bu ikisi arasında zaman zaman bazı çatışmaların bulunduğunu görüyoruz. Dolayısıyla zihinlerimizde zaman zaman bulanıklık ve karışıklıklar söz konusu oluyor, netlik ve açıklık olmuyor.
Bu sebeple bu ve benzeri konuların, uzmanları tarafından öncelikle açıklanması ve analizlerinin yapılarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum Bunu için de bazı özel çalışmaların yapılmasında zaruret görüyorum. Sayın Hocamın, “bu konuda çalışmalar yaptırıyoruz” demesi gerçekten beni de çok sevindirdi. Bütünlüğü kuşatıcı yöntem arayışlarının ve uygulamalarının bu konular için de gerekli olduğunu düşünüyorum.
Reenkarnasyonun menşei hakkında farklı şeyler söyleniyor. Bunun Hint kökenli olduğu kabul ediliyor; ancak yapılan araştırmalarda Yunan kültüründe ve Yunan filozoflarının bazılarında da reenkarnasyon izlerine rastlandığı görülüyor. Çok değişik kültürlerde de var olduğu ileri sürülüyor.
Ölüm sonrası hayat konusunda üç ayrı görüşün var olduğunu görüyoruz. Birinci gruptakiler, âhiretin olmadığını ileri sürenlerdir. Dünyada ve ülkemizde âhireti inkâr eden çok sayıda ateist ya da deist insanların veya bilim adamının olduğunu biliyoruz. Tabiî buna şüphecileri de buna ilave etmek gerekecektir.
Bilim adamlarından bir kısmının âhiret konusunda şüphe ve tereddüt içinde olduğunu söylemek bir abartı olmayacaktır. İkinci grubu, âhiretin varlığına inananlar oluşturmaktadır. Üç kutsal dinin mensupları, bu inanca sahiptirler. Üçüncü bir grup daha var ki, bunlar âhireti inkâr etmemekle veya net bir biçimde inkâr etmemekle birlikte ruh göçüne inanan, ruhun başka bir bedende tekrar ortaya çıktığını ve değişik şekillerde dünyaya geldiğini kabul eden insanlardan oluşuyor. Reenkarnasyonu dini açıdan ele alan ve Kuran’ın bunu onayladığını söyleyen bazı bilim adamların varlığı da biliniyor. Bu oluşumları, düşünceleri ve inançları öğrencilerimiz, çocuklarımız ve insanımız, medyadan öğreniyor, fakat bunların doğruluğu konusundaki kuşkuları da davam ediyor.
Reiki alternatif tıp mıdır, değil midir? Bir dinî cereyan mıdır, değil midir? Dinî cereyanla, dinle olan irtibatı nerelerdedir? Dine aykırı olan tarafı nedir? Dinle uzlaşan veya uzlaşmayan yönleri nelerdir? Bunların da açık ve net bir şekilde bilinmesi gerekmektedir.
Ülkemizde birçok insan; hem namaz kıldırıyor hem de yoga veya meditasyon yapıyor. Bu insanlar, meditasyonu da İslâm’a aykırı görmüyorlar.
Gündem konularımız arasına alınmamış olmakla birlikte önemine binaen zikretmekte yarar gördüğüm bir akım daha var. “Scentology” akımı. Belki ülkemiz için henüz tehlikeli boyutlara ulaşmamış olsa da, bilinmesi gereken bir akım. Bu akımın Amerika’da ve Almanya’da çok büyük taraftarı bulunduğu, hatta Tom Cruise’un bu düşünce akımına mensup olduğu söyleniyor.
Birçok insanın bu tür meşhur aktör ya da aktrisleri örnek aldığını biliyoruz. Dolayısıyla, insanımızı, özellikle gençlerimizi bu konularda sağlıklı ve doğru bir şekilde bilgilendirmemiz gerekiyor.
Bunun için de öncelikle konularının uzmanı ilim ve din adamlarından komisyonlar oluşturulup bu konularda ciddi çalışmalar yapılması gerekiyor.
Sloganlarla konuşmak yerine, bu akımların kavramsal çerçevesinin belirlenmesine, net tanımlarının yapılmasına ve buna bağlı dini görüşün belirlenmesine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığının bu işi organize etmesini ve ele alınan konulara ilişkin tanıtıcı el kitaplarının yayınlanmasına öncülük etmesini arzu ediyorum.
Daha fazla sabrınızı zorlamak istemiyorum. Teşekkür ediyorum.
“ YETERLİLİK KRİTERLERİ BAĞLAMINDA TEFSİR DERSİNİN ÖĞRETİM SORUNLARI” KONULU KONUŞMA*
Değerli meslektaşlarım, sözlerime başlarken hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
“Yeterlik Kriterleri Bağlamında Tefsir Dersinin Öğretim Sorunları” konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya geçmeden önce, bir girizgah yapmak istiyorum. Biliyorsunuz iki sene önce İstanbul’da yapılan toplantıda “ Tefsir Dersi Yeterlik Kriterlerini Belirleme Komisyonu” kurulmuştu. Bu komisyon gerekli çalışmaları yapmış ve geçen yıl Erzurum’daki toplantıda da, bu komisyon tarafından hazırlanan Yeterlik kriterleri, siz değerli bilim adamların takdirlerine sunulmuştu. Bağlayıcı bir karar alınmadığı için de uygulanması, Tefsir Anabilim Dallarının ve öğretim üyelerinin tercihine bırakılmıştı. Geçen bir yıllık süre içinde bazı Fakültelerde, öyle sanıyorum ki Erzurum ve Kayseri’de bu kriterlere uygun müfredatlar hazırlandı ve uygulanmasına geçildi. Ben şahsen, kendi fakültemdeki derslerimde bu kriterlere uygun öğretim yapmaya çalıştım. İşte bu oturumda konuşmamın başlığını teşkil eden “Yeterlik Kriterleri Bağlamında Tefsir Dersinin Öğretim Sorunları” konusunu, yaptığım bu uygulamadan hareketle ortaya koymaya çalışacağım. Amacım, uygulamada karşılaşılan sorunlar hakkında sizleri bilgilendirmek ve bu sorunları kişisel olarak nasıl çözmeye çalıştığımı sizlerle paylaşmak olacaktır.
Değerli meslektaşlarım,
Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, bir şey, teoride güzel olsa da, güzel görünse de, maalesef uygulamada aynı güzellikte olmuyor, mutlaka aksaklıklar, yanlışlıklar oluyor ve zorluklar ortaya çıkıyor. Burada öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki, benim burada anlatacaklarım, uyguladığım bir öğretme yöntemini örnek olarak sunmaktan ibarettir. Yoksa bilgiçlik taslamak asla değil. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum.
“Tefsir Dersi Yeterlik Kriterlerini Belirleme Komisyonu” olarak tespit ettiğimiz kriterlerini, hem yeniden hatırlamanız hem de konuşmama zemin teşkil etmesi için bir kere daha huzurlarınızda okumak istiyorum: Bu kriterler, önce tespit edilmiş daha sonra da “Bologna Sürecinde Tanımlanmış Kalite Göstergeleri”ne uyarlamıştır. Komisyonumuz tarafından tespit edilen kriterler şunlardır:
A. LİSANS KRİTERLERİ
1. Tefsirle ilgili temel kavram ve terimleri net bir şekilde anlamak,
2. Tefsir, Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a ilişkin belli başlı eserler hakkında bibliyografik ve kronolojik bilgiye sahip olmak, genel anlamda içerikleri hakkında bilgi sahibi olmak,
3. Kur’ân tarihi hakkında ana hatlarıyla bilgi sahibi olmak,
4. Kur’ân mealleri hakkında bilgi sahibi olmak; lisans dönemi boyunca bütün Kur’ân’ı mealden okumuş olmak,
5. Kur’ân’ın ana konularını bilmek,
6. Arapça-Türkçe tefsir metinlerini okuyup anlamak.
7. Tefsirin tarihini, gelişimini, yapısal özelliklerini, ortaya çıkan Tefsir ekollerini bilmek ve yorum farklılıklarının ekolleşmeden kaynaklandığının farkında olmak.
8. Kısa sureler, aşırlar ve pratik hayatla ilgili ayetler ezberlenip anlaşılmalı…
B. YÜKSEK LİSANS KRİTERLERİ
1. Araştırma tekniklerini öğrenerek alanı ile ilgili
araştırmaları içeren bibliyografyaları taramak,
2. Tefsirle ilgili problemleri ve konuları sebepleri ile tanımak ve bunların analizini yapabilmek,
3. Kur’ân yorumunun tarihî süreç içindeki oluşumunu ve gelişimini bilmek, yapılan yorumları değerlendirmek,
4. Tefsir ekollerini; ortaya çıkışları, anlama yöntemleri, yorum farklılıkları ve sebepleri ile bilmek,
5. Tefsirle ilgili fikirlerin, düşüncelerin ve verilerin farkında olmak ve bunları değerlendirebilmek,
6. Müfessirlerin anlama ve yorumlama yöntemleri hakkında bilgi sahibi olmak,
7. Tarihî süreç içinde Kur’ân yorumunun oluşumu ve gelişimini tanıyarak, yapılan yorumları değerlendirme becerisi kazanmak,
8. Tefsir kaynaklarını tanımak, mukayese edebilmek ve yararlanabilmek,
9. Kur’ân kelimeleri ile ilgili temel lugat çalışmalarını kullanma ve kavramsal/semantik analiz becerisini kazanmış olmak,
10. Kur’ân mealini en az bir defa okumuş olmak ve Kur’ân’ın içeriğini tanımak,
11. Tefsir metinlerini mukayeseli olarak okuyup anlamak,
12. Kur’ân temalarını Kitab-ı Mukaddes’ten karşılaştırmalı olarak okuyabilme becerisi kazanmak.
C. DOKTORA KRİTERLERİ
1. Geçmişten günümüze intikal eden ve günümüzde ortaya çıkan Tefsir problemleri hakkında ileri derecede bilgi sahibi olmak, bu problemlerin analizini ve değerlendirmesini yaparak, sahaya katkıda bulunmak,
2. Tefsirdeki yöntem tartışmaları hakkında ileri düzeyde bilgi sahibi olmak,
3. Kur’ân ayetlerini hayatın içinde anlamlandırma becerisi kazanmak,
4. Alanındaki konulara sistematik ve interdisipliner bakış açısıyla yaklaşabilmek,
5. Hakemli dergilere makale yazabilmek veya bilimsel toplantılarda tebliğ sunabilmek,
6. Bir Tefsir yöntemini kendi alanına uygulayarak özgün çalışma yapabilmek,
7. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama yöntemlerine vâkıf olmak ve bunları uygulayabilmek,
8. Temel bir tefsir kitabı okumuş olmak ve bir bilgi objesi olarak Kur’ân’ın kuşatıcılığı hakkında ileri düzeyde bilgi sahibi olmak.
Komisyonumuz bu kriterleri belirlerken;
1. Lisans düzeyinde daha yüzeysel ve daha genel kriterlerin tespit edilmesine; söz konusu kriterlerin, öğrencilere Tefsirle ilgili kavram ve terimleri, Kuran yorumcularını ve yorumlarını tanıma, okuyup anlama ve mukayese edebilme becerisi kazandırmaya;
2. Yüksek Lisans seviyesindeki kriterler belirlenirken yüzeysellikten ve genellikten ziyade, derinliği hedefleyen bir bilgi elde etmeye; elde edilen bilgileri tahlil edebilme, mukayese ve eleştiri yapabilme becerisi kazandırmaya;
3. Doktora seviyesindeki kriterler belirlenirken Yüksek Lisans seviyesinin de üstünde ve ileri seviyede Tefsir problemlerine vakıf olmaya, problem çözebilmeye, Kuranı doğrudan anlamaya ve bilgi üretebilme becerisini kazandırmaya yönelik olmasına azami ölçüde özen göstermiştir.
Değerli meslektaşlarım,
Bu konuşmamı, sunum süresini dikkate alarak yapacağım. Bu nedenle de yüksek lisans ve doktora yeterlik kriterlerinden değil de sadece lisans kriterlerinin uygulamadaki sorunlarından söz edeceğim. Çünkü yirmi dakikalık süre içinde ancak bu kadarını anlatma becerisi gösterebileceğimi düşünüyorum.
Lisans seviyesinde tespit ettiğimiz yeterlik kriterlerinin özü şuydu: İlahiyat Fakültesi’ni bitiren bir öğrenci mezun olduğu zaman asgari düzeyde hangi kriterlere sahip bir tefsir bilgisine sahip olmalıdır ki pratisyen bir doktor gibi, pratisyen bir İlahiyatçı olabilsin.
Bunun da koşulu, her öğrencinin asgari düzeyde Tefsirle ilgili temel kavram ve terimleri bilmesi; Tefsir, Tefsir Usulü ve Ulûmu’l-Kur’an ve Kur’an Tarihi’e ilişkin belli başlı eserler hakkında bibliyografik ve kronolojik bilgiye sahip olması; Kur’an mealleri Kur’an’ın ana konuları hakkında bilgi sahibi olması Lisans dönemi boyunca bütün Kur’an’ı meallerinden okumuş olması, Arapça ve Türkçe tefsir metinlerini okuyup anlayabilmesidir.
Bu kriterlerin yeterli olup olmadığı ayrı bir konu. Bu kriterler, eksik de olsa yeterli de olsa komisyonumuz tarafından tespit edilmiştir. Sunumun konusu, bu kriterlerin uygulanması veya uygulama sırasında görülen aksaklıkların tespit edilerek tartışılmasıdır.
Sorun, bu kriterlerin uygulanıp uygulanmaması, uygulamada bu kriterlere uyulup uyulmadığının belirlenmesi veya ne ölçüde uyulduğunun sorgulanmasıdır. Benim burada ele alacağım sorun, uygulama esnasında meydana gelen aksaklıklarla ilgili olacaktır. Uygulamada acaba biz bu kriterlerden ne kadarını uyguladık veya uygulayamadık? Şayet yeterince uygulayamamış isek, neden uygulayamadık? Uygulayamamanın sebepleri neler?
Uygulamada benim tespit edebildiğim sorunlar şunlardır:
1. Seviye sorunu,
Yeterlik kriterlere uygun bir bilgi veriliyor mu? verilemiyor mu? Yani verilen bilgiler; lisans düzeyinde mi? değil mi? seviyeye uygun mu? veya ne kadar seviyeye uygun?
2. Kitap sorunu,
Daha açıkçası lisans düzeyine ve yeterlik kriterlerine uygun ders kitaplarımız var mı? Ders kitabı olarak okutulan kitapların içerikleri yeterlik kriterlerine uygun mu? uygun değil mi? veya uygu ise ne kadar uygun?
3. Anlama sorunu,
Öğrencilerimiz, anlatılan konuları ne kadar anlıyorlar? Anlatılan konularda geçen kavram ve terimleri ne kadar biliyorlar? Veya ne kadarını anlayabiliyorlar? Şayet anlayamıyorlarsa niçin anlayamıyorlar? Sebep ne?
4. Anlatım sorunu,
Ders verirken uyguladığımız yöntem veya yöntemler neler? Hangi yöntemi veya yöntemleri uyguluyoruz? Uyguladığımız yöntem veya yöntemler, ne kadar öğrencilerimize yaralı oluyor?
Şimdi bu sorunlar üzerinde genel hatlarıyla durmak istiyorum. Genellikle hepimizin uyguladığı ve bildiği yöntem, hocaların ders anlattığı, öğrencilerin ise dinlediği ve dinleyici konumunda olduğu klasik yöntem. Bu yöntemin tabii sonucu olarak, hoca ders çalışır, hazırlık yapar, canlı ve heyacanlı bir tarzda da dersini anlatır. Öğrenci ise, derse gelir ama arzu ederse dersi dinler, arzu etmez ise dinlemez. Hocanın konuştuklarını duyar ama dinlemez.
Öğrenci şayet dinlemeyi arzu etmez ise kendisi bedeniyle sınıftadır ama, aklı başka yerlerdedir. Derste anlatılanları duyar, ama dinlemeyebilir. . Çünkü duyma tabii, dinleme ise iradi bir eylemdir. Böyle bir öğrencinin nazarında en iyi hoca, , dersine en iyi çalışan, en iyi şekilde hazırlanan ve bilgiyi komprime hap şeklinde getirip verebilen hocadır. Emeksiz, zahmetsiz bir bilgi elde ediyorsa veya ettiğini sanıyorsa bunu sağlayan hoca o öğrencinin nazarında iyi hoca oluyor. Veya öğrenci böyle algılıyor. Gerçi geçmişte biz de böyle idik ve böyle algılıyorduk. Ama bunun bize bir şey kazandırmadığını hayat tecrübemiz bize zamanla öğretti. Hiç şüphesiz öğrencilerimize de öğretecek. Ama bu bir kısır döngüdür ve mutlaka kırılması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir anlatım yönteminde öğrencinin hiç bir aktivitesi olmuyor. Hoca aktif ama öğrenci pasif bir konumda oluyor. O sadece bir dinleyici Ama istemediği zaman da dinlemeyen bir dinleyici. Sanki o, lokantaya gelmiş bir müşteri, hoca da lokantacı, hatta tabldot yemek veren bir lokantacı.
Oysa öğrencinin öğretimdeki konumu, lokantada yenmek yiyen bir müşteri gibi değil de mutfakta yemek pişiren bir aşçı gibi olmasıdır. Hoca ve talebe, mutfakta hep birlikte yemek pişiren ve pişirirken de öğreten ve öğrenen aşçı ve yardımcıları gibi olmalıdır. Ama öğrenci, mutfağa girip yemek pişirmesini öğrenmek istemiyor ve lokanta da oturup başkasının pişirdiği yemeği yemek istiyor ise, böyle bir yaklaşımda olan öğrenciye ne verilebilir? Bir başka benzetme ile söyleyecek olursak, hoca sürekli balık tutmak ve öğrenci de sürekli bu balıkları yemekle meşgul ise, böyle bir öğretme yöntemi ne kadar doğru bir yöntemdir? Tartışılması gerekmez mi? Kanaatimce bu yöntem doğru olmayan, fakat yanlış olan bir yöntemdir.
Bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekir. Bunu düzeltecek kişi de şüphesiz bizzat hocanın kendisidir. Hoca balık tutup yedirme yöntemini bırakacak, öğrencisine balık tutmasını, yani öğrenmeyi öğretecektir. Bunun da yolu hocanın alışkanlıklarını bırakarak öğrenciyi aktif hale getirecek önlemleri almak olmalıdır. Bunun için de bir zihniyet değişimine şiddetle ihtiyaç var. Böyle bir değişim, sadece öğrencilerimizin daha iyi öğrenmesine yönelik olmakla kalmayacak, aynı zamanda Avrupa Birliği kriterlerine özellikle “Bologna Sürecinde Tanımlanmış Kalite Göstergeleri”ne uygunluğu açısından da gerekli olacaktır.
Biliyorsunuz bu geçiş süreci içinde Fakültelerimizde bazı derslerin yerel kredisi 2 iken, ECTS kredisi 3 olarak tespit edilmiş bulunmaktadır. Her öğrenci 2 yerel kredi için 14 hafta, yani 28 saat derse devam etmek ve ders inlemek zorundadır. Bizim üniversitemizde kabul edilen kritere göre 3 ECTS kredisi için her öğrencinin yaklaşık 75 saat çalışması gerekiyor. Buna göre her öğrenci, her bir kredi için yaklaşık 25 saat çalışmalıdır ki 3 krediyi elde edebilsin. Bunun teorik izahı şöyle: Öğrenci, derse gelmeden önce o ders için yaptığı bütün hazırlıklar için 1 kredi; dinlediği 14 haftalık ders saati için 1 kredi, yaptığı seminer veya ödevler için de 1 kredi olmak üzere 3 kredi elde etmektedir.
Böylece her öğrenci teorik bazda bu krediyi elde etmiş görünüyor İşin pratiğine gelince bu, sadece kağıt üzerinde veya görünürde kalmakta; ama uygulamada ya olmamakta ya da yeterince olmamaktadır. Öğretimdeki sorunların asıl kaynağı da kanaatimce uygulamadaki bu aksaklıktan kaynaklanmaktadır. Yani olmayan bir şey, sanki olmuş gibi kabul görmekte ve sorun yapılmamaktadır.
Oysa olmadan olmuş gibi yapmak veya yapmadan yapmış gibi olmak ne kadar doğru bir davranıştır? Ne kadar etik olduğunu ise tartışmak bile istemiyorum. Öğretimdeki sorunlardan birisi bence budur. Dürüst olmak gerekirse- ki öyle olmak zorundayız-yaptığımız uygulamalar ve öğretim yöntemlerimiz, ne öğretim teorilerine, ne de öğretim ilkelerine uymaktadır.
Girdiğim derslerde geçen senelerdekinden farklı olarak bu sene uyguladığım yöntem şu oldu: Öğrencilere daha senenin başında dersle ilgili yapılacak şeyleri açıklayan yazılı bir belge dağıttım. Bu belgede öğrencilerime dedim ki; dersten önce her öğrenci, o dersin haftalık konusunu okuyacak ve en az bir sayfadan az olmamak üzere özet çıkaracak ve mutlaka o konu ile ilgili bir soru hazırlayacak. Her öğrenci mutlaka bir ödev hazırlayacak ve ödeve vize notu verilecek Bunu onlara hem yazılı hem de sözlü olarak ilettim ve bunu tavizsiz uyguladım. Her derste kimin söyleneni yapıp yapmadığını kontrol ettim. Soruların da mutlaka yazılı olmasına özen gösterdim. Yoksa öğrenci, hazırlıksız geldiği için rast gele soru soruyor ve çoğu kez sorduğu sorular, ya konu ile doğrudan alakalı olmuyor, ya da sıradan basit bir soru oluyor. Buna engel olmaya çalıştım.
Bu uygulamada ne kadar muvaffak olduğumu sorarsanız, kesin bir şey söyleyemem. Ama gözlemim o dur ki, oran itibariyle %30-%40 civarında başarılı olduğumu, bir başka deyişle % 60 – 70 oranında başarısız olduğumu söyleyebilirim. Çünkü birçok öğrenci bunu yapmadı ve derse söylenenleri yapmadan geldi. Bunu sağlayacak bir müeyyidem de olmadı. Bu, tamamen teşvikime ve öğrencilerin istek ve arzularına kalmış bir olgudan ibaret kaldı.
Verdiğim ödeve gelince, bunda ciddi oranda başarı elde ettiği söyleyebilirim. Biliyorsunuz ki not verme ve değerlendirme kriterine göre, vize %40 final %60 etkili oluyor. Ben %40’ın vizenin %20’sini, yazılıya, %20’sini ise ödeve verdim. Böylece öğrenci iki vize notu almak için daha çok çalışmak mecburiyetinde kaldı.
Birinci dönemdeki Tefsir Tarihi dersine girdiğimde her öğrenciye konu alanı ile ilgili bir kitap vermiş ve bu kitabın özetini ve değerlendirilmesini istemiştim İkinci dönemde ise her öğrenciden, Tefsir Usulü dersinde, garibu’l-Kuran, hakikat-mecaz, muhkem-müteşabih, vucuh-nezair, has-amm, mutlak-mukayyet, sebebi nüzul gibi kavram ve terimlerin, öncelikle konu ile ilgili kitaplardan tanımlarını bulmalarını daha sonra kendilerine verilen çüzlerden buldukları tanımlara uygun ayetleri tespit etmelerini, ayetlerin metnini ve meallerini yazmalarını istedim.
Daha açık bir ifade ile onlara; 1. her öğrenci, kütüphaneye gidecek ve bu sözcüklerin kavram ve terim anlamlarını, lügat ve usul kitaplarından bulacak; bunları bilimsel yazım kurallarına göre yazacak, daha sonra kendilerine verilen cüz içinde bu kavram ve terimlerin yer aldığı uygun ayetleri tespit edecek ve bu ayetlerin metnini meali ile birlikte yazacak,
İkinci olarak her öğrenci, Tefsir Usulü ile ilgili bibliyografya araştırması yapacak ve yaptığı araştırmayı kronolojik olarak yazacak,
Üçüncü olarak her örenci, her hangi bir Kuran sözcüğünün semantik anlamını, semantik çalışma eseri olan bir kitaptan bulup nakledecek, dedim.
Tabii ki öğrenciler bundan memnun olmadılar. Memnuniyetsizliklerini, hem yüz ifadelerinden hem de gösterdikleri farklı tepkilerden anlamak mümkündü. Ama asla geri adım atmadım. Neticede öğrenciler kendilerine tanıdığım iki aylık süre sonunda ödevlerini yapıp getirdiler Önce ben bu ödevleri tetkik ettim ve neyi yapıp neyi yapmadıklarına, nasıl yaptıklarına ve nasıl değerlendirmelerine baktım. Daha sonra son dersimde ödevle ilgili öğrencilerle bir değerlendirmede bulundum. Bu arada öğrencilerin ödevle ilgili düşüncelerini aldım ve yapılan işin değerlendirilmesini istedim.
Bu değerlendirme sırasında anlaşıldı ki, öğrencilerin kahir ekseriyeti, sanırım %70-80’i bu ödevi aldıklarında müthiş bir tepki duymuşlar, hatta isyan etmeyi bile düşünenler olmuş. Ancak ödevi yapmaya başladıktan, ve kütüphaneye girip de tefsirle ilgili kitaplarla haşir neşir olduktan sonra ödeve ısınmaya başlamışlar, kendi emekleriyle bir şeyler öğrenmeye ve yazmaya başladıklarında ise, öfke yerini hoşnutluğa ve memnuniyete bırakmış. Ödevi bitirdiklerinde ise çok mutlu olmuşlar. Bir çok öğrenci, ilk defa Kuran'la yüz yüze geldiklerini, Kuran'la muhatap olduklarını ve Kuran'dan bir şeyler aradıklarını ve bulduklarını, bundan da büyük bir haz duyduklarını ifade ettiler. Hatta birkaç öğrenci kendilerini ilk defa bir üniversiteli gibi hissettiklerini söyledi. Gerçeği söylemek gerekirse bu uygulama, benim öğretim hayatımda ilk defa olan bir deneme idi. Başarılı oluşu da beni çok mutlu etti.
Bu şüphesiz mükemmel bir uygulama değildi. Ancak geliştirilmeye müsait bir uygulama niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Önemli olan öğrencilerimizi Kuran'la yüz yüze getirmek ve O’nunla öğrencilerimizi bir ders atmosferi içinde buluşturmaktı. Bunu da yaptığıma inanıyorum.
Derslerde teorik bir anlatım tarzı yine uygulanabilir. Ancak anlatılacak olan teorik bilgilerin aynı zamanda öğrenciler tarafında da okuyarak ve yazarak öğrenilmesini sağlamak gerekmektedir. Zira eğitim bilimcilere göre, okuyarak bilgilenmenin etkinlik payı %75, dinleyerek bilgilenmenin etkinlik payı ise %13’tür. Uyguladığımız anlatma /takrir yöntemi, %13’lük bir etkinlik için olmaktadır. Şayet öğrenci not tutmuyor veya dinlediğini bir başkasına aktarmıyorsa elde ettiğiz sonuç, % 13lük bir paydır. Kaldı ki, dinleme yolu ile elde elden bilginin %50 si, 24 saat sonra, geriye kalan % 50 si ise bir hafta içinde kaybolmaktadır. Bizim bütün çabalarımız, %13’lük bir pay için mi olmalıdır? Yoksa %75’lik etkinliğe sahip olan bir bilgilenme biçimi için mi? Veya her ikisi için mi? Bu soruların cevapları üzerinde özenle durmamız gerektiğine inanıyorum.
Önemli sorunlardan bir diğeri de, öğrenci seviyesine uygun olan veya yeterlik kriterlerini taşıyan bir ders kitabının olmayışıdır. Elimizdeki mevcut usul kitaplarını aynı zamanda ders kitabı olarak da okutuyoruz. Bunun yanlış bir uygulama olduğunu düşünüyorum. Bugün itibariyle yeterlik kriterlerine uygun bir usul kitabı maalesef elimizde mevcut değil. Bu nedenle yeterlik kriterlerine uygun bir ders kitabın acilen yazılması gerekiyor. Ayrıca bu kitabın ise tek kişi tarafından değil, de, ortaklaşa yazılmasının daha yerinde bir iş olacağını düşünüyorum. Buna AÖF’nin kitaplarını örnek olarak verebiliriz.
Zira AÖF için hazırlanan ders kitaplarının gerek içerik, gerek seviye ve üslup açılarından elimizdeki usul kitaplarına göre çok daha kaliteli ve seviyeli oldukları görülüyor. Şu anda okutulan usul kitapları şüphesiz bir boşluğu doldurmuştur ve doldurmaktadır. Yazarlarına şükran borçluyuz. Ama her şey gibi kitaplar da, içerikleri de, üsluplar da değişiyor. Hatta daha önemlisi İlahiyat Fakülteleri arasında seviye farklılıkları oluşuyor. Bu da asgari düzeyde de olsa bir birlikteliğin oluşmasını olumsuz etkiliyor. Bunun için kitapların yeniden yazılması gerekiyor.
Bir başka sorun da, öğrencilerimizin yeterli kavramlara ve sözcüklere sahip olmayışlarıdır. Aslında bu eğitimimizin ana sorunlarımızdan birisidir ama aynı zamanda bizim de ana sorunumuzdur. Öğrencilerimiz, hocalarının konuştuklarını ne kadar anlıyorlar acaba? Soruyu bir de şöyle sorayım: Öğrencilerimiz bizim konuşmalarımız arasında geçen veya yer alan sözcüklerin kavram veya terim anlamlarını ne kadar anlayabiliyor? Konuşmalarımız arasında geçen sözcüklerden yüzde kaçını biliyorlar?
Bir örnek vermek istiyorum: Derste söz arasında bir konu ile ilgili olarak “ Şuyuu vukuundan beterdir” dedim. Ama bu sözümü anlamadıklarını öğrencilerin bakışlarından anladım Bu nedenle de onlara bu sözden ne anladınız? diye sordum. Hiç kimse ne anladığını söylemedi. Veya söylemek istemedi. Sonra bunun ne anlama geldiğini izah ettim.
O zaman anladı ki bu sözü anlamamışlar. Bu konuyu bir arkadaşıma da anlatmıştım. O da benim yaptığımı yapmış, fakat sonuç aynı olmuş. Şunu söylemek istiyorum: Öğrencilerimiz kavramlarla düşünmüyor; kavramlarla öğrenmiyor; terimleri bilmiyorlar.
Yeterlik kriterleri arsında öğrencilerin dersle ilgili kavram ve terimleri bilmesi de var. Kavram ve terimleri bilmeyen öğrencilere en güzel ders anlatsanız bile, öğrencilerin o dersi anladığını sanmıyorum. Biz ne anlatırsak anlatalım, şayet talebe, bizim konuştuğumuz sözcükleri ve anlamlarını bilmiyorlarsa biz onlara neyi nasıl anlatabileceğiz? Bu konuya dikkat çeken birkaç öğrencim oldu. Genel anlamda öğrenme ile ilgili konuştuğumuz bir esnada, bazı öğrencilerin bana “hocam anlamadığımız dersleri dinlemiyoruz, ama dinlermiş gibi yapıyoruz” dediklerini çok iyi hatırlıyorum.
Değerli meslektaşlarım,
Sözcüklerin kavram ve terim anlamlarını bilmeyen bir öğrenci, Kuran’ da doğru anlamıyor. Zira öğrenci, Kuranın bizzat tenzil döneminde terimleştirdiği kelimelerle, tenzil sonrası terimleştirilen kelimeleri birbirinden ayırt edemiyor, bu nedenle de tenzil sonrası dönemde terimleştirilen bazı sözcükleri, kavram anlamları ile değil de terim anlamları ile anlamaya başlıyor.
Bu da Kuranı anlamada büyük bir sorun teşkil ediyor. Zira tenzil sonrası dönemde terimleştirilmiş Kurânî kavramları, Kur’an'da aramaya kalktığınızda anlama sorunlar ortaya çıkıyor. Bu nedenle bu sorunlar üzerinde özenle durarak, doğru anlama yöntemlerini geliştirmek ve olgunlaştırmak gerekiyor.
Ne demek istediğimi bir örnekle anlatmak istiyorum. Bundan yaklaşık 15- 20 sene önce yapılmış bir anketten söz etmek istiyorum. Bu anket Ankara’da üniversite öğrencileri arasında yapılmış bir anketti. Bu ankete göre öğrenciler, yaklaşık beş yüz civarında bir kelimeyle konuşuyorlarmış. Bugün anket yapılsa öğrencilerimiz kaç kelime ile konuşuyor acaba? Çok merek ediyorum. Biz diyelim ki bin kelimeyle konuşuyorlar.
Söz gelimi biz iki bin kelimeyle konuştuğumuzu var sayalım. Bizim konuştuğumuz bu iki bin kelime arasından öğrencilerimiz, kaç kelime biliyor acaba? Öğrencilerimiz, konuştuğumuz kelimeler arasında, şayet bilmedikleri kelimeler olursa –ki mutlaka olur- o kelimeyi ve içinde geçtiği cümleyi nasıl anlayacaktır?
Mevlana’nın yaşadığı bölgesindeyiz. O’nun hepimizin bildiği o meşhur sözünü hatırlatmak istiyorum: O, “Anlattıklarınız, karşınızdakinin anladıkları kadardır. ”der . Bu sözden hareketle diyebiliriz ki, biz ne anlatırsak anlatalım, ne söylersek söyleyelim bizim anlattıklarımız sadece karşımızdakilerin anladıkları kadardır.
Öğrenciler de her insan gibi sahip olduğu kavramlar oranında anladıklarına göre, anlamak için bilmesi gereken sözcüklerinin hem sayını çoğaltmalı, hem de bu sözcüklerin anlamlarını iyi bilmelidir. Nitekim biz bile bir tıp doktoruyla konuştuğumuzda o doktorun dediği her şeyi anlamıyoruz. Aynı şey, bir iktisatçıyla, veya bir hukukçuyla da olabiliyor Kavramları ve terimleri bilmediğimiz zaman anlamıyorsunuz. Öğrencilerimiz de bu durum daha da vahim. Onlar, yeterince ne sözlükleri, ne kavramları ve ne de terimleri biliyorlar, ne de anlamlarını. Onun için de anlamıyorlar, ya da anladıklarını zannediyorlar. Bunu niye böyle söylüyorum? Biliyor musunuz? Bunu duygusal olara söylemiyorum, tepkisel olarak da söylemiyorum. Derslerine girdiğim birkaç sınıftan aldığım geri bildirime göre konuşuyorum Bu sınıflarda bazı öğrencilerimin şunları söylediğine şahit olduğum için söylüyorum:
“Hocalarımız çok güzel konuşuyorlar, derslerini güzel de anlatıyorlar; ancak biz hocalarımızın söylediğinin çoğunu anlamıyoruz; ne demek istediğini de anlamıyoruz ama anlar gibi yapıyoruz, duyuyoruz ama dinlemiyoruz. ”
Değerli meslektaşlarım, bu ifadeler bize bir şeyler anlatmıyor mu? ne dersiniz? Bu anlatılan durum, bütün öğrenciler için söz konusu olmayabilir; ancak böyle düşünen ve düşündüğünü açık yüreklilikle ifade eden öğrencilerimizin de mevcut olduğunu unutmayalım.
Kısaca söylemek gerekirse, öğretimde sorunlarımız var, öğretme sorunlarımız var, anlama ve anlatma sorunlarımız var, yöntem sorunlarımız var. Bu sorunları görmemezlikten gelemeyiz, yok sayamayız. Çünkü bu sorunlar var. Bir gerçeklik olarak var. Bu sorunlar üzerinde durmamız gerektiğine inanıyorum. Bunu için birbirimizle konuşmamız, anlatmamız ve daha doğruyu ve daha iyiyi aramamız gerekiyor. Bunun belli yeri ve zamanı yok ama, bu gibi toplantıların buna zemin hazırlamasının daha yaralı olacağını düşünüyorum. Keşke bu toplantılarımızda, sempozyum yerine bu ve benzeri konular ele alınsa ve bu sorunlarımız etraflıca konuşulsa, ve tartışılsa diye arzu ediyorum.
Değerli meslektaşlarım,
Lisans düzeyinde girdiğim birkaç sınıflarda, öğrencilerime şu soruyu sordum: Kur’an'ı beş defa okuyanınız var mı? Bazı sınıflarda bir veya iki kişinin çıktığı görüldü. Dört defa okuyan, üç defa okuyan, iki defa okuyan ve nihayet bir defa okuyan var mı? diye sorduğumda da yine bir iki öğrenci parmak kaldırdı. Kuranı mealinden hiç okumayanlar kimler? diye sorduğumda ise, önemli sayıda bir öğrenci grubunun parmak kaldırdığına şahit oldum.
Bunlar, Kuran'ı baştan sona adar mealinden ya hiç okumamıştı ya da parça parça bazı sureler okumuşlardı. Bu da Kuranı baştan sona kadar okumamış ya da kısmen okumuş bundan dolayı da bir Kuran kültürüne sahip olamamış bir öğrenci kitlesiyle karşı karşıyayız, demektir.
Bu öğrencilerin asgari düzeyde de olsa tefsir yeterlik kriterlerine göre yetiştirilmesi gerekiyor. Bu da bizim görevimiz. Şayet bir ilahiyat mezunu, Kuran'ın içinde ne var, konuları veya ana konuları nelerdir? bilmiyorsa; tespit ettiğimiz tefsir dersi yeterlik kriterlerine göre öğrencilerimizi yetiştiremiyoruz demektir? Bu nedenle Tefsir Anabilim Dalı toplantılarının ana konuları arasında bu konulara özel bir yer verilmesinin gerekliliğini düşünüyorum.
Benim burada yapmak istediğim şey, tefsirin öğretim sorunlarına dikkat çekmek, bu sorunların neler olduğunu açıklamak ve bu sorunlar karşısındaki bakış açımı sizlerle paylaşmaktı.
Bunların tartışılmasını ve değerlendirilmesini ise daha sonraki toplantılara havale etme yerine burada tartışılmasını ve değerlendirilmesini arzu etsem de, yaşanan gerçeklik, maalesef bu arzumun yerine gelmesine engel olacaktır. Bunu da biliyorum. Ama yine de ben hatırlatmakta fayda olacağını düşünüyorum. Beni teknik ve sıkıcı bir konuda sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
RÖPORTAJ: KÜRESEL ISINMA *
Haşim Güven /GESİAD BAKIŞ: Sayın Hocam küresel ısınma dünyayı ve hayatı tehdit eder hale geldi. Herkes bir çözüm arayışına girdi. Konu gerçekten ciddi bir hale geldi. Dinlerin de, bu konuda söyleyecek bir şeyi olduğunu düşünüyoruz. İslam’ın ve Kuran’ın insan ve çevre ilişkisine dair bir bakış açısı var mıdır? Şayet varsa Kuran’ın bu bakış açısı nedir? İlk sorumuz bu.
Celal Kırca: İlahi olsun veya olmasın bütün dinlerin çevre hakkında sundukları bir bilgi ve çevreye karşı bir bakış açısı vardır. İslam dini ve O’nun yüce kitabı olan Kuran’ın da doğal çevreye karşı hiç şüpesiz bir bakış açısı mevcuttur. Kur’an muhatap olarak insanı hedef alır, dolayısıyla mesajlarını insana yönelik verir. Bu nedenle Kuran insan içindir; insan Kuran için değildir. Kuran insanın sorunlarını çözmek, bu dünyada ve ahiretteki mutluluğunu sağlayacak ilkeleri ve prensipleri sunmak için gönderilmiştir. Bu yönüyle Kuran insanın hem bir inanç objesi hem de bir bilgi objesi konumundadır.
Bir bilgi objesi olarak Kur’an’da insan-Allah, insan-insan, insan-evren ilişkilerine dair bilgilerin yer aldığı görülür. Bu bilgiler, tanıtım, konum, konumdan kaynaklanan sorumluluk ve sorumluluk ilkelerini içerir. Bir insan Allah karşısında kul; insan karşısında insan; evren karşısında ise halife konumundadır. Küresel ısınma ve sorunları ile ilgili olarak Kur’an’da yer alan bilgilerin, özellikle insan-evren ilişkisine dair verilen bilgiler içinde yer aldığı ve insanın yeryüzündeki halifelik sorumluluğu ile alakalı olduğu görülür. Bu bilgiler ana hatlarıyla kainatın nasıl yaratıldığı, evrendeki düzen, ve ekolojik denge, kurulu bu düzenin ve dengenin korunması, evrenin insan için yaratıldığı ve insanın emrine verildiği, yani insana mussahhar kılındığı, çevrenin kirletilmemesi ve eşyanın ölçülü kullanılmasının gerekliliği vs. gibi konuları içermektedir. Bir başka deyişle Allah mutlak irade sahibidir. İnsan, kısmi irade sahibi, evren ise iradesiz bir varlıktır. Allah’ a karşı kul olan insan, kısmi irade sahibi bir varlık olarak evrenin efendisi/halifesi konumundadır. Bu nedenle evrenin tanınması, evrenin işleyişinin öğrenilmesi, yeryüzünün imar edilip ondan dengeli ve ölçülü olarak yararlanılması sorumluluğu insana verilmiştir. Bir başka bakış açısıyla Kuran, evren ve içindekileri Allah’ın varlığını gösteren deliller olarak öngörür. Yani evren bir anlamda Allah’ın ayetleridir.
Buna göre Allah’ın iki kitabı vardır; biri münzel yani indirilmiş ve kavli/sözlü kitap, diğeri de kevni yani kâinat kitabıdır. Evren insan için var edilmiştir ve bu nedenle evreni koruyup gözetmek insanın, hem kulluk, hem insanlık hem de halifelik görevidir. Evren insan ilişkisine bu açılardan baktığımızda Kur’an’da bu farklı boyutların var olduğunu görmekteyiz.
Buna ilaveten İslam bize bütün ilişkilerimizde ve davranışlarımızda sevgi, saygı ve sorumluluk duygusu ve bilinci içinde olmamızı emretmektedir. Allah’a gösterilen sevgi ve saygı ile insana gösterilen sevgi ve saygının yanında bir de evrene karşı sevgi ve saygıdan söz edebiliriz. Zira yeryüzü insanın değil, Allah’ın bir mülküdür, intifa/kullanma hakkı insana verilmiş bir emanettir. Allah’ın münzel kitabına gösterilen sevgi ve saygı; neden O’nun kâinat kitabına gösterilmez? Bu çok düşündürücüdür.
Kuran bize anlatmaktadır ki, evrende bir düzen mevcuttur ve bu düzenin bozulmaması gerekir. Rum suresindeki bir ayette ise kara ve denizdeki bozulmanın insan eliyle olduğu ifade edilmiştir. Küresel ısınma ve buna bağlı çevre felaketleri, insan eliyle olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Kur’an bu konuda da insanları bilgilendirmekte ve bilgilendirerek uyarmaktadır. Ne var ki insanlar kendi elleriyle ürettikleri şeylerle bu düzeni bozmaktadırlar. Bir taraftan çevre tahrip edilirken, diğer taraftan teknolojinin meydana getirdiği olumsuzluklar doğal dengeyi bozmakta, hava; kurşun ve kükürt atıklarıyla kirletilmekte, neticede sera gazı etkisi meydana gelmektedir. Bu da, bilindiği gibi kuraklığa veya dengesiz yağmurlarla çevre felaketlerine sebep olmaktadır.
Kuran, bir yandan insanın toprağa yani doğal çevreye aidiyetini hatırlatıp, ondan bunu unutmamasını isterken diğer yandan yaşam kalitelerini artıracak şekilde çevrelerini güzelleştirmelerini istemektedir. . Zira çevresini güzelleştiren insan, iç dünyasını da güzelleştirir. Çevreleri güzel olmayan insanların, iç dünyaları da zengin olmuyor. Çevresini çölleştiren insanlar farkında olmadan iç dünyalarını da çölleştiriyorlar. Dolayısıyla o insanların ekonomileri sanatları ve sanat adamları da zengin olmuyor. Yoksulluk, içerden dışarıya yansıyan bir olgudur, aynı şekilde de dışarının da içe olumlu veya olumsuz etkisi olmaktadır.
Küresel ısınma öyle bir boyuta geldi ki, belki de ileride, dinlerin etkileri veya etkisizlikleri çevreye karşı duyarlılığında ve ne söylediğinde aranır hale gelecektir. Şimdiden bunun işaretlerini görmekteyiz. Zira insanlarla diyalog kurmak isteyen, dini anlatmak isteyen insanlar veya din adamları mutlaka çevreye önem vermek zorundadır. Dinin çevreyle olan irtibatını dinin çevreye olan bakış açısının önemini ve değerini ortaya koymak zorundadır.
Haşim Güven: Kuran’ın insan ve çevre ilişkisine dair önerileri ve tavsiyeleri nelerdir?
Celal Kırca: Kuran insan ve çevre ilişkilerine dair önemli tavsiye ve önerilerde bulunmuştur. İlk olarak evrenin niçin yaratıldığının bilinmesi ve bunun bilincinde olunması insandan istemiştir. İkinci olarak evren ve içindekiler, iradesiz varlıklar oldukları için insanın emrine verildiği vurgulanmış ve insanın bu konudaki sorumluluğuna dikkat çekilmiştir. İnsan, kendisine verilen bu emaneti, Allah’ın bir emanetini olarak algılamak, kendisinden sonra gelecek nesillere bu emaneti tahrip etmeden aktarmak ve torunlarının hakkını yememek zorundadır. Çünkü evren bizim şahsi mülkümüz değil, intifa/ kullanma hakkına sahip olduğumuz bir varlıktır. Onda bütün insanlığın intifa hakkı vardır. İçinde yaşadığımız çevreyi, bizim hakkımıza düşen kadarıyla kullanmalı, gerekli şekilde korumalı ve bizden sonraki insanların da hakkını yememeliyiz.
Bu bir kul hakkı olduğunu bilmeli ve bunun bilinci içinde hareket etmeliyiz. Üçüncü olarak da çevremizi ve doğayı kirletmemeli, yakmamalı, yıkmamalı, tahrip etmemeli, kurulu düzeni bozmamalı, çevre kirliliğine neden olacak davranışlardan uzak kalmalıyız. Çevreyi koruma, ağaçları koruma, hayvanları koruma ve bunların çeşitliliğini koruma konusunda Kuran’ın özel tavsiyeleri vardır.
Onun için tabiatı ölçülü ve dengeli kullanmak, temiz tutmak dolayısıyla bu konudaki ahlaki sorumluluklarımızı yerine getirmek dini, ahlaki ve insani sorumluluklarımız arasında yer almaktadır. Ekolojik dengeyi korumak için hayvan topluluklarını, bitki topluluklarını korumamız gerekmektedir. Eğer bu toplulukları koruyamayıp bunların yok olmasına izin verirsek, ekosistem ve biyolojik denge bozulur. Bozulduğu zaman da yeryüzünde bozulmalar başlar. Kuran’ın ifadesiyle fesatlıklar meydana gelir. Nitekim son zamanlarda Karadeniz’de yılanların yoğun bir şekilde yurtdışına götürüldüğü bu nedenle orada farelerin çoğaldıkları görülmüştür
Bunun için çevre eğitimine önem verilmeli, Kuran’ın öngördüğü ahlaki ilkelerden olan sevgi, saygı ve sorumluluk temeline dayalı davranış biçimlerini, çocuklarımız başta olmak üzere toplumun her kesimine öğretmeliyiz. Sorumluluk bilincini geliştirecek eğitim yöntemlerini uygulamalıyız.
Haşim Güven: Çevre etiği ve çevre ahlakı gittikçe gelişen iki kavramlardır. Bu kavramların anlamı nedir? Neden çevre etiği veya ahlakı?
Celal Kırca: Ahlak, dinimizin öngördüğü iman, ibadet gibi temel kural ve ilkeleri içinde yer alır, insanın bireysel sorumluluğunu ve ödevini hatırlatan kuralları ihtiva eder. Daha ziyade sosyal içerikli bir kavram olmasına rağmen, son zamanlarda özellikle çevre bilgisinin ve bilincinin gelişmesi ile birlikte anlam genişlemesine uğramış ve bu kavramın çevre ile olan ilişkisi dikkate alınarak “çevre ahlakı” terimi üretilmiştir. Geleneksel dini kültürümüzde ve felsefede ahlak anlayışımız, daha ziyade bireysel ve sosyal ahlakı ihtiva ederken, bugün buna çevre ahlakının da ilave edildiğini görmekteyiz. Geçmişteki tanımı ile ahlak; toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü olarak algılanır ve anlatılırdı. Daha sonra felsefi boyuta taşındığında bireysel ilişkilerin düzenlenmesi olarak algılandı.
Nitekim yalan konuşmamak, hırsızlık yapmamak, dürüst olmak, doğru olmak, güvenilir olmak ve benzeri ilkeler hep sosyal ahlak kuralları olarak tanımlanmış, son zamanlarda ise çevre bilincinin oluşması ile birlikte çevre etiği veya çevre ahlakı kavramı ortaya çıkmıştır. Yani ahlakı, insan-insan ilişkilerindeki kurallara tahsis eden anlayışa ilave olarak, insan-evren ilişkilerini düzenleyen kurallar da ahlak kavramına dâhil edilmiştir. Böylece ahlak kavramının içerisine çevrede dâhil edilmiş oldu. Belki bireyler ahlaki sorumluluk içinde hareket eder de çevreye karşı daha duyarlı olurlar diye, bilim adamları bu doğrultuda kural ve ilkeler geliştirdiler.
Böylece çevre ahlakı veya çevre etiği dediğimiz kavramsallaşma sürecine girdiler. Aslında gelinen bu nokta çok önemli bir aşamadır. Bence çevre sorumluluğunu yüklenmemizde çevre etiği veya çevre ahlakı gibi kavramlar çok önemli rol oynayacaktır. Ülkemize, milletimize, ailemize, çevremize ve çocuklarımıza böyle bir kavramın öğretilmesi ve aşılanması bu konuda duyarlı olan herkesin ve özellikle eğitimcilerimizin üzerine düşen bir görevdir. Yani biz nasıl ki; insana karşı, topluma karşı sevgi besliyorsak ve saygı gösteriyorsak, onları rahatsız edecek herhangi bir davranıştan kaçınıyorsak, aynı şekilde çevreyi tahrip etmemek, yıkmamak konusunda da hassas olmalı, ona karşı sevgi ve saygı göstermemek gibi bir davranışın içine de girmekten kaçınmalıyız. Ayrıca çevreyi korumanın da bir kul hakkı olduğunu vurgulamak gerekir.
Çevre ahlakının bir başka önemli boyutu da şudur: Kuran Allahın bir kelamıdır, onun bir kutsallığı vardır ama hem insan hem evren yani doğal çevre ve içerisindeki her şey, Allah’ın kudret sıfatının tecellisidir. Dolayısıyla Allah’ın kelamı nasıl değerli ve önemliyse aynı şekilde Allah’ın yarattığı varlıklar yani evren de önemli ve değerlidir. Bu anlayış bugüne özgü bir anlayış da değildir.
Çevre ahlakını aşılama bilinci bizim geçmişimizde de bulunmaktadır. Özellikle sofi kültürümüzde bunun izlerini rahatlıkla bulmaktayız. Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı hoş gör Yaratandan Ötürü” anlayışını, sadece insanlara ve onun davranışlarına tahsis etmek; yaratılan kavramının anlam haritasını daraltmak demektir. Allahın yarattığı sadece insan değil, bütün evren ve onun içindekilerdir.
Biz her varlığa hoş bakacağız, hoşça bakacağız. Özetlemek gerekirse Allah’a karşı nasıl sevgi, saygı ve sorumluluk bilinci içinde hareket etmek zorunda isek, aynı şekilde onun yarattıklarına ve özellikle çevremize karşı da aynı duygular içerisinde olmalıyız.
Haşim Güven: Hz. Muhammed’in çevreye bakış açısı nasıldı? İnsan ve çevreye dair O’nun davranışlarında neler buluyoruz?
Celal Kırca: Kuran’ı Kerim, dini kuralları, ilkeleri, dini emirleri teorik olarak anlatıyor ve geçmişten bazı pratik örnekler de sunuyor. Ancak Kuran’ı Kerim’de yer alan bilgilerin hayata geçirilmesinde ve uygulanmasında Peygamberimizin çok etkin olduğunu anlıyoruz. Bunun böyle olması da gerekmektedir. Zira bütün peygamberlerin iki tane temel peygamberlik özelliği vardır: Bunlardan bir tanesi tebliğ, yani aldığı mesajları ve emirleri insanlara ulaştırmak, diğeri de onu açıklamaktır. Peygamberimizin uygulamalarına baktığımızda Kuran’da yer alan birçok bilgiyi hayata geçirdiğini görmekteyiz. Mesela bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Bana bütün ümmetimin amelleri, hayırları ve şerleri gösterildi. İyi ameller arasında, rahatsızlık veren bir şeyin yoldan alınması; kötü amellerde ise yere gömülmeden mescide bırakılmış tükürük de vardı. ” Bu hadisten şu anlaşılıyor: Peygamberimiz, insanlara rahatsızlık ve huzursuzluk veren bir şeyin giderilmesini ve iyi şeylerin yapılmasını, kötü şeylerin de elle düzeltilmesini ve giderilmesini teşvik ediyor.
Peygamberimizden “Kim Müslümanların gelip geçtiği yerden onlara rahatsızlık verecek şeyi kaldırıp atarsa, Allah ona sevap yazacaktır. Allah kime sevap yazarsa onu da cennetine koyar. ” dediği naklediliyor. Peygamberimiz, avlularınızı, meydanlarınızı temiz tutun diyor.
Peygamberimizin davranışlarından ve bu sözlerinden; yeşil alanların korunmasını, ağaçların kesilmemesini, hayvanların ve bitkilerin korunmasını yani tabiat varlıklarının korunmasını dini bir kural olarak ortaya koyduğunu anlıyoruz. Örnek olarak Mekke ve Medinenin sit alanı olarak ilan edilip buraların korunma altına alındığını görüyoruz. Özellikle Hacc sırasında bir otunun bile koparılmaması ve orada yaşayan hiç bir canlının öldürülmemesi emri, çevreyi korumaya dini bir nitelik kazandırmaktadır.
Aynı şekilde Taif bölgesinde yaşayan hayvanların avlanmasının ve buradaki ağaçlarının kesilmesinin yasaklandığını görüyoruz. Peygamberimizin tabiat varlıklarını korumaya verdiği önem kadar, ağaçlandırmaya da önem verdiğini, ağaç dikmeyi teşvik ettiğini de biliyoruz. . Bir sözünde O: “Hangi Müslüman ağaç diker ve o ağacın mahsullerinden insanlar ve hayvanlar yararlanırsa o ağacı diken için bir sadaka vardır.” der.
Son olarak da O’nun şu sözünü hatırlatmak isterim: “Kıyamet koparkene bile her kimin elinde bir hurma dalı varsa ve bu hurma dalını dikmeye gücü yeterse onu mutlaka diksin. ” Bu sözün anlamı, her insanın son anına kadar ne yapması gerekiyorsa onu mutlakla yapmasını, asla tehir etmemesini ve bu dünyada yaptığı her işin sonucu itibariyle bir ahiret işi olduğunun bilincinde ve farkında olarak yapmasını hatırlatmaya yöneliktir. İslam’ın temel amacı da, bu bilinci insana kazandırmak olmuştur. Ama insan bunun ne kadar farkındadır? İşte bu, net olarak bilinmiyor. . Her şeye rağmen bu konuda, insanları bilgilendirmeye ve eğitmeye süreklilik kazandırılarak devam edilmelidir.
Haşim Güven :Teşekkür ederim sayın Hocam
Celal Kırca: Ben teşekkür ederim
Copyright © 2016 celalkirca.com