DEĞİŞİM ve DİN
Prof. Dr. Celal Kırca
Değişim, “bir durumdan başka bir biçim ve duruma girme”yi tanımlayan bir kavramdır. Osmanlıcada bu anlam, tağayyür, tekamül, teceddüt, ihya, ıslah, tahrif, inhiraf, ifsad, tebeddül kelimeleri ile karşılanmaya çalışılmıştır. Mütegarib anlamları ifade eden bu sözcüklerden bir kısmı olumlu anlamdaki değişimi, bir kısmı da olumsuz anlamdaki değişimi tanımlar. Kuranda ise değişim ile ilgili olarak “tahvil”, “tebdil” ve “tağyir” sözcüklerinin yer aldığı görülür.
Hepimiz biliyoruz ki değişim, hayatın değişmez bir kuralıdır. Kainatta her şey, bir biçimde değişime uğrar. Tabiat değişir, fertler değişir, toplumlar değişir. Ama bunlarda değişmeyen bir şeyler de daima mevcuttur. Fertlerdeki değişim, çok farklı alanlarda görülse de genellikle inanç, fikir, düşünce ve davranışlarda daha belirgin bir görünüm arz eder. Ateist bir insanın Allah'ı tanıması, Deist bir kişinin dini kabulü gibi. Toplumsal değişim de çok yönlüdür ve her alanda görülür. Siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlardaki değişimler, bunun birer göstergesidir.
Din, Allah'ın Peygamberleri aracılığı ile insanlara ulaştırdığı iman, ibadet, ahlak ve hukukla ilgili bilgi, ilke ve kuralları ihtiva eden sistemin adıdır. Değişim, tabiatta, fertte ve toplumda olduğu gibi dinde de olmuştur. Ancak “Din'“deki değişim, dinin iman ve ahlâk gibi sabitelerinde değil, daha ziyade hukuk, kısmen de ibadet konularında görülür. Nitekim Hz. Âdem'in çocukları birbirleriyle evlenirken, daha sonra bu tür evliliklerin yasaklanması, Yahudilere ait bazı yasakların Müslümanlara yasak kılınmaması, bazı ibâdet şekillerinin aynı olmaması gibi hususlar ilahi dinlerdeki değişimi simgeler. İlahi dinler, olumlu değişimden yanadır ve bu tür değişimi teşvik eder. Nitekim “dalâletten-hidâyete”, “cehâletten-bilgiye”, “kötülükten-iyiliğe” ve “vahşetten-medeniyete” doğru olan değişim, ilahi dinlerin gönderiliş amaçları arasında yer alır. Kuran'ın ana misyonlarından birisi de budur. Nitekim o, insanları, şirkten tevhide, ahlâksızlıktan ahlâka, zulümden adalete, eşitsizlikten eşitliğe, kayırmacılıktan işi ehline vermeye, hissilikten akliliğe, kabilecilikten ümmet anlayışına değiştirmeyi hedeflemiş ve onlara kuralların ve ilkelerin egemen olduğu bir hayatı önermiştir.
Hz. Adem'le başlayan ilahi din, bir taraftan sabitelerini korurken, diğer taraftan da gelişmesini son din İslam’la tamamlamıştır.(Maide,5/3) Ancak “Din”deki gelişime bağlı bu değişim, Kuran'la son bulsa da, Din/Kuran’ın anlaşılmasında ve yorumunda devam etmektedir. Diğer bir ifade ile “ Kuran/Din” değişmese de ancak dinî anlayışlar ve yorumlar değişebilmektedir.
Erol Güngör'ün “Din değişmediği halde insanların onunla ilgili anlayışları değişiyorsa o zaman bu değişmenin sebeplerini dinde veya insanlarda değil, fakat onların dışında bir takım kaynaklarda aramamız lazım. Başka bir ifade ile söylersek insanları değiştiren, her devrin insanına başka türlü tesir eden, dolayısıyla insanların şahıslarına değil, onların zamanlarına bağlı bulunan bir takım sebeplerden söz etmek gerekir” tespiti, her çağ için geçerli olduğu kadar çağımız için de geçerlidir. Özellikle tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecide ortaya çıkan sosyal, siyasi ve ekonomik etkenlerin dini anlayışlarda meydana getirdiği değişim, din –değişim ilişkisine geçmişten farklı olarak yeni boyutlar ve sorunlar getirmiştir.
Dini anlayıştaki bu değişimi tetikleyen sorunların başında hiç şüphesiz Batı bilimi, teknolojisi ve değer yargıları gelmektedir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak Batılı insan, öncelikle Tanrının evrene koyduğu kanunları keşfetmeye ve anlamaya çalışmış, elde ettiği bulgularla insanların ihtiyaçlarını gidermiş, kili¬senin çözüm bulamadığı konulara bilim vasıtasıyla çözüm bulmaya gayret etmiş ve neticede daha önce bir türlü sarsamadığı kilisenin otoritesini sarsarak, kilisenin otoritesi yerine bilimin otoritesini; din adamının otoritesi yerine ise bilim adamının otori¬tesini ikame etmeye çalışmıştır. Bilim adamının evreni keşfetme ve anlama işlevinin yanında, kiliseye karşı olan bu tavrı dolayısıyla Batılı insan, giderek Tanrı'dan uzaklaşmış ve Tanrı'dan bağımsız kendi başına kurduğu bir dünyada yaşama arzusu ile dolup taşmıştır. Bir başka ifade ile kilisenin otoritesinden uzak ve tamamen hür bir ortamda bilimsel faaliyette bulunma arzusu, zamanla dine ve neticede Tanrı'ya bağımlı olmadan yaşama isteğine dönüşmüştür. Bu bağlamda ortaya çıkan materyalist, rasyonalist ve pozitivist anlayışlar, dine karşı olma ve dinden bağımsızlaşma temayüllerine olabildiğince destek olmuştur.
Bu dönüşüm 18. yüzyılda o kadar etkili olmuştur ki din¬siz veya Tanrısız bir dünya anlayışını ortaya çıkartmıştır. Bu kutsaldan kop¬muş ve Tanrı'ya yabancılaşma hareke¬ti, bütün dikey bağlamları, yataylaştırdığı için evrendeki bütün unsur¬ların sınırlarını çizen bir din hâlinde algılanır olmuştur. Bu da toplumda giderek bunalımın ve gerilimin art¬masına ve yaygınlaşmasına sebep ol¬muş, insan hayatım kolaylaştıran ve onu rahata kavuşturan bilim, kut-saldan kopuş ve Tanrı'ya yabancılaş¬ma hareketi sebebiyle bizzat insanın varlığını tehdit eden bir unsur hâline de gelmiştir. Bu anlayış Osmanlı aydınını da etkilemiştir.
Nitekim Tanzimat’la birlikte Batı‟ya açılan Türk aydının, özellikle Pozitivizm, rasyonalizm ve materyalizm gibi felsefi düşüncelerden büyük oranda etkilendiği görülmektedir. Bu etki sebebiyledir ki dini ilimleri bilen, fakat Batı kültüründen ve biliminden haberdar olmayan din adamlarının yanında İslamiyet’ten haberi olmayan, sadece Avrupa’yı gören ve tanıyan, Batı’lı değerler için çaba gösteren aydın bir zümre de oluşmuştur. Bu iki grup arasında cereyan eden ilmi, fikri ve felsefi mücadele neticede XIX. yüzyıl Osmanlı’sının sosyal yapısını düalist bir yapıya dönüştürmüş, eğitimde geleneksel medrese ile yeni açılan Batı tipi okullar, orduda alaylı subaylarla mektepli subaylar, hukukta şeri ve karma mahkemeler bu düalist yapının ana unsurlarını oluşturmuştur.
Bu sosyal yapı, Türkiye’yi batılılaştırmamıştır ama etkinliği hatırı sayılır düzeyde olan bir aydın çoğunluğu maalesef oryantalistleştirmiştir. Türk aydınının oryantalistleşmesi ise kendine özgü yeni bir kimlik ve aidiyet aramasına; karşısındakilere olumsuz bir kimlik atfetmesine sebep olmuştur. Neticede gelenekçi–modern veya ilerici–gerici ayırımı, bu oryantalist anlayışın bir sonucu olarak ortaya çık¬mıştır. Bu kimlik, batılılaşmayı değil, oryantalistleşmeyi yani kendi toplumunun insanını “Avrupalı gözüyle” seyre¬dip değerlendirmeyi hedeflediği için “biz” ve “onlar” şeklinde bir ayırımla maalesef ikiye bölmüştür. Böyle bir olgunun oluşmasında ve devamında ise mekteplerin ve özellikle edebiyatın önemli bir rol üstlendiği görülmektedir. Bilhassa pozitivizmin yaygınlaşmasında ve etkisinin hala devam etmesinde edebiyatın rolü asla inkar edilemez.
Pozitivist düşüncenin zihinlerde bıraktığı tortuları ve sosyal hayattaki izlerini görebilmek için Tanzimat sonrasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan şiir, roman ve hikaye gibi edebi eserlere bir göz atmak yeterli olacaktır. Çünkü edebi eserler, toplumsal olayları, düşünceleri ve olguları yansıtan bir ayna işlevi gördükler. Bu nedenle de edebi eserlerde yer alan fikir, düşünce ve sosyal olayların hayatta daima bir karşılığı mevcuttur. Nitekim Tevfik Fikret ile Mehmet Akif arasında geçen o bildik tartışma bunun en bariz örneğidir. Ayrıca Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si ile Yakup Kadri’nin Nur Baba’sını bu bağlamada zikredebiliriz.
Reşat Nuri, Yeşil Gece’ sinde roman kahramanı Ali Şahin’in Darulmuallimin’e girmeden önce medrese tahsili yaptığını ve bütün medreseciler gibi maddeciliğin etkisinde kalarak şüphe hastalığına tutulduğunu , bu nedenle “ Ben Neyim?” ve “ Niza-i İlim ve Din” isimli eserleri okuduğunu hatta bu kitapların yazarı ile görüşmeye gittiğini anlatarak maddeciliğin birey üzerindeki etkisini dile getirirken; Yakup Kadri de Nur Baba’sında Bektaşiliği ele alıp inceler.
Fakir Baykurt ise Hasret isimli hikayesinde, bir kasaba vaizinin dilinden İslam’ın dünya ve ahiret anlayışı şöyle karikatürize eder: “Hepimiz ölüp gömüleceğiz. O kara topraktaki oyuntuya girmekten hiç birimiz kurtulamayacağız. İşte orada her şey tersine olacak arkadaşlarım. Siz sadece bu dünyada sabredin. Ama öyle gerçekten sabır. Orayı burayı kurcalamayın. Yarın orada fakirler zengin olacak, zenginler de fakir. Bu dünyadaki zenginleri siz öbür dünyada uşak tutacaksınız. Onlar size eşek gibi hizmet edecekler. Bundan başka Huri kızlardan güzel karılarınız olacak. Tavus kuşunun tüylerinden döşekleriniz, tülden çarşaflarınız olacak. Emrinize çadırlar verilecek, girdiniz mi içerlerine mis gibi güzel kokular duyacaksınız. Karılarınızın elleri pempe pempe parlayacak. Her tafraları balıklar gibi tertemiz. Radyolarınız olacak Tıpkı burada görüp imrendiğiniz sulak çiftlikler gibi çiftlikleriniz olacak.”
Yahya Kemal, din-toplum ilişkisi bağlamında yaşanan bu ve benzeri sorunların ana sebebini, yeni hayat tarzıyla cetlerimizin diyanetini mezcedip, kendilerini bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşitler, şairler, edipler ve hatiplerin yetişmemiş veya yetiştirilmemiş olmasında arar. Benzer anlayışı Hasan Ali Yücel’de de ve görmekteyiz. Onun, 1952 yılında Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıdan, din adamlarının bilime yan bakmalarından, dünyayı idare eden sosyal ve ekonomik kanunları hiçe saymalarından; buna karşılık bilim adamlarının pozitif metotlar karşısında manevi bir takım etkenlerin varlığından habersiz görünmelerinden şikayetçi olduğunu anlıyoruz.
Bu sebepledir ki sanayi devrimi ile başlayan kök değerlerle güncel değerler çatışması sonucu ortaya çıkan sorunlara çözüm bulmada geleneksel dini anlayışların yeterli olmamış veya olamadığı görülmüş, bunun için de yeni yorumlara ihtiyaç duyulmuştur. Özellikle hürriyet ve eşitlik gibi değerlerle, kadın hakları konusunun en çok yoruma ihtiyaç duyulan konular arasında yer alması bir tesadüf değildir. Nitekim Tanzimat sonrasında Osmanlı devletinin, toprak mülkiyeti hakkı konusunda kadın- erkek eşitsizliğini giderecek düzenlemeler yapmış olması böyle bir ihtiyacın sonucudur. Bu uygulama, aynı zamanda 19. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan feminizm hareketinin Osmanlı kadın harekini ne denli etkilediğini göstermesi açısından da önemlidir. Ancak bu hareketin sosyolojik, psikolojik, dini ve kültürel farklılıklar nedeniyle İslam ülkelerinde farklı şekilde algılandığını da unutmamak gerekir.
Mesela Mısırda R. Rıza’ın Nisa suresinin 129. ayetinde yer alan “ aralarında adaleti yerine getirmeye güç yetiremezsiniz” pasajını yorumlarken, çok evliliğin bu günkü şartlarda faydadan çok zarar getireceği yorumu, günümüz için de dikkat çekici bir nitelik arz eder. Bununla birlikte sosyal sorunların Hindistan ve Mısırdaki etkileriyle Osmanlı’daki etkisinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Nitekim Hindistan’da eşitlik ilkesi ön planda yer alırken Osmanlı’da hürriyet ilkesinin ön planda olduğu görülür. Bu nedenle Hindistan Müslümanları arasında feminist Kuran yorumları yapıldığı halde, Osmanlı’da Hindistan’daki kadar feminist yorumlara rastlanmaz. Daha ziyade geleneksel yorum tarzının günün şartları içinde savunmacı bir reflekse dönüştüğü görülür. Hindistan benzeri feminist söylemler ve yorumlar ise ancak 20.yüzyılın ikinci yarısında etkin olmaya başlamıştır.
Musa Carullah, 1916 yılında yazdığı halde ancak 1933de Berlin ‘de bastırdığı “Hatun” isimli kitabında “ Hatunlar hukuk açısından erkeklerle eşittir” der ve bu eşitliğin medeni hukuk, aile hukuku ve eşlik hakları, eğitim ve öğretim hakları ve siyasi hukuk alanlarında olduğunu vurgular. Hindistan’da ise Seyyid Ahmed Han’ın rasyonalizasyon merkezli bilimsel tefsir yorumlarına paralel olacak tarzda Mümtaz Ali’nin de Batılı değerler üzerinden bazı Kuran ayetlerine feminist yorumlar yaptığı görülür. Ona göre Nisa suresinin 34. ayetini, erkeğin kadın üzerine bir hakimiyeti olduğu şeklinde anlamak hattadır. Zira klasik tefsirlerdeki ant-i feminist açıklamalar, ilahi metnin ruhundan ve lafzından ziyade zamanlarının mutat hukukunu yansıtmaktadır. Ayet bütünlüğünden kadınların eşit biçimde erkeklere karşı bir önceliğinin olduğu da anlaşılabilir. O, erkek kadın şahitler arasındaki nispetsizliği, İslam hukukunda gerçekte yalnızca ticari anlaşmalara ve erkek Arap tacirlerin kendi kadınlarından çok daha bilgili olduğu teknik becerilere işaret eden Kuran ayetinin yanlış yorumlanmasından neşet eden bir aşırılık olarak görür. Benzer yorumları Emir Ali de yapmakta kadınla ilgili yetersizliği belirten ayetti, o çağdaki Arapların problemlerine bağlı ve geçerli addederek “geçici” bir uygulama olarak değerlendirir.
Bu görüşlere ve yorumlara karşın gelenekçi yaklaşımı tarzını temsil eden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin ise “Beyanu’l Hak” gazetesinde yazdığı makalelerde teaddüd-i zevcat, sigorta, faiz, heykel, tesettür, resim, musiki ve kumar gibi konuları ele aldığı, fakat Hindistan’lı Mümtaz Alin’in feminist yorumları gibi yorumlar yapmadığı, Hatta “Dini müceddidller”inde “Avrupa medeniyetinin yanlış telakkisi” ne yönelik eleştirilerde bulunduğu bilinmektedir.
Pozitivizmin ve Rasyonalizmin etkili olduğu ve geleneksel dini yorumların dışına çıkılarak Kuranın bu felsefi anlayışlarla yorumlandığı ve geleneksel yorumlardan farklı olarak yeni yorumların yapıldığı alanlardan biri de din bilim ilişkisi konusudur. Ancak bu tarz yorumların içinde doğru olarak kabul edilebilecek yorum örnekleri bulunduğu gibi, Kuran lafızlarının onaylamadığı rasyonalizasyon örnekleri de mevcuttur. Mesela Kızıldeniz’in yarılması olayını med-cezir ile, ebabil’i çiçek mikrobu ile, sakar’ı bilgisayar şeklinde yorumlamak gibi.
Ne var ki Müslümanlar arasında bu tarz yorumlara taraftar olanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da mevcuttur. Günümüzde bunlar, entegrist, fundamantalist, radikal ve modernist guruplar olarak adlandırılmaktadırlar. Bu guruplardan entegrist anlayışta olanlar, geleneğin tesirini ve yorum biçimini mutlaklaştırırken, fundemantalist olanlar, geleneği ve tarihsel formları aşıp dini metinlerin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştırmaktadır. Radikal guruplar ise bilgi-iman özdeşliğine inanmakta ve dinin yorumunu bir ideoloji olarak algılamaktadırlar. Modernist olanlar ise dini metinleri çağdaş anlayışlara uygun gelecek tarzda anlamamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Oysa geleneğin tesirini ve yorum biçimini mutlaklaştırmak da, geleneği ve tarihsel formları aşıp dini metinlerin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştırmak da; bir bilgi objesi olan dinin yorumunu, bir inanç objesi olarak kabul etmek ve din gibi algılamak da; dini metinleri iç ve dış bağlamlarından kopararak çağdaş anlayışa uygun gelecek tarzda yorumlamak da yorumun değeri ve anlama yöntemleri açından sorunludur. Burada mutlaka bilinmesi gereken husus şudur:
Bir “Din” vardır, o da Allah'a aittir. Bir de dini olan vardır ki, bu “ed_Din”den insanların anladıklarıdır. Müslümanlık ifadesiyle kast edilen de budur. Mezhepler de bu kategoriye dahildir. Bunun içindir ki Arap İslam’ı, Türk İslam’ı ifadeleri yanlıştır. Zira İslam tekdir, Arap’ın veya Türk’ün İslam’ı olmaz. Ama Arap Müslümanlığı ,Türk Müslümanlığı veya Hanefi ve Şafii Müslümanlığı olur. Zira bu ifadeler Arap’ın ,Türk’ün veya Ebu Hanife’nin ve İmam Şafii’nin anladığı İslam anlamına gelmektedir. Bu nedenle Müslümanlık, “Din” değil, dini bir nitelik arz eder. Dini olan ifadesinin ise iki anlamı vardır: Birinci anlamı “Din”den olan, ikinci anlam ise “Dine” uygun olan demektir. Namaz dinidir dediğimizde birinci anlamı, mevlit dinidir dediğimiz de ikinci anlamı kast etmiş oluruz. Çünkü namaz “Din”den bir parçadır, ama mevlit “Din”den bir parça değildir. Zira ne dinin kitabında ne de Hz. Peygamber'in tebyininde yer alır. Bu nedenle mevlidi dine uygun görenler olduğu gibi, dine uygun görmeyenler de mevcuttur.
Yorumlar da bunun gibidir. Bu nedenle insanların yaptıkları yorumları doğru bulanlar olduğu gibi doğru bulmayanlar da olabilir. Mesela abdest alma ile ilgili kadına dokunma ayetini, abdestli bir Müslüman'ın kadına dokunduğunda abdesti bozulmaz yorumu da, bozulur yorumu da dinidir. Yani bu ayetin her iki yorumu da dine uygun demektir. Şayet bu iki yorumdan birini, birinci anlamda anlar da dinden sayar isek, diğer yorumu din dışı saymış oluruz. Geleneğimizde mezheplerden hiçbiri kendi yorumunu din, karşı yorumu ise din dışı saymamıştır. Bu nedenle entegrist, fundemantalist ve radikal anlayışların ileri sürdüğü argümanların ne dini ne de geleneksel bir dayanağı vardır
Dini metinleri, çağdaş anlayışlarla örtüşmüyor gerekçesiyle bu anlayışlara uygun olacak tarzda yorumlamak ise, o metinlerin iç ve dış bağlamlarının göz ardı edilerek üretilen yeni anlamların o dini metinlere yüklenmesi anlamına gelir. Bu da yeni bir metin inşası demektir. İç ve dış bağlamlarına göre anlam kazanan bir sözün, bağlamlarından kopartılarak anlamlandırılması, anlama yöntemi ve dil mantığı açılarından yanlıştır. Doğru anlama, metodolojik anlamadır. Bu da dilbilimsel anlama yöntemi ile bağlamsal anlama yönteminin birlikte kullanıldığı anlama türüdür. Yoksa dini metinlerin ideolojik anlamalara malzeme yapılması değildir.
Öyleyse değişim açısından “Din” ile dini olan bize ne anlam ifade etmektedir? sorusuna cevap vermek gerekirse bu sorunun cevabı şudur:
“Din”de bir değişim söz konusu değildir. Zira Hz. Peygamber'in vefatı ile vahiy sona erdiği için “Din” de sona ermiştir Ama “Din”in dayandığı ana kaynak Kuran'ın anlaşılması ve yorumu Hz. Peygamber'den sonra da devam etmektedir. Bu anlama ve yorumlarda ise tek bir çizginin veya tek düzeliğin olmadığı; kişilere, sistemlere ve çağlara göre farlılık arz ettiği de bir gerçektir. Bu da “Din”in değil ama dini olanın değiştiğini gösterir. Ancak burada izahı gereken bir başka husus daha vardır ki o da Hz. Peygamber'in tebyini ile onun haricindeki kişilerin yaptıkları yorumların bağlayıcılık açısından bir ve eşit olmadığıdır. Zira Hz. Peygamber'in peygamberlik görevi gereği yaptığı tebyin/açıklamalar bağlayıcı olduğu halde, onun dışındaki kişilerin yaptıkları açıklamaların bağlayıcılığı yoktur.
Bununla birlikte beşeri yorumlara dayalı inanç sistemlerini, iç mantıkları gereği izafi doğrular olarak kabul etmek ve bir başka sistemi benimseyinceye kadar süreli bağlayıcı saymak da aklın temel ilkelerine ters düşmez. Her görüş, sahibini bağladığı gibi, her sistem de kendisini benimseyenleri bağlar. Fakat bu bağlayıcılık kesin bir bağlayıcılık değil, tercihe dayalı bir bağlayıcılıktır. Tercih devam ettiği sürece bağlayıcılık da devam eder. Ama tercih değişirse, süreli bağlayıcılık da sona erer ve böylece tercihte bağlı yeni bir süreç başlamış olur. Bu da dini anlayışlardaki değişimin bir göstergesidir. Diğer bir değişim türü ise mevcut dini anlayışların ve yorumların, elde edilen yeni bilgilere ve metotlara göre sorgulanarak değerlendirilmesi sonucu yeni yorumların yapılmasıdır. Nitekim “Din” ve değişim denilince akla ilk gelen de bu değişimdir.
Değişimin karşıtı ise muhafazakârlık, koruyuculuk ve tutuculuktur. Dini konulardaki muhafazakârlık doğru olan yorumların ; tutucu¬luk ise doğru veya yanlış her türlü yorumun, geleneğin ve kültürün ko¬runmasını ifade eder. Bu nedenle Kurân, tutuculuğu tasvip etmez. Zira o doğru ve güzel olan şeylerin korunmasını, buna karşılık doğru ve güzel olmayan şeylerin ise terk edilmesini ister. Bunun için de zihniyet değişimi önerir ve bunu da “Bir tolum kendi özünü değiştirmedikçe, Allah o toplumu değiştirmez”( Rad,13/11) kuralına bağlar.
Copyright © 2016 celalkirca.com