Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

GELENEKSEL VE ÇAĞDAŞ İSLAM YORUMUNUN TEMEL PROBLEMLERİ

 

       Prof.Dr. Celal KIRCA

 

   Giriş

 

  "Geleneksel  İslam" ve "Çağdaş İslam" ifadeleri, her müslüman için bir bilgi objesi konumunda olan Kur'an ve sünnetin anlaşılması, yorumlanması ve ilişkilerine ait niteliğin ortaya konması konusunda ortaya çıkmış iki farklı düşünce ve yöntem tarzını açıklamak için günümüzde kullanılmaya başlanan iki soyut kavramdır. Her soyut kavram gibi bu iki kavramın seçikliği değişmese de, açıklığında kişi ve gruplara göre bazı anlam değişikliklerinin olması da gayet tabiidir. Bu iki kavramdan "Geleneksel İslam" ifadesi, tarihî süreç içinde oluşan, gelişen ve zamanla gelenek haline dönüşen Kur'an ve Sünnet Yorumu için kullanılırken; "Çağdaş İslam" ifadesi, Geleneksel İslam yorumuna dayalı fikrî bir zeminden ortaya çıkmış olsa da, zihniyet ve yöntem açısından Geleneksel İslam yorumdan farklı, ona alternatif bir İslam yorumunu tanımlamak için kullanılmaktadır. Birincisinin, 1400 yıllık İslam kültürünü, ikincisinin ise İslam'ın güncelleştirilmesini veya çağdaş problemlere yeni çözüm önerileri sunma görüşünü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Hem geleneksel hem de Çağdaş İslam yorumuna taraftar alanların ortak yanı  ise İslamı kendilerinin diğerinden daha iyi ve sağlıklı anladıkları ve temsil ettikleri iddiasıdır. Bu sebeble günümüzde her iki yorumun temsilcileri karşı tarafı kıyasıya eleştirmekte ve karşılıklı yapılan eleştiriler zaman zaman insaf ölçülerini zorlayabilmektedir.

Sözlü kültürden yazılı kültüre bir türlü geçememiş veya yeterince geçememiş insanlarımız, kısmen fikrî fakat daha ziyade duygusal bir zeminde yapılan bu karşılıklı eleştirileri; şaşkınlık, endişe ve hatta kuşku içinde ya izlemekle yetinmekte, ya da düşünce yapısına veya duygusuna uygun gelen görüşleri kendince destekler bir tavır sergilemektedir. Öyleki bu iki farklı zihniyet ve yönteme dayalı İslam yorumu, bazı çevrelerce sanki iki farklı dinmiş gibi algılanabilmektedir. Burada bir algılama ve anlama sorunu mevcuttur ve bu sorunun sadece  vahye dayalı "ed-Din" den kaynaklandığını söylememiz de mümkün değildir. Buradaki problem, dinden ziyade dini algılamak ve anlamak konumunda olan insandan ve o insanın sahip olduğu zihniyet ve yöntem farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Zira her insanın, bilgi seviyesi, algılama ve anlama yetisi eşit değildir.  Olması da beklenmemelidir. İnsanlar, ancak belli ilkeler ve yöntemler üzerinde bir uzlaşmaya vararak sorunlarını çözebilme imkanına sahiptirler. Yine insanların sorunlarını ben merkezci, cemaat merkezci veya kurum merkezci düşüncelerle doğru dürüst çözemedikleri görülmektedir. Zira sorunları, önyargılı, kategorik ve indirgemeci yöntemlerle çözmenin çok zor; ilke merkezci yaklaşımlarla daha kolay olduğu görülmüştür. Bunun için de önyargılı, kategorik ve indirgemeci yönteme dayalı İslam yorumu yerine, analitik düşünceye dayalı ve parçaların bütün içinde ele alınıp değerlendirildiği bir İslam yorumunun, sorunların çözümünde daha doğru bir yöntem olacağını zannediyorum. Bir başka deyişle, ayet ve konu merkezli İslam yorumu yerine Kur'an merkezli ayet ve konu yorumunun daha isabetli bir yöntem olduğu kanaatindeyim. Zira ayet ve konu merkezli İslam yorumunun, İslamî bilginin hem iç dengelerini hem de tebliğde ve yorumda uygulanması gereken bilgi hiyerarşini büyük ölçüde bozduğu anlaşılmaktadır. Ayet merkezli yorumdan kasıt, bir ayetin merkeze alınıp içeriği ile ilgili diğer ayetleri gözönünde bulundurmama; konu merkezli yorumdan kasıt ise, bir konunun merkeze alınıp bu konunun içeriği ile ilgili diğer konuların dikkate alınmaması yöntemidir. Böyle bir yönteme dayalı İslam yorumunun eksik bir İslam imajı verdiği de  bir gerçektir.Zira İslamî bilginin iç dengelerinin kurulması, ve yorumda hiyerarşik İslamî bilgi düzenine riayet edilmesi, problemlerin çözülmesin de bizce hem kolaylık sağlayacak hem de daha doğru ve daha gerçek bir İslam imajı meydana getirecektir.

Kategorik düşünceye, ünlü bir yazarımızın bir TV programında söylediği "İslam demek tarikat demektir" sözünü örnek olarak sunmak istiyorum: O yazarımız, bu sözü söylemiş ve hemen peşinden de Rufaî tarikatının şiş sokma merasimini ekrana getirmişti. Bunun anlamı, İslam demek tarikat demek, tarikat ise şiş sokma demektir. Bununla sanırım İslam'ın zihinlerde şiş sokmakla özdeş hale getirilmesi amaçlanmıştır. Kavramsal açıdan İslam'ın,  ne tarikat ve ne de mezheple özdeş olduğunu söyleyebiliriz. İslam bir dinin adıdır ve vahye dayanır. Mezhep ve tarikat görüşleri ise din değil, dinî alındır. Yani İslam'a uygun görülen veya ters görülmeyen görüşler ve düşünceler sistemidir. Dinin kaynağı vahiy olduğu halde dinî olanda vahye dayalı bilginin yanında insan aklına dayalı anlama, algılama ve yorum mevcuttur. Bu nedenle İslam yorumlarını değerlendirirken kavramsal bir zemine oturtmak zorunluluğu vardır.

1. Kavramsal Açıdan İslam Yorumu

İnsana ait bilgiler, nasıl kavramlarla ifade ediliyorsa "Din" e ait bilgilerde kavramlarla ifade edilmektedir. Bu nedenle dinî bilgi demek, bir anlamda dinî kavramlar demektir. İnsanın bütün iradî eylemleri, kazandığı kavramlara bağlı olduğuna göre birey, ne kadar çok dinî kavram elde ederse o kadar da "Din"i tanımış ve davranışlarına yansıtmış olur. Ne var ki  kavramların kendisi de, elde etme yolları da karmaşık olduğundan dinî kavramlarla verilmek istenen bilgileri  elde etmek de o kadar kolay olmamaktadır. Buradaki zorluk, kavramların sahip olduğu özelliklerden kaynaklanmaktadır. Zira her bir kavramda iki özellik mevcuttur. Bu özelliklerden biri o kavramın seçikliği diğeri ise açıklığıdır. Kavramın seçikliği var olanı diğer var olandan ayıran niteliğidir. Bu nitelik çerçeve olarak var olanın ifadesidir. İnsanı attan nehri dağdan ayıran o kavramın seçikliğidir. Açıklık ise o kavramın içeriğidir. Bir kavramda değişmeyen şey onun seçikliği, değişen ise açıklığıdır.

Kavramlara ait içeriğin değişmesi, büyük ölçüde insan fıtratı ile yakından ilgilidir. İnsanın algılama ve bilme gücü, bilgiye ve bilime yöneliş tarzı herkeste aynı değildir. Her ferdin kendisine özgü bir alış ve algılama yeteneği ve gücü mevcuttur. Bu yapısıyla insan mutlak bir varlık değildir ve sahip olduğu konum, bilinen karşısında küllî bir tutum içinde bulunmasını engellemekte ve tabiî olarak eksik bir tutum içinde bırakmaktadır. İnsanın mutlak bilme gücüne sahip olmaması, onun var olanın bilgisine belli bir zaman süreci içinde erişmiş olması sonucunu da beraberinde getirmektedir. Yani insan, var olanın bilgisine belli bir zaman süreci içinde nüfuz edebilmektedir. Bunun tabiî bir sonucu olarak da kavramların içeriği zamanla değişebilmektedir. Sözcükleri ve aynı mantığı kullandıkları halde çok defa insanların bir konuda anlaşamamaları, kavramların içeriklerinin değişken oluşundan ve herkeste içeriğin aynı olmamasından kaynaklanmaktadır.

Kavramlar ya somut ya da soyut bir niteliğe sahiptirler. Genellikle somut kavramların açıklığında insanlar arasında bir birlik sağlansa da, soyut kavramların açıklığında bu birliği sağlamak çok zor olmaktadır. Zira somut kavramların açıklığını oluşturan bilgilerin doğrulanması veya  yanlışlanması çoğu zaman imkan dahilinde iken soyut kavramlar için bunu rahatlıkla  söylemek mümkün değildir. Buradaki zorluk, soyut kavramların hem anlamlandırılmasında hem de algılanmasında bireysel farklılıkların mevcudiyetidir. Sözgelimi el, ayak, saç, göz, beden vs. gibi somut kavramların anlamlandırılması ve algılanmasında herhangi bir zorluk bulunmazken, adalet, ihsan, özgürlük, demokrasi, hidayet, iman, ahlak vs. gibi soyut kavramların açıklığında her zaman için bir problem sözkonusu olmaktadır. Hatta beşere ait somut bir kavram Allah için kullanıldığında soyut kavram için var olan problemin bu kullanımda da aynen devam ettiği görülmektedir. Nitekim Allah'ın eli ve yüzü gibi Kurânî ifadelerin açıklığı her zaman problem olmuştur. Bunun çözümü ise, kavramların açklığında  bir konsensusa varmakla mümkündür.

 Sözgelimi "Gücünüzün yettiği ölçüde kuvvet hazırlayın"  mealindeki ayet, savaşla ilgilidir ve müslümanlardan düşmanlarına karşı kuvvet hazırlanması istenmektedir. Tenzil döneminin teknolojik ve ekonomik şartları gereği "kuvvet" denince akla hiç şüpesiz ok, mızrak, mancınık, kılıç, at, deve vs. gibi harp araçları gelmektedir. Yani bu ayetteki "kuvvet"in açıklığını bu araç ve gerçeklerle sınırlıyoruz. Bugün ise biz bu ayetteki "kuvvet"in açıklığında, bu zikredilen şeyleri düşünmekle birlikte, daha çok çağımızdaki harp araç ve gereçlerini anlıyoruz ve kuvveti top, tüfek, füze, uçak, gemi vs. gibi çağdaş harp araç ve gereçleri olarak açıklıyoruz. Lafız değişmiyor. Ayetin seçikliği ve  verdiği mesaj yani normu değişmiyor, lakin açıklığı yani ayete yüklenen anlam değişiyor. Bir başka deyişle soyut bir kavram zamanın şartlarına göre somutlaştırılıyor.

2. İslam'ın Geleneksel Yorumu

Her kitap, bir başkası tarafından okunması, anlaşılması ve istifade edilmesi için yazılır. Fakat hiç bir kitap, kendini okuyanlar tarafından aynı ölçüde ve aynı seviyede anlaşılmaz. Kur'an da bu kurala tabidir ve o da okunsun, anlaşılsın ve verdiği bilgilerden istifade edilsin diye gönderilmiş bir kitaptır. Öyle ki adı ve getirdiği ilk mesajın içeriği bile "okuma" ile alakalıdır. İndirildiği dönemde ve bunu takip eden yıllarda, Kur'an'ın bu amacına ulaştığını, yani okunduğunu, anlaşıldığını ve içeriğinden büyük ölçüde istifade edildiğini, o dönemde yapılan çalışmalardan, kurulan İslâm medeniyetinin varlığından ve bize kadar intikal eden fikir ve düşüncelerden anlıyoruz. Zira bu dönemde müslümanla Kur'an arasında sıkı ve canlı bir iletişimin bulunduğunu, ve buna bağlı olarak Kur'an merkezli düşünce sistemlerinin üretildiğini görüyoruz.

Kur'an'la-müslüman arasında teessüs eden bu sıkı ve canlı iletişimin, belli bir sürenin sonunda giderek zayıfladığını ve azaldığını, bunun yerine iletişimin canlı olduğu dönemde yazılan eserlerin ve kurulan düşünce sistemlerinin geçtiğini, dolayısıyle vahiy merkezli bir bilgilenmeden, yorum merkezli bir bilgilenmeye geçildiğini görüyoruz. Bir başka ifade ile müslümanla Kur'an arasındaki iletişimin iki boyutundan veya iki farklı durumundan söz etmemiz gerekiyor. Bu dönemlerden birincisi, Kur'ân'ı anlama dönemi; ikincisi ise Kur'an'dan üretilen bilgileri anlama dönemidir.

Birinci dönemde müslüman; Kur'an'a yönelmiş, onu okumuş anlamaya çalışmış, problemlerini çözmek için ona müracaat etmiş ve ayet yoğunluklu bir bilgilenme sürecine girmiştir.

İkinci dönemde ise müslüman; Kur'ân'ı ikinci plana atmış, bunun yerine birinci dönemde Kur'an üzerinde yapılan çalışmalara, üretilen bilgilere ve teşekkül ettirilen düşünce sistemlerine ve bu sistemlerin koydukları kurallara uymayı ön plana çıkartmıştır. Daha açık bir ifade ile Kur'ân'ın yerine yorumu geçmiş ve bu yorum  Kur'an gibi algılanmıştır. Bunun neticesi  Müslümanla Kur'ân'ın ilişkisi maalesef bir kaç konu alanına münhasır kalmış ve birinci dönemdeki dinamik ve canlı ilişki, yerini pasif bir ilişkiye terketmiştir. Buna mukabil müslüman, Kur'ân'ın yorumu mahiyetin de olan Fıkıh,  Kelam, Hadis ve Tasavvuf kitaplarında yer alan bilgilerle canlı ve dinamik bir ilişkiye girme cabası içinde  olmuştur. Birinci dönemde müslüman,  Kur'ân'ı okuyup anlamaya çalışırken; ikinci dönemde O'nun yorumunu (Tefsirini) okuyup anlamaya çalışmıştır. Bundan dolayıdır ki birinci dönem Kur'ân'ı anlama; ikinci dönem ise yorumları anlama dönemi olmuştur.

Tenzil döneminde (m.610-632) sahabe, doğrudan Kur'an'la yüz yüze gelmiş, onu okumuş ve anlamıştır. Anlaması da gayet tabiidir. Zira Kur'an en azından kendi dili ile nâzil olmuş ve kendisine bildiği ve konuştuğu dil ile hitabetmiştir. Şüphesiz bu yargı, "Bilimsel teoriler" çerçevesinde çoğunlukla ilgili genel tahminden ibarettir. Yoksa ferdî davranışlara indirgendiğinde isabetli olduğu düşünülmemelidir. Yani bunun anlamı, sahabe, Kur'ân'ı okumuş ve anlamıştır ama her sahabenin Kur'ân'ı okuması ve anlaması aynı ölçüde ve aynı seviyede olmamıştır. Çünkü fıtrî yeteneği, dil bilgisi, genel kültürü, ayetin indirilişolayına şahit olması vs. gibi değerler, her sahabî de aynı değildir. Nitekim Kude b. Maz'un'un içki ile alakalı ayetler hakkındaki görüşü, Hz. Aişe'nin Ebu Hureyre'yi Allah'ın görülemeyeceğine dair ayeti yanlış anlamakla suçlaması, Adiy b.Hatem'in oruçla ilgili ayette geçen siyah-beyaz iblikle ilgili kavramı yanlış yorumlaması, Hz. Ömer'in "ebben"; İbn Abbas'ın "fatır" kelimelerini bilmediklerini söylemesi vs.gibi rivayetler, sahabenin aynı ölçüde ve seviyede Kur'ân'ı anlamadığını gösteren örneklerdir. Teorik olarak da her insanın aynı seviyede ve aynı ölçüde Kur'ân'ı anladığını  söylememiz mümkün değildir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur'ân'ı açıklamakla (tebyin) görevli olduğu halde, O'nun her ayeti açıkladığını söylemek de büyük bir iddia olur. Zira Hz. Peygamber'in her ayeti açıkladığına dair elimizde yeterli kanıt yoktur. Elimizdeki mevcut kanıtlar ise, Hz. Peygamber'in bütün ayetleri tebyin etmediğini göstermektedir. Hz. Peygamber'in özellikle ibadet, kısmen ahlak ve hukukla ilgili ayetleri yorumladığına, şahit oluyoruz. Onun tefsir örneklerini, hadis kitaplarından öğrenmemiz mümkündür. Nitekim  Hz.Peygamber'in, Fatiha suresinde yer alan kendisine gazap edilenleri, Yahudiler; dalalette olanları, Hristiyanlar; kuvveti atma; sebili azık ve binek; harec'i darlık; siyah ve beyaz ipliği, feçrin karanlığı ve aydınlığı; nefse zulmü, şirk; vûrud'u duhûl ve vasad'ı adil olarak yorumladığını öğreniyoruz .Hadis kitaplarında ise namaz, oruç, hac, zekat vs. gibi konuların Hz.Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklandığını ve bu açıklamaların da önce sözlü sonra da yazılı olarak nakledildiğini biliyoruz.

Kur'ân'ı anlama ve yorumlama faaliyeti, Hz.Peygamber döneminde ve O'nu takip eden yıllarda etkin bir biçimde devam etmiş ve bu etkin faaliyet neticede pek çok tefsir ekolünün ortaya çıkmasına da sebeb olmuştur. Nitekim fakihler tarafından tasnif edilen ve "Ahkam ayetleri" olarak tanıtılan maksimum beşyüz civarındaki ayetlerin, öne çıkartılması diğer ayetlerin ise ilgi odağı yapılmaması, fıkhî tefsir ekolünü doğurmuş ve bunu diğer ekollerin teşekkülü takip etmiştir. Özellikle fakihler tarafından önceki ümmetlerin tecrübelerinin anlatıldığı Peygamber kıssaları, birer hikaye gibi algılandığı için yeterli ilgiye mazhar olmamıştır. Oysa bu tecrübeler, pek çok alana özellikle sosyal bilimlere rehberlik edecek ilkeleri içermektedir. Bunun böyle olduğunu, 20.yüzyılın ulaştığı bilimsel düzey, bize daha iyi açıklamaktadır. Aynı bakış açısı ve aynı yöntem, daha sonra ortaya çıkan tefsir ekollerinde  de görülmüş, bu ekollere mensup bilim adamları, kendi alanına gösterdiği ilgiyi, maalesef diğer alanlara göstermemiştir. Öyle ki kendi ilgi alanı sanki öz evlat, diğer alanlar ise üvey evlat gibi olmuştur. Kur'an'ın verdiği bilgilerin, insan hayatındaki yeri ve önemi ihtiyaçlara göre değişse de Kur'an'ın tümüne ait bilgileri anlamaya yönelik ilgi sürekli ve canlı tutulması gerekirken, maalesef bu ilgi farklılığı, Kur'an'ın bir bütün olarak algılanmasına ve anlaşılmasına engel olucu bir fonksiyon icra etmiştir.

Birinci döneme  ait bu anlama hatasının yanında ikinci döneme ait hata ise, bundan daha vahim olmuş; Kur'ân'ı anlamaya yönelme; yerini, yorumunu anlamaya bırakmış, dolayısıyle Kur'an yerine Tefsir, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf kitapları okunarak Kur'an anlaşılmaya çalışılmıştır. Bir anlamda amaç bırakılmış, araç, amaç haline getirilmiştir. Böyle bir yöntemle Kur'ân'ı ne derecede doğru ve sağlıklı anlamak mümkündür? Bunun içindir ki bugün Kur'ân'ı anlama ve yorumlama problemlerinden söz ediyor ve çözüm yolları arıyoruz. Kendimize göre problemi ortaya koyuyor ve onlara çözüm yolları  öneriyoruz.

3- Geleneksel İslam Yorumunun Problemleri

Geleneksel İslam yorumu, içinde pek çok farklı yorumları barındıran genel bir tanımdır ve bu tanım içinde yer alan her mezhebin, her tarikatın veya her görüşün kendisine  özgü yorumları ve bu yorumlara bağlı özel problemleri mevcuttur. Biz burada, her birinin özel problemleri yerine Geleneksel İslam yorumunu herhangi bir döneme, gruba veya şahsa tahsis etmeden hepsinde ortak olabilecek temel problemler üzerinde durmak istiyoruz.

Geleneksel İslam yorumu, genel anlamda ve tarihî süreç içinde tarım toplumu hayatı yaşayan insanların ihtiyaçlarına göre oluşmuş ve bu topluma ait problemlere çözüm önerilerinde bulunmuş dinî bir anlayış türüdür. Hiç şüphesiz dönemi için bu yoruma ait her görüşün bir değeri olsa da mevcut problemlere çözüm getirmesi açısından bir yeniliği ihtiva etsede veya kendi dönemi için çağdaş olsa da; tarım toplumundan sanayi toplumuna, oradan da bilgi toplumuna geçen veya bu toplumun içinde yaşayan insanlarımızın problemlerini çözdüğünü veya ihtiyaçlarına yeterince cevap verdiğini gönül rahatlığı ile söylememiz mümkün değildir. Zira tarım toplumunun şartları ve niteliği ile, sanayi ve bilgi toplumunun şartları ve niteliği arasında bazı benzerlikler bulunsa bile, aynı şartları ve niteliği taşıdıkları asla söylenemez. Dolayısıyle belli şartları ve niteliği olan bir toplum için oluşturulmuş olan İslam yorumunun şartları ve niteliği çok farklı olan sanayi ve bilgi toplumunun ihtiyaçlarına yeterince cevap vereceğini söylemek de büyük bir iddia olur.Ülkemiz insanının yaklaşık yarıya yakın bir bölümü, tarım toplumu hayatını, diğer yarısının da sanayi ve bilgi toplumu hayatını yaşadığını biliyoruz. Bu sosyolojik yapıyı veya epistemik cemaat yapısını  dikkate aldığımızda geleneksel İslam yorumunun; köy, kasaba ve büyük şehirlerin varaşlarında daha etken olduğu görülmekte ve buralarda yaşayan insanlarımıza daha  sevimli geldiği bilinmektedir. Ama bu yorumun, sanayi ve bilgi toplumu içinde yaşayan insanlarımıza çok şey verdiğini de söyliyemeyiz.

Geleneksel İslam yorumunun tarihî süreç içinde oluşturduğu mevcut preblemleri daha iyi tesbit edebilmek ve anlayabilmek için böyle bir tahlile ihtiyaç vardır. Gerek geleneksel İslam yorumunun gerekse  daha sonra ele alacağımız Çağdaş İslam yorumunun olsun, en temel problemi, daha öncede tamas ettiğimiz gibi kategorik bir düşünce tarzını yöntem alarak benimsemiş olmalarıdır. Bu sebeple istisnalar hariç, geleneksel İslam yorumcularının, nakil kavramı içine giren her türlü rivayeti merkeze alıp ilgili Kur'an ayetlerini  bu rivayetlere göre yorumlaması, akıl ile nakil yoluyla gelen bilgilerin çatışması halinde nakli tercih edip, aklı sadece nakle ait  o bilginin rasyonelleştirilmesinde kullanmaları kategorik düşünce tarzının bir sonucudur. Ancak  rivayetlerde hurafe ile birlikte hakikatlerin,  israiliyatla birlikte bazı doğruların; yorumlarında ise taassubla birlikte bazı alternatif çözümlerin aynı anda ve birlikte yer aldığını inkar etmemiz de mümkün değildir. Her bir rivayeti veya nakli sorgulamadan, önyargı ile kabul veya red etme ancak kategorik bir düşünce tarzının sonucudur. Rivayetleri, herhangi bir tahlile tabi tutmadan ister kabul ister red edelim, bilginin değeri açısından bu iki tarz arasında hiçbir fark yoktur.Nitekim nakli merkez yapan geleneksel İslam yorumunda kabule dayanan bu düşünce tarzının tabii bir sonucu olarak;1. Kur'an ile rivayetlerin özdeşleştirildiği, 2. Dinî anlayışta yenilik demek olan "Tecdid"in olamıyacağı görüşüne ulaşıldığı görülmektedir.

Erken dönemde rivayetlerin senet yönüyle bir tahlile tabiî tutulduğu bilinen bir olgudur. Ancak senet yönüyle bir rivayetin doğrulunması rivayet edilen o metnin doğru olduğu anlamına gelmediği de bir gerçektir.Bir metinin doğru olabilmesi için evrensel doğrulara, yani fıtrat kanunları ile Kur'an'ın genel ilkelerine ters olmaması ve bu ilkelere uyum arzetmesi gerekir. Bunun için akıl ile rivayet çeliştiğinde rivayetin sorgulanması ve yorumlanması ilkesi getirilmiştir. İbn Rüşd de başta olmak üzere pek çok İslam düşünürünün görüşü budur.

Geleneksel İslam yorumları, (istisnalar hariç) bir rivayetle diğer bir rivayet veya bir nasla bir başka nas çeliştiğinde ise yöntem olarak  bu iki rivayeti uzlaştırma cihetine gitmişler, uzlaştırılması mümkün görülmeyen rivayetlerin veya nasların arasındaki çelişkiyi "Nesh" teorisiyle çözmeye çalışmışlardır. Te'vilu Muhtelifî'l Hadis veya Te'vilu Müşkili'l Kur'an adıyla yazılan eserler bunun en bariz örnekleridir.

Mesela: Geleneksel İslam yorumuna göre İsrâ ve Mirac aynı gecede olmuş ve tarih olarak da hicretten bir buçuk yıl önce vuku bulmuştur. Kur'an'da İsra olayının anlatıldığı bir Sûre mevcuttur ve elimizdeki Kur'an'ın sure sıralamasında 17.sıradadır. Miraç olayını lafzan anlatan ne bir sure ve ne de bir ayet mevcuttur. Ancak Kur'an'ın 53. suresi olan "Necm" de ancak "Delaleti Zannî" bir yorumla "Mirac" olayının anlatıldığını söyleyebileceğimiz bazı bilgiler mevcuttur. Necm suresi Mekke'de nazil olmuştur ve nuzül sırası 23 dür. İsrâ suresi de Mekkidir ve Nüzûl sırası 50 dir. Buna göre Necm suresinin İsrâ suresinden önce nazil olduğu anlaşılmaktadır.

Bu konudaki rivayetlere baktığımızda Mirac'ın, Hz.Peygamber'e risalet verilmeden önce gerçekleştiği  diğer rivayetler de ise Isra'nın bi'set senesi; risaletin 5.yılı; risaletin 10.yılı; hicretten 16 ay önce, hicretten, 1 sene 2 ay önce;  hicretten 1 yıl önce olmak üzere İsrâ'nın altı farklı tarihte olduğu nakledilmektedir.  Bu rivayetlerden son üçünün birleştirilerek hicretten 1.5 yıl önce olduğu görüşünün yaygınlık kazandığı görülmektedir. Ama bu yorumun gerçek değeri nedir? sorusunun cevabı henüz verilmiş değildir.

Naslar arasındaki çelişkinin uzlaştırılmaması durumunda nasın birini devre dışı bırakma anlamına gelen "Nesh" e ise Hibetullah b. Selame'nin en-Nasih ve'l Mensuh'unu örnek olarak verebiliriz.

Bu kitabında İbn Selame'nin Kılıç ayeti denilen Mekkeli müşriklerin savaşta öldürülmeleriyle alakalı bir ayete; barış, iyilik yapma, güzel davranma, güzel konuşma, affetme, bağışlama ve aldırmama gibi yaklaşık yüz on civarındaki barışla alakalı bir ayet grubunu neshettirdiğini görmekteyiz.Bunu analiz ettiğimizde, fakihlerin o günün sosyolojik realitesine uygun olarak ürettikleri "Daru'l İslam" ve "Daru'l Harp"  kavramlarının ve savaş olgusunun etkisinde kaldığını sandığımız İbn Selame'nin, savaş olgusu ile barışı ve Kur'an'da yer alan barışla ilgili ayetleri birbirine zıt gördüğü ve bu iki olguya uzlaştıramadığı için olacak ki, bir ayete yüz on iki ayeti nesh ettirdiğine şahit oluyoruz. Sözgelimi O, "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş"(Enfal 8/61) ayeti ile "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin. İnsanlarla güzel konuşun, namazı kılın, zekat verin diye söz almıştık"(Bakara 2/831) ayetindeki "insanlarla güzel konuşun" pasajını savaş olgusu ile bağdaştıramadığı için mensuh sayabilmiştir.  Burada ki  problem sadece bu ayetlerin mensuh kılınması değil, bu yorumu okuyan veya duyan insanların o yorumla dini özdeş saymaları ve farklı yorum ve anlayışlara zihinlerini kapamış olmalarıdır.

Problemin kaynağı ise, daha önce belirttiğimiz gibi yorumla Kur'an'ın özdeşleştirilmesi veya yorumun inanç haline getirilmiş olmasıdır. Yorumu inanç haline getirdiği için, sahip olduğu bir bilginin sarsılması veya değişime uğraması ihtimali karşısında insan; bunu inancının değişimi veya sarsılması olarak algılamakta dolayısıyla eski bilgisiyle çelişen yeni bilgi aktarımını inancına bir saldırı olarak görmektedir.Burada ki hata, din ile dinî olanın veya "evrensel boyutlu  olanla" "tarihsel boyutlu" olanı  ayıramamadan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, tarihsel olana evrensellik  elbisesi giydirilmiş olmasındandır. Din vahye dayandığı için beşer üstüdür ve bu yüzden evrenseldir. Dinin yorumu ise evrensel olanın beşer tarafından algılanması ve açıklanması olgusudur. Dolayısıyle yorumun kaynağı akıl olduğu için izafi bir değere sahiptir ve asla mutlak doğruyu temsil etmemektedir. Böyle bir sonuç ise, ancak  analitik bir düşünce ile mümkündür.

4- Çağdaş İslam Yorumun Problemleri

Çağdaş İslam yorumu, daha ziyade sanayi ve bilgi toplumu insanın dinî ihtiyaçlarına cevap vermeyi ve problemlerine çözüm üretmeyi amaçlayan bir düşüncenin sonucu oluşan ve geleneksel İslam yorumundan yöntem ve tarz olarak ayrılan bir İslam yorumudur. Bu yorum tarzının temeli ise, geleneksel İslam yorumunun tarım toplumuna dayalı olması nedeniyle sanayi ve bilgi toplumunun dinî ihtiyaçlarına yeterince cevap verememesi ve problemlerine çözüm üretememesine dayanmaktadır. Özellikle rivayeti merkeze alan ve aklı ikinci plana iten geleneksel İslam yorumun, aklı öne çıkartan sanayi ve bilgi toplumunun ihtiyaçlarını yeterince gidermesi beklenmezdi. Bunun için aklın öne geçirildiği bir İslam yorumuna ihtiyac vardı ve bu ihtiyaç da Çağdaş İslam yorumcuları tarafından karşılandı. M.Akif'in "Doğrudan doğruya Kur'an'dan ilham alma" olarak tanımladığı Çağdaş İslam yorumunun da  geleneksel İslam yorumunda olduğu gibi birçok versiyonu mevcuttur. Biz burada Çağdaş İslam yorumu versiyonları üzerinde duracak değiliz.Ancak bunlar arasında "Tarihselci" anlayışın ayrı bir yeri bulunduğunu özellikle belirtmek isteriz. Akif'in doğrudan Kur'an'dan ilham alma olarak tanımladığı tarzın anlamı, rivayetleri ve geleneksel hale dönüşmüş yorumların bir tarafa bırakılarak  doğrudan Kur'an'a gidilip, çözüm aranmasıdır. Nitekim örnek olarak ele aldığımız M.Akif 'de ve kendisinden bol bol tercüme yaptığı M.Abdulah'da bunu  açıkca görmekteyiz.

el-Menar'ında ise Reşid Rıza şunları yazmaktadır:

"Müslümanların kötü talihlerindendir ki, tefsir kitaplarının pek çoğu, okuyucularını Kur'an'ın ulvî gayelerinden ve devamlı yol göstericilik vasıflarından uzaklaştırmıştır. Bu tefsirlerin müfessirleri Kur'an'da irab bahisleri, nahiv kaideleri, meanî nükteleri ve beyan ıstılahları aramışlar ve tefsirlerini mütekellimlerin cidalleri; üsulcülerin tahriçleri mukallid fakihlerin istinbatları, tasavvufcuların te'villeri, mezhep ve fırka mensuplarının görüşleriyle doldurmuşlardır. Üstelik bir de bunlara Fahrettin er-Razi, tefsirine riyaziyat ve tabiî bilimleri, Batlamyus astronomisini ve çağına kadar devam edip gelen diğer bütün ilimleri toplamış ve tefsirini bu ilimlerle doldurmuştur. Böylece bu müfessirler insanları, Kur'an'ın asıl hedefinden uzaklaştırmışlardır.

R.Rıza'da açıkca gördüğümüz bu düşünce tarzı, Çağdaş İslam yorumcularının temel görüşü olma niteliğini daima korumuş, bu sebeble Kur'an yorumunda rivayetler genel anlamda dışlanmış ve akıl fonksiyonel hale getirilmeye çalışılmıştır. Genel anlamda rivayetlerin dışlanması, beraberinde sünnetin de dışlanmasını getirmiştir. Ayrıca akıl ile nakil veya rivayetler çatıştığında, nakli aklın hakemliğine havale etme, bu anlayışın temel yöntemi olmuştur. Dolayısıyle İslam yorumu bir anlamda Kur'an yorumu ile özdeşhale gelmiş ve bu olgu "Kur'an İslamı" kavramı ile tanımlanmıştır.

Geleneksel İslam tanımında, Kur'an, Sünnet ve yorum bir başka ifade ile  Kitap- Sünnet , İcma ve Kıyas  birlikteliği akla gelirken, Çağdaş İslam yorumunda ise Kur'an ve yorum bir başka deyişle Kur'an Kıyas ve kısmen de Hadis  birlikteliği akla gelmektedir. Daha açık bir ifade ile hadisin gündeme gelmesi, ya önerilen görüşlere destek hasıl olduğunda bu desteği sağlamak için, ya da akıl ve bilim dışılılıkla itham edilen  hadisleri sorgulamak için olmaktadır. Geleneksel İslam yorumunda olduğu oranda ve yoğunlukta hadis veya rivayetlerin fonksiyonel olmadıkları görülmektedir. Geleneksel İslam anlayışında sünnet; tebyin hem de teşebbüh için yorumun merkezinde yer alırken; Çağdaş İslam yorumunda "sünnet"e örnek ve model olması açısından yaklaşılmakta ve sünnetin tebyinliğini tartışırken "Teşebbüh"ü tartışmasız reddetmektedir. Bu anlayış"misvak" konusuna  uygun düşerken; ibadetlere ve  eğitim amaçlı taklidlere pek de uygun düşmemektedir.  Dolayısıyle başta sünnet ve rivayetler olmak üzere 1400 yıllık İslam geleneğini dışlanarak çağdaş bir İslam yorumunun ortaya konması ve herkes tarafından kabulünün beklenmesi, bu anlayışın bir açmasıdır. Zira Geleneksel İslam yorumun özünde bazı eksiklikler ve yanlışlıklar bulunsa da bazı doğruların ve mükemmelliklerin bulunduğu da bir gerçektir. Aynı kural Çağdaş İslam yorumu için de geçerlidir. Onuda özünde bazı yanlışlıklar ve eksiklikler mevcutsa da bazı doğruların ve mükemmelliklerin varlığı da bir gerçektir. Burada problemin kaynağı daha önce de belirttiğimiz gibi kategorik düşünceye dayalı bir yöntemin ve söylemin her iki düşünce tarzına hakim; müntesiplerinin ise bu düşünce tarzına adeta mahkum olmalarıdır. Bu arada Kur'anî normlara ait formlar için farklı bir yöntem için de olan Çağdaş İslam Yorumun yeni bir versiyonu olma özelliğini taşılan "Tarihselci" anlayışa ve bu anlayışın problematik olan yönüne de kısaca temas etmek istiyoruz:

Tarihselci anlayışa göre, Kur'an'ın bir normu ve bu normlardan bazılarına ait formu mevcuttur. Özellikle sosyal, ve hukuksal nitelikli normlara ait formelliğin Kur'an'ın indirildiği kültürel ve sosyal ortamı ve şartları yansıtması, bu formelliğin tarihin bir dönemine ait olduğunu da göstermektedir. Buna göre Kur'an'ın normu evrensel bir niteliğe sahip olsa da, formu tarihseldir ve formelliğin değişebileceğini gösterir. Çağımızda İslama ve onun sosyal ve hukuksal alanda öngördüğü formelliğe karşı gösterilen tepkileri ve tenkidleri geçersiz kalmak için İslamın sevimli yönünü ortaya koymayı amaçlayan bu yorum tarzı; çağdaş sosyal ve hukuk anlayışı ile İslamı tarihsel bir nitelik taşıyan formlarda değil de evrensel bir niteliğe sahip olan Kur'an normlarında uzlaştırmayı amaçlamaktadır diyebiliriz. Bu anlayışa geleneksel İslam yorumcuların tepkisi elbette şiddetli olmuştur. Zira Geleneksel İslam yorumun başı sünnet konusunda Çağdaş İslam yorumu ile dertte iken, bir de Kur'an'a ait formların tarihsel olarak ileri sürülmesi, tahammül sınırlarını zorlayan bir hareket olarak algılanmıştır.Fakat bu tepkinin zihinsel olmaktan daha çok duygusal olduğu görülmektedir. Zira Kur'an'ın bazı ayetlerini diğer ayetine neshettirme ile, Kur'an'ın bazı ayetlerini tarihsel sayarak belli döneme ait kılma arasında yöntem ve sonuç açısından ne gibi bir fark vardır? Bir ayeti tarihsel kılma ile mensuh sayma arasındaki fark sadece bir isimlendirmeden ibarettir. Özde ve sonuçta bir farklılık yoktur. Sebebler farklı olsa da, her iki görüşte, bazı Kur'an ayetleri neticede devre dışı bırakılmaktadır. Bu arada problemler karşısında farklı yöntemler arama yerine, geçmişte bizzat Kur'an tarafından uygulanan fakat daha sonra devre dışı bırakılan Kur'an'ın tenzil yöntemini niçin problemlerimizin çözümün de kullanmıyoruz? sorusu aklıma geliyor. Bu yöntemin dayandığı temel görüş, Kur'an'ın 23 yıllık tenzil  süresi içinde uyguladığı "Tenzil Yöntemi" nin ortaya koyduğu "tedricilik" veya "imhal" kavramlarıyla da ifade edilen ve  zımmen  tarihsel kabul edilen bu "durumsallık" yöntemin evrensel bir nitelik taşıyabileceğini var saymaya dayanmaktadır. Buna göre:

1. Kur'an'ın öngördüğü ilkeler ve verdiği bilgiler insan doğasına (Fıtrat dinine) ve doğa kanunlarına ters değildir.

2. Getirdiği ilkeler ve verdiği bilgiler, insan hayatının bütünlüğünü ve bütün akıllı insanları hedeflemektedir.

3. Kuranî ilkelerin ve bilgilerin hayata aktarılması sırasında "durumsallık" bir yöntem olarak öngörülmüştür. Yani vahyin kendisi zaman ve mekanla bağlı olmadığı halde meydana gelen olaylarda "durumsal" olmuştur. Müslümanların zengin olmadıkca zekat vermemesi ve hacca gitmemesi, su bulunmadığında teyemmüm etmesi,  mukim iken 4 rekat kıldığı namazı iki rekat olarak kılması, misafir ve hasta iken bazı dinî kuralları yerine getirmemesi, kadınların özel hallerde dinî kurallardan muaf tutulması v.s. gibi hususlar ile Mekke'de özellikle iman ve ahlâk kurallarının, Medine'de ise ibadet ve hukuk kurallarının veya ayrıntılarının belli zaman dilimleri içinde indirilen ayetlerle emredilmiş olması durumsallığı gösteren örneklerdir.

Ayrıca suç işlemedikçe hiç bir zaman müslümana uygulanamıyacak olan cezaî müeyyi'deleri  içeren ayetleri de buna ilave etmeliyiz. Allahın varlığına ve ahiret hayatına inanma gibi temel esaslar ve insanın temel kişiliğini oluşturan ahlakî kurallar hariç, diğer konuların uygulanmasında durumsallığın bir yöntem olarak öngörülmesi, tenzil yönteminin evrenselliği gereğidir.

Dolayısıyle durumsallık ilkesi, Kur'an'da birbiriyle çeliştiği varsayılan ayetlerin birbiriyle çelişmediğini sadece farklı durumlarda farklı ayetlerin indirildiğini ortaya koymakta ve "nesh" teorisine dayanılarak bir ayetin diğer bir ayetle neshedilmesi anlayışını önlemiş olmaktadır. Ayrıca dinî kuralların uygulanmasında "Durumsallığın" bir yöntem olarak uygulanabileceğini de göstermektedir.

Sonuç

Geleneksel İslam yorumu da  Çağdaş İslam yorumu da İslam'ı daha doğru ve daha gerçekçi anlama, algılama ve yorumlama iddiasında olan iki düşünce tarzını temsil ettiği bilinen bir husustur. Her iki yorum tarzının kendisine özgü yanları, anlayışları ve yöntemleri mevcuttur. Her iki görüşün temsil ettiği dinî anlayışın yanlışlarının yanında doğrularının da bulunduğu bir gerçektir. Geleneksel İslam'ın kimliği; Çağdaş İslam'ın ise kişiliği önde tuttuğunu; Geleneksel İslam yorumun muhafazakarlığı, Çağdaş İslam yorumunun değişimi temsil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu değerlerden kimliğe mi? kişiliğe mi? muhafazakarlığa mı? yoksa değişime mi? karşı çıkacağız. Mutlaka birinin yanında diğerinin karşısında olmak mı gerekiyor?  Ancak kategorik düşünce tarzını uyguladığınızda, birinin yanında değerinin karşısında olmamız gerekir. Ama analitik düşünce tarzını uyguladığınızda, yaptığınız analiz sonucuna göre bir neticeye varmış ve tercih yapma imkanına kavuşmuş oluruz. Böyle bir zihinsel işlemi ise, ancak Allah'ın bize verdiği yetilerle (Fıtratımızla) ve o yetiler içinde en önemlisi olan aklımızla yapıyoruz.  Sadece insan, problemlerini, ancak akılla çözebilme imkanına sahiptir. Bunun için de insanın iradesini bu yönde kullanması ve aklını fonksiyonel hale getirmesi gerekir. Aklın, fonksiyonel olabilmesi için de, kendisinden çıkarımlar yapabileceği verilere ve bilgilere ihtiyacı vardır. Bu verileri ve bilgileri akıl, duyu organları vasıtasıyla ya da vahiy yoluyla elde edilir. Bir başka ifade ile akıl, ya gözlem ve deney yoluyla elde ettiği veriler üzerinde fonksiyonel olur, ya da kendisine vahiy yoluyla ulaşan bilgiler üzerinde fonksiyonel olur. Akıl, niteliği ve niceliği ne olursa olsun her türlü bilgi ve veri üzerinde forksiyonel olma özelliğine sahiptir. Bu sebebledir ki Kur'an bir müslüman için hem bir inanç objesi hem de bir bilgi objesi konumundadır. Akıl, kendisine Kur'anî bilgi ulaşırsa Kur'anî bilgi üzerinde; rivayet bilgisi ulaşırsa rivayet bilgisi üzerinde; yorum bilgisi ulaşırsa yorum bilgisi üzerinde işlevsel olur. Aklın sağlıklı ve doğru  düşünebilmesinin şartı, tek yanlı, taraflı ve eksik bir bilgi ile beslenmemesidir. Tıpkı tek tür besinle beslenen bir vücut veya bir-iki renk boya ile resim yapan ressam gibi, akıl da, tek yanlı, taraflı ve eksik bir bilgi ile doğru ve sağlıklı çözümler üretemez. Sağlıklı ve doğru düşünmenin yolu, doğru, sağlıklı ve çeşitli bilgi akımına açık olmamız ve bilgi elde etme çabası içinde bulunmamız ve "Ne kadar çok bilgi, o kadar sağlıklı düşünce" formülüyle izah edebileceğimiz bir anlayışa kavuşmamazdır. İşte o zaman kategorik düşünmez, önyargılı hareket etmez, karşımızdakileri yani bizim gibi düşünmeyenleri  suçlayıcı, aşağılayacı ve itham edici bir söylem içinde olmayız. Zira yüce kitabımız Kur'an, bilenlerle bilmeyenlerin eşit olmadığını açık ve net söylüyor. Öyleyse daha çok  bilmek için niçin çaba göstermiyoruz?

Sözün özü, Geleneksel ve Çağdaş İslam yorumu taraftarları ne zaman kategorik düşünce yerine analitik düşünceyi; sloganlarla değil kavramlarla düşünmeyi; doğrunun ölçütünü zaman, mekan ve şahıslar da arama yerine ilke ve prensiplerde aramayı; cemaatci bir toplum modeli yerine cemiyetci bir toplum modeline ulaşmayı; yani dinin toplumsallaşması kadar bireyselleşmesine de yönelmeyi; anlayışlarında ve yorumlarında cemaat merkezci veya ben merkezci olma yerine ilke merkezci olmayı; bilgilenmede kulak yerine daha çok gözü kullanmayı; yani sözlü kültürden yazılı kültüre ulaşmayı tercih ederlerse işte o zaman burada kısaca temas ettiğimiz veya etmediğimiz dinî problemlerimizi çözme imkanına daha kolay kavuşur, dolayısıyle birbirimizi dışlamaktan kurtulur, birbirimize hoşgörü ile yaklaşır, daha yumuşak bir dil ile birbirimize hitap eder ve neticede bir uzlaşmaya varır, birlik ve bütünlüğümüzü sağlayıcı davranışlar içinde oluruz.

 

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com